12 Mart 2024 Salı

Ölülerin vakitsiz bir coğrafyada bıraktıkları hayat izleri

Sema Bayar’ı tanır mısınız? Ben, Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam isimli öykü kitabını okumasaydım o yazarın Sema Bayar olduğunu bilmeyecektim. Şayet siz Sema Bayar ismini tanımıyor ve kollarınızı iki yana açarak kafanızı anlamlı anlamlı sallıyorsanız okumadığınız bir kitabın karanlığını yaşadığınızdan dolayıdır. Rüya, kurgu ve gerçeküstü ile harmanlanmış olan bu ilk öykü kitabında kuklaya hayat bahşeden kuklacının ipi etrafında zihnim dönüp durmuştu. Bir yazarın isminin yazdığı satırlarda aydınlanması diye bir şey varmış, bunu anladım.

Sema Bayar, okur tasavvurunun yerleşik düzeninde kendine uygun olan mevkiyi tam bulmuştu ki bu kez Vakitsiz Ölüler Yurdu isimli kitabı raflardaki yerini aldı. Okurun zihinsel kütüphanesinin de bir rafı olduğunu unutanlara bir kez daha hatırlatmak isterim. Kuklalar için ip ne ise yaşayanlar için vakit o olsa gerektir. Ölülerin vakitsiz bir coğrafyada bıraktıkları hayat izlerini ustalıkla öykülerine taşıyor Sema Bayar. İkinci kitabı okurken yazarın ismi aşina bir surete bürünüp yarım kalan cümleyi tamamlamak gibi bir misyonu yerine getiriyor.

Vakitsiz Ölüler Yurdu kitabında 10 öykü mevcut. Okuyucunun bu öykülerde ilk dikkatini çeken dili kullanma gücü ve derin duyuş sahibi bir öykücünün kaleminden çıkmış olduğuna dair nitelikleri haiz olması. Kitaba ismini veren ilk öyküyü giriş kapısı bilip her bir öykünün izini sürmeye çalışalım:

Sana, suskunluğumu getirdim, sana hüznümü getirdim. Sana ölü kuşlar, müstehzi gülüşler, sana uğursuzluk, sana kemgöz, incinmiş kelimeler getirdim. Sana buram buram tüten bir yoksunluk, bitimsiz bir açlık getirdim. Görüyorum ki burada şefkate muhtaç ruhlardan başka bir şey yok. Görüyorum ki burası vakitsiz ölüler yurdu. İçimdeki baba sevgisi kadar ölü.

Bu hikâyenin sonunda bir hesaplaşma var. Hangisinde yok ki? Fakat bu hikâye içerisine girdikçe hayatiyeti genişleyip uzayan bir hikâye. Bir yerden sonra bir hikâye çeşidi olarak hayat, bir hayat çeşidi olan hikâyeye galebe çalıyor. Bir tarafta alacaklısı olan hikâyeden çekilenler, diğer taraftan alacaklısı olan yaşamın peşine düşenler.

Sahnenin arkasından konuşan yazarın kendisi besbelli. Peş peşe sorulan sorular öyküyü hayatın dışına doğru iteklemeye çalışıyor: “Tanrım neden birine yeni bir yaşam vermek bir ölüye, can vermekten daha zor?” Allah’la ilişkisinde işgüzarların ördüğü tel örgülerini aklıyla ve yüreğiyle aşmasını bilen bir yazarı “cesur” kelimesi nitelemeye yetmiyor. Ben buna hasbi ve harbi iletişim demeyi daha uygun görüyorum.

Zahide ve Hüseyin’in öyküsüne ortak olan “Bez Bebek”, Sema Bayar’ın kukla ve vakitsiz ölüleri ile müşterek bir hayatı yaşıyor. Bir bez bebeğin kendi ağzından hikâyesi şöyle başlıyor: “Biz sekiz bez bebektik. Dünyayı, sarı benizli yüzümüze elem ipleriyle iliştirilmiş bir çift kırık düğme ile seyrederdik. Sabahları günün ilk ışıkları büfenin camından süzülüp önce üst raftaki fincanları şöyle bir parlatır, ardından sırayla her birimizin saçlarından, gözlerinden öper; yanaklarımızı eşit miktarda ısıtırdı. Zahide, zümrüt yeşili gözlerini kocaman açarak beni alıp göğüslerine bastırırdı. Onun hızlı hızlı çarpan küçük kalbini geceler boyu dinledim. … Sandıktan çıktığımda Hüseyin, sararmış benzimi, tiftik tiftik olmuş saçlarımı pek bir yadırgadı. Yetmedi, birkaç kez kolumu bacağımı çekiştirip divan altına, tel dolaba yahut öfkesinin şiddetine göre kömürlüğe kapattı.

Hayata sığmayan sekiz kardeşli bir bez bebeği öyküye sığdırabilmek ve bez bebeğin nazarlarıyla insanı ve çevreyi değerlendirebilmek ustalık kadar özgünlük gerektiren bir başarıdır. Kitabın arka kapağında yer aldığı şekliyle “Bayar, öykülerinde küçük insanların kederli yürüyüşünü takip eder.” Bu tespitin burada bitmesi yazarına haksızlık olurdu. Bitmemiş de zaten: “Tutuşan dalların, için için yanan taşların, ateşe atılan bez bebeklerin, yas tutan ardıçların, arasında rüya ile gerçek iç içe girer; masalsı bir dünyanın kapısı aralanır.

Şu öykü başlıkları da yukarıdaki yargıyı destekler niteliktedir: “Mezar Artığı”, “Allah Bilir Asaf Efendi”, "Hüseyin’in Boynundaki İp", "Acuze’nin Rüyası", "Adam Asmaca", "Doğum Lekesi”, “Bütün Günahlar Hayata Karışırken İşlenir”, “Huş Ağacının Gözleri”… Bu öykü başlıkları baştan beri süregelen öykülerin dışarıya taşan parçaları gibi. Bir öyküdeki bir isim veya söz bir başka öykünün başlığı haline gelmiş. Birbiriyle geçişlilik arz eden öyküler de diyebiliriz buna.

Zihnime düştüğüm notları şöyle sıralayabilirim: Kelime seçimi, dil titizliği, zengin çağrışım, sembolik anlatım, gerçeküstü tasvir, öykü karakterlerinin dayanışması, derin kurgu, masal tadı, şiirsellik, cesur anlatı vb...

Ben okudum, çok düşündüm. Ben düşündüm, tekrar tekrar okudum. Sevgili okur, sen de düşün, sen de oku!

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder