Sakallı Celal olarak bildiğimiz Celal Yalınız (imla doğru) "Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar" demiş. Ahmet Haşim’i ise Frankfurt Seyahatnâmesi kitabında batıya doğru giden bir trende buluruz. Yıl 1932’dir. Ahmet Haşim’in sağlığı üç yıldan beri sağlığı bozuktur. Tedavi amacıyla yola çıkan Haşim, oradaki intibalarını önce devrin gazete ve dergilerinde yayınlar daha sonra da kitaplaştırır. 1933 yılında kitaplaşan bu kitabın Ahmet Haşim’in biyografisi açısından iki önemi vardır. İlki Ahmet Haşim’in sağlığında yeni alfabe ile yayınlanan ilk kitabı olan Frankfurt Seyahatnamesi’nin aynı zamanda da yaşarken yayınlandığını gördüğü son kitabı olmasıdır.
Neyse biz o tren vagonuna geri dönelim. Seyahate çıkmayı bir “hârikuladelikler avı” olarak tanımlayan Ahmet Haşim, kendini iddialı bir avcı olarak görmez. Beş yıl önceki Paris gezisini anlattığı satırlarında “Öyle olsaydı, şu kötü Avrupa’ya değil, arzın daha bâkir bir mıntıkasına gitmenin yolunu araştıracaktım” diyen Haşim’in yolu bu sefer de sağlık sorunları sebebiyle Frankfurt’a düşer. Ahmet Haşim’in yolunun arzın gitmeyi tercih edebileceği yörelerine hiç düşmediğini ise bu paragrafa sıkıştırmakta fayda var.
Şair ve seyyahı “akraba”, şiir kitabı ile seyahatnameyi “kardeş” gören Ahmet Haşim’in Frankfurt seyahati biraz tatsız başlar. Gece vakti yola çıkmak, en meşhur mısralarından biri “akşam, yine akşam, yine akşam” olan şairin hoşuna gitmemiştir.
Ahmet Haşim, bindiği tren, Bulgaristan’ı geçerken kısa bir süre önce bir yazısında bu ülkeyi öven Ali Naci Karacan’la ilgili olarak “Ali Naci’nin anlattığı yeni Bulgar medeniyeti her nedense istasyonlara yaklaşmıyor.” diyerek iğnesini batırır. Ali Naci Aracan’ın kumar borcunu ödemek için Lozan Antlaşması ile ilgili kitap yazmasını başka bir yazıya erteleyip konumuza devam edelim. (Ahmet Haşim, Youtuber olsaydı diss attı derdik şimdi.) Yol boyu kitap okuyup içi sıkılan Ahmet Haşim, bir yandan da kendisine musallat olan sinekle boğuşur ve bir ara mağlubiyetini kabul ederek kompartımanını sineğe terk eder. Ahmet Haşim, Macaristan’da sembolist şairlerin titrek hayallerini süsleyen derelerin etrafındaki zümrüt çayırlarda otlayan sıhhatli öküzlere şahit olur ve bindiği tren nihayet önce Almanya sınırını geçer sonra da gece ikiye yirmi kala Frankfurt Garı’na varır.
“İlk adımda bitmiş bir Almanya ile karşılaşmıştık.” der Ahmet Haşim. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktıktan sonra bir türlü belini doğrultamayan, yüksek enflasyon ve işsizlik oranlarıyla mustarip Almanya’yı çok daha sıkıntılı günler beklemekte Naziler hızla yükselmektedir. 1932 yılında Almanya’da iki seçim yapılır Naziler ilkinden yüzde 37, ikincisinden yüzde 33 oy alır. Diğer koalisyon alternatifleri tüketilince Adolf Hitler, Ocak 1933’te Şansölye olur. Almanya’nın çalkantılar içinden geçtiği bu dönemi, Ahmet Haşim “Caddeler” başlıklı yazısında anlatır. “San bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matra ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma donatımı ile erken süslenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim! Bunlar Hitler askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı kravatlı gençler kim? Bunlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komünistlerdir. Akşam oluyor: lacivert gece, bin bir ışık beneğiyle caddeleri dolduruyor; karanlık köşelerde siyah mantolarına sarılmış birtakım korkak, genç kadın çehreleri belirdi. Bunlar bir değil, iki değil, belki binlerden fazla! Bunlar ne? Bunlar da açlığın günden güne arttırdığı kıt müşterili Alman gece fahişeleridir. Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.”
Ahmet Haşim, Frankfurt’taki ilk saatlerini anlatırken “Hayatında büyük bir Avrupa şehrini gören bir adam kendini, sonradan göreceği bütün büyük Avrupa şehirlerini evvelden görmüş addedebilir: Bu şehirler o kadar birbirinin eşidir.” der ve pekala Paris, Londra veya Viyana’da aynı hisleri yaşayacağını vurgulayarak “hayret” edememekten şikâyet eder ve Frankfurt’un kusursuz geometrisi Ahmet Haşim’de nefes darlığına yol açar. Yine de bir müzeye dönüştürülmüş olan Goethe’nin evinde Faust’u yazdığı masada gördüğü mürekkep lekeleriyle adeta kendinden geçer Ahmet Haşim ve söz konusu lekeleri “ebedî lacivert semada nâmütenahi yıldız serpintileri”ne benzetir.
Ahmet Haşim’in Almanya izlenimleri tamamen negatif değil elbette. Nitekim sınırı geçtiği andan itibaren Haşim’in dünyaya bakışı bile değişir. Bindiği trenin yeniliğin içinde deliler gibi koşmaya başladığını söyleyen Haşim; mimariyi, ulaşımı, ilanları över. Bu övgü o raddeye varır ki sayıları gün geçtikçe artan dilencileri bile temiz giyimli ve düzenli diye övmekten geri kalmaz. Hiçbir sırrı ihtiva etmeyen yeknesak Frankfurt şehriyle beraber Almanya “başka kudretlerle mücehhez bir insanın yaşadığı bir âlem”dir. Caddeler, vitrinler, mimari Haşim’i etkiler.
Kendini bir İstanbul hastası olarak tanımlayan Ahmet Haşim, orada bir hemşireyi nezaketen Türkiye’ye davet eder ama hemşire bunu ciddiye alıp ailesinden izin alır. Bu yanlış anlaşılmayı doğu ve batı arasındaki zihniyet farkı olarak yorumlayan Haşim, doğu ve batının dilencilerini karşılaştırırken bir batılı gibi yorum yapar. Doğunun dilencilerinin korkutucu batının dilencilerinin alelade olmasının önemli olduğunu söylese de daha sonra kendisi bile bu cevabı “uydurma” olarak nitelendirmekten geri durmaz.
Ahmet Haşim, bütün alaycılığına rağmen Almanya’yı övmek için de fırsat kollar. Bir Alman bahçesinde gördüğü üç beş yaşlı insan için “Bu pahalı bahçenin keyfini sürmek için bu bunaklardan başka adamınız yok mu?” diye sorsa kendi sorusunu “Her Alman, ihtiyarlığın ve çöküklüğün son haddine kadar gene bir Almandır ve onun saadetini yapmak bütün Almanya için mukaddes bir vazifedir.” sözleriyle cevaplar. “Ticaret” başlıklı yazıda kendisine tedavi için kullanılan tuzu övdüğü için bir ticari özelliği olmamasına rağmen üretici firmanın onu el üstünde tutmasını benzer bir açıdan över.
Ahmet Haşim’in eleştiri ve övgü oklarını yönelttiği bir başka kurum da akademidir. “Profesörler Aristokrasisi” başlıklı yazıda uzmanlaşmanın sebep olduğu körleşmeyi hicveder. Bir de uzmanlaşmaya duyulan saygı ile “İki kapı olsa, birisinin üzerinde “Cennet”, diğerinin üzerinde “Cennet hakkında konferans” diye yazılı olsa bütün Almanlar ikinciye hücum eder.” Sözleriyle dalga geçen Haşim yine de Almanya’ya arka çıkar ve bu sınıfın el üzerinde tutulması sayesinde içlerine karışmış muhtemel zekâların yok olmadığını ve böylece Almanya’nın dünyanın en yüksek ilmine malik olduğunu vurgular.
Şair Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi böylece neticelenir. Ahmet Haşim’in kısa ve keskin gözlemlerinin yer aldığı bütün nesirleri gibi bu kitabı da tekrar tekrar okunabilecek metinlere sahiptir.
Kendi adıma Ahmet Haşim’in kaleminden Timbuktu’yu, Casablanca’yı, Osaka’yı yahut onun yaşadığı dönemdeki adıyla Bombay’ı okumak isterdim.
Ne çare ki bulduğumla yetinmek zorundayım.
Suavi Kemal Yazgıç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder