14 Şubat 2024, Süheyl Ünver’in vefatının 38. sene-i devriyesiydi. Zamanımız itibariyle aramakla bulmanın mümkün olmayacağı bu mümtaz Türk insanı, Edirnekapı’daki Sakızağacı Mezarlığı’nda sevenlerince yâd edildi. Sosyal medyanın olumlu yanlarından biri de böylesi günlerin kültür-sanat meraklılarınca boş geçilmemesi. Pek çok hesaptan Süheyl Ünver’e dair fotoğraflar, anılar, kitaplar ve alıntılar paylaşıldı. Yeri gelmişken söyleyeyim, bendeniz de bir müddet önce Instagram’da açtığım hesapla (a.suheyl.unver) birlikte kendisinin hatıralarını acizane hatırlatmaya çalışıyorum. Burada gözettiğim bir husus da şu: Süheyl Ünver’den bahsederken onun sevdiği, işaret ettiği, mutlaka başvurulması gerektiğini söylediği isimlerden de bahsetmek gerekiyor. O liste oldukça kabarık ancak birkaçını anmamız lâzım: Kuşadalı İbrâhim Efendi, Ahmed Amiş Efendi, Abdülaziz Mecdi Efendi, Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi, Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey, Akil Muhtar Özden, Rifat Osman, Muallim Cevdet, Osman Nuri Ergin, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Saib Sencer, Necmeddin Okyay, Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmed Yakupoğlu. Şimdi hemen akıllara şu sual gelmeli: Bu fakat farklı alanda, bu kadar farklı insan tanımak, onlardan beslenmek nasıl olabilir? Cevabı Süheyl Bey zamanında şu sözleriyle vermiş aslında: “Bana ‘çok dağıldı’ diyorlar. Bir kere ben meşrebim itibariyle, aynı mevzuda fazla derine inmektense, değişik şeylerle meşgul olmayı tercih ederim.”
Süheyl Bey’in hocalarına olduğu kadar talebelerine, eşyaya olduğu kadar diğer canlılara, memleketine olduğu kadar İstanbul’una, bedenine olduğu kadar ruhuna da vefalı bir şahsiyet olduğunu söylemekte hiç beis yok. Bazı insanların saati böyle kuruluyor ve onlardan “Canım sıkılıyor, bugün acaba ne yapsam, yaşamın tadı yok” gibi cümleler asla işitilmiyor. Neyle ilgileneceğini bilen, ilgilendiği şeye olabildiğince dikkat veren, eser ortaya koyan, üreten ve bilhassa paylaşan insanların üzerinde vefa, tabiri caizse çok şık duruyor. Elbette burada Süheyl Bey’in eşi Müzeyyen Hanım hakkında da birkaç kelam etmek lâzım. Zira Süheyl Bey’in eserlerine, emeklerine bu kadar yoğunlaşabilmesinde hiç şüphe yok ki Müzeyyen Hanım’ın payı var. Bir insan ömrünün saadete dönmesinde hanımın rolü nasıldır diye bir soru sorulsa, Müzeyyen Hanım’ın fedakârlıklarına bakmak yeterli olacaktır. Ahmed Güner Sayar, kendisiyle bir sohbetinden şu anısını aktarmıştı: "Müzeyyen Hanım ‘Ben bir hekimle evlendiğimi zannetmiştim ama Süheyl minyatürist çıktı. Süheyl ebru yapıyor, şair, arşiv yapıyor, defter yapıyor, makale yazıyor, İstanbul mezarlarını dolaşıp her bir mezar taşının ketebelerini okuyor, istinsah ediyor, defterler yazıyor.’ dedi. Süheyl Bey böyle bir insan.”
İlgilendiği her alana olan merakı, beslendiği tüm insanlarda da bir sevgi olarak kendini aşikâr ediyor. Büyük ruhlar, büyük ruhları çekiyor ve netice seyir zevki yüksek bir ömür oluyor. Günümüzde sık sık kullanılan ‘kaliteli zaman’ sözü, ne kadar da sakil duruyor böylesi ömürlerin yanında. Bunca anı ve eser ortadayken bir vefa örneği daha sunmayı çok isterim. Bunun sebebi de bendenizi Süheyl Bey’le buluşturan ‘ortak sevgi’lerden biri olan Ahmed Amiş Efendi’dir. 1900 yılında Süheyl Bey henüz iki yaşındayken babası Mustafa Enver Bey eşi Safiye Hanım’la birlikte onu alıp Ahmed Amiş Efendi’ye götürüyorlar. Burada ebeveynlerin muradı bir büyüğün duasını almak. Süheyl Bey hazretin elini öpüyor ve Amiş Efendi iki mühim sözü şahitlerin huzurunda tarihe armağan ediyor. “Bu çocuk büyür gider, beni unutmaz” ilk sözü. “Bu çocuk hayatta bir gün pişman olmaz” ise ikinci sözü. Süheyl Ünver’in hayatını ciddiyetle incelediğimizde hemen fark edebiliriz ki her sohbetinde konuyu Amiş Efendi’ye getirebiliyor. Onu, sözlerini ve tasavvufî meşrebini çok önemsiyor. Diğer yandan Süheyl Ünver, yaptığı hiçbir şeyden pişmanlık duymuyor. Çünkü memleketine en büyük hizmeti sürekli çalışarak, daima çalışarak veriyor. Bugün Ünver’in eserlerinden, yazdıklarından yararlanmadan bir İstanbul tarihi meydana çıkarmak mümkün değil. Üstelik bunun bir de Konya’sı, Bursa’sı, Edirne’si, Kütahya’sı var. Orta Anadolu’su, İran’ı, Irak’ı, Mısır’ı var. Ve daha kim bilir neler var. Tüm bunların ardında da fevkalade önemli bir hassasiyet var: “Ben kimseyi bilmem. Fakat ben bu dünyaya bir rü’ya görmeğe getirildim. Fakat bunu ebedi uykumuza bırakamam. Dünyanın malı dünyada kalır. Bir zaman gelecek benim gördüklerimi, bildiklerimi, duyduklarımı kimse göremeyecek, bilemeyecek ve duyamayacak. O halde onları tesbite mecburum. Onları anmaları beni ebedi hayata erdirecek ama denecek ki bu bir hakikat değil, hayal. Size şunu söyleyeyim. Bu dünyada hayal dediğimiz hakikattir. Hakikatler de hayal olacaktır. Madem ki hakikatler hayal olacak, bırakın benim hayallerim kâğıt, defterler, yazılar arasında hakikat olsun.” (23.IV.1982)
Gelelim bunca çeşitliliğin ardından Süheyl Ünver’in Kırkambar’ına. Bu ismi kendisi evvela babasının arkadaşı Ahmet Midhat Efendi’nin Kırk Ambar’ıyla zihnine kazımış. Sonra da velinimetim dediği Ressam Ali Rıza Bey’in içinde her şey bulunmasından kinaye Kırk Ambar dediği cep defterleriyle görmüş. Çeşitli mühim konuları küçük küçük içine alan, el yazması veya basılı mecmulara kırk ambar deniyor. Süheyl Bey, 1972’de Türk Ev Kadınları Kültür Derneği tarafından neşredilen Kırk Ambar’ındaki gayeyi şöyle anlatıyor: “Eğer dokuz asırlık ana vatanımızda umumi Türk tarihimizin Selçuk, Beylikler ve Osmanlı ve hattâ Cumhuriyet devrimizde herkes düşündüklerini, gördüklerini ve okuduklarını kaydetseydi bugün kültür tarihimiz ne kadar zenginlerdi. Maalesef bu yapılmamıştır. Ama yapılmadı diye küsüp oturmak da câiz değildir. Elbette bu arada nadir bile olsa kaydolmayanlardan neler vardır ve bunlar emin olunuz ki arandığı nisbette bulunacaktır. Aynı zamanda unutmamalı ki aranmazsa bir şey yoktur.”
Hem moralimizi yükseltmek hem de milli hasletlerimizi yeniden hatırlamak maksadıyla Kırkambar türü yayınlara ihtiyacımızın büyük olduğunu dile getirmiş Ünver. Kapak resminin Kanûnî Sultan Süleyman dönemi sernakkaşı Kara Memi’den mülhem “Karamemivâri” bir üslupla Süheyl Bey tarafından resmedildiği bu tadı damakta kalan kitaptan gelişigüzel birkaç paragraf aktarıp yazımı sonlandırıyorum. Bu vesileyle Süheyl Bey’i sevgiyle yâd ediyorum.
- Çiçekler, her mahlûkun bir başkanı var, bizim niye olmasın, biz de kendimize bir baş seçelim demişler. Toplanmışlar. Gülü kendimize kral seçelim diyen bir üyeye: Onu seçemeyiz, zira çok açılıp saçılıyor denmiş. Nilüferi seçelim teklifi yapılmış. Lâkin bir diğer üye: O akşam olunca kapanıyor ve suyun derinliğine gömülüyor. Orada ne yapıyor, bilemeyiz. Ama ismetinden şüphe ediyoruz diyince ondan da vazgeçmişler. Böylece daha bir çok çiçek sıralanmış. Ekseriyeti kazanamamışlar. Nihayet en güzel kokan çeşitli muhtelif isimlerde çiçek olarak (filya ve zerren emsalinden) nergisi kendilerine kral seçmişler. Bu çiçeği peygamberimiz de sever ve faidesini söyler.
- Üsküdar'da Selim Ağa Kütüphanesi No:569'da Mevlanâ Celâleddin Rumî'nin (Yedi Meclis) diye farsça bir eseri var. Büyük zâte meclûb olanlarca vaazlarından toplanarak vücûda getirilmiştir. Bu eseri dilimize Rizeli kitapçı Hulûsi Bey çevirmiştir. Bize verdiği notlardan göz hakkında şu sözlerini birlikte dinleyelim: - İnsan dedikleri gözden ibârettir. Ondan başkası et ve posttur. Açık bir göz vücudun en hayırlı uzvudur. - Güneşin nûru göze faide vermez. Fakat açık olan göz, güneşin parlak nûruyla imtizac edince o da aynı cinsten olur. Zira nur nûrun ardına koşar. Göz yüz bin şey de görse kendi cinsinden olmayan düşüp kalkmaz. - Kâinatı dolaşan güneş, ziyadan gözü kamaşan yarasa kuşu için kendini gizleyemez. - Para ve mal gözü kulağı sihir edip kandıran bir şeydir. Nitekim ilim ve hüner sâyesinde kılı kıldan ayırmağa kadir olan kadıların gözünü mal ve servet tamâı bağladığından gün gibi meydanda olan zalimi ve mazlumu farketmezler. - Zâhid ne yapayım diye âh eder. Ârif hakkın ne yapacağını gözler.
- Orta zamanda Buharalı İbn Sina'mızın muasırı ve birbirleriyle mektuplaşan mütefekkir ve fâzıl bir âlim vardır. Ebu Sait Ebül Hayr. Bu dünyada bin ay, yani 83 yıl 4 ay yaşamıştır. Onun şu meşhur sözlerini nakl edeyim: - Cennetde rıdvandan murad akıldır. Gönül cennetinin kapıcısıdır. - Sana her ne vâki' olursa hâtırının kararını bozma. - Her kim istedi buldu. Her kim ister bulur.
- Ressam Ali Rıza Bey hocamın defterinden: Nâkisler ile etme sakın beyhude ülfet / şol rütbe sefâdır bilene kûşe-yi uzlet / eshab-ı hüner aç u susuz kalması yeğdir / bir lokma için eylemeden herkese minnet.
- Bursa’da Muhyiddin isminde bilâhere “Üftade” diye anılan bir mübarek veli vardır. Üsküdar’da gömülü Aziz Mahmud Hüdai efendinin de mürşididir. Üftade’nin sesi pek güzeldir. Bursa Ulu Camii’nde para almayan -fahri- müezzindir. Lâkin maddî sıkıntısı olduğu duyulur. Gizlice ona vakıflar idaresi hizmetine mukabil para tahsis eder. Fakat bunu gidip almayınca idare ona gönderir. Bundan önce ezan okurken güzel sesini dinlemek için kuşlar gelir, başı etrafında döne döne uçarlarmış. Lâkin parayı kabul ettikten sonra, okuduğu ezanlar esnasında artık kuşlar başı etrafında uçmuyor. Rüyasında da bunların sebebini anlamış ve demiş ki: “Ben vakıflardan para aldım, kuşların bana küskünlüğü bundan oldu”. Bütün ihtiyacına rağmen vakıfların tahsis ettiği bu parayı geri gönderiyor. Ondan sonra kendisine Üftade lâkabı takılmıştır. Zamanında vakıfdan haksız ve yersiz para almanın çok veballi olduğuna bunun gibi misaller az değildir. Bu onlardan biridir.
- Eskiden cemiyetimizin kendi aralarında bilhassa yaşlılarla gençlerin birlikte toplandıkları zamanlarda tecrübeli kadınların lâf esnasında söylediklerinden: Sahan tıkırtısı, esvab hışırtısı, para şıkırtısı gönlü ferahlatır. Yağmur şakırtısı, koca dırıltısı, çocuk zırıltısı gönül azabıdır.
- Hâfız-ı Şirâzi’nin üzerinde çok durulan çok önemli bir divanı vardır. Bunu mûtad sıra tahsillerinden sonra husûsî tetebbû’larla kendisini mükemmel yetiştiren Tırnavalı ve felsefe lügatı yazarı İsmail Fennî Bey mükemmel Farsçasıyla dilimize çevirmiştir. Birkaçını beraber okuyalım: - Ne Hızr’ın ömrü, ne de İskender’in mülkü kalır. Denî dünya hevesi için geçimsizliklerden vazgeç! – Aşk mahallesine kılavuzsuz ayak basma. Zira bu yolda bir kılavuza erişmeyen kimse kaybolmuştur. - Âfiyet köşesi insanın kendi sarayı gibi evindedir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf