8 Mayıs 2020 Cuma

Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim

"Öyle bir tahtta oturur ki çocukluğumuz
Tüm unsurlardan fazladır iktidarı."
- William Wordsworth

"Eğer can sıkıntısı geleceğe inanma alışkanlı­ğımızı kırmanın yollarından biriyse, o zaman korku da, geleceği sürdürmenin yollarından biridir" diyor Adam Phillips, Dehşetler ve Uzmanlar'da. Bizdeki havf ve reca arasında yaşama gerekliliğini çağrıştıran bir cümle. Çocuklar, özellikle de yeni doğanlar insana kadim kanunları hiç zorlamadan, halleriyle hatırlatıyorlar. Hem bu dünyanın geçiciliğini hem de her şeye rağmen yaşamanın o mutlak sevincine olan ihtiyacımızı bazen cıvıldayıp, bazen de ağlayıp meşk usulü öğretiyorlar anneye, babaya. Yine kitapta, "çocuk hüsrana tahammül etmeyi, yetişkin ise etmemeyi öğrenmek zorundadır" diye yazıyor Britanyalı psikiyatrist. Güçlü olmak ve başkasına da güç vermek mecburiyetini hep olduğu gibi edebiyatın sağladığı kuvvetle aktarıyor. Tam şu zamanlarda, bana iyi geliyor Adam Phillips. Okuduğum her kitabının iyi geldiğini ve çok ufuk açıcı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sadece çocuk psikolojisine ve gelişimine dair bir kitap değil elbette Dehşetler ve Uzmanlar. Otoriteler, semptomlar, korkular, rüyalar, cinsiyetler ve zihinler başlıklarıyla hem psikanalist adaylarına meselelere nasıl bakmaları gerektiği konusunda yeni açılar kazandırıyor hem de her şeyin ille de, net bir biçimde çocuklukta yattığına 'sopa sallamadan' işaret ediyor.

Psikanalisti 'muhalif seslere kulak kabartan kişi' olarak tanımlıyor Phillips. Onun en büyük riski, bu seslere kulak kabartmamak ve hastaya -danışana- tepeden bakmak. Burada günümüzün her yerden fışkıran uzmanlarına da bir işaret var. Çünkü uzmanlar, insanların nasıl yaşamaları gerektiğine dair bilgileri özümsemiş, tecrübe sahibi, 'her şeyi bilen' kılıfına bürünüyorlar. Psikanalistler de bu kılıf(lar)a bürünme riski taşıyor. Şurası konuya açıklık getirmesi açısından önemli: "Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır. Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yeterince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyledim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyorum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan bulunabilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur."

Adam Phillips, iflah olmaz bir Freud'cu. Tabir çok kesin gözükebilir ancak o birçok şey için bilimin ve insanlığın Freud'a borçlu olduğunu düşünüyor. Haklı olduğu tarafları var elbette ve bunları söylerken gayet sakin, bilge bir üslup kullanıyor. Böylece okuyucu Freud'dan soğumuyor. Phillips kendi görüşlerini ifade ederken de çocukla ebeveyn arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğunu birçok farklı kapıdan aralıyor, ışık tutuyor. Işık tuttuğu yerin ne kadar karanlık olduğu herkesin malumu. Burada yaptığı psikanaliz tanımı, okuyucunun kitabı nasıl okuması gerektiğine dair de önemli bir bilinç kazandırıyor: "Psikanaliz, tanımı gereği, hiç var olmamış, sözcükleri aşan bir şeyi değil, kaybedilenleri kazandırır."

Çocuğun ve dolayısıyla insanın, 'ebeveynine doğru inanma'ya olan ihtiyacı konusunda Phillips; çocukların sadece onların otoritelerini ve kendilerine sundukları bakımı veri olarak kabul ettiklerini söylüyor. Burada üzerinde durulması gereken konu neden inanıldığı, inanmaya itenin ne olduğu. "Freud'un bize gösterdiği gibi, inanç arzuyu evcilleştirir. Uzmanlar bizi, en iyi hallerini görebileceğimiz yerde tutarlar" diyor Phillips. Freud'un bilinçdışı tanımının her ne kadar düşüncelerimizde kaybolduğumuzu öne sürse de insanların psikanalize nerede ve kim olduklarını bulmak için geldiklerini söylüyor. Yani Freud'a itiraz ettiği, ayrıldığı noktalar da yok değil elbette.

Rachel Wetzsteon, "Acının herhangi bir şeye bağlı olduğunu söyleyen kural nedir?" diye soruyor Kaçış Kıssaları'nda. Acı içinde sır barındırır, hatta neredeyse sırdan ibarettir. İnsan acılarını olduğu gibi sırlarını da kolay kolay kimseye açamaz. "İnsanlar sır saklayamaz hale geldiklerinde psikanalize giderler ya da konuşacak birini seçerler" diyor Adam Phillips. Dilin kuvvetleri. Özgürce konuşmanın tehlikeleri ve faydaları. Hepsi iç içe. Dünyayla gerçek bir temas kurmak isteyen insanın dünya ile arasına mesafe koymasını öneren Maurice Blanchot haklı. Bu mesafe biraz da delilik barındırıyor. Çünkü İngiliz edebiyatının 'çılgın' yazarlarından Gilbert Keith Chesterton öyle diyor: Deli, mantığını yitirmiş kişi değildir. Deli, mantığından başka her şeyini yitirmiş kişidir. Mantık devre dışı kaldığında özgürce, hisli biçimde konuşmak mümkün. Bazen en büyük dehşeti barındıran mantık oluyor. Başımıza uzman kesiliyor. Bu durumda kalp devre dışı kalıyor ve zamanla insan nerede olduğunu bulamıyor, hatırlamıyor. İşte tam da buralarda kaygı ve korku meselesi yatıyor.

"Kaygı, korkuya karşı bir savunma, neden korktuğumuzu bilmeyi reddetmektir" diyen Phillips'e göre savunmacı çocuklarda egonun işlevi, korkuyu kaygıya dönüştürmek. Tedavi edilmesi gereken de bu. Çünkü korkusunu kaygıya dönüştüren çocuğun bunu yapmaktaki amacı korkuyu nesnesinden ayırmak. Halbuki korkunun nesnesi bulunduğunda, yani kaygılar korkulara dönüştüğünde psikanalitik yorum yapılmış, çocuk yüzleşmiş ve dolayısıyla tedavi yönünden büyük bir gelişim imkânı yakalamış oluyor. Ve zaten: "Büyümek bir travmadır ve bin bir biçimiyle travma, psikanalizin temel konusu, hammaddesidir."

Freud'a göre korku, kılık değiştirmiş de olsa geçmişle yüzleşme, istemsiz bir kendini bilme ifadesidir. Sartra'a göre ise kendini bilmek bir tür kötü niyettir. Korkunun kötü bir duygu olduğu bu kadar bariz bir biçimde ortadayken, ardında yatan iyileşmeye dair imkân da bir o kadar ortada. Kaygı, insanın kendi kendinden bir şeyler gizlemesinin yoludur Phillips'e göre. Korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. Korku anında hayali gelecek ile geçmiş hoşnutsuzluklar birleşir: Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim. Freud için de kaygı bir kez devreye girdi mi geriye kalan bütün duyguları yutar. Gerçekliğin kaybı.

Dehşetler ve Uzmanlar, bizleri sürekli dışarıda bırakmaya çabalayan uzmanlara, dehşetin avukatlarına bir itiraz kitabı. Dehşeti önce biz bilelim ve önce kendimizin uzmanı olalım diye. Tüm bu farkındalığı yakalarken yazarın "asla şu ya da bu değiliz, daima bir derlemeyiz" cümlesini aklımızdan çıkarmayalım. Çünkü "iş rutinlere geldiğinde hepimiz birer sofuyuz" ama "ne dediğinizi bildiğinizi sanırsınız sonra bir dil sürçmesi veya kelime oyunu sayesinde başka bir şey söylemekte olduğunuz çıkar ortaya. Çok fazla tanım yapmak, çok fazla şeyi dışarıda bırakmaktır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder