“Tarih tekerrür etmez, fakat bize yol gösterir.”
- Timothy Synder, Tiranlık Üzerine
Bizler, göz boyayan tabiriyle ‘gelişmekte olan’, asli anlamıyla ‘gelişmemiş’ toplumlar, modernizmin nasıl hayatımızın içine usul usul girerek değiştirdiğini fark edemediysek sekülarizmin iliklerimize kadar doluşundan da haberdar olamadık. Bazı şeylerin zamanı geçtiğinde ehemmiyeti de kayboluyor. Hemen arkasından zamanı geçmeye aday yeni şeyler beliriyor ve onların da zamanı hızla geçiyor. Esasında tekerrür eden zaman değil, bizlerin ‘eşya’ karşısındaki tutumumuz. İçine saplanıp kaldığımız din mülahazalarında da aynı şey söz konusu. Belki, yeni bir çıkış arıyorsak saptanması gereken şey değişimin nasıldan ziyade neden olduğu olabilir. Bizler daha çok değişimin nasıl olduğunu ele alıyor gibiyiz. Sanırım yaşananı gözlemleyerek resmetmek ve/veya tanımlamak çok daha kolayımıza geliyor. Olguların değil olayların tecessüsündeyiz. Yaşadığımız değişim sosyolojik bir gereklilik mi veya siyasi tercihlerin sonucu mu ya da ekonomik şartların getirisi mi oluşuyla pek ilgilenmiyoruz. Veyahut ilgimiz, bilgeliğimizi inşa ettiğimiz ‘ithal ikame bilim’ oluyor. Dönüp dolaşıp her sorunumuzun müsebbibi olarak öne sürdüğümüz eğitim, sorunun kendisini barındıran kodlarıyla eğitim, bu sorunu ne oranda çözer? Daha ötesi bu yaşadıklarımız bir sorun mu, sanki ondan da emin değiliz. Kendisini muhafazakâr ya da dindar diye niteleyen kesim her şeyi kabullenmiş gibi eğlenceli bir yorgunluk ve konformist bir bıkkınlıkla kesif bir boşlukta kendinden geçmişçesine savruluyor. Hakikati popülizm, retorik ve hamaset ile perdeliyor.
Necdet Subaşı’nın oluşturduğu Kamusal Maneviyat kavramsallaştırması moderniteye ek olarak sekülarizmin de etkisiyle geldiğimiz yeri özetleyen bir tabir. Henüz moderniteyi ve postmodernizmi çözümleyememiş ve zihnimizde oturtamamışken bir yük daha biniyor dimağımıza. Vurgulananın modernite ve sekülarizmle ilişkisi olan kamu, edilgen olanın dinle irtibatlı olan maneviyat oluşu bize bunu söylüyor. Necdet Subaşı, Kamusal Maneviyat’ta bu topraklarda yaşayan Müslümanların dini ve dünyevi değerler arasındaki sıkışmışlık durumunu veya boşvermişlik tutumunu dile getiriyor. Teori ve pratik ya da ideal ile olanın çatıştığı bir alanda tüm bunlar yokmuş gibi davranmaya çalışan kesimin acziyetini gösteriyor. Mahya Yayıncılık etiketli iki yüz on iki sayfalık kitap beş bölümden oluşuyor. Yazarın çok yönlü okumaları ve engin birikiminin yansıması olan metin yormayan akademik üslubuyla dikkat çekiyor.
Din-devlet olgusuna tarihsel perspektiften bakan Subaşı, Tanzimat’la başlayan dinin pasifize ediliş sürecinin Cumhuriyet’le birlikte doruk noktaya çıktığını vurgulayarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluş amacı ve işlevini sorguluyor. DİB’in, dinin kamusal alandaki kurumsallaşması örneği olması bir yana, devletin toplumu dizayn etme yöntemi olup olmadığı ve Osmanlı dönemindeki şeyhülislamlıkla benzerliği üzerinde duruyor. Süreci Cumhuriyet’in ilanından 2000’li yıllara kadar siyasi yapıyla eşsüremli olarak ele alarak siyaset kurumunun DİB ile kurduğu ilişkiyi irdeliyor. Buradan, siyasi erkin müdahaleleriyle şekillenen resmî din olgusunun kurumsallaşmanın temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor. 1920’lerden itibaren katı olarak uygulanan Batılılaşma, modernleşme ve Kemalist elitizmin yol açtığı laik/seküler yaşam biçiminde dinin yorumu da nasibini alarak yeni form kazandığı görülüyor. Süreç 1990’lara gelindiğinde tersine dönerek dini temsillerin kamusal alanda etkisini arttırmaya başlamasıyla yeni bir maneviyatı ortaya çıkarıyor. Meselenin özü de burası aslında. Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği nokta, bu yeni maneviyatın dinin kaynakları ve gelenekle ilişkisinin niteliği oluyor. Müslümanların verdiği ‘ılımlı’ ya da ‘radikal’ tepkiler ele alınarak sonuçlarıyla değerlendiriliyor.
Kamusal Maneviyat’ta laik/seküler anlayışın şekillendirdiği ortamda oluşan dini anlayışın farklı alanlara yansımalarına da değiniliyor. Bunlara ulema-aydın-entelektüel analizi, Arapsaçına dönmüş eğitim konusu, yarıştırılan dindarlıkların neden olduğu yorgunluk, cemaatler, oryantalizm ile sömürgecilik ve onların uzantısı olan ‘İslamofobi’, Avrupa’daki İslami algı ve siyasi baskılara maruz kalan İslami kesim, Tarihin Sonu, Medeniyetler Çatışması, 11 Eylül olayları ve sonuçları gibi başlıkları sayabiliriz. Ayrıca Muhammed Arkoun (1928-2010), Ali Şeriati (1933-1977) ve Doğan Özlem’in değerlendirildiği müstakil başlıklar yer alıyor. Müellif, birbirinden farklı bu üç ismin dine bakışını yorumluyor.
İlgimi fazladan çeken birkaç detayı belirtmek isterim. Necdet Subaşı, Batı’nın kendisi için ‘klasik’ olarak tanımladığı ‘şey’den mülhem İslami geleneğin kaynaklarına bakmayı öneriyor. Böylelikle bugünü geçmişle bağlayacak ve geleceğe projeksiyon sunabilecek esaslı bir yorum ortaya çıkarılabileceğini vurguluyor. Hayli iyi niyetli bu öneriye konu olan alanın hâlihazırda bazı cemaatler ve tasavvufi oluşumların tahakkümü altında olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Oraya girmek ‘savaşı’ daha da kızıştırabilir. Diğer yandan Müslümanların dini anlayışları üzerinden yaptığı çatışma ve gösterdiği reaksiyoner tavrın sebep olduğu durumu ‘din yorgunluğu’ kavramsallaştırmasıyla tanımlıyor. Bu kavram dinin nasıl araçsallaştırıldığını ve tüketildiğini veciz şekilde anlatıyor. Son olarak, İslami kesimin analiz edildiği bir çalışmada Türkiye’de felsefe alanında isim yapmış birinin (Doğan Özlem) din ile mesafeli duruşu ‘nesnel’ olarak değerlendirilebiliyor. Bu sonuncusu pek alışık olmadığımız bir durum.
Kamusal Maneviyat’ta Türkiye’deki ‘resmî’ İslami kurumsallaşma ve gündelik hayata yansımaları ele alınıyor. Yazar, sekülerleşen dünya ile bütünleşmeye çalışan Müslümanların sisteme eklemlenmek adına geçirdiği dönüşümü ve değişen dini anlayışı gözler önüne seriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder