Adam Phillips etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Adam Phillips etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2022 Perşembe

İyilik üzerine yeniden düşünmek

Donald Winnicott 1970'te, "Akıl sağlığının bir işareti de insanın başka birinin duygularını, düşüncelerini, umutlarını ve korkularını zihnen ve tam manasıyla görebilmesi ve aynı zamanda karşısındakinin de bunu yapmasına izin vermesidir" diye yazmış. Modern çağın en korkutucu özelliklerinden biri bu fikrin tam karşısında duruyor: Sadece kendine değer var, kendini kurtarmaya bak, dünyayı bugünden daha iyisine getiremezsin, sürekli kazanan taraf ol ve bununla yetinmeyip başkalarının da kaybetmesini sağla. Utanmanın ve vicdan azabının çağın gerisinde kaldığını unutma. Kıyamet kopmadan malı götürmeye bak. Sana ne başkasının derdinden. Gibi.

Şahane kitapların yazarı Britanyalı psikoterapist Adam Phillips, bu kez tarih bilimci Barbara Taylor ile iyiliğin kökenlerine götürüyor okuru. Yolculuk, iyilik karşıtlığı konusuyla başlıyor. "Günümüzde pek çok insan, içten içe iyiliğin kaybedenlere özgü bir erdem olduğuna inanarak büyüyor. Fakat insanları kazananlar ve kaybedenler diye ikiye ayırma söylemi iyilik fobisinin, çağımızda iyiliğe karşı duyulan dehşetin yol açtığı sakınmanın getirisi" deniyor ve şöyle devam ediliyor: "Çünkü iyilik düşmanlarının, ki artık bu düşman hepimizin içine işlemiş durumda, kendilerine sormadığı şeylerden biri de böyle bir şeyi neden hissettiğimiz. Neden, öyle veya böyle, başkalarına, hele ki kendimize, iyilik etmek gibi bir ihtiyaç duyuyoruz? İyiliği niye dert ediyoruz?"

Bu oldukça önemli soruların cevabı daha çok ebeveyn-çocuk ilişkisiyle yorumlanmaya çalışılıyor günümüzde. En doğru ve iyi ilişkinin anneyle çocuk arasında sürdüğü, sürmesi gerektiği ifade ediliyor. Sanki iyilik, sadece çocuk yetiştirmede gündem olması gereken bir konuymuş gibi değerlendiriliyor. İnsanın sadece çocukluk döneminde değil, esasında hayatın pek çok döneminde savunmasız olduğu unutuluyor. Neyi ne kadar garanti edebiliriz ve hayatı bütünüyle mutlu, saadetli yaşamamızın bir kesinliği var mı? Ne garanti ne kesinlik, iyiliğin çok dışında oysa. Zorlukların üstesinden gelmek hepimiz için bir kesinlik, tek kesinlik de bu. Bu kesinliği hayat içinde işlerken, olabildiğine başkalarının da zorlukları yenebilmesine katkıda bulunmanın adı iyilik midir? Bu da ayrı bir muamma ama genel olarak evet, iyiliktir. Bir omuz vermek, yapılması gerekeni yapmak ve sonra da kenara çekilmek, iyiliğin alametidir. Günümüzde, sosyal medya sağ olsun, iyiliğin yapıldığı ve denize atıldığı zamanlar geride kaldı. Herkes her eylemini paylaşıyor ve bunu da "başkalarının teşvik etmek için" yaptığını ifade söylüyor. Gerçek olan, iyiliğin gerçekten de teşvik edilmesi gerektiği. Yoksa sadece olağanüstü durumların ya da pedagojinin bir konusu olarak kalacak iyilik.

Felsefeden yararlanırken özellikle Stoacılara işaret ediliyor. Müstakil yaşamayı benimsemiş olan Stoacılar her ne kadar benliğe bel bağlamış olsalar da bu benliği tekil değil müşterek olarak tanımlıyorlardı. Stoacı imparator Marcus Aurelius'a göre dünya, karşılıklı sevginin ve iyiliğin olmadığı bir durumda yaşanılamaz bir yere dönüşürdü. "Bir insan için gerçek haz, yaradılışına uygun davranmaktır. İnsan, hemcinslerine iyi niyet göstermek için yaratılmıştır" demiş Aurelius. Çok sonraları, Jean-Jacques Rousseau gibi müstakil olmaya düşkün, kendi derdini önceleyen ve iyilik elçiliği yapması beklenmeyen biri bile yıllar süren hayal kırıklıklarının, ıstıraplarının ardından "İnsan, yanında başkası yoksa bir türlü iyi vakit geçiremiyor" demişti. Önemli eserlerinden biri olan Emile'de ergenlik dönemine geçerken bir çocuğun duygusal dünyası için iyiliğin önemine doğru bir işaret gösterilir: "Başkalarının ne hissettiğini tahayyül etmeyen çocuk kendi derdinden başka dert bilmez ama duyuları gelişmeye başlayıp hayal gücünü ateşleyince kendisini başkalarında duyumsamaya, başkalarının yakarışlarından etkilenmeye ve dertlerinden mustarip olmaya başlar. İşte o vakit, ıstırap çeken insanlığın hazin manzarası, deneyimlediği ilk şefkat duygusunu yüreğinde yeşertmelidir.". Romanın sonlarına doğru bilhassa gençliğin günümüzdeki hâlini yakalayan bir söylem var. Bugün iyiliğin bu kadar zarar görmesinde elbette bu vurdumduymazlık ve bencillik de önemli bir yer kaplıyor: "Kendilerini sevmekten bihaberler; tek bildikleri kendileri dışındaki şeylerden nefret etmek."

Kitap, iyiliğin psikanaliz tarafından nasıl ele alındığıyla devam ediyor. Neden anneler ve çocuklar birbirlerine, başka insanlardan daha iyi davranır sorusu, bu alanın derinliğini ifade ediyor aslında. Freud'un hem hayatını hem de psikoloji bilimine katkılarını oldukça iyi çözümleyen Phillips burada da boş durmuyor elbette. Fazla duygusallığın yıpratıcılığı ve gerçeklikten kopuk bir hayal gücünün hiçbir işe yaramayacağı, aksine daha fazla hırpalayacağı yorumu şaşırtmıyor, ziyadesiyle haklı. Birlikte okuyalım: "İyiliği romantikleştiren ve ona yalnızca doğaüstü iyilikte insanların erişebileceği, ulaşılması son derece güç bir erdem muamelesi yapan toplumlar da insanların gerçek ve sıradan iyiliğe inancını oradan kaldırır. Her şeyin güllük gülistanlık, herkesin mutlu olmasını sağlaması beklenen sihirli iyilik, insanların gerçekten ihtiyaç duyduğu gerçeklerle örtüşen ilgi ve güvenceyi sağlayamaz. Sihirli iyilik yalancı bir vaattir."

Çağımızda iyiliğin ne durumda olduğunu sorgulayarak bitiyor kitap. Şu hatırlatmalar son derece önemli: insanlar kazananlar ve kaybedenler olarak ikiye ayrıldıkça ve rekabet körüklendikçe, iyilik bir pastadan başka bir şey olmayacak, görsel şov. İnsanlar çelişik duygulara ve dünyalara sahip varlıklar. İyilik tabiatımızda var ama kötülük, şiddet, saldırganlık ve nefret de var. Baskı herkesi rahatsız eder ve sağlıklı ilişki kurmasını engeller, böylece iyiliğe uzanmak da giderek zorlaşır. Phillips yine hünerini konuşturarak zihnimizi zorluyor tam da burada: "Hayatımız iki dolaysız soru vasıtasıyla anlamlandırılabilir: Neyi kabul etmek, neyi kovmak istiyoruz? Hayatımıza neyi dahil etmek, kimi zarar veremeyeceği uzaklıkta tutmak istiyoruz? Sevgi kabul ettiğimiz, nefret ise kovmak dediğimiz. Dolayısıyla, nefret duygumuz garip bir şekilde ayakta ve hayatta kalmamızı sağlıyor."

Hayatımızdan memnun olmaya, öyle veya böyle güzel yaşamaya çalışmak tek başına halledilecek bir mesele değil. Çocuk masumiyeti burada devreye giriyor belki de. Çünkü onlar herkes mutlu olsun istiyor. O masumiyete dönmek mümkün olmayabilir ama hatırlamak çok şey kazandırabilir. Üstelik bu kazanç, kimseyi bir kayba da uğratmaz.

Yağız Gönüler

29 Mayıs 2020 Cuma

Hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmak

Bazı kitaplar hakkında yazmak çok zordur. Bir müddet o kitapla yaşamanız, onu öncelikle zihninizde, sonra belki çantanızda taşımanız, kitap elinizdeyken uyuyakalmanız, belki sabah ilk iş tekrar onunla günaydınlaşmanız gerekebilir. Bu yoğun ilişkiyi hak eden kitap ise, Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine (1996), Tekeşlilik (1997), Dehşetler ve Uzmanlar (1998), Hep Vaat Hep Vaat (2007) gibi sevilen kitapların yazarı psikanalist Adam Phillips’in son kitabı Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü. Kitabın alt başlığı tatminsizlik, arzu, arzunun diyalektiği, arzunun doyurulamaması gibi konuları düşündürmesi açısından oldukça önemli görünüyor.

Hayatımız boyunca arzuların tatminini yakalamaya çalışırken ve aslında arzunun doğası gereği, buna hiçbir zaman gerçek anlamda ulaşamazken, yoğun bir hüsran duygusuna kapılabiliyoruz. Çünkü ulaştıklarımız, bize hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bir türlü doyuma ulaşamıyoruz: “Yaşadığımız pek çok tatminin farklı hüsran biçimleri vardır. Hüsranımıza müsamaha göstermeyi beceremediğimiz için kifayetsiz haz düşkünleri durumuna düşeriz. Kulağa fısıldanan sözlere paye verir, kendimize bunları yutturur, mahrumiyetten tatmin sağlar, hüsranımızı telafi etmekte başarısızlığa uğrarız. Peşinde olduğumuz takasları net bir biçimde resmetmekten geri dururuz. Hakiki tatmin, gerçek tatmin, doyurucu tatmin yaşadığımız hüsranların anahtarı, hissettiğimiz yoksunluğun doğasını anlamamızı sağlayacak ipucu olmalıdır.

Oysa ihtiyacımız olan şey, yazarın da dediği gibi, “kavrayamadığımız şey ve onu kavrayamamamızın önemi hakkında bir şeyler bilmektir. Kavranamayan ‘şey’ yine bir arzu nesnesidir. Onu istediğimiz için kavramak isteriz.” Psikanaliz, bu yüzden işlevsel ve önemli. Sadece görünenle yetinmiyor, görünmeyen şeye de odaklanıyor. Sadece söylenenle değil, söylenmeyenle de ilgileniyor, sadece kavranan şeylerle değil, kavranamayanlarla ve neden kavranamadıklarıyla da uğraşıyor. Bir şeyden kaçmanın, başka bir şeye koşmak olduğunun idrakiyle davranıyor. Bir yerde aşırı bir durum varsa onun tam zıttını ele alıp, iki ayrı uç arasında kişiye özgü bir simetri elde etmeye çabalıyor.

Kendini bırakma ve bırakılma ile bilgi eksikliği arasında çocukluktan gelen bir bağ bulunur. Zizek’in tabiriyle ‘aşırı yorum tutumu’, benim ‘kavrayamamak’ dediğim şeyin yarattığı korkuya kendi kendine bulunan bir devadır. Aşırı yorum, intikam alırcasına kavramaktır. (...) Başlangıçta kavramak, kavrayamama özgürlüğüne erişebilmemizin tek yoludur. Başka birini bilme/tanıma yanılsaması o kişiyi bilmeme/tanımama ihtimalini, özgürlüğünü, onları bilmeyerek/tanımayarak onlarla başka bir şey yapabilme özgürlüğünü yaratır.

Bu sınırlı satırlarda belki uzun uzun açıklamak mümkün değil ancak insanların bir şeyleri bilme hakları olduğu kadar, bilmeme hakları da vardır. Kendilerine dair, ötekine dair, hayata dair. Ve bu hakka saygı duyulması gerekir. Adam Phillips bu konuyla ilgili düşünmemizi teşvik eder nitelikte şu satırları aktarıyor bizlere: “Bilmenin yanı sıra bilmemeyi de öğrenebilir miyiz ve bundan nasıl bir fayda doğar? Ya da hayatlarımızın hangi alanında bilmemek, kavrayamamak bize durgunluk değil de canlılık katar? Kavramak ya da kavrama isteği hangi zamanlarda zihnimizin ufkunu daraltır?

Adam Phillips psikanalizden olduğu kadar edebiyat ve tiyatrodan da yararlanıp Kaçırdıklarımız kitabında hüsran, kavrayamamak, yanına kâr kalmak, çıkıp gitmek, tatmin gibi başlıklar altında ve Lacanian ifadelerle hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmaya, içimizdeki halının altına süpürdüklerimize ulaşmaya ve aklımızı karıştırmaya devam ediyor.

Farklı bir bakış açısı sunması açısından kitaptaki en ilgi çekici bölümlerden biri kitabın sonundaki bir ekte beliriyor: Deli Rolü Yapmak Üzerine. Bu makalede Adam Phillips kitaptaki diğer tüm başlıkları harmanlayıp muazzam bir bitiş yaşatıyor okuyucuya. Önce “deli” kelimesini mercek altına alıyor; “Birinin deli olduğunu ne düşündürür bize? Aklımıza bu kelimenin gelmesine sebebiyet verecek ne tür bir kimlik performansı sergilerler? Neden ‘gaddar’, ‘gürültücü’, ‘rezil’, ‘vahşi’, ’tuhaf’, ’suskun’, ’heyecanlı’, değil de ‘deli’?”. Deliliğin, teatrallikte nasıl bir görünüşe büründüğünü anlatıyor. Gerçek delilik ve deli rolü yapmak üzerine ilginç bir düşünce ziyafeti ortaya koyuyor. Kral Lear, Macbeth ve Bir Delinin Hatıra Defteri eserlerinin kahramanlarına göndermelerde bulunuyor. İlaç piyasasının belirli dönemlerde nasıl moda hastalıklar icat ettiği yönünde bir sorgulamaya davet ediyor bizi. 10 sene önce tüm çocuklar Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı alırken, şimdilerde en moda olan tanı yetişkinler için bipolar ve anksiyete bozukluğu oldu. Bu bağlamda yazarımız psikiyatrinin son moda hastalıklar oluşturarak, ilaç piyasasını nasıl desteklediği yönünde de cesur eleştirilerde bulunmaktan kaçınmıyor.

Kitapla ilgili son sözü yine Adam Phillips’e bırakalım: “Bu kitaptan ne çıkarıyorsunuz değil, bu kitap sizi neyin içinden çekip çıkarıyor? Okumak –kelimenin en iyi anlamıyla- bir tür kaçınmacılıksa, o zaman insan okuyarak neyden uzaklaşmak istediğini keşfedebilir demektir.

Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel

8 Mayıs 2020 Cuma

Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim

"Öyle bir tahtta oturur ki çocukluğumuz
Tüm unsurlardan fazladır iktidarı."
- William Wordsworth

"Eğer can sıkıntısı geleceğe inanma alışkanlı­ğımızı kırmanın yollarından biriyse, o zaman korku da, geleceği sürdürmenin yollarından biridir" diyor Adam Phillips, Dehşetler ve Uzmanlar'da. Bizdeki havf ve reca arasında yaşama gerekliliğini çağrıştıran bir cümle. Çocuklar, özellikle de yeni doğanlar insana kadim kanunları hiç zorlamadan, halleriyle hatırlatıyorlar. Hem bu dünyanın geçiciliğini hem de her şeye rağmen yaşamanın o mutlak sevincine olan ihtiyacımızı bazen cıvıldayıp, bazen de ağlayıp meşk usulü öğretiyorlar anneye, babaya. Yine kitapta, "çocuk hüsrana tahammül etmeyi, yetişkin ise etmemeyi öğrenmek zorundadır" diye yazıyor Britanyalı psikiyatrist. Güçlü olmak ve başkasına da güç vermek mecburiyetini hep olduğu gibi edebiyatın sağladığı kuvvetle aktarıyor. Tam şu zamanlarda, bana iyi geliyor Adam Phillips. Okuduğum her kitabının iyi geldiğini ve çok ufuk açıcı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sadece çocuk psikolojisine ve gelişimine dair bir kitap değil elbette Dehşetler ve Uzmanlar. Otoriteler, semptomlar, korkular, rüyalar, cinsiyetler ve zihinler başlıklarıyla hem psikanalist adaylarına meselelere nasıl bakmaları gerektiği konusunda yeni açılar kazandırıyor hem de her şeyin ille de, net bir biçimde çocuklukta yattığına 'sopa sallamadan' işaret ediyor.

Psikanalisti 'muhalif seslere kulak kabartan kişi' olarak tanımlıyor Phillips. Onun en büyük riski, bu seslere kulak kabartmamak ve hastaya -danışana- tepeden bakmak. Burada günümüzün her yerden fışkıran uzmanlarına da bir işaret var. Çünkü uzmanlar, insanların nasıl yaşamaları gerektiğine dair bilgileri özümsemiş, tecrübe sahibi, 'her şeyi bilen' kılıfına bürünüyorlar. Psikanalistler de bu kılıf(lar)a bürünme riski taşıyor. Şurası konuya açıklık getirmesi açısından önemli: "Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır. Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yeterince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyledim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyorum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan bulunabilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur."

Adam Phillips, iflah olmaz bir Freud'cu. Tabir çok kesin gözükebilir ancak o birçok şey için bilimin ve insanlığın Freud'a borçlu olduğunu düşünüyor. Haklı olduğu tarafları var elbette ve bunları söylerken gayet sakin, bilge bir üslup kullanıyor. Böylece okuyucu Freud'dan soğumuyor. Phillips kendi görüşlerini ifade ederken de çocukla ebeveyn arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğunu birçok farklı kapıdan aralıyor, ışık tutuyor. Işık tuttuğu yerin ne kadar karanlık olduğu herkesin malumu. Burada yaptığı psikanaliz tanımı, okuyucunun kitabı nasıl okuması gerektiğine dair de önemli bir bilinç kazandırıyor: "Psikanaliz, tanımı gereği, hiç var olmamış, sözcükleri aşan bir şeyi değil, kaybedilenleri kazandırır."

Çocuğun ve dolayısıyla insanın, 'ebeveynine doğru inanma'ya olan ihtiyacı konusunda Phillips; çocukların sadece onların otoritelerini ve kendilerine sundukları bakımı veri olarak kabul ettiklerini söylüyor. Burada üzerinde durulması gereken konu neden inanıldığı, inanmaya itenin ne olduğu. "Freud'un bize gösterdiği gibi, inanç arzuyu evcilleştirir. Uzmanlar bizi, en iyi hallerini görebileceğimiz yerde tutarlar" diyor Phillips. Freud'un bilinçdışı tanımının her ne kadar düşüncelerimizde kaybolduğumuzu öne sürse de insanların psikanalize nerede ve kim olduklarını bulmak için geldiklerini söylüyor. Yani Freud'a itiraz ettiği, ayrıldığı noktalar da yok değil elbette.

Rachel Wetzsteon, "Acının herhangi bir şeye bağlı olduğunu söyleyen kural nedir?" diye soruyor Kaçış Kıssaları'nda. Acı içinde sır barındırır, hatta neredeyse sırdan ibarettir. İnsan acılarını olduğu gibi sırlarını da kolay kolay kimseye açamaz. "İnsanlar sır saklayamaz hale geldiklerinde psikanalize giderler ya da konuşacak birini seçerler" diyor Adam Phillips. Dilin kuvvetleri. Özgürce konuşmanın tehlikeleri ve faydaları. Hepsi iç içe. Dünyayla gerçek bir temas kurmak isteyen insanın dünya ile arasına mesafe koymasını öneren Maurice Blanchot haklı. Bu mesafe biraz da delilik barındırıyor. Çünkü İngiliz edebiyatının 'çılgın' yazarlarından Gilbert Keith Chesterton öyle diyor: Deli, mantığını yitirmiş kişi değildir. Deli, mantığından başka her şeyini yitirmiş kişidir. Mantık devre dışı kaldığında özgürce, hisli biçimde konuşmak mümkün. Bazen en büyük dehşeti barındıran mantık oluyor. Başımıza uzman kesiliyor. Bu durumda kalp devre dışı kalıyor ve zamanla insan nerede olduğunu bulamıyor, hatırlamıyor. İşte tam da buralarda kaygı ve korku meselesi yatıyor.

"Kaygı, korkuya karşı bir savunma, neden korktuğumuzu bilmeyi reddetmektir" diyen Phillips'e göre savunmacı çocuklarda egonun işlevi, korkuyu kaygıya dönüştürmek. Tedavi edilmesi gereken de bu. Çünkü korkusunu kaygıya dönüştüren çocuğun bunu yapmaktaki amacı korkuyu nesnesinden ayırmak. Halbuki korkunun nesnesi bulunduğunda, yani kaygılar korkulara dönüştüğünde psikanalitik yorum yapılmış, çocuk yüzleşmiş ve dolayısıyla tedavi yönünden büyük bir gelişim imkânı yakalamış oluyor. Ve zaten: "Büyümek bir travmadır ve bin bir biçimiyle travma, psikanalizin temel konusu, hammaddesidir."

Freud'a göre korku, kılık değiştirmiş de olsa geçmişle yüzleşme, istemsiz bir kendini bilme ifadesidir. Sartra'a göre ise kendini bilmek bir tür kötü niyettir. Korkunun kötü bir duygu olduğu bu kadar bariz bir biçimde ortadayken, ardında yatan iyileşmeye dair imkân da bir o kadar ortada. Kaygı, insanın kendi kendinden bir şeyler gizlemesinin yoludur Phillips'e göre. Korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. Korku anında hayali gelecek ile geçmiş hoşnutsuzluklar birleşir: Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim. Freud için de kaygı bir kez devreye girdi mi geriye kalan bütün duyguları yutar. Gerçekliğin kaybı.

Dehşetler ve Uzmanlar, bizleri sürekli dışarıda bırakmaya çabalayan uzmanlara, dehşetin avukatlarına bir itiraz kitabı. Dehşeti önce biz bilelim ve önce kendimizin uzmanı olalım diye. Tüm bu farkındalığı yakalarken yazarın "asla şu ya da bu değiliz, daima bir derlemeyiz" cümlesini aklımızdan çıkarmayalım. Çünkü "iş rutinlere geldiğinde hepimiz birer sofuyuz" ama "ne dediğinizi bildiğinizi sanırsınız sonra bir dil sürçmesi veya kelime oyunu sayesinde başka bir şey söylemekte olduğunuz çıkar ortaya. Çok fazla tanım yapmak, çok fazla şeyi dışarıda bırakmaktır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf