Ahmed Yüksel Özemre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmed Yüksel Özemre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2024 Pazar

Sohbet var sohbetten içeri

"Âr u nâmûsun bırak şöhret kabâsından soyun
Giy melâmet hırkasın kim ol nihân etsin seni
Yüzünü yerler gibi ayaklar altında ko kim
Hakk Teâlâ başlar üzre âsumân etsin seni"

- Niyâzî-i Mısrî

Dünyaya yalnız gam taşımaya, maişet derdiyle ömür doldurmaya gelmedik. Elbette yeryüzünün nimetlerinden faydalanacağız, yeri geldikçe safa bulacağız, ölçüyü israf etmemeye kilitleyip yiyip içeceğiz. Öyle veya böyle bir dem tutturup gideceğiz fakat gitmek başka, ilerlemek bambaşka. İlerlemek için bir bilenin elini tutmak, onun rehberliğinde yol gitmek gerekiyor. İşte o bilen, en çok da nazarıyla ve sohbetiyle bize bizi hatırlatıyor. Biz, kendimizi bildikçe yaratılış manamızı da bilmeyi umut ediyoruz. Bu umutla verdiğimiz tüm emeklerin ibadetten farksız olduğunu büyükler buyurmuşlar. Bundan güzel müjde var mıdır?

Âriflerin nazarları ve sohbetleri, günümüzde kalp katılığı için en kıymetli ilaçlardır. Üstelik bu ilaçlar tamamıyla organiktir ve hiçbir yan etkisi yoktur. İnsan içtiği çorbanın, aldığı kokunun, işittiği bir sazın kendisine neler hissettirdiğini anlatabilir bir şekilde. Ancak sohbet öyle bir şeydir ki bütün lezzeti o sohbet meclisinde bulunanlarda kalır. Bir de şu var: sohbet biter ve herkes evine döner. Ancak kalpler artık o sohbetin istikametine doğru ayarlanmıştır. Bir diğer sohbetin geleceği gün aşkla, şevkle, hasretle beklenir. Bu heyecan nasıl tarif edilebilir diye düşünüyorum, bulamıyorum. Bütün diğer heyecanları gölgeleyen ve hatta onlarla yan yana gelmesi bile imkânsız bir heyecan bu. Çünkü insan maddi tarafını elbette besler ve bu besleyiş onda kalıcı bir tat bırakmaz. Fakat manevi tarafın beslenişi kalıcı bir lezzet bırakır.

Eski zaman büyüklerinin, sufilerin, kâmil mürşidlerin sohbetlerini günümüze taşıyan tüm kitaplar çok büyük nimet hepimiz için. Bu nimete kavuşmakla hem maddi hem manevi kuvvet buluyoruz. Okuyoruz, kabımızın taşıyabileceğini hayatımıza bir pratik olarak yerleştiriyoruz, dostlarımızla bilgimizi paylaşıyoruz, düştüysek kalkıyoruz, umutsuzluğa kapıldıysak teselli buluyoruz. Kitabı kapattıktan sonra da emek sahiplerini hayırla yâd ediyoruz. Şunu da unutmuyoruz: bütün ilimler ancak hakikatten bir haber, bir ses, bir ahenk, bir mana verebildikçe insanı mutlu edebiliyor; ona varlığının anlamını işaret edebiliyor. Dolayısıyla hangi ilim olursa olsun eğer hakikatten bir iz taşımıyorsa, ilgilenen her kimse ona yük olmakla kalıyor.

Hakikati arayan ve hakikat yolunda seyr eden kimselerin elinden, dilinden, hâlinden nice güzellikler ışıldıyor. Necmettin Şahinler çok uzun yıllardır hem kitaplarıyla hem de sohbetleriyle bâtınında cem olmuş pek çok güzelliği izhar etmeyi sürdürüyor. Hem insanla yaratıcısı arasındaki ezelî anlaşmanın veçhelerini, hem Kur’an surelerinin enfüsî yorumlarını, hem de seyr ü sülûk’un yalnızca tasavvufa ait bir kavram değil, cümle mevcudat için bir kemalat istikameti olduğunu görmek isteyenler için Necmettin Şahinler yoğun bir gayret gösteriyor. Kâmil Mürşîdlerin Mîrâsı kitabını okuyanlar, kendisinin bir sohbet üstadı olduğunu da hemen hatırlayacaklardır. Zira soru sormak, günümüzdeki gibi akla gelen her şeyi karşı tarafa yüklemek değildir. Hangi alanda sohbet ediliyorsa, o alana dair ciddi bir birikimi ve görgüyü de ister sohbet yârenliği. Merhum Ahmed Yüksel Özemre, talebesi Necmettin Şahinler için bu hususta en doğru kelimeyi kullanıyor: sohbet pîşekârlığı.

Şubat 2024 itibariyle yine bir hoca-talebe kitabıyla safa buldu okurlar. Ketebe Yayınları’nın neşrettiği Son Sohbet, Merhum Ahmed Yüksel Özemre ile Necmettin Şahinler’in hayat istasyonundaki önemli duraklarından birine tevafuk ediyor. Özemre, 3 Mart 2008 tarihinden itibaren Kadıköy Ferihan Laçin Hastanesi’nde misafir edilmeye başlanıyor. Burada 113 gün kaldıktan sonra da Hakk’a yürüyüp vuslata eriyor. Son Sohbet, kendisiyle yapılan son konuşmaları bir araya getiriyor. Bu yükte hafif fakat manada ağır çalışma, esasında bir ömrün birikimini de ortaya sermiş oluyor. Özemre’nin hastalık deminde dahi verdiği cevaplardaki hayranlık uyandıran işaretler, insana bir yaşama sevinci bahşediyor. Diğer yandan; tasavvufi kavramlara dair bilgisini derinleştirmek, okunan bir kitabın esas gayesini daha net görmek, bilinmeyen yahut anlaşılmayan şeylere karşı doğru tutum göstermek isteyenler için Necmettin Şahinler’in usta işi soruları cevaplardan ayrı olarak bile oldukça öğretici. Son olarak kitabın İbn Arabî düşüncesi ve vahdet-i vücûd meselesine dair öz mahiyetinde fevkalade bilgiler içerdiğini de eklemem gerekiyor. Merhum Ahmed Yüksel Özemre, tabiri caizse ağzımıza birer kaşık bal çalarken, gidilmesi gereken kovanları da o kendine mahsus entelektüel derinliğiyle göstermiş oluyor. Son Sohbet ile ilgili bu yazımı, kitaptan birkaç soru cevapla bitirmeyi arzu ediyorum. Özemre hocamızı en kalbî duygularla anarken, Şahinler hocamıza da afiyet ve sıhhat dolu bir ömür temenni ediyorum.

: Efendim, âlemde iyi ile kötü, hayr ile şer arasında gözetilen fark itibârî midir yani öyle sanılan bir değişken durum mudur?
AYÖ: Evlâdım, bu fark tümüyle izâfî ve tâlî bir yapıdadır. Her şeyden önce varlığın kendisi bizzat Kemâl’dir ve varlığa ait olan her bir vasıf da Kemâl üzeredir. Tıpkı Allah’a ‘itaat’in Kemâl’den olması gibi ‘itaatsizlik’ dahi Kemâl’dendir. Çünkü ‘itaatsizlik’, ontolojik bir vasıf olmak yani Varlığın bir sureti olmak açısından, hiç de ‘itaat’ten daha düşük bir mertebede bulunmamaktadır. ‘İtaat’in bir Kemâl oluşunun ahlâkî açıdan ‘iyi ya da hayr’ olmasıyla hiçbir münâsebeti yoktur; ‘itaat’ Rahîm ve Kerîm gibi İlâhî isimlerin tecellîgâhı olmak bakımından bir Kemâl’dir. Ve benzer şekilde, ‘itaatsizlik’ de Müntekîm ve Müzill gibi İlâhî isimlerin tecellîgâhı olmak bakımından bir Kemâl’dir.

: Efendim, İbn Arabî bir sözünde “En yüksek mertebe kendisini, yalnızca diliyle ve kalbiyle değil, tümüyle zikr’e adamış olan ve böylece de bâtınî olarak Hakk’a ulaşıp O’nunla tevhide erişmiş olan kimseye aittir” diyor. Gerçek zikrin hakîkatı bu mudur?
AYÖ: Evlâdım, gerçek zikir, bir hâl ehlinin tüm varlığından geride hiçbir şey kalmayıp Allah’da yok olacak şekilde bütün maddî ve manevî güçlerini Allah’da teksif ettiği rûhânî bir hâldir. Böyle bir hâl ehli, eğer bu hâle erişirse, bu takdirde zihnini bu türlü bir noktaya teksif eden özne ile üzerine zihnini teksif etmiş olduğu nesne arasındaki fark doğal olarak kaybolur ve aslen Hakk ile birlik hâlinin keşfine erişir.

: Efendim, İlâhî ilimlerin zevki hepsinde [tüm kâmil insanlarda] aynı mıdır?
AYÖ: Evlâdım, elbette aynı değildir. Tahkîk ehli olan ehlullahda husûle gelen İlâhî ilimlerin zevki, onlardaki idrâk kuvvetlerinin değişik olması bakımından, birinden ötekine farklı olur. İlâhî ilimler aynı bir kaynakdan çıkmakla birlikte bunların Ehlullah’daki zuhuru onların idrâk kuvvetlerine bağlıdır. Başka bir ifade ile söylersem zevkan elde edilen bilgiler, istîdâdların farklılığı dolayısıyla, birbirinden farklı olurlar. Çünkü Ehlullah’ın hepsi de aynı bir mertebede bulunmaz.

: Merak ediyorum; Varlık İlmi bakımından Allah ile Rabb arasında nasıl bir fark vardır?
AYÖ: Rabb, özel bir isim yoluyla tecelli eden Hakk’dır. Halbuki Allah, isimlere uygun olarak ândan âna değişmekten asla hâlî kalmayan Hakk’dır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Mart 2024 Cuma

İbnü’l-Arabî'nin düşünce sistemine dair sohbetler

Ahmed Yüksel Özemre ile Son Sohbet, Necmettin Şahinler’in son kitabı. Kitap önemini, Ahmed Yüksel Özemre’nin vefatından önce irfan hazinesinden biz okurlara ve sevenlerine son kez ikramda bulunmasından kazanıyor.

Özemre fenni başarılarının yanında irfani boyutuyla gönüllerde taht kurmuş bir isim. Hacim olarak ince olmasına rağmen barındırdığı konu bakımından oldukça zengin bir eser. Özemre hasta yatağındayken dahi kendisine lütfedilmiş ilmi paylaşmanın derdinde. Ayrıca Özemre’ye dair de birçok bilgi birinci ağızdan okurlarla buluşturuluyor. Çevirdiği eserleri anlatırken bizi evrensel bir düşünme sistemine yönlendiriyor.

Özemre’nin sohbetlerini bir ders hüviyetine sokan ise sohbet esnasında İbn’ül Arabi’nin düşünce sisteminin irdelenmesi oluyor. Özemre, Şeyhül Ekber’in düşünce dünyasında yer alan kavramları tek tek ele alıyor ve sohbet formunda olduğu için sıkmadan, ayrıntılara boğmadan, ağır terimlere başvurmadan herkesin anlayabileceği bir dille izah ediyor.

Örneğin bir yerde Necmettin Şahinler “Varlık İlmi bakımından Allah ile Rabb arasında nasıl bir fark vardır?” şeklinde bir soru yöneltiyor. Özemre böylesine zor bir soruyu, herkesin anlayabileceği bir dilde şu şekilde yanıtlıyor:

Evladım, Rabb özel bir İsim yoluyla tecelli eden Hakk’dır. Halbuki Allah, İsimlere uygun olarak ândan âna değişmekten asla hâli kalmayan Hakk’dır. Rabb, özel bir İsim ve Sıfat aracılığıyla tayyün etmiş olan Hakk’ın özel bir vechesi olması hasebiyle bir sübûta hâizdir. Buradan da Rabb ile insan arasında çok hususi bir ilişki ortaya çıkmaktadır. O da şu ki insan, ne zaman Allah’a dua ve niyaz etse daima Rabb’ine yönelmek zorundadır. Rahatsız bir insan, Allah’a muğlak ve genel bir tarzda değil fakat Şâfî’nin sabit suretine dua eder. Aynı şekilde İlahi Rahmet’i talep eden bir günahkâr da Gafûr’a yalvarır. Bir şey elde etmek isteyen de Mu’tî ismine niyaz eder. Görülüyor ki bu veya diğer benzer İsimlerin her biri aracılığıyla çağırılan ve tazarrûda bulunulan Allah, özel bir sebeple yalvaran şahsın Rabb’idir. Aynı zamanda Rabb, kendisine yalvaran kimsenin ihtiyaç duyduğu şeyi kendisi aracılığıyla elde ettiği özel bir sıfat ile kayıtlandırılmış olan Zat’tır. Şu halde Rabb, bütün İlahi İsimlerden, Allah’a münacatta bulunduğu zaman insanı harekete geçiren mûcib için en uygun olan İsimdir. İşte bu sebepten ötürüdür ki, Kuran’daki Peygamber dualarına baktığımızda onların çoğunun “Rabb’im” hitabı ile başladığını görmekteyiz. Bu noktadan baktığımızda Rububiyet/Rabb’lık her bir ferdin Allah ile olan gerçek şahsi münasebetine delalet etmektedir.

Şimdi burayı biraz açabiliriz. Gördüğümüz gibi Özemre, bir paragraflık diyalogda dahi bir makale konusu sunmakta okurlara. İbn’ül Arabi düşüncesinde her şey bir mertebeye sahiptir. Rabb’lık da bir mertebedir. Her yaratılan ruh, bir İsmin hükmü altına girmiştir. Hükmü altına girdiği İsim, o yaratılanın Rabbi’dir. Rabb, terbiye eden ve himaye eden anlamlarına gelmektedir. Yani kişinin hükmü altına girdiği İsim, Rabbi olarak onu hem himaye eder hem de terbiye eder. Terbiye, kemalat içindir. Her kul, İsmi doğrultusunda kemal noktasına ilerler. Kafir de olsa bu böyledir. O da küfürde kemale erecektir. Ancak Özemre’nin söylediklerinde şu nokta yanlış anlaşılmamalı: Kişi dua ederken, Rabbim diye dua ettiğinde dua örneğin Şafi ismine ulaşır. Şafi ismi aracılığıyla şifa gelir. Yoksa kişi kendi kafasına göre bir Esma üzerinden belli sayılarda veya düzende istekte bulunamaz. Onun için mürşit izni gerekir. Ama hasta olduğunda dua ederken elbette “Sen Şafi olansın” minvalinde cümleler kurabilir. Özemre işin hakikat boyutunu ele almaktadır. Söyledikleri zahiri boyut değil, mana boyutudur.

Eser gerçekten de İbn’ül Arabi’nin düşünce sistemini anlamak için giriş mahiyeti niteliği taşımakta. Kavramları özümsemek için iyi bir rehber hüviyetinde. Sohbet formunda zuhura gelmesi de anlaşılırlığı daha da kolaylaştırmakta. Ayrıca bir arifin dizinin dibinde oturmuş da sohbetine nail olmuş hissi vermede. Bu kıymetli eserin her okuyucu için bol istifade sunacağını düşünüyorum.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

19 Ocak 2015 Pazartesi

Rahmetli Üsküdar'ı iyi bilenlerin kitabı

"Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri! 
Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri."
- Yahya Kemal Beyatlı

Geçen akşam ana haber bültenlerinde bir balıkçının söylediklerine rast geldim. Balık fiyatlarının neden birden arttığını merak eden muhabire "Hava soğudu mu, kar kış geldi mi böyle oluyor" dediğini işitmekle birlikte şoka girdim. Böyle bir "esnaf geleneği"nin olduğunu ne okumuş ne de duymuştum. Öyle ki bu sabah da başka bir esnaf, bilhassa manav ürünlerinin neden büyük şehirlerde değişik fiyatlarda sunulduğunu "Alım gücünün yüksek olduğu semtlerde işler değişiyor" diyerek yorumlayınca, sinirlerime hâkim olamadım. Bazılarımız sinirlenince kabiliyeti doğrultusunda hareket eder. Bizim gibiler de işte anca kitaptır, musikidir, belki şiirdir. Kısacası ahuvahlar içinde seyirci kaldığım gündem benim aklıma bir kitap düşürdü. Size biraz ondan söz etmek istedim.

Ömrünün tamamını tıpkı dedeleri ve nineleri gibi Üsküdar'da geçirmiş olan merhum Ahmed Yüksel Özemre'nin Üsküdar üçlemesini oluşturan kitapları şöyledir: Üsküdar'da Bir Attar Dükkanı, Üsküdar Ah Üsküdar, Üsküdar'ın Üç Sırlısı. Bu yazıyla birlikte üçlemenin ilk kitabını da fakir önermiş oldu. "Ah Üsküdar Ah"da derin bir tahassürle Üsküdar'ın geleneklerini, edeplerini, örfünü, adetlerini, insanlarını, esnafını, kısacası hem tanık olduğu hem de görmüş geçirmiş Üsküdarlılarla birlikte öğrendiği "Üsküdar yaşamını" anlatıyor Özemre. Okuyanları bilir ki üslubu çok lezzetli ve bir o kadar hikâye kıvamındadır. Şurası da unutulmamalı ki yazdıklarının çoğunu tarih kitapları ve bilhassa anılar, biyografiler doğrulamaktadır. Madem kitabı önermeye esnaftan başladım, işte "eski" Üsküdar esnafı hususunda kitaptan bir alıntı:

"O devirde Üsküdar esnafının terâziyi hiç dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda, ister bakkalda, isterse kasapta, isterse balıkçıda olsun ne tartılırsa tartılsın, tartılan tarafın kefesi dâimâ ağır basardı. Tartılan ister patlıcan, ister domates, ister pırasa, ister kıyma, ister uskumru, isterse bulgur olsun terâzi tam dengelenmişken tartılan tarafa bunlardan bir mikdar daha atılırdı. Hele o devrin kasapları asla, bugün yarım kilo kıymayı 50 gramlık mukavva ile birlikte tartan ve mukavvanın kilosunu da müşteriye et fiyatından sokuşturmaya kalkışanlar gibi değillerdi. çıplak et, tartıldıktan sonra ambalâjlanırdı. Esnaf haramdan korkar, bunun için de “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye dâimâ bir nebze fazla mal tartardı. Kumaş, kurdele ya da don lâstiği ölçerken (gayr–ı müslimleri de dâhil) tuhâfiyeciler de dâimâ beş–on santim daha fazla keserlerdi. O devirde portakal, mandalina, hıyar, kavun, karpuz ve balkabağı kiloyla değil adet hesabıyla satılırdı. Portakal, mandalina ya da hıyar söz konusu olduğunda Atlas Sokağı No: 57’deki manavımız Hasan Efendi amca kesekâğıdına bunlardan muhakkak birkaç adet fazla koyar; bana bakarak: “Bu da Yüksel Bey’in cabası!” derdi."

Üzerine yorum yapmaya gerek var mı? Benim gibi 80'li yılların sonlarına doğru dünyaya gelen kuşağın belki çocukluğunda rastladığı, belki de ancak babalarından veya dedelerinden işittiği hadiseler. Şunu da belirtmek gerekir ki Özemre, ömrünün son yıllarında Üsküdar esnafından bir hayli yakınır. Meyveyi, sebzeyi, balığı ve tavuğu "müşterisine" allayıp pullayıp sahte bir biçimde satan esnafla zaman zaman kavga eder, onları uyarır, fakat nafile... Üsküdar'ın kadınları ve çocukları hakkında çok manidar gözlemleri var yazarın. Mesela kadınlar hakkında "Üsküdar'ın kadınları, genellikle, genç kızlıklarında zayıf fakat evliliklerinde balık etinde olurlar ve, genellikle, kocalarından da daha uzun yaşarlardı. Kocaları vefât ettikten sonra, istisnaî hâller hâriç, genç iken dul kalmış olsalar bile genellikle bir daha evlenmezler; ve, eğer çocukları evlenmiş de ayrı ev açmışlarsa, "çocuklarına yük olmasınlar" diye de kendi evlerinde hür ve tek başlarına oturmayı, "tencerelerini kendilerinin kaynatmasını" tercih ederlerdi." der. Çocuklar hakkında da hem kendi çocukluğunu katarak hem de hayıflanarak şunları söyler: "Bütün sâhil çocukları gibi Üsküdar'ın çocukları da denize âşıktılar; yazın Paşalimanı, Kavak İskelesi, Şemsipaşa, Salacak ve çifte Kayalar sâhillerinin kırallarıydılar. Buralarda etraflarını umursamaz bir neşeyle denize girer ya da ellerinde oltalarla kayabalığı tutarlardı. Benim gibi "Muhallebi çocukları" ise, sokağa yalnız başına çıkmalarına destûr verilinceye kadar, Salacak Aile Gazinosu'nun altındaki Salacak Plâjı'ndan babalarının ya da ağabeylerinin refâkatinde denize girmişlerdir. Çocukluğum ve gençliğimin Üsküdar'ında çocuklar mukaddesti. Herkes ama herkes onlara hissettirmeden onları kollar, gözetirdi. Onun içindir ki aileler mutmain, çocuklar da mes'uddu."

Hangi semtten gelirse gelsin havasıyla ve suyuyla insanı büyüleyen bir iklimi var Üsküdar'ın. Bu fakir de evlilik münasebetiyle 2014'ün haziran ayında ömründe ilk defa Anadolu yakasında ikamet etmeye başladı ve taşınır taşınmaz da bu iklimi Acıbadem'de dahi hissetmeye başladı. Ara ara meydana gelen lodosun üzerimdeki etkisinin karşılığını yine kitapta buldum:

"Çocukluğumda lodosun hüküm sürdüğü günlerde annemde, babamda ve babaannemde ortaya çıkan sinirlilik, bitkinlik ve başağrıları beni hayrete düşürürdü. Hanımların lodoslu havalara rastlayan toplantı günlerinde ise hep lodosun kendileri ve yakınları üzerindeki etkilerinden söz edilirdi. Bu günlerin başlıca eğlencesi olan tombalada tombalayı çeken hanım meselâ 68'i 89 diye okuyup da sonra hatâsını fark eder, özürlerle düzeltirse hanımlar onu üzmemek için: "Normal efendim, normal! Bu lodos kimde hâl, dikkat bırakıyor ki?" diye ahkâm keserlerdi. Ben lodosun neden benim üzerimde bu türlü bir tesiri olmadığına hayret eder durur, bu tesirin tezâhürünü insanların aşırı hassasiyetine ve biraz da dikkati celbetmek ya da (o zamanların radyosuz, televizyonsuz ortamında) üzerinde konuşulacak bir mevzu ihdâs etmek eğilimlerine bağlardım. Ama 65 yaşımdan sonra lodoslu havalarda bende de aşırı bir yorgunluk zuhur etmeye başlayınca lodosun bu gücünü teslim etmek zorunda kaldım. Daha sonra da öğrendim ki eski İstanbul'da lodosun hüküm sürdüğü günlerde kadılar "Lodos, muhâkeme kābiliyetimizi bozar da adâlete uymayan bir karar veririz" endîşesiyle herhangi bir karar vermekden kaçınırlar; kararı poyrazlı bir güne ertelerlermiş."

Yine balıkçı hassasiyetime geri dönmek isterim. Baştan söyleyeyim balık tutmaya merakım yoktur. Babamın balıklar hakkında ihtisas sahası o kadar geniştir ki gözüne bakıp sülalesini sayar, kuyruğuna bakarak nereden geldiğini anlar, pullarından meteorolojik tahminler yapar. İşte eskinin balıkçıları da müşterisine "para" gözüyle bakmaz, ona en taze balığı emeğinden fazlasını talep etmeden temin edermiş. Yazar da şimdinin balıkçılarını balıkçı olarak değil, balık satıcısı olarak görüyor:

"Ne yazıktır ki eski Üsküdar'ın voli çeviren balıkçılarının o mutantan nidâları yerini artık: orkinos yavrularını torik, sarıkanatı lüfer, vonosu uskumru ve Norveç'den ithâl liparileri de palamut zanneden ve onları bu isimler altında satan echel-i cühelâ, nev-zuhur [balıkçı değil] "balık satıcıları"nın ısrarlı ve sulu çığırtkanlığına terketmiş bulunmaktadır... Birkaç senedenberidir de Üsküdar'da Eminönü'ye kalkan dolmuş motorlarının yanındaki rıhtımda mekân tutmuş olan balık satıcılarının bir kısmı Norveç'den ithâl edilen dondurulmuş "lipari"leri, yâni azman uskumruları, "Palamut" ve hattâ "Tâze Şile Palamudu" etiketleriyle teşhir etmekte ve kulak tırmalayan bir çığırtkanlıkla reklâm edip halka gagalamaktadırlar."

Son olarak, "Musiki ruhun gıdasıdır" sözünün hayat bulmuş semtlerinden biri olan eski Üsküdar'da; ezanlardan kuş seslerine kadar gün tamamen ahenk içindeymiş. Üsküdar'ın sadece şeyhleri, dervişleri, balıkçıları, sokak satıcıları, şairleri, hanendeleri, sazendeleri değil delileri bile ciddi bir musiki ahlâkından nasibi almış. Halkın hassasiyetinin egzoz seslerine karışmadığı günlerden bir bilgi olsun:

"Üsküdar müezzinleri, genellikle, sabah ezânını: sabâ ya da dilkeşhâverân; öğle ezânını: rast, hicâz; ikindi ezânını: uşşâk, hicâz, bayâtî; akşam ezânını: segâh, dügâh, rast, hicâz; yatsı ezânını ise: rast, uşşâk, nevâ, bayâtî ya da hicâz makamlarında nidâ ederlerdi."

Üsküdar, kendini kaybetmiş kentleşmenin, otomobilleşmenin ve kaybolan hassasiyetlerin inadına yaşıyor, yaşam mücadelesi veriyor. Yeniden eski günlerine dönmesi imkânsız gibi görünüyor. Umutsuzluğun bize bir faydası yok ama en azından bu kitabı okuyarak nelerin kaybedildiği ve nelerin yeniden temin edilebileceği anlaşılabilir. Yazarı rahmetle yad ederken, kitabın da çırpındığımız bu koşullarda öneminin giderek arttığını düşünüyorum. Bu kitap naçizane, artık rahmetli olan Üsküdar'ı tanımak isteyenlere ve hatta iyi bilenlere, varsa haklarını helal etme niyetiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Ocak 2015 Perşembe

Sayfalarda kalan Üsküdar'ın yitip giden irfan meclisi

"Yüksel'cim; biz bu dükkândan geçmemiş olsaydık şimdi yedi dükkân süprüntüsünden beter olurduk."
- Neyzen Niyazı Sayın

Bir İstanbul kitabı okumak istediğimiz zaman çok fazla kitapla ve hatta külliyatla karşılaşmamız mümkün. Son dönemde çıkan İstanbul romanlarını yazanlara bakarsak, bilhassa popüler olanlarını yazanlar 50 yaşına henüz ulaşmamış yazarlar. Çok mu önemli? Konu İstanbul ise ömrün ve doğal olarak tecrübenin önemi artıyor. Çünkü doğumundan itibaren yaşamının tamamını İstanbul'un belli bir semtinde geçiren insanların gerek üslupları, gerek anıları o kadar lezzetli oluyor ki; okuyucu işte o zaman aradığını buluyor.

Merhum Ahmed Yüksel Özemre, 1935'te Üsküdar'da dünyaya geldi ve 2008'de yine Üsküdar'da rahmet yoluna çıktı. Yolu düşenler Karaca Ahmet Sultan Kabristanı'ndaki âile kabrinde kendisine bir fatiha okuyabilirler. Son derece ilginç bir yaşam hikâyesi olan Özemre, Mekteb-i Sultanî mezunu. Bu okulda atletizm hususunda birçok salon rekoruna sahip. Türkiye'nin ilk atom mühendisi. Pozitif, sosyal ve dinî ilimler hususunda 279 makalesi ve raporu mevcut. Hâlen üniversitelerimizde okutulan ve defalarca yeniden basılmış olan Teorik Fizik ve Nükleer Mühendislik ile ilgili 12 ciltlik ders kitabı ve 11 ciltlik ilmî eser tercümesinin müellifi. Tüm bunların yanında Kubbealtı Neşriyat'tan çıkmış olan çok sayıda anı kitabı da mevcut. Bunların çoğu ise ömrünü geçirdiği Üsküdar'la ilgili. İşte Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı da, 1994 senesinin Ramazan'ında; yaşadıklarından hafızasında yer edinmiş olanları kaleme almak hevesiyle başlayıp bitirdiği bir heves. 17 gün 17 gecede biten bu kitaba kendisini öyle bir kaptırmış ki zevcesi bile günlerce "Hû! Akşam ezânı okundu. Hadi artık attâr dükkânından çık da gel iftar et!" diye latîfe edermiş.

Kitap aktar hocaların tanıtımıyla başlıyor. Aktar demişken, aslı attar olan bu kelimeye Üsküdar halkının dili dönmemesinden dolayı zamanla aktar denmiş. Akabinde söz konusu attâr dükkânından bahis açılıyor. Dükkânın müdavimleri saymakla bitmez. Birçok tekkenin şeyhi, meşhur sanatkârlar, sırlı sôfiler, ârifler; muhabbet etmek üzere sürekli bu dükkâna geliyor, dolayısıyla dükkân bir akademi görevi görüyor. Dükkanın gönül ehli müdâvimleri arasında Rufaî şeyhi Sarı Hüsnü Efendi, Sandıkçı Dergâhı’nın son şeyhi Haydar Efendi, Celvetî-Bektâşî şeyhi Yusuf Fâhir Ataer Baba, Hamzavî-Melâmî meşreb Eşref Ede Efendi, Özbekler Tekkesi’nin son şeyhi Necmeddin Özbekkangay Efendi, Kerâmeddin Efendi, Üsküdar İskele Camii baş imamı Nâfiz Uncu Efendi, Necmeddin Okyay, Sâcid Okyay, Dümbüllü İsmail Efendi, Osmanlının son müezzinbaşısı Hâfız Muhiddin Tanık Efendi, Fehim Tandaç, Melâmî meşreb Abdullah Bey, ressam Hoca Ali Rıza Bey, neyzen Niyâzi Sayın, Turgut Çulpan, Ahmed Âmiş Efendi, Albay Mühendis Vehbi Güloğlu, Abdülbâki Gölpınarlı, Hâfız Âmâ Tevfik, Prof. Dr. Ali Alpaslan, Uğur Derman, Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu, gazeteci-yazar-mûsikîşinas Nezih Uzel gibi isimler bulunuyor. Öte yandan dükkânın en uzun süreli müdâvimleri ise kitabın müellifi Ahmed Yüksel Özemre (53 yıl) ve pek tabii babası (54 yılı aşkın) yer alıyor.

Dükkânın sahibi Sâim Düzgünman Efendi. Evlatları ise Ahmed ile ebru sanatının son ustalarından Mustafa Düzgünman. Küçücük bir alanda attarlığın tüm kendine has mes'uliyetleri dışında yukarıda adı zikredilen ehl-i dilin muhabbetleri ve meşkleri kışı ayrı ısıtan, yazı ayrı serinleten hassasiyetlere sahip. Hem dükkanı hem de bu birbirinden farklı zevkleri, mesaileri olan mühim zatları; tüm bunların yanında da eski Üsküdar'ı o kadar lezzetli bir üslupla kaleme almış ki Ahmed Yüksel Özemre, bilhassa mekan tasvirleriyle okurken o dönemi yeniden yaşatıyor yahut konuk ediyor.

Zamanla Üsküdar'ın nüfusu 40 binden 850 bine çıkınca, etrafı da kuyumcular basınca dükkân bundan nasibini (!) alıyor ve mecburen kapanıyor. Dönemin nezaketi, zarafeti, aklı ve izanı yoldan çıkıyor, artık avamilik kol geziyor. Günümüzde de Üsküdar'ın geldiği hâl ortada. Artık meczubunda bile bir farklılık yok. Okunan ezanlardan kılınan namazlara ve ardında durulan imamlara kadar her şeyde bir bozukluk, bir kopukluk mevzubahis. Kitaptan bir anı:

“Necmeddin Hoca da, Sâim Efendi Amca da, kendi yetişme çağlarının en büyük Kur’an tilavet mürebbîsi sayılan Kaptanpaşa Camii İmamı Ahmed Nazif Efendi’nin talebelerinden olan babamın tilavetindeki şîveyi, tavrı ve musıkîye vukûfunu çok takdir ederlerdi… İmamların, kıldırdıkları namazın tilavetine göre, cemaati fevkalâde tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Saim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan ve bilhassa terâvih namazlarından, bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirah, neş’e ve letafet bahşeden imamlara, maalesef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.”

Kitabı okuyup bitirince insan düşünüyor. Şimdi hangi dükkanda oturup da mûsikî öğrenebilir bir genç? Meşk, makam, usul? Ve hatta edeb, ilim, irfan ve erkan? Yahut hangi dükkâna bir mûsikîşinas teşrif eder de kibrini bir kenara bırakıp muhabbet ehli oluverir? Halbuki mûsikî, gönlün muhabbetidir. Netice-i kelâm: Gençlerin de suçu yok. Onlara "Dilşâd olacak diye kaç yıl avuttu felek" eserini terennüm edecek muhteremler de pek kalmadı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf