Necmettin Şahinler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Necmettin Şahinler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2024 Pazar

Sohbet var sohbetten içeri

"Âr u nâmûsun bırak şöhret kabâsından soyun
Giy melâmet hırkasın kim ol nihân etsin seni
Yüzünü yerler gibi ayaklar altında ko kim
Hakk Teâlâ başlar üzre âsumân etsin seni"

- Niyâzî-i Mısrî

Dünyaya yalnız gam taşımaya, maişet derdiyle ömür doldurmaya gelmedik. Elbette yeryüzünün nimetlerinden faydalanacağız, yeri geldikçe safa bulacağız, ölçüyü israf etmemeye kilitleyip yiyip içeceğiz. Öyle veya böyle bir dem tutturup gideceğiz fakat gitmek başka, ilerlemek bambaşka. İlerlemek için bir bilenin elini tutmak, onun rehberliğinde yol gitmek gerekiyor. İşte o bilen, en çok da nazarıyla ve sohbetiyle bize bizi hatırlatıyor. Biz, kendimizi bildikçe yaratılış manamızı da bilmeyi umut ediyoruz. Bu umutla verdiğimiz tüm emeklerin ibadetten farksız olduğunu büyükler buyurmuşlar. Bundan güzel müjde var mıdır?

Âriflerin nazarları ve sohbetleri, günümüzde kalp katılığı için en kıymetli ilaçlardır. Üstelik bu ilaçlar tamamıyla organiktir ve hiçbir yan etkisi yoktur. İnsan içtiği çorbanın, aldığı kokunun, işittiği bir sazın kendisine neler hissettirdiğini anlatabilir bir şekilde. Ancak sohbet öyle bir şeydir ki bütün lezzeti o sohbet meclisinde bulunanlarda kalır. Bir de şu var: sohbet biter ve herkes evine döner. Ancak kalpler artık o sohbetin istikametine doğru ayarlanmıştır. Bir diğer sohbetin geleceği gün aşkla, şevkle, hasretle beklenir. Bu heyecan nasıl tarif edilebilir diye düşünüyorum, bulamıyorum. Bütün diğer heyecanları gölgeleyen ve hatta onlarla yan yana gelmesi bile imkânsız bir heyecan bu. Çünkü insan maddi tarafını elbette besler ve bu besleyiş onda kalıcı bir tat bırakmaz. Fakat manevi tarafın beslenişi kalıcı bir lezzet bırakır.

Eski zaman büyüklerinin, sufilerin, kâmil mürşidlerin sohbetlerini günümüze taşıyan tüm kitaplar çok büyük nimet hepimiz için. Bu nimete kavuşmakla hem maddi hem manevi kuvvet buluyoruz. Okuyoruz, kabımızın taşıyabileceğini hayatımıza bir pratik olarak yerleştiriyoruz, dostlarımızla bilgimizi paylaşıyoruz, düştüysek kalkıyoruz, umutsuzluğa kapıldıysak teselli buluyoruz. Kitabı kapattıktan sonra da emek sahiplerini hayırla yâd ediyoruz. Şunu da unutmuyoruz: bütün ilimler ancak hakikatten bir haber, bir ses, bir ahenk, bir mana verebildikçe insanı mutlu edebiliyor; ona varlığının anlamını işaret edebiliyor. Dolayısıyla hangi ilim olursa olsun eğer hakikatten bir iz taşımıyorsa, ilgilenen her kimse ona yük olmakla kalıyor.

Hakikati arayan ve hakikat yolunda seyr eden kimselerin elinden, dilinden, hâlinden nice güzellikler ışıldıyor. Necmettin Şahinler çok uzun yıllardır hem kitaplarıyla hem de sohbetleriyle bâtınında cem olmuş pek çok güzelliği izhar etmeyi sürdürüyor. Hem insanla yaratıcısı arasındaki ezelî anlaşmanın veçhelerini, hem Kur’an surelerinin enfüsî yorumlarını, hem de seyr ü sülûk’un yalnızca tasavvufa ait bir kavram değil, cümle mevcudat için bir kemalat istikameti olduğunu görmek isteyenler için Necmettin Şahinler yoğun bir gayret gösteriyor. Kâmil Mürşîdlerin Mîrâsı kitabını okuyanlar, kendisinin bir sohbet üstadı olduğunu da hemen hatırlayacaklardır. Zira soru sormak, günümüzdeki gibi akla gelen her şeyi karşı tarafa yüklemek değildir. Hangi alanda sohbet ediliyorsa, o alana dair ciddi bir birikimi ve görgüyü de ister sohbet yârenliği. Merhum Ahmed Yüksel Özemre, talebesi Necmettin Şahinler için bu hususta en doğru kelimeyi kullanıyor: sohbet pîşekârlığı.

Şubat 2024 itibariyle yine bir hoca-talebe kitabıyla safa buldu okurlar. Ketebe Yayınları’nın neşrettiği Son Sohbet, Merhum Ahmed Yüksel Özemre ile Necmettin Şahinler’in hayat istasyonundaki önemli duraklarından birine tevafuk ediyor. Özemre, 3 Mart 2008 tarihinden itibaren Kadıköy Ferihan Laçin Hastanesi’nde misafir edilmeye başlanıyor. Burada 113 gün kaldıktan sonra da Hakk’a yürüyüp vuslata eriyor. Son Sohbet, kendisiyle yapılan son konuşmaları bir araya getiriyor. Bu yükte hafif fakat manada ağır çalışma, esasında bir ömrün birikimini de ortaya sermiş oluyor. Özemre’nin hastalık deminde dahi verdiği cevaplardaki hayranlık uyandıran işaretler, insana bir yaşama sevinci bahşediyor. Diğer yandan; tasavvufi kavramlara dair bilgisini derinleştirmek, okunan bir kitabın esas gayesini daha net görmek, bilinmeyen yahut anlaşılmayan şeylere karşı doğru tutum göstermek isteyenler için Necmettin Şahinler’in usta işi soruları cevaplardan ayrı olarak bile oldukça öğretici. Son olarak kitabın İbn Arabî düşüncesi ve vahdet-i vücûd meselesine dair öz mahiyetinde fevkalade bilgiler içerdiğini de eklemem gerekiyor. Merhum Ahmed Yüksel Özemre, tabiri caizse ağzımıza birer kaşık bal çalarken, gidilmesi gereken kovanları da o kendine mahsus entelektüel derinliğiyle göstermiş oluyor. Son Sohbet ile ilgili bu yazımı, kitaptan birkaç soru cevapla bitirmeyi arzu ediyorum. Özemre hocamızı en kalbî duygularla anarken, Şahinler hocamıza da afiyet ve sıhhat dolu bir ömür temenni ediyorum.

: Efendim, âlemde iyi ile kötü, hayr ile şer arasında gözetilen fark itibârî midir yani öyle sanılan bir değişken durum mudur?
AYÖ: Evlâdım, bu fark tümüyle izâfî ve tâlî bir yapıdadır. Her şeyden önce varlığın kendisi bizzat Kemâl’dir ve varlığa ait olan her bir vasıf da Kemâl üzeredir. Tıpkı Allah’a ‘itaat’in Kemâl’den olması gibi ‘itaatsizlik’ dahi Kemâl’dendir. Çünkü ‘itaatsizlik’, ontolojik bir vasıf olmak yani Varlığın bir sureti olmak açısından, hiç de ‘itaat’ten daha düşük bir mertebede bulunmamaktadır. ‘İtaat’in bir Kemâl oluşunun ahlâkî açıdan ‘iyi ya da hayr’ olmasıyla hiçbir münâsebeti yoktur; ‘itaat’ Rahîm ve Kerîm gibi İlâhî isimlerin tecellîgâhı olmak bakımından bir Kemâl’dir. Ve benzer şekilde, ‘itaatsizlik’ de Müntekîm ve Müzill gibi İlâhî isimlerin tecellîgâhı olmak bakımından bir Kemâl’dir.

: Efendim, İbn Arabî bir sözünde “En yüksek mertebe kendisini, yalnızca diliyle ve kalbiyle değil, tümüyle zikr’e adamış olan ve böylece de bâtınî olarak Hakk’a ulaşıp O’nunla tevhide erişmiş olan kimseye aittir” diyor. Gerçek zikrin hakîkatı bu mudur?
AYÖ: Evlâdım, gerçek zikir, bir hâl ehlinin tüm varlığından geride hiçbir şey kalmayıp Allah’da yok olacak şekilde bütün maddî ve manevî güçlerini Allah’da teksif ettiği rûhânî bir hâldir. Böyle bir hâl ehli, eğer bu hâle erişirse, bu takdirde zihnini bu türlü bir noktaya teksif eden özne ile üzerine zihnini teksif etmiş olduğu nesne arasındaki fark doğal olarak kaybolur ve aslen Hakk ile birlik hâlinin keşfine erişir.

: Efendim, İlâhî ilimlerin zevki hepsinde [tüm kâmil insanlarda] aynı mıdır?
AYÖ: Evlâdım, elbette aynı değildir. Tahkîk ehli olan ehlullahda husûle gelen İlâhî ilimlerin zevki, onlardaki idrâk kuvvetlerinin değişik olması bakımından, birinden ötekine farklı olur. İlâhî ilimler aynı bir kaynakdan çıkmakla birlikte bunların Ehlullah’daki zuhuru onların idrâk kuvvetlerine bağlıdır. Başka bir ifade ile söylersem zevkan elde edilen bilgiler, istîdâdların farklılığı dolayısıyla, birbirinden farklı olurlar. Çünkü Ehlullah’ın hepsi de aynı bir mertebede bulunmaz.

: Merak ediyorum; Varlık İlmi bakımından Allah ile Rabb arasında nasıl bir fark vardır?
AYÖ: Rabb, özel bir isim yoluyla tecelli eden Hakk’dır. Halbuki Allah, isimlere uygun olarak ândan âna değişmekten asla hâlî kalmayan Hakk’dır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Mart 2024 Cuma

İbnü’l-Arabî'nin düşünce sistemine dair sohbetler

Ahmed Yüksel Özemre ile Son Sohbet, Necmettin Şahinler’in son kitabı. Kitap önemini, Ahmed Yüksel Özemre’nin vefatından önce irfan hazinesinden biz okurlara ve sevenlerine son kez ikramda bulunmasından kazanıyor.

Özemre fenni başarılarının yanında irfani boyutuyla gönüllerde taht kurmuş bir isim. Hacim olarak ince olmasına rağmen barındırdığı konu bakımından oldukça zengin bir eser. Özemre hasta yatağındayken dahi kendisine lütfedilmiş ilmi paylaşmanın derdinde. Ayrıca Özemre’ye dair de birçok bilgi birinci ağızdan okurlarla buluşturuluyor. Çevirdiği eserleri anlatırken bizi evrensel bir düşünme sistemine yönlendiriyor.

Özemre’nin sohbetlerini bir ders hüviyetine sokan ise sohbet esnasında İbn’ül Arabi’nin düşünce sisteminin irdelenmesi oluyor. Özemre, Şeyhül Ekber’in düşünce dünyasında yer alan kavramları tek tek ele alıyor ve sohbet formunda olduğu için sıkmadan, ayrıntılara boğmadan, ağır terimlere başvurmadan herkesin anlayabileceği bir dille izah ediyor.

Örneğin bir yerde Necmettin Şahinler “Varlık İlmi bakımından Allah ile Rabb arasında nasıl bir fark vardır?” şeklinde bir soru yöneltiyor. Özemre böylesine zor bir soruyu, herkesin anlayabileceği bir dilde şu şekilde yanıtlıyor:

Evladım, Rabb özel bir İsim yoluyla tecelli eden Hakk’dır. Halbuki Allah, İsimlere uygun olarak ândan âna değişmekten asla hâli kalmayan Hakk’dır. Rabb, özel bir İsim ve Sıfat aracılığıyla tayyün etmiş olan Hakk’ın özel bir vechesi olması hasebiyle bir sübûta hâizdir. Buradan da Rabb ile insan arasında çok hususi bir ilişki ortaya çıkmaktadır. O da şu ki insan, ne zaman Allah’a dua ve niyaz etse daima Rabb’ine yönelmek zorundadır. Rahatsız bir insan, Allah’a muğlak ve genel bir tarzda değil fakat Şâfî’nin sabit suretine dua eder. Aynı şekilde İlahi Rahmet’i talep eden bir günahkâr da Gafûr’a yalvarır. Bir şey elde etmek isteyen de Mu’tî ismine niyaz eder. Görülüyor ki bu veya diğer benzer İsimlerin her biri aracılığıyla çağırılan ve tazarrûda bulunulan Allah, özel bir sebeple yalvaran şahsın Rabb’idir. Aynı zamanda Rabb, kendisine yalvaran kimsenin ihtiyaç duyduğu şeyi kendisi aracılığıyla elde ettiği özel bir sıfat ile kayıtlandırılmış olan Zat’tır. Şu halde Rabb, bütün İlahi İsimlerden, Allah’a münacatta bulunduğu zaman insanı harekete geçiren mûcib için en uygun olan İsimdir. İşte bu sebepten ötürüdür ki, Kuran’daki Peygamber dualarına baktığımızda onların çoğunun “Rabb’im” hitabı ile başladığını görmekteyiz. Bu noktadan baktığımızda Rububiyet/Rabb’lık her bir ferdin Allah ile olan gerçek şahsi münasebetine delalet etmektedir.

Şimdi burayı biraz açabiliriz. Gördüğümüz gibi Özemre, bir paragraflık diyalogda dahi bir makale konusu sunmakta okurlara. İbn’ül Arabi düşüncesinde her şey bir mertebeye sahiptir. Rabb’lık da bir mertebedir. Her yaratılan ruh, bir İsmin hükmü altına girmiştir. Hükmü altına girdiği İsim, o yaratılanın Rabbi’dir. Rabb, terbiye eden ve himaye eden anlamlarına gelmektedir. Yani kişinin hükmü altına girdiği İsim, Rabbi olarak onu hem himaye eder hem de terbiye eder. Terbiye, kemalat içindir. Her kul, İsmi doğrultusunda kemal noktasına ilerler. Kafir de olsa bu böyledir. O da küfürde kemale erecektir. Ancak Özemre’nin söylediklerinde şu nokta yanlış anlaşılmamalı: Kişi dua ederken, Rabbim diye dua ettiğinde dua örneğin Şafi ismine ulaşır. Şafi ismi aracılığıyla şifa gelir. Yoksa kişi kendi kafasına göre bir Esma üzerinden belli sayılarda veya düzende istekte bulunamaz. Onun için mürşit izni gerekir. Ama hasta olduğunda dua ederken elbette “Sen Şafi olansın” minvalinde cümleler kurabilir. Özemre işin hakikat boyutunu ele almaktadır. Söyledikleri zahiri boyut değil, mana boyutudur.

Eser gerçekten de İbn’ül Arabi’nin düşünce sistemini anlamak için giriş mahiyeti niteliği taşımakta. Kavramları özümsemek için iyi bir rehber hüviyetinde. Sohbet formunda zuhura gelmesi de anlaşılırlığı daha da kolaylaştırmakta. Ayrıca bir arifin dizinin dibinde oturmuş da sohbetine nail olmuş hissi vermede. Bu kıymetli eserin her okuyucu için bol istifade sunacağını düşünüyorum.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

21 Ekim 2023 Cumartesi

Her kul rahmete muhtaçtır

Mutasavvıflarca Allah rahmetini ilk kez kulunu var ederek göstermiştir. Allah’ın kullarına hayat bahşetmesi, kullarına duyduğu merhametten dolayıdır. Dolayısıyla buradan da Allah’ın rahmetinin engin genişliği ortaya çıkar. Allah’ın Rahman ve Rahim olması, üstelik Kuran’da Tevbe suresi hariç her sureye bu iki esmanın anılarak başlanması da rahmetin göstergesidir. Rahman olması müşrik de olsa bütün kullarına dünyada hayat, nimet bahşetmesidir. Rahim olması ise sadece mümin kullarına ahirette göstereceği merhametin adıdır. İnsan aciz olması hasebiyle daima rahmete muhtaçtır. Dünya hayatını bitirdiğinde günahlarından dolayı çetin sorgudan ve azaptan korkan kul, Allah’ın ona merhamet etmesi için çabalamalıdır. İşte Necmettin Şahinler’in Allah’ın Rahmetini Çeken Gerçekler kitabı müminlere merhamete nail olmaları için bir yol gösterici işleve sahip.

Şahinler eserinde rahmeti çeken gerçekleri on dokuz başlık altında inceliyor. Başlıkları kısaca inceleyerek rahmete giden yollar üzerinde tefekkür edeceğiz. 

Tevbe Gerçeği: Tevbe kulun günah işledikten sonra pişmanlık duyması ve günaha bir daha dönmemek üzere söz vermesidir. Allah, Kuran’ı Kerim’de tevbe eden kullarını bağışlayacağını müjdeler. Bakara suresinde Allah, “Doğrusu Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever” buyurur. Pişmanlık, acziyetin göstergesidir. Özü temiz tutmak da tevbe suyuyla yıkanmaktan geçer.

Salât ü Selam Gerçeği: En güzel salat, Peygamber Efendimiz’e (sav) edilen salattır. Allah, Ahzab suresinde “Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin” buyurur. Rasulullah (sav) birçok hadisinde salavat getirenlerin günahlarının affolunacağını haber verir. 

Besmele Gerçeği: Besmele, yazının başında bahsettiğimiz gibi Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla demektir. Besmele insana her an Allah ile birlikte olma şuurunu kazandırır ve her söylenişinde bu bilincin uyanmasına vesile olur. Ayrıca bir işe başlarken söylendiğinde de Allah rahmetiyle o işi bereketli ve kolay kılar. 

Ehl-i Beyt Gerçeği: Ehl-i Beyt, Peygamberimizin (sav) hane halkıdır. Kuran’da temiz oldukları haber verilmiş ve övülmüştür. Rasulullah’ı takip etmek, onun Ehl-i Beyt’ine muhabbetle gerçekleşir. Peygamberimizin bu konuda hadisi çoktur. Örneğin bir hadisinde “Kızımı Fatıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allah’ın onu ve onu sevenleri cehennemden uzak tutacağı gerçeğidir” buyurmuştur.

Rabıta Gerçeği: Rabıta, kalbi bağlamaktır. Allah ile kalbin arasında kurulan sıkı bağdır. Özelde ise bir kişiyi örnek almak için onun halleriyle hallenmek maksadıyla gerçekleşen işlemdir. Bazı tarikatlarla rabıta önemli yer tutar. Allah, Tövbe suresinde “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun” buyurur. Arifler, doğrular diye kastedilen kişilerdir. Rabıta ile mürid, arifin halini kendisine yansıtmayı amaçlar.

Zikir Gerçeği: Zikir hem belli esmalarla, salavatla, bazen belli sayılarda gerçekleşen ibadetin adıdır hem de Kuran’ın diğer adlarından birisidir. Allah’ı anmak, başlı başına zikirdir. Allah, Ankebut suresinde “Fakat Allah’ı zikir çok daha büyük ve üstündür” demektedir. Kişi zikrettiğinin haline bürünür. Böylece zikir kişinin kalbini dünyadan arındırır, Allah’a tertemiz bir şekilde iletir.

Kalp Gerçeği: Kalp, Allah’ın evidir. Allah bir kudsi hadiste “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” demiştir. Kuran’da da akletmeyenler için “Onların kalbi kördür” buyurmuştur. Böylece kişi Allah’a ancak kalbini temiz tutarak yaklaşabileceğini öğrenmiştir.

İlim Gerçeği: İlim, Allah’ı bilmektir. Bu nedenle Peygamberimiz, İslam’ı tebliğ etmeden önceki dönemi Cahiliye Devri diye adlandırmıştır. Allah’ı bilmek herkese farz olduğu için ilim de farzdır.

Akıl Gerçeği: İnsan aklıyla ilim sahibi olur. Allah’ı bilmesi ilim sahibi olmasıyla mümkün olacağından akıl, kulu rahmete çeken en önemli nimetlerden birisidir. Cahil olmakta ısrar edenler kendilerini sünnete değil, cahiliyeye nispet etmişlerdir.

Aşk Gerçeği: Aşk, Allah’a giden en güzel yoldur. Kişi kalbini dünya sevgisinden arındırdığında kalbinde Allah aşkı doğar. Hz. Muhammed (sav) bir hadisinde “İman, Allah ve Resul’ünün senin için her şeyden daha sevgili olmasıdır” buyurmuştur.

Gece Gerçeği: Gece ibadet etmek isteyen müminler için bir fırsattır. Gece dünyanın telaşı, iç güç derdi durmuş, kişi kendisiyle yalnız kalmıştır. Nitekim Kuran Kadir Gecesinde nazil olmuş, Miraç gece gerçekleşmiştir.

Ölüm Gerçeği: Ölüm, kişinin akıbetinin belli olacağı ve sonsuz hayata başlayacağı kapının adıdır. Kişi ölüm bilinciyle Allah’ı bir an dahi unutmaz, tefekkür ve ibadetle kalan hayatını takvalı geçirmeye çalışır.

Sabır Gerçeği: Sabır, Allah’tan razı olmanın yoludur. Ancak Allah’tan razı olanlar mutlak manada tevekkül gösterebilir. Hz. Yakup “Artık bana düşen güzel bir sabırdır” diyerek başına gelenin Allah’tan olduğunu göstermiş ve tevekküle sığınmıştır.

Dua Gerçeği: Dua, kulun Allah’a yakarması, acziyetini sergilemesidir. Allah, “Duanız olmasa ne öneminiz var” buyurarak duanın ne kadar büyük ve önemli bir ibadet olduğunu açıklamıştır. Peygamberimiz duaların geri çevrilmeyeceğini müjdelemiştir.

Tebliğ Gerçeği: Tebliğ, Allah’ın kullarına duyduğu rahmeti gösteren en önemli olaylardandır. Allah, Peygamberlerinin tebliği ile kullarını kendisinden ve dininden haberdar etmiş, onların cahil kalmalarının önüne geçmiş, yolu göstererek cenneti ve rızayı tarif etmiştir.

Şefaat Gerçeği: Şefaat, Peygamberimizin ve Allah’ın izin verdiği özel kulların günahkar müminler için Allah’tan af dilemesidir. Şefaat, müminler için en büyük müjdelerden biridir. Peygamberimiz bir hadisinde “Cehennemde bir mümin bile kalsa ben razı olmam” demiştir.

Kader Gerçeği: Kader, Allah’ın olacakları ve olmuşları ezeli ve sonsuz ilmi ile bilip takdir etmesidir. Mümin kader inancı ile Allah’a tevekkül eder, hikmet bilgisiyle isyan etmez.

Rüya Gerçeği: Rüya, İmam Gazali’nin tanımıyla kula lehv-i mahfuz kitabının açılmasıdır. Kişi rüya ile hakikate dair işaret alır. Ehline tabir ettirerek de nimetlenmiş olur.

Sahabe Gerçeği: Sahabe, Peygamber Efendimiz’i görmüş, onun nurundan feyizlenmiş kişilerdir. Peygamberimiz “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tutunsanız sizi kurtarır” demiş, sahabenin müminler için önemini belirtmiştir.

Müminler dünya yolculuğunda düşe kalka ilerlerken Allah’ın rahmeti onları düştükleri yerden kaldırır. O nedenle her kul tevbeye, rahmete muhtaçtır. Necmettin Şahinler ilmini cömertçe bizlerle paylaşıyor ve rahmete ulaşmak için adeta kalbimize rehberlik ediyor.

Allah cümlemizi merhametiyle kuşatsın.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

18 Ağustos 2023 Cuma

Tevhid temsilcileri şirk odaklarıyla nasıl mücadele etti?

"Hakk’ı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur
Aşk oduna yanıkların eğlencesi tevhîd olur."

- Niyâzî-i Mısrî

Tüm peygamberlerin en büyük hedefi, hitap ettikleri topluluklardan şirki uzaklaştırmak ve giderek şirkin üzerini tamamen örtmek olmuştur. Peygamberlerin yolunu takip eden ve halk dilinde "Allah dostları" olarak bilinen evliyaların, kâmil kimselerin, velilerin hedefi de esasında insanların gönüllerindeki putları bir bir devirmek olmuştur. Bu putlar devrilmeden insanın hakikat yürüyüşünü yapması, tonlarca ağırlıkta yükü omuzlayıp dimdik ve upuzun bir yokuşu çıkmaya benzer.

Yeryüzünde hakikatin ayan beyan ortaya çıkması -aslında o hep ortadadır da kafa gözüyle değil, kalp gözüyle görülür- için tevhid ehli, şirk düzeninin temsilcileriyle daimi bir mücadele hâlindedir. Bu mücadelenin ne zaman başladığını ve ne şekilde sürdüğünü anlayabilmek için sık sık kitaplara başvurmak durumundayız. Sadece okuyup geçmek ya da bilgiyle donanma yanılsamasına düşmek için değil, bugüne dair hakiki bir bakış atabilmek ve önce kendimize, sonra da çevremize dokunabilmek gayesiyle bir eylem planı oluşturmak için. Necmettin Şahinler'in güzide kaleminden çıkan Tevhidin Karakteri, bu plan dairesinde bize şirki yeniden hatırlatıyor.

Sözlük anlamıyla şirk, "Allah’a eş ve ortak koşma, ortak isnat etme" anlamına geliyor. Bu anlamda şirkin zıddı olarak aklımıza tevhid geliyor. Hemen Hüdâyî sultanın dizelerini de hatırlayalım: Sakın nefse inanma / kendini bildim sanma / şirk ateşine yanma / tevhîde gel tevhîde. Görünür şirkin dışında bir de şirk-i hafî olarak bilinen gizli şirk var: Allah’ın birliğine inandığı halde farkına varmaksızın davranış veya düşüncesinde Allah’a eş ve ortak koşma. Burada hemen Necmettin hocanın yazdıklarına kulak verelim: "Açık şirki tespit etmek kolaydır ama gizli şirk, Allah'ın tasarruflarına kafa tutmak ve Allah'tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemek olduğu için insanın iç dünyasında kolaylıkla yer bulabilir, rahatlıkla saklanabilir hatta insanın kendisi bile bunun farkında olmayabilir. Bu yüzden Hz. Peygamber, ümmeti adına açık şirkten değil, daha çok gizli şirkten endişe duymuş ve bunu da birçok sözünde -riyâyı merkez alarak- tekrarlamıştır. Riyâ, Allah'a giden yola en amansız pusuyu kuran ve dini içinden yıkarak insanlığı karmaya ve onursuzluğa mahkûm eden bir karanlıktır."

Birkaç şeyi bir araya getirip bir yapma, birleştirme, Allah’ın birliğine inanma, bir ve tek olduğunu kabul edip söyleme, “Lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme, zikretme gibi anlamlara gelen tevhid, Hakk'ın iradesini yaşadığımız hayata olduğu gibi yansıtmaktır. Şirk, işte tam da burada devreye girer. Şirkin temsilcileri, Hakk'ın egemenliğini, kudretini, yetkilerini -haşa- kullandıklarını iddia ederek, yine tüm bunları paylaşmaya kalkanlardır. Şirkin ne olduğu üzerine düşünüp okurken, şirkin temsilcilerini iyi bilmenin önemi de burada yatıyor. Zira onlar, Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak çağrısı olan tevhidle mücadele etmeyi kendilerine birincil esas kabul etmişlerdir. Dolayısıyla insanların, insan olma, hakikati bulma gayretleri karşısındaki en büyük engel de yine onlar olmuşlardır. Şahinler burada şunları dile getiriyor: "Tevhid, Allah'a teslimiyetin adıdır ve dinin amacıdır veya başka bir deyişle dinin kendisidir. Buna karşı çıkan şirk de bir hayat görüşü, bir inanç olup o da bir dindir. Bütün kavgalar ilahî vahyin toplamı olarak indirilen din ile bu vahyin kurmak istediği yapıya alternatif olarak üretilen, uydurulan din arasındadır."

Tevhidin Karakteri'nde Hz. Nûh'un, Hz. Hûd'un, Hz. Sâlih'in, Hz. İbrâhim'in, Lût peygamberin, Hz. Şuayb'ın, Hz. Mûsâ'nın, Hz. Süleymân'ın, Hz. Îsâ'nın ve Fahr-i Âlem Efendimiz'in şirke karşı nasıl mücadele ettikleri Kur'an'dan ayetler eşliğinde ve hadiseleri günümüzde nasıl yorumlamamız gerektiğine dair bir üslupla ortaya konuyor. Necmettin Şahinler'in şu sözleri, bu mücadelenin hem batıni hem de zahiri yönünü anlamamız açısından bir ipucu özelliği taşıyor: "İlk masumiyet döneminde insan, kötülüğün varlığından ve dolayısıyla eylem ve davranışları için var olan sayısız imkân arasında her an bir seçim yapma gerekliliğinden haberdar değildi. Ne zaman ki insanda, Allah'ın buyruğuna karşı bir itaatsizlik eylemi gelişti, işte bu durağan tutum bir anda değişti. Böylece insan, eğriyi doğruyu ayırt edebilme ve dolayısıyla hayatta tutacağı yolu seçebilme yeteneğine sahip bir kişiliğe dönüştü. Gerçek olan şu ki; bu dönüşüm insanın kaderidir ve kıyâmet gününe kadar kardeşlik ve dostluklar gibi sürtüşme ve düşmanlıklar da dünya hayatının bir parçası olarak sürüp gidecektir."

"" süpürgesini elimizden hiç düşürmeden gönül evimizi temizlemeyi sürdürmeli, orayı tez vakitte ve en hayırlısıyla "İllallah" sarayına dönüştürmeliyiz. Bunun için de tevhidi bilmekle kalmayıp yaşamış muvahhidlerin hayatlarından da her fırsatta feyz almalıyız. Sanılmasın ki yeryüzü mekânlarında sadece şirk odakları kol geziyor. Tevhid temsilcilerinin Hakk'ın lâmekân kudretinden hisseyâb olduğu asla unutulmamalı...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Aralık 2022 Çarşamba

Bir kökün var, haberin var mı?

"Basîret gözünü açsın hakîkat nazarla baksın
Görsün ol ki nice dolmuş cihâna delâlet-i Dost."

- Eşrefoğlu Rûmî

İtminan, maalesef ki dilimize pek uğramayan bir kelime. Acaba gönlümüzde olmadığından mı? İnsanın gönlünde olan dilinde olur zira. İtminan; emin olma, emniyet demek. İkinci anlamıysa iç huzûru, gönül rahatlığı, tatmin olmuşluk hâli. Böyle bir hâli yakalayıp da bir insan kaybetmek istemez herhalde. Bundan olsa gerek, tasavvufta nefs-i mutmainne durağına ulaşan için geri dönüş yoktur derler. Kalp bir kere Hakk'la huzur bulduğunda, dünya artık ayakların altındadır. Böylesi bir insan kaderinden razıdır, kaderi de ondan razıdır şüphesiz. Artık tam manasıyla iman etmiştir kaderine. Ne demiş büyükler? Kadere iman eden, kederden emin olur.

Rahmân suresi, "Arûsü'l-Kur'an" olarak anılır, yani Kur'ân'ın gelini. Sırrına vakıf olanlara marifet ehli denir. Çünkü içinde irfani boyut açısından son derece zengin hazineler saklı. O, isteyene değil, istediğine açıyor bu sıraları. Ama varoluşunun anlamını arayan, varlığının özünü keşfetmek için çabalamak isteyenler de işte bu ihtimale tutunarak okurlarsa, onlara da sırların açılmayacağı ne malum? İnsan ihtimaldir. Eskiler bir şeyi taşıyabilme, bir şeye tahammül edebilme anlamında da kullanmışlardır ihtimali. Varlığını hakkıyla taşımak isteyeni, varlığın sahibi gıdasız bırakır mı? Giderek köksüzleşen, manevi hiçbir adım atamayan, içindeki boşluğa anlam veremeyen, boğulan, debelenen, yolunu kaybeden kimseler için pek nazlı bir sure, Rahmân suresi. Bir yönüyle de O'nun Zü'l-Celâli ve'l-ikram ismini hatırlatıyor, yani ikramını celâl perdesi altından yapıyor. Mesela, bu surede otuz bir defa tekrarlanan bir ayet var. Yaşadığımız çağın hazıra konmaya meraklı, diline şikayeti dolamış ve kendinden başka can sahibi tanımayan insanını pek güzel sarsıyor, kendine getiriyor: "Artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?"

Her şey önümüzde akıp gidiyor, her şey yanı başımızda olup bitiyor. Bir bakış tutturmuşuz gidiyoruz. Necmettin Şahinler hoca, "bak ama gör" diyor taliplere Varoluş Kokusu kitabında. Rahmân suresi kendi sinesinde nasıl yer bulduysa öyle anlatıyor. Tatlı dil, okuyucuyu Rahmân'ın nefesiyle buluşturuyor. Gün gelsin de kendi kitabını (ahvalini, hâlini, nefsini, vaziyetini) okuyabilsin diye. Zira: "İnsan’da mânâsı, nisbeti, karşılığı, sıfatı olmayan hiçbir ayet Kur’ân’da yoktur! Bu nedenle ‘Kur’an ve insan ikiz kardeştir’ denilmiştir."

Necmettin hocanın okurlarıyla Rahmân suresi üzerine bir sohbetine tanıklık ediyoruz kitap boyunca. Zaten hocanın gıpta edilesi, takdire şayan bir özelliği bu. Hiçbir şeyi dikte etmeden, hani o sürekli maruz kaldığımız; yüksek ses, parmak kaldırarak, tehdit gibi cümlelerle bir anlatıcılık asla yapmıyor. Nasıl yapsın ki o kimleri gördü, sonra o görülenler başka kimleri gördü... Varoluş Kokusu'nun ilk bölümünde Rahmân suresi yorumlanırken karşımıza çok önemli, üzerinde düşünmemiz gereken konular çıkıyor: Rahmân ve Rahim isimlerinin özellikleri, ölçülü ve dengeli yaşamak, marifet ilmine talip olmak, gayret etmek fakat nasibe rıza göstermek, dünyanın fâni oluşunu yalnız cenaze olduğunda hatırlamamak, emaneti taşırken yoldaşına dikkat etmek, ikrâmların celâl perdesi altından yapılabileceğinin farkında olmak, sorgudan kaçmanın mümkün olmadığını bilmek, hayata yumuşak bir nazarla bakmak ve böylece hayatı nazikleştirmek, 'seyir var seyir içinde' misali tecelliler karşısında anlam ve işaret aramak, sezmek, idrak etmek ve nihayet kabı doldurmak. Bu bölümdeki tüm yazıları, özellikle Rahmân ve Rahîm isimlerini iyi bilerek okumak gerektiğini düşünüyorum:

"Allah'ın rahmet tecellîsinin iki yönü vardır. Birine 'Rahmet-i imtinân' yani 'karşılıksız ihsân rahmeti', diğerine ise 'Rahmet-i vücûb' yani 'gereklilik rahmeti' adı verilir. Rahmet-i imtinân, herhangi bir amelin/eylemin karşılığı olmaksızın lutuf ve ihsân edilen rahmettir. Rahmet-i vücûb ise belirli bir amel/eylem karşılığı olarak gerekli kılınan rahmettir. Bunlardan ilki 'Rahmân' adına, ikincisi ise 'Rahîm' adına karşılık gelir. Daha net bir anlatımla; Allah herhangi bir amel karşılığı olmaksızın lutf ve ihsân ettiği Rahmet'ini Rahmân adı altında icrâ eder. Buna karşılık belirli bir amel için icrâ etmesi vâcib yani gerekli olan Rahmet'ini de Rahîm adı altında izhâr eder. İkinci kategorideki Rahmet fiili, -bütün eşyaya vücûd bahşetmekten ibaret olan- birinci kategorideki Rahmet'in çok özel bir hâli olduğundan Rahîm ismi Rahmân isminin içindedir."

Varoluş Kokusu'nun ikinci bölümü, 'Bir Bilene Sormak' başlığını taşıyor. Gecenin insanın kendine ve Rabbine dönmesindeki yeri, orta yolu izleme tavsiyesinden ne anlamak gerektiği, her gün pek çok defa 'Allah'tan başka ilah yoktur' dememize rağmen neden kendimize putlar yarattığımız ve sonra bunları yok etmekle ömür tükettiğimiz, yalanın insanın helak olmasına yetmesi, ayetlerin irfanî yönüne kapalı olmak, eşlerin ve çocukların dünya hayatını güzelleştirmesindeki önemi, sonsuzla buluşmanın ve sonsuzla yaşamanın ne olduğu, hayatı dua kılmanın ne anlama geldiği gibi son derece güzel konular var bu bölümde. Her bir konu, farklı okumalar yapmanıza ve dünyaya artık, yeni pencerelerden bakabilmenize imkân sağlıyor. Hatta okur-yazarlar için şunu da söyleyebilirim: Necmettin hocayı okuyup da eline kâğıdı almamak mümkün değil. Göğsünüz güzel duygularla dolunca, başkalarıyla da paylaşmak, hiç değilse kendinizi ilim ve irfan anlamında geliştirmek için yazmak, tekrar yazmak ve okumak istiyorsunuz.

Dost meclislerinde sohbet ederken, duanın giderek hayatımızdan çıkmasından konuşmuştuk bir keresinde. Çünkü bize duanın bir ibadet, hem de çok önemli bir ibadet olduğunu söylemediler. Bunu ancak kitaplar ve insanlar arasında dolanarak, ter ve gözyaşı akıtarak öğrenebildik. Buna da şükür demeliyiz ancak şunu da unutmamalıyız: dua etmeden, talebini bildirmeden, acziyetinin farkında olmadan, mağlup oldum, yenildim diyemeden, kulluk mührümüzü kendi üzerimize vuramıyoruz. Böyle olunca da kendimizi, yaratıcımıza sevdiremiyoruz. Sadece bu kadar değil, ruhumuz kök salamıyor sonsuza. Gidecek olmanın bilinci, bu dünyayı güzelleştirme gayreti eksik kalıyor. Hâliyle anlamsız, boşluk dolu günler geçip gidiyor. Dua mühim, çok mühim, olmazsa olmaz. Necmettin Şahinler de bu konuda şöyle söylüyor:

"Dua, sadece sözden ibaret değildir; sözün yanında fiili/eylem boyutunun da var olduğu unutulmamalıdır. Bütün iş ve hareketler, bütün oluşlar birer duadır. Bu anlamda hayat, cansız varlıklardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan insanlara ve oradan da Allah'a uzanan muhteşem bir dua zinciri oluşturur. Bu anlayışı Kur'ân'ın birçok ayetinde yakalamamız mümkündür: 'Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O'nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır; O'nun yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur. Ne var ki siz onların yücelemelerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz! Yine de, hem çok bağışlayıcı, hem de hâlim olan O'dur!'"

Biz çok büyük manevi annelerin ve babaların evlatlarıyız. Dünyaya gelişimiz yalnız nüfus cüzdanımızda yazan tarihten ve maddi annelerimiz, babalarımızdan ibaret değil. Kaldı ki eskiden hüviyet cüzdanı deniyordu; kökü Hüve, yani O, yani Allah. Dilimizin köküne sarılmadıkça, kendi kökümüzün de gerçekliğinden uzaklaşıyoruz böylece. Ne diyelim? Eşrefoğlu Rûmî'nin sözüne kulak verelim: "Eşrefoğlu rumi'ye sorar isen Dost kandedir / diye yir gök Arş u Kürs dopdoludur hep areler."

Yağız Gönüler

19 Aralık 2022 Pazartesi

Dalgadan deniz çıkarmanın hikâyesi

"Eyin kişi yol alamaz maksûdunu hergîz bulamaz
Bekle me'ârif kapusun yüz göstere irfân sana
Dünyâ ile ukbâyı ko ûlâ ile uhrâyı ko
Var ol kuru sevdâyı ko matlab yeter Sübhân sana
Cândan taleb kıl yârini ver cânı bul dîdârını
Yok eyle kendi vârını kim var ola cânân sana.
"
- Niyâzî-i Mısrî

Kehf suresi, ilm-i ledünü yani tasavvufu derinlemesine öğrenmek için eşikteki okuru kapıdan içeriye alır. Bak der, evvela teslimiyet, sonra muhabbet, nihayet sıddıkiyet. Bunlarda sabit kadem olursan marifet sana yüzünü gösterir. Vakti gelir; gönlüne damla damla akmaya başlar o bâtın ilmi. Derken bazı kurallar apaçık kendini belli eder. Susmak, soru sormamak ve idrakin yetmedi diye reddetmemek. Musa ile Hızır'ın hikayesidir bu. Ve bu hikaye bize temelde şunu söyler:

İnsanoğluna daima bir yardımcı lazımdır. Kimi buna rehber der, kimi bilge, kimi dost. Ama mutlaka bir yardımcı lazımdır. Kişiye ayna olacak, onu irşad edecek, doğruyu yanlışı ayırt etme konusunda iç açacak, yük alacak, dünya sıkıntısını hafifletecek bir yardımcı şarttır. O yardımcıda Hakk'ı görebildin mi, mutmain bir kalbe erişme yolundasın demektir. Sonra dönüş yoktur, ikramlar vardır. O ikramlar da sen şımarasın, kendinde varlık göresin diye değil, celal ile cemal arasında yaşanan hayatta hakikate olan susuzluğunun farkına vardın diyedir. Öp başına koy, sus ve yola devam et. Sana nasıl Hızır olunduysa sen de Hızır ol. Kainata ve mahlukata hizmet et, kendini gözet.

"Hızır'ı bulmak kolay, Hızır'la yürümekse zordur." der ehl-i irfan. İşte, Necmettin Şahinler hoca da bu zorluğu anlatıyor Hz. Mûsa ile Yürümek adlı kitabında. Ne aradığını bilmeden, bulunanın asla idrak edilemeyeceğini işliyor. "Her insan sahip bulunduğu insanlık bilincini ve bilgiyi kendinden aşağıdakilere aktarmada öğretmen, bu bilinç ve bilgiyi kendinden yukaridakilerden öğrenmede ise öğrencidir." diyerek Ahmed Amiş Efendi'nin mürşidi Kuşadalı İbrahim Halveti'nin şu sözünü akıllara getiriyor: "İndallah (Allah katında) talebe, hocadan üstündür."

İnsan, daima arayan bir varlıktır. Bu, hilkatte belirlenmiş bir yol adabıdır adeta. Dünyaya gelişi, bu anlamda yola girmesidir. Aradıkça yoldadır insan. Ne vakit ki arayışını unutur, yoldan çıkar. Ancak bu uzun sürmez. Ne demiştik, insan daima arar. Dolayısıyla yola belki farkında olarak belki de farkında olmayarak yeniden girer. Bu acizlikler ve noksanlıklar dünyası olan yeryüzü, ona arayışını her zaman hatırlatır. Peki aranan nedir? Elbette "Asl" olandır, "Can Yoldaşı" olandır, "Yâr" olandır, "Dost" olandır. Aranan O'dur. Peki kimler sahiden O'nu arar? "Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur." demiş Ebû'l-Hasan Harakânî. Demek ki aramak da bir nasibin tecellisi. Demek ki o sebeple arayanlar hem hüzne hem şevke sahip. Bulmak istemenin, özlemin hüznü; çalışmanın ve gayrette olmanın şevki. Bu durumda neticenin en azından ne olabileceğinden de bahsetmek gerekiyor. Necmettin hoca bu konuda şunları söylüyor:

"Anlaşılan odur ki, "aramak insanın kaderi ise, bulmak da kaderidir". Çünkü "mürîd Allah'ın murâdıdır" ve bu yolda arayanla aranan beraber yürümektedir. İnsanın izlediği yol, bizzat Allah'ın izlediği yoldur. Kur'ân bu birlikteliğe şöyle değinir: "Şu bir gerçek ki, benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir." [Hûd 11/56]. Belki de iki denizin kavuşum yeri, arayanla arananın buluşma noktasıdır."

Bu yolun sırrı, perdeleri yakmaktır. Perdeler yanmadan hakikat ortaya çıkmayacaktır. Mevlânâ Celâleddîn-i RûmîDîvân-ı Kebîr'inde "Perde yandı mı insan, Hızır hikâyesini de tamamiyle anlar, ledün bilgisini de..." der. Demek ki yolcu, ilm-i ledüne talip olandır aynı zamanda. Çünkü "bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz", yolcuya aşk gerektir evvela. Aşkın ateşiyle yanan için durmak, çilenin ta kendidir. Hikmet bu ya, dergâhlarda çile çıkarmak da fiziken durarak ama manen yürüyerek olur. Talip, durduğu yerde bir yola çıkar, daha doğrusu çıkmış olduğu yolda derinleşir. Tefekkür de bu manada bir yürüyüştür ve hakkıyla yapıldığında ibadetten üstün olarak görülmüştür. İnsan gün içinde bir nebze nimetleri, kainatı, tecellileri düşünse; bundan sonraki günleri daha farklı olacaktır hiç şüphesiz.

Yürümek, insanın kendi içinde kıyametler koparmasıdır. Her aşılan engelin bir neticesi vardır ve bu netice, insanın nefsine dair olan bilgisini genişletmesiyle ilgilidir. Nefs ne kadar bilinirse, Rabb de o kadar bilinecektir. İnsan; kusurlarının farkında olmadan meziyetlerinin, yapabileceklerinin farkında olamaz. Sözü burada Necmettin hocaya bırakmalı:

"Kur'ân iyi tetkik edildiğinde görülür ki, bu büyük ve genel kıyametten başka sayısız küçük kıyametler varlıklar dünyasını doldurmuş bulunmaktadır. Hayat sahnesinde her an milyonlar ve milyonlarca kıyamet gerçekleşmektedir. Kainat bünyesinde bir hiç denecek kadar küçük bir yer tutan insan vücudunda da, her an binlerce kıyamet yaşanmaktadır. Her varlık birçok kıyametlere sahnedir. Fakat her varlık daha büyük bir varlığın sahne olduğu kıyametlerden de biridir. Kıyametler içinde belki de en anlamısı 'Âriflerin Kıyameti'dir. Böyle bir kıyameti ancak 'Ölmeden önce ölmeyi gerçekleştirenler' yaşayabilir. Çünkü onlar beden mülkünün Sultan'ında fenâ bulmuşlar ve 'Rûhâni Emâneti' idrâk etmişlerdir. Artık onların gözünde her şey (izâfi varlık) silinmiş, Kur'ân'ın eşsiz ifadesiyle 'Küllü şey'in hâlikun illâ vecheh' [Kasas 28/88] yani 'Yaratıcı'nın yüzünden başka her şey helâk olacaktır' âyeti onların değişmez zikri olmuştur. Hak âşıklarından Ganiyy-i Muhtefî de bir nefesinde 'Âriflerin Kıyameti'ne şöyle değinir: Bilinenden farklıdır ârifin kıyameti / bir an değil bir ömür sürmekte fehâmeti."

Hz. Mûsâ ile Hızır'ın hikayesi, dalgadan deniz çıkaranların hikâyesidir diyor Necmettin hoca. Denizden dalga çıkarmak mümkündür; atarsınız taşı, avucunuzu gezdirirsiniz, çıkar bir dalga. Ama dalgadan denizler çıkarmak ne kadar mümkündür? Buna ancak iğneyle kuyu kazma sabrına sahip olanlar erişebilir. Öyle anlar vardır ki tahammül bir kenara kaçar, insan en büyük zorluklarla imtihana çekilir. Ama yalnız değildir artık. Bir yoldaşı, yareni, dostu vardır. "Eyvallah" dedikçe ilerleme sürecektir, teslim oldukça rıza kapısı açık kalacak, nasiplerin ardı arkası kesilmeyecektir. Üstelik hikâye de burada bitmeyecektir. Çünkü yol bitmez. Bu andan itibaren yol ancak yürüyenin bilebileceği bir hikâyedir. Yani bilenler söylemez, söyleyenler bilmez...

Yağız Gönüler