"İman edip de imanlarını zulümle bulaştırmayanlar var ya! İşte korkudan emin olmak onların hakkıdır."
- En’âm Suresi, 82. Ayet
“Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Bilgisizlik kuvvettir... Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.”
- George Orwell, 1984
Stratejiniz derin ve uzun vadeli ise yaptığınız hesaplardan büyük kazanımlar elde edersiniz. Öyle ki, bu şekilde savaşa bile gitmeden zafere ulaşabilirsiniz. Ama stratejiniz sığ ve kısa vadeli ise, yaptığınız hesapların size getirdiği kazanımlar küçük olacaktır. Öyle ki, bu şekilde savaşı daha savaşa gitmeden kaybedebilirsiniz. Büyük stratejiler, her daim küçük stratejilere galip gelir. Stratejisi olmayanlar yenilmeye mahkûmdur. Dolayısıyla, muzaffer savaşçıların ilk önce kazandıkları, sonra savaşa gittikleri; mağlup savaşçıların ise ilk önce savaşa gittiklerini, sonra galip gelmeye çalıştıkları söylenir.
“Baylar, yemin ederim, her şeyi anlamak hastalıktır.” diyen Dostoyevski mi haklı yoksa “Her şeyi anlamak, her şeyi affetmektir.” diyen Tolstoy mu? Varoluşu anlamak, bizi içten çürüten bir hastalık mı, yoksa dışımızda filizlendiğini gördüğümüz tohumlar mı? Affetmenin hastalık olduğunu varsayamayacağımıza göre, Dostoyevski-Tolstoy kavgasını tarihin dipnotlarına bırakalım (1) ve yönümüzü ikisinin de üzerine aforizmalar ürettiği “anlamak” mefhumuna dönelim. Bir özü idrâk etmek olarak tanımlayabileceğimiz “anlamak”, aslında “an”da olmak, demektir. Bir nevi, izah edilenin insanda ettiği tezahürdür. Sanat eserini sanatlı yapan şey, sanatçının ona gizlediği tezahürdür esasında. Sanat eseri, hakikatin çeşitli unsurlarının değişik nispetlerdeki titreşimlerini o eseri deneyimleyen insana geçirir. İnsan, ruhu, akleden kalbi, mantığı, duygu ve duyumları ile sanat eserini bir bütün olarak kavrar. Lakin her bakanın bunu göremeyişi, eseri aradan çıkarıp sanatçısını gösterecek tezahürü anlamamasındandır. Bu yüzden bir sanat filmi kimi insanda harikulade bir çağrışım yaparken, kimi insanda uykuya gidecek derin bir esnemeye sebep olur.
Girizgahtaki anlamak mevzuunun bu kadar uzun olmasının sebebi, Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında yaşadığı dünyaya dair yapmış olduğu insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, boyun eğme, başkaldırma ve estetik konularındaki izahatlerin, bugünün insanına da geniş bir anlam sunması ve bunu yalnızca kelimeleri kullanarak yapması. Her sanat biçiminin kullandığı dil araçları, insanın onu kavrayacak çeşitli melekelerini harekete geçirir. Edebiyat kelimelerin oluşturduğu bir dünyada yaşar. Müzik, sesin ve duymanın eşiklerinden kalbe doğru akar. Resim, renkler ve fırça darbeleriyle görmenin derinliklerinden zihnin ve kalbin duvarlarını aşar. Tiyatro, konuşma, jest, mimik ve dekorun araçlarıyla zihne ulaşmaya çalışır. Sinema, edebiyatın kelimelerini ve ve onlarla imal edilen simgesel dilinden kaçış imkanı sağlar. (2)
İlk paragrafta verdiğim sanat filmi örneğine geri dönersem, bir yönetmenin film çekerken kullandığı enstrümanı kameradır ve bununla çok farklı anlamlar yaratabilir. Geniş açıyla mekan ve zaman hakkında bilgi verir, yakın planla karakterin duygu dünyasını yansıtır. Yağmur yağarken çekilen bir sahne bereketi temsil eder, günbatımı ise ölümü. Bana göre Savaş ve Barış’ı akıcı ve okunaklı kılan da Tolstoy’un kelimeleri bir enstrüman gibi kullanıp yeri geldiğinde karakterin duygu dünyasına eğilmesi, yeri geldiğinde de anlattığı hikayeye tepeden bakıp geniş bir perspektif sunabilmesi. Yani romanı okurken anlamak için bir çaba sarf etmemiz gerekmiyor. Çünkü eser, tarihçilerin anlattığı gerçeklerin aslında bir yanılsama olduğu gayet akla yatkın bir şekilde okuyucuya sunuyor. Bu sayede 1800 sayfalık kitap kendisini okutuyor.
Roman, 18. Yüzyıl başında Avrupa’yı kasıp kavuran Fransız İmparatoru Napolyon Bonapart’ın 1805 yılında Fransız Devrim Savaşları’ndan sonra giriştiği Rusya’yı işgal girişimine ışık tutuyor. Tarihte Napolyon Savaşları olarak bilinen ve 1815 yılına dek süren bu savaşların sonunda Fransız ordusu, başta Austerlitz Muharebesi’nde Ruslara ve müttefiklerine karşı büyük bir üstünlük kurmasına, hatta 1812 yılında yapılan Borodino Savaşı’nda galip gelmesine rağmen ordunun yağmacılığa ve birliklerin dağılmasına engel olamıyor ve kasım ayıyla birlikte sertleşen iklim koşullarına uyum sağlayamayıp geri çekilmek durumunda kalıyor. Rus Generali Mikhail Kutuzov’un ordusunun yok olacağını öngörüp, bir savaş taktiği yaparak Moskova’yı düşmana bırakma hamlesi sayesinde, kaybedilmiş savaş olan Borodino Muharebesi büyük bir Rus zaferi olarak tanımlanıyor. Kitapta, bu savaşlarda alınan kararların tarihçilerin zannettiği gibi büyük bir ustalık ya da yanılgı sonucu alınmadığını, bir kararı alırken bunu tetikleyen belki onlarca sebebin olduğunu, tesadüf ve dehâ kavramlarının birbirinden ayrılamayacağı naif ve akıcı bir dille ifade ediliyor. Bu sayede roman, tarihçilerin takındığı didaktik tutumdan ziyade lirik bir anlatıyla savaşın kronolojisine ışık tutuyor. (3)
Kısa ve çok az 'spoiler' vererek özetlemek gerekirse, kitap şu şekilde başlıyor:
Ölüm döşeğinde olan Bezuhovların aile reisinin imzaladığı vasiyetname, Moskova sosyetesi için büyük merak olmuştur. Görünürde mirasın varisi, babası öldükten aile reisliğini üstlenecek olan Prens Vasili Kuragin’dir ancak ihtiyar kontun hasta yatağında imzaladığı vasiyetnameden, kendi aleyhine bir sürpriz açıklanmasından şüphelenen Kuragin, kızkardeşiyle bir olup vasiyetnameyi yok etmeye çalışır ancak başarılı olamaz. Miras yaşlı kontun gayrımeşru çocuğu olan Piyer Bezuhov’a kalmıştır. Nikahsız bir annenin çocuğu olduğu için Moskova aristokratlarının gözünde itibarı olmayan Piyer Bezuhov, başına konan talih kuşu sayesinde artık sosyetenin gözde simaları arasında yer almaya başlamıştır. Ancak ürkek yapısı yüzünden bu yeni hayata uyum sağlaması zaman alacaktır.
Otoriter bir baba olan Prens Nikolai Andreiviç Bolkonski, orduda başkomutanlık yapmış, disiplinli, emekli bir askerdir. Kızı Marya ile Smolensk’te bir malikanede yaşar. Oğlu Andrey Nikolayeviç Bolkonski ise Nataşa Rostov’un kuzeni olan Liza ile mutsuz bir evlilik sürdürmektedir. Bu yüzden hamile eşini babasının yanına bırakır ve 1805 yılında ilan edilen seferberlik ilanı sonrası orduya katılır.
Bu esnada Napolyon Ordusu, Rusya’nın içine doğru kat etmeye başlamıştır. Prens Andrey ile birlikte Rus aristokrat tabakasından pek çok genç de orduya dahil olmuştur. Fransızlar başta püskürtülse de Austerlitz’e kadar ilerlemeyi başarırlar. Muharebe meydanında Rus komutanların kendi içlerinde yaşadığı koordinasyon problemleri yüzünden ordu ağır kayıplar verir, İmparator yaralanır, başkomutan vurulur. Savaş meydanınday aralan Prens Andrey de, elinde sancağıyla yerde kalır ve gözlerini açtıktan sonra gökyüzünü görür. Gökyüzü sayesinde her şeyin boş ve yalan olduğu gerçeğiyle yüzleşen Andrey, düşüncelerini şöyle dile getirir:
“Ama nasıl oluyor da bu gökyüzünü daha önce hiç görmedim? Sonunda var olduğunu öğrendiğim için ne kadar mutluyum. Evet, her şey boş! Her şey yalan! Bu uçsuz bucaksız gökten başka her şey. Ondan başka hiçbir şey yok, hiçbir şey. Ama.. hayır o bile yok, hiçbir şey yok, sessizlikten, teselli veren sükunetten başka…”
Düştüğü yerden Napolyon ordusunun esiri olarak kalkan Prens Andrey’in öldüğüne dair belli belirsiz havadisler Bolkonskilerin evine kadar ulaşır ve romanın ilerleyen bölümlerinde bu muammalar bir dizi felakete sebep olur.
Burada bir parantez açmak gerekir, çünkü Tolstoy bu girişimin başladığı zamanlardan yaklaşık 20 yıl sonra doğmuş, romanı da kırklı yaşlarında kaleme almıştır. Yazar olarak marifeti de aslında burada başlıyor. Kendisinden iki nesil öncesinde yaşanmış olan savaşlara geniş bir projeksiyon tutabilmek için, dönemin karakterlerine ait mektupları, anekdotları, günlükleri okuyarak romanına hem gerçeğe uygun bir mizansen katıyor hem de olay anlatısını tarihçilerin düştüğü neden-sonuç ilişkilerinden bağımsız olarak günlük hayatın olağan akışına indirmeyi başarıyor. Yeri geldiğinde tarihçilerin düştüğü yanılgıları da okuyucuyu ikna eden bir üslupla eleştiriyor. Bu sayede roman sıkıcı bir tarih anlatısı olmaktan çıkıp akıcı bir dile kavuşuyor.
Savaş ve Barış temelinde, savaş, sosyoekonomik ve politik değişimler ve ruhsal karmaşalar nedeniyle hayatları alt üst olmuş, tutunacak bir yer arayan insanları anlatıyor aslında. Ancak bir baş kahramanı yok, yaklaşık 600 yan ve 10 ana karakteri var. Yine de Piyer Bezuhov, Andrey Bolkonski ve Nikolay Rostov’un yaşadıklarına dair çokça detaya yer verilmesi ve sonuç bölümünde bu kişiliklere dair panoramalar sunulması sebebiyle baş kahramanlar olarak gösterilmesi mümkün. (Kitabın özellikle ilk 150-200 sayfası bu karakterlerin kim olduğunu anlamakla geçiyor, bunun için aşağıda yer alan karakter ağacından faydalandım). Bunların arasında Napolyon da var, Rus Çarı da, ve kim bilir kaç romana ve filme ilham olmuş toy Natasha ve kayıp Pierre de. Ve hiçbiri “iyi” ya da “kötü” değil aslında, ki bu da hepsini bu denli gerçek, bu denli insan yapıyor. Üstelik bu karakterin bazılarının büyüyüşüne bile şahit oluyor, gerçekçi bir bağ kuruyorsunuz. Romanın uzun yıllara yayılması sayesinde onlarca insanın hayatının nasıl geliştiğini ve değiştiğini izliyorsunuz. Muhtemelen normal yaşamınızda tecrübe etmeye imkan bulamayacağınız sayıda ve ilginçlikte hayatları. Bu karakterler sizi her duyguyla yeniden tanıştırıyor: aşk, hırs, ihanet, şehvet, kıskançlık, tutku, öfke. İnsana mahsus her duyguyla. Ve Tolstoy’un karakterlerinin varoluşsal kaygıları, tümüyle biz 21. yüzyıl insanlarıyla benzerlik gösterdiği için hem size hem de çevrenize ışık tutarak başka hiçbir romanın yaşatamayacağı deneyimi yaşatıyor. (4)
Bizler dünyanın kendi etrafımızda döndüğünü sanıp, zamanın lineer bir şekilde aktığı yanılgısına kapılıyoruz. Yaşadığımız yanılsamada sürekli olarak geçmişten bir şeyleri alıp, geleceğe atılımlar yapıyoruz. Dahası, anılarımızı da olagelenden aykırı hatırlayıp, zamanı kendimize göre kırıyoruz. Oysa zaman dediğimiz şey bir illüzyon, hayat öyküyü dışlıyor. Aslında hayat, zannettiğimiz gibi bir timeline üzerinde akmıyor. Bu hiçliğin üzerine biz bir anlatı inşa ediyoruz ama sayısız sebep olduğu için bu anlatı da sonsuz olasılığa sahip. Hissedilen ve hissedilmeyen gerçeklik birbirinden apayrı ve birbirine yapışık iki olgu. Yani her şey “an”da algıladığımızdan ibaret, bir “an”ı yaşamak için bir hayatı biriktiriyoruz.
Hepimiz, savaş ve barış gibi, dünyayı pek çok açıdan ikiye ayıracak tanımlamalar bulabiliriz: iyi-kötü, güzel-çirkin, siyah-beyaz, tembel-çalışkan, zengin-fakir, öyle-böyle. Bu kavramları kullanarak kolayca birini diğerine ötekileştirip çatışma yaratabiliriz, ki, günümüz siyasileri de ötekileştirme argümanlarını bir araç olarak kullanıyor. Ancak ben dünya üzerinde süregelen dört büyük çatışmadan bahsetmek istiyorum. Var olan diğer tüm çatışmalar, muhakkak bu dördünden birisinin türevidir.
İlki, insanın bedeniyle ruhu arasındaki çatışma. Allah’a dönmek isteyen kalbim ve dünyadan bir şeyler arzulayan kalbim. Ruhsal susuzluk ve maddesel susuzluk. Cennetin güzelliğine arzu vardır ve dünyanın güzelliğine arzu. Onu bulamazsın, ordadır. Ve bu ikisi arasında bir savaş vardır.
İkincisi, erkekle kadın arasında. Erkekle kadın birlikte yaşamak zorundadır, ama aynı zamanda birbirinden nefret ederler. Aşk ve nefret ilişkisi vardır, sürekli bir çatışma. Erkeğin tarafından bakarsak hakları nedir, kadının hakkı nedir? Kadına bırakırsak, kadın hakları nelerdir? Sonunda erkekleri ezecektir. Erkeklere bırakırsak eğer, sonunda kadını ezecektir. Bu da devamlı bir çatışma.
Üçüncüsü, sermaye ile işgücü arasındaki çatışma; patronla işçi arasındaki çatışma. Patron der ki; “Daha çok çalışmalısın, daha az ücret almalısın.”. İşçi der ki; “Daha az çalışmalıyım, daha çok ücret almalıyım.”. Birbirine zıt şeyleri isterler. Patron der ki; “Daha çok vaktini işe, daha az vaktini dışarda harcamalısın.”. Çalışan der ki; “İşte daha az vakit harcamalıyım, dışarda daha çok.”. İşçi haklarının, asgari ücretin, sendikaların olmasının nedeni budur.
Dördüncü ve son, hükümet ve halk arasındaki çatışma. Dünyanın neresinde olursanız olun yönetim daha çok vergi isteyecek, daha çok hakimiyet isteyecek, daha çok kontrol isteyecek. Ve insanlar daha çok özgürlük isteyecek. Eğer bütün kararı yönetime bırakırsak diktatörlüğe dönüşecek. Eğer bütün söz halkın olursa kaosa dönüşecek. Bir denge olmalı. Bu dengeyi bulabilmek, adalet için mücadele etmek dediğimiz şeydir. (5)
Savaş ve Barış’ı harikulade yapan şey de, bu dört çatışmaya da çok doğru bir şekilde yer vermiş olması. Piyer Bezuhov karakteriyle, kendi gözleri önünde savrulup giden ömrüne bir bakış atıyor, sonra trende rast geldiği Hür Masonlar Derneği üyesi sayesinde başladığı ihtida yolculuğunu ele alıyor. Birey-Tanrı ilişkisini el aldığı bu bölümlerde, birinci çatışmaya ilişkin gözlemlerde bulunuyor ve kişinin Tanrı inancını sorgulatıyor. Prens Andrey ve Nataşa Rostov üzerinden yürüttüğü ikinci çatışmada; aşkın yarattığı manyetik çekim sebebiyle, kadın ve erkek arasındaki gözetilmesi zor olan denge halini sorgulatıyor. Toprak sahipleri ve mujikler üzerinden ilerleyen üçüncü çatışmada ise, sermayenin ne kadar iyi niyetli olsa da işgücünün inadını kıramayacağına, üst elden olmasa bile işgücünü sömürecek ustabaşıların her bereketli toprak üzerinde parsayı toplayacağına dair çok güzel izahatte bulunuyor. Son çatışma olan hükumet-halk çatışmasına ise Fransız İmparatoru Napolyon ile Rus İmparatoru Aleksandr’ın uluslarına olan muamelesini irdeliyor, sunduğu anlatılarla birlikte tüm bu çatışmaları birbirine çok güzel işliyor.
“İnsan aklı hareketin mutlak sürekliliğini kavrayamaz. İnsan herhangi bir hareketin yasalarını ancak o hareketin rastgele seçtiği öğelerini incelediği zaman anlayabilir. Bununla birlikte, insanın yaptığı hataların büyük bir kısmı, sürekli hareketin sürekli olmayan öğelere rastgele bölünmesinin sonucudur.” diyor Tolstoy. Kitaptaki en güzel alıntılardan birini yazının son paragrafına almamın sebebi de, onun kastettiği farkındalığı fark etmiş olmam. Bizler bir kitap okuyunca, film izleyince, sokakta bir kazaya rast gelince hayatımızın değiştiği yanılgısına kapılırız. Geriye bakınca hatırladığımız şey o “an” hissettiklerimiz olur. Halbuki geride bıraktığımız eylem, geçmişte kalan herhangi bir zamandan farklı değildir. Yalnızca algımız değişmiştir. Bir kitap okuyunca hayatımız değişmez, yalnızca hayata dair algımız değişir. Yoksa zaman, bir fark etsek de etmesek de, kendi aleminde sürüp gitmektedir.
Karantinada okuduğum bu pek kalın kitap sayesinde algımın genişlediğine inanıyor ve içinde bulunduğum tüm çatışmalardan dengeyi tutturacak bir ömür yaşayabilmeyi diliyorum.
Hepimizin kendi ruhuyla bedenini çatışmaya sokacak bir Allah ağrısı var.
(1) Tolstoy mu? Dostoyevski mi? Bir Anlaşmazlığın Hikayesi, Karen Haddad-Wotling
https://oggito.com/icerikler/tolstoy-mu-dostoyevski-mi-bir-anlasmazligin-hikayesi/25705
(2) Suret Yasağı Meselesi ve Gelenek Arayışındaki Türk Sineması, Enver Gülşen
https://www.timeturk.com/tr/2013/02/22/suret-yasagi-meselesi-ve-sinema-3-islam-sanatindan-hareketle.html
(3) Napolyon Savaşları, Wikipedia
https://tr.wikipedia.org/wiki/Napolyon_Sava%C5%9Flar%C4%B1
(4) Savaş ve Barış’ı Niçin Okumalısınız?, Deniz Gürcü
https://oggito.com/icerikler/savas-ve-baris-i-nicin-okumalisiniz/31404
(5) Fatiha Suresi Tefsiri, Nouman Ali Khan
https://www.youtube.com/watch?v=3CKsVgX4q2Y
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder