Her kitap yazıldığı zamanın çocuğu. Kimi zaman o zamanın rüzgârlarıyla yelkenlerini şişiren ve ilerleyen bir yelkenli olur kimi zaman da rüzgâra rağmen, ona direnerek yükselen bir uçurtma olur. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl’i ise bu tasnifte uçurtma olarak nitelendirebileceğimiz eserlerden biri.
Bilimsel gerçeklerin rüzgârının estiği, bu toprakların da o rüzgârların etkisinin her geçen gün daha çok hissettiği bir dönemde yazılır ve yayınlanır A’mâk-ı Hayâl. İlk baskısı 1910’da yapılan kitap, gerçeğe ulaşmanın hakikate ulaşmaktan daha önemli görüldüğü bir zamandır. Ölçülüp, bilimsel olarak ispatlanabilen, seri bir şekilde üretilip tüketilen “gerçekler”in çağında hayallerin derinliklerine dalmaya talip olmak rüzgârı karşına almaktan başka nedir ki? Nitekim Filibeli Ahmed Hilmi de kitabın hemen başında yazdığı “Birkaç Söz” başlıklı sunuş yazısında kitabı için “Acaba hikâye mi?” sorusunu sorduktan sonra asıl meselesinin başka olduğunu izah ederken kitaba gösterilen ilginin hakikat arayışının bir sonucu olacağını, milletimizin hakikat karşısında hassas olduğunu zaten ispatladığını vurgular.
A’mâk-ı Hayâl bir arayış kitabıdır ve rüyalar ise bu arayışın temel aracıdır esasen. Rasyonel olanın dayatıldığı bir zamanda “bilinçaltının kusmuğu” gibi telakki edilen rüyaların, ölçülemediği için bilimsel gerçeklerce dışlanan hakikate ulaşmak için bir vesile kabul edilmesi ile ilerleyen hikâye elbette rüzgâra karşı yazılmıştır.
Kitabımızın ana karakteri Râcî, rüzgârın götürdüğü yere giden bir gençtir. Ancak, emsallerinden farklı olarak esaslı bir arayışla yola çıkar ve çıkmaz sokağa kadar vardırır işi. Bir sahihlik ve sahicilik arayışındayken kendisiyle yüzleşir. Aynada kendini “küfür ile imândan, ikrâr ile inkârdan, tasdik ile reybden (şüphe) mürekkep bir şey” olarak görür. Bir karakter olarak Râcî, batılılaşma maceramızın temel karakteristiklerini bünyesinde toplar ve isminin anlamı olan “rücu eden” yani dönen kişi olması bir anlamda da Filibeli Ahmed Hilmi’nin ideal tipi olmaya dönüşmesine işarettir. Râcî’nin yaşadığı dönüşmesinde aslan payı ise Aynalı Baba’ya ve onun bir terbiye aracı olarak kullandığı rüyalara aittir.
Râcî, yaşadığı travmatik tecrübe ile Aynalı Baba’ya iltica eder. Aynalı Baba, Râcî’nin olmadığı her şeydir adeta. Pür akıl bir insan olan Râcî’nin aksine pürmeczuptur. Yani çaresizce aydınlanmaya çalışmamakta hakikate cezbolmuştu. Bir kariyere talip olmamış tam tersine bir mezarlıkta yaşamakta, çağının ve bizim yaşadığımız çağın da evsizidir. Üstü başı ayna ve cam parçalarıyla süslenmiştir. Bir anlamda kendini bu şekilde “gizlemiştir” Aynalı Baba. Râcî’nin Aynalı Baba’ya ilticası ise adeta bir düşüş, bir savrulmadır. Daha önce o mezarlığın önünden geçerken içeri girmeyi aklından geçirmiş ama günlük hayatın zincirleri onu kendine çekmiştir. Muhtemelen o zaman Aynalı Baba ile karşılaşsa ciddiye bile almayacaktır. Ancak yaşadığı travmatik tecrübe, onu bir anlamda hayat zincirinden de azade kılmıştır. Dolayısıyla Aynalı Baba’nın göstereceği rüyalarla arasına girebilecek hiçbir perde kalmamıştır.
Râcî, önce Aynalı Baba’nın ikram ettiği kahveyi içer ve sonra da ney sesi ile şiirlerle transa geçer. Aynalı Baba’nın sesini giderek daha uzaktan duyar Râcî. Uykuya yaklaşır ama tam olarak uyumaz. Bir yakaza halinde görür rüyasını. Ahmed Raci, her rüyada başka bir diyarda bulur kendisini ve “zirve-i hiç”e gitmektedir. Râcî’nin rüyaları adeta bir simülasyon gibi ilerler. Hatta bir adım daha ileri gidebilirim. Filibeli Ahmed Hilmi’nin tasarladığı rüya adeta bir “arttırılmış gerçeklik” senaryosudur ve Râcî bu rüya-senaryoların içinde Buda, Hürmüz, Ehrimen, Platon, Pisagor gibi farklı tarihi ve mitolojik kişilerle tanışır, ifritlerle, canavarlarla ve türlü türlü varlıklarla karşılaşır. Her rüya ayrı bir macera, ayrı bir hikâye ve ayrı bir ibrettir. Böylece “rüyalar”, Filibeli Ahmed Hilmi’nin iç içe geçmiş pek çok anlatıyı bütünlüklü anlatıya dönüştürdüğü bir teknik olur.
Ahmed Raci, yalnızca canlı cenazelerin ulaşabildiği hiçlik zirvesine çıkmak üzere seferdeyken hurilerin çirkin acuzelere dönüştüğüne şahit olur ama bu arada hiçlik zirvesine çıkma imtihanını da kaybeder. Nifak, salâh, muhabbet, gazap gibi askerlerin birebir dövüşmesine şahit olduğu bir muharebe meydanında yer alır. Ahmed Raci, “Hikmet” olarak yer aldığı bu muharebede Nefs-i Emmare’nin tutsağı olsa da aşk onu kurtarır. Bu rüya adeta bir beşeri haller karnavalıdır. İnsanın halden hale geçişi sadece bu bölümün değil bütün kitabın da çerçevesini oluşturur ve haller rüyalarla temsil olunur. Rüyalar hep bir hikmet arayışının farklı tezahürleridir. Çok farklı boyutlara kapılar açılır. Her rüya Ahmed Raci’nin kendi iç dünyasını daha çok tanımasına ve manevi derecesinin yükselmesine vesile olur.
Aynalı Baba onu bir mezara yatırıp orada defnolulan kişinin hayatını tecrübe etmesini sağlar. Gittiği alemde karanlık ve aydınlık, hayır ve şer, ilim ve cehalet gibi kavramların bizim yaşadığımız dünyanın tam tersi olmasına şahit olur Ahmed Raci. Filibeli Ahmed Hilmi, bu rüya ile ilmin yerine irfanı, niceliğin yerine niteliği teklif eder.
Başka bir rüyada ise Ahmed Raci, uzayda gezegenler arasında dolaşır. Simurg’un sırtında Merih’e, Jüpiter’e giden Raci, orada bambaşka hayatlarla karşılaşır. Hind Padişahı’nın oğlu olduğu rüyada merakına yenilir ve Kaf Dağı'na doğru yola koyulur. Başka bir rüyada Brahmanlarla “Om, om” diyerek zikreder. (Asaf Halet Çelebi’nin Hind kültürüne yönelmesinde A’mâk-ı Hayâl’in etkisi elbette araştırılmaya değer bir konudur. Ancak bu yazının sınırlarını aşar.) Marifete talip olmak için edebi hayatını feda ede Ahmed Raci, Hz. Adem, Konfüçyüs, Platon, Aristo, Mesih, Lokman ve Buda ile aynı mecliste bulunur ve nirvanayı tecrübe eder.
Rüyaların ortak özelliklerinden biri daim ve sabit bir şeyin olmaması. Ahmed Raci, rüyasında halden hale geçerken ne kadar olağanüstü şeyler görse de olağan hayatta olduğu gibi ölümün, kaybetmenin tecrübesini de derinlemesine yaşamaya devam ediyor. Yalnızca düşüş ve yükselişler bir rüya kadar hızlı gerçekleşiyor. Kitabın başında sorulan “Acaba var mıyım?” sorusu sonuna dek neredeyse her satıra sinmiş durumda. Sadece kitabın önceki bölümlerinden farklı olarak Yeni Bir Manzume-i Hayalat başlıklı bölümünde Aynalı Baba daha az devreye giriyor o kadar.
A’mâk-ı Hayâl ve rüyalar hakkında daha pek çok şey söylenebilir. Pek çok edebi metne de ilham kaynağı olabilir bu kitap. Sinemamız, şiirimiz, resmimiz, tiyatromuz bu rüyaları görmezden geldiği sürece hep biraz tercüme, biraz eğreti kalacaktır. A’mak’ı Hayâl elbette sıkı bir eleştiriyi de hak ediyor. Onun hak etmediği tek şey görmezden gelinmesi…
Enis Batur, A’mâk-ı Hayâl için “gölgede kalmış roman” tanımlamasını yapıyor. Filibeli Ahmed Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl’de tasarladığı rüyalar, Asaf Halet Çelebi’den Peyami Safa’ya pek çok şair ve yazarı etkiler. Bu etkilerin izini sürmek bu yazıyı bir kocaman kitaba dönüştürebilir kolayca. Ancak biz zor olanı tercih edip yazımızı burada nihayetlendirelim.
Bir gün belki bulutlar dağılır ve Platon’un mağara istiaresinin sonunda anlattığı güneş bulutların arkasından çıkıverir belki. O zaman gölgede kalan A’mâk-ı Hayâl’e de şahit oluruz.
Not: Metin için N. Ahmet Özalp’in hazırlayıp hem önsözüyle hem de dipnotlarla zenginleştirdiği ve Nisan 2016’da Büyüyen Ay Yayınları’ndan çıkan A’mâk-ı Hayâl’den yararlandım.
Suavi Kemal Yazgıç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder