Ahmed Güner Sayar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmed Güner Sayar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mayıs 2024 Cuma

“Çıkar nâlîni, pîşinde duran Vâdî-i Eymen’dir”

Yazıya başlık olarak seçtiğim dize, 19 Mayıs sene 1337’de [1921], Süheyl Ünver’e gönderilmiş bir manzum davetiyedendir. “” adına ve “Süheyl’e” ithafına sahip şiirin bu dizesi, Süheyl Bey’in artık insan-Allah ilişkisine dair tüm soru(n)larına çözüm bulacağının da bir işaretidir. İşaret, ömrü siyaset - ticaret - velayet üçgeninde geçmiş; fevkalade bir şair, müstesna bir âlim ve sadrında nice hikmetlerin asılı durduğu bir mürşid-i kâmil olan Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Efendi’ye aittir. İlk dizesinde Taha Suresi’ne atıfla yol açan Mecdî Efendi, şiirinin son kıtasındaki bir başka dizeyle de Süheyl Bey’i fizik müşkülatından kurtarıp metafizik iklime çağırır: “Yemendir sanma meclâsı Süheyl-i kalb-i Mecdî’dir.

Mecdî Efendi’nin talebe çevresi münevverlerle doludur. Bilhassa tabipler, edipler, irfan sahibi kimselerle çevrili olan bu muhitin seyr ü sülük metodunu da Kuşadalı İbrahim Halvetî belirlemiş, Ahmed Amiş Efendi keskinleştirmiştir: sohbet. Amiş Efendi’nin “Biz tarikatı kaldırdık, yerine sohbeti koyduk. Bizi sevenler sohbette bulunanlardır” sözü, esasında bir başka sözünün de şerhidir. O, “Mücâhedâtın bir kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkîsini de ben ref ettim” diyerek bundan sonra feyzi tekkelerde değil, sadece ve sadece sohbette aramak gerektiğine dair de son sözü() söylemiştir. Esasında Amiş Efendi’nin ilk okuyuşta anlaması güç, pek çok sözü vardır. “Tekkelerden feyz kalktı”, “Vahdet çeşmesi Halvetîlerde ve Kâdirîlerdedir, geri kalanında bir şey yoktur”, “Sermayemiz kuru muhabbettir. Ya bunun sulusu olur mu? Olur a! Tekke şeyhlerinin muhabbeti.” sözleri bunlardan sadece birkaçı. Ancak cumhuriyet devri ve sonrası Türk tasavvuf tarihi iyi çözümlenmek istiyorsa, bu sözlerin altı çizilip metafiziğin rasyonalizasyonu gözetilerek akıl-kalp çizgisinden çıkmadan yorumlanmalı. Amiş Efendi’nin içinde bulunduğu Halvetî-Şâbânî yolunun Kuşadaviyye şubesi; merkezine muhabbeti almasıyla, giyim-kuşam gibi zahirî usullerle riyazet ve erbain gibi batınî usulleri çizgi dışı bırakmasıyla meşhurdur. Bu sebeple de tasavvufta “melâmî mesleğini” benimsemiş bir niteliğe sahiptir. Ancak Amiş Efendi’nin yasaklaması üzere bu yolun dervişlerinin ağzından “Melamet” sözü dahi işitilmez. Ehline malumdur ki olması gereken de budur.

Fatih Sultan Mehmed’in türbesini bekleyen son derece sırlı zâtlardan biri olan Niğdeli Bekir Efendi, bu kutlu vazifeyi Amiş Efendi’ye bıraktıktan sonra, Amiş Efendi de “Fatih türbedârı” olarak bilinir. 113 yıla ulaşmış ömründe iki elin parmaklarını geçmeyecek bir mürit halkası vardır ancak bu da niceliğin değiş niteliğin kıymetini bizlere gösterir. Zira bu halkada Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi, Evrenoszâde Sâmi Bey, İsmail Fenni Ertuğrul, Babanzâde Ahmed Naim, Hüseyin Avni Konukman, Yozgatlı Yusuf Bahri Nefesli, Abdülaziz Mecdî Tolun, İsmail Saib Sencer, Bursalı Mehmed Tâhir, Ahmed Avni Konuk gibi isimler vardır. Söz buraya gelmişken, Yozgatlı Yusuf Bahri Efendi’nin, Ahmed Güner Sayar’ın babası Abbas Sayar’ın kayınpederi olduğunu da belirtmem gerekiyor. Zira Ahmed Güner Sayar hocanın yazdığı kitapların ekseriyetinde bu ilişkinin büyük bir rolü olduğu ortadadır: Sahhaf Raif Yelkenci, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmed Âkif Ersoy, Şeyh Bedreddin, A. Süheyl Ünver'le Sohbetler ve nihayet kavuştuğumuz Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun. Kitaplar ve insanlar arası ilişkiyi daha iyi anlamamız için şu güzide hatırayı da hocadan nakletmeliyim: “Rahmetli dedem Yusuf Bahri [Nefesli] Efendi, daha ilkokul günlerimde, bana Kur’an okumayı öğretmiş, Kur’an’ı yüzünden okumayı tamamladıktan sonra onunla birlikte, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi’sinden Abdülbâki Gölpınarlı’nın yaptığı seçmeleri içeren bir kitabın okunmasına geçmiştik. Mesnevi okumalarından biraz yol almıştık ki dedem, rahmet-i rahmana kavuştu. Ben de 12 yaşımda yetim kaldım. Dedem bana, tılsımlı bir isim bırakmıştı. Bu isim, kendisinin sohbet mürşidi, Fatih’in Türbesi’ni bekleyen Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi idi. Bu zât hakkında dedemden şunu duydum: Ben, kimseye inâbe etmem. Ben, kutb-u cihân gördüm.

İşte bu tılsımlı isim, sırlı zât; kendinden sonrası için -tabiri caizse- hâlini bir talebesinden bir başka talebesine geçirip, aramızda gezinmeye devam etmiştir. Onun, “Ağzımdan çıkan sözleri zamanla unuturum. Fakat ne söylersem, hâdisat-ı âlem öylece zuhur eder” sözü, Mecdî Efendi’de de “Benim söylediğim sözlerin en geçi, mutlaka yedi seneden önce tahakkuk eder” cümlesiyle karşılık bulmuş. Misal: Süheyl Bey, Mecdî Efendi’yi Amerika’da hekimlik ihtisası için yaptığı başvuruya dair haberdar eder. Mecdî Efendi “Ben, böyle şartlı gitmene razı değilim. Sonra, buna mukabil, mecburen seni, oraya buraya gönderecekler. Ben, seni burada dizimin dibinden ayırmak istemem. Sen oraya bir gün gidersin, şartsız gidersin” dedikten sonra ‘yedi sene kaidesi’ni hatırlatır. Süheyl Bey hiç sorgulamadan başvuruyu geri alır. 1927’de Âkil Muhtar Özden Bey, Süheyl Bey’i Paris’e şartsız yollar. Mecdî Efendi’nin sözü hakikate dönüşür. Süheyl Bey, Paris’e gitmeden evvel Mecdî Efendi’yi ziyaret eder ve “Efendim, Paris’ten bir emriniz var mı?” diye sorar. Efendi, “İstanbul’daki hâlini muhafaza et!” diye buyurur. Süheyl Bey’in notu şöyle: “Bu söz beni dünyanın batakhanesinde korumuştur.

Mecdî Efendi bir müddet siyasetle, bir müddet de ticaretle uğraşmıştır. Onun, İttihat ve Terakki içinde liderlik ettiği Hizb-i Cedid, partiye de tabiri caizse “ayar” vermiş, meclisteki hitabet kuvveti hazirunu hizaya getirmiştir. Bilhassa fırkanın kuvvetli isimlerinden Talat Paşa’ya söyledikleri siyasi geçmişimiz adına da bir turnusol kâğıdıdır. Mecdî Efendi’nin talebelerinden Osman Nuri Ergin anlatıyor: Talat Bey, “Efendi, şu bizim cemiyete bir tarîk şekli versek, acaba nasıl olur?” diye soruyor. Mecdî Efendi, “Ne gibi?” karşılığını verince “Mesela şövalyelerin sâlik oldukları tarikler gibi” diyor. “Eh olur a, Mevlevi olalım” diyor Mecdî Efendi. Talat Bey, “Olmaz, Mevlevilik eksantriktir” diyor. Daha sonra Mecdî Efendi’nin Kâdirî, Rufâî, Bektâşî önerilerini de geri çevirmiştir Talat Bey. Esasında Mecdî Efendi her şeyin farkındadır. Nihayet birdenbire ona dönüp şu cevabı verirler: “Ben, sana bir şey söyleyeyim mi Talat Bey? Senin dilinin altındaki ben biliyorum. Yani farmason olalım diyeceksin, değil mi? Bunu aklından çıkar.

12 Nisan 1920’de hükumet Meclis-i Mebusan’ı resmen kapatır. Meclis II. Başvekili olan Mecdî Efendi fesih kararını tebliğ ettikten sonra kararı Sultan Vahdettin’e de bildirir. Akabinde doğruca Fatih’in türbesine, Amiş Efendi’nin yanına gider ve “Efendim, bu memleketin hâli ne olacak?” diye sorar. Amiş Efendi “Mecdî! Mecdî! Düşman girer, çıkar. Allah din-i İslâm’ı hıfzeder. Türk devleti ilâ yevmil-kıyâm payidâr olur.” diyerek yanıtlar. Bu esasında Amiş Efendi’nin kendini irşad eden Kadızâde Ömer Halvetî’den aldığı bir derstir. Ömer Efendi vaktiyle şöyle buyurmuştur: “Ahmed! Gittiğin yerlerde aç kalırsam diye korkarsan, benim dinimden değilsin, yapamam yok, yaparım var!”. Velhasıl, Kuşadaviyye şubesinde korkuya, vehme yer yoktur. Zaten müjde bellidir: “Ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” Amiş Efendi, vefatına takaddüm eden günlerden birinde harem-i aliyyeleri Rüveyde Hanım’a “Artık ben gidiyorum” demiş, Rüveyde Hanım da “Bu işleri yapmadan nereye gidiyorsun?” diye sorunca “Yerime zorlu birini bıraktım. Onu öyle bir seçtim ki, bu işlerin hepsini temizler ve düzeltir” cevabını vermiş. Ahmed Güner Sayar hocanın aktardığı bu anekdottan sonra akıllara “Bu zorlu adam kimdi?” sorusu düşüyor. Burada Mecdî Efendi’nin Amiş Efendi’ye nasıl mülaki olduğunu anlatan Mahir İz’i okumak belki bir işaret sağlayabilir: “Mecdî Efendi’yi Mesnevîhan Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi anlatmıştı. Bir gün Bayezid’de Fatih Türberdarı Amiş Efendi ile karşılaştığında, elini öpeyim derken, boynuna sarılıp, bütün kuvvetiyle sıkmaya başlar. ‘Ver şeyhim’ diyerek nasib almak ister. Amiş Efendi, kurtulmak istedikçe, Mecdî Efendi, sarılır, sıkar ve ‘vermezsen bırakmam’ der. Amiş Efendi, ‘verdim be adam’ diyerek kendini kurtarır.

Amiş Efendi’nin sıfat hâlifesi olan Mecdî Efendi, bu son derece sırlı mürşidinin cenaze namazını kıldırdıktan sonra fasılasız biçimde irşad sohbetlerini sürdürür. Amiş Efendi, kendisine tâbi olanları tasavvufî perhizlerle katiyen yormazmış. Keza erbain gibi zorlu ödevler asla vermezmiş. Günde bin, üç bin, beş bin Allah demekte zorlanan başka bir yolun müntesibine “Getir bakayım sen o şeyhini de sakallarını yolayım onun, bir kere ihlaslıca Allah deyin kâfi!” dediği vakidir. O, sadece günlük bir tespih boyu estağfirullah ile salavat çekilmesini istermiş. Bol bol Kur’an okumak, Kur’an dinlemek, dünyevi vazifeyi asla boş bırakmamak yine öğütleri arasındaymış. Hatta gün içinde kendisini ziyarete gelen dervişlerine “Mesainizi bitirmeden sakın buraya gelmeyin!” diye tembihlermiş. Mecdî Efendi de mürşidine güzide bir bağlılıkla istikameti sürdürmüş, kendi konumuna “Ehl-i dil, feyz-i kemâlâtı hakîkatte arar / kalb-i Mecdî o ziyâ âlemine rev-zendir” beytiyle ışık tutarken, bir başka beytiyle de hikmet kaynağını ilan eder: “Nebî aşkıyla sûzânım odur feyyâz-ı ihlâsım / cihân dönse yine dönmem bu kudsî kıblegâhımdan.

Mecdî Efendi’nin sohbet halkası tıpkı mürşidinin olduğu gibi iki elin parmağını geçmez bir ilim ordusunu haizdir: Osman Nuri Ergin, Dr. Süheyl Ünver, Muallim Cevdet, Sahhaf Raif Yelkenci, Dr. Cevad Yarar, Kütahyalı Kâmkâr Uluğ, Kilisli Sakıb Efendi, Eczacı Cemil Tuna, Hasan Basri Çantay. Amiş Efendi’den sonra kendisini ziyarete gelenler arasında Babanzâde Ahmed Naim Bey, Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi ve Eşref Ede Efendi de yer alıyordu. Abdülbâki Gölpınarlı, uzun bir süre Mecdî Efendi’den nasibini beklemiş, hazrete pek çok şiirler yazmış ancak umduğuna erişememiştir. Şu üç dizesini not edelim: “Meded rahmeyle oldum serseri”, “Bırakma vâdî-i firkatte lütfet âciz ü nâçâr”, “Bilirsin Mecdiyâ kim intizâra tâkatim yoktur”.

Sohbetleriyle irşad faaliyetlerini sürdüren Mecdî Efendi, ilmi çalışmalarıyla da bugüne uzanan ve geleceğe uzanacak hizmetlerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi, ondan fazla nüshasını karşılaştırıp önemli tashihlerden sonra yaptığı tercümedir: Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil. Anılar yumağını çözerken, onun, Amiş Efendi’nin pek çok sözünü de açıkladığını görüyoruz. Mesela, Amiş Efendi’nin “Allah olmak kolay, Muhammed olmak zordur” sözüne şöyle bir şerh getirir: “Allah’ta cemal ve celal tecellileri vardır. Küfrü de, imanı da halk eden O’dur. Bununla beraber, küfre razı değildir. Muhammediyyet mertebesi ise, yalnız cemal tecellisidir. Muhammed, ancak küfrü olmayan şeyleri yapmakla mükelleftir, bu ise zordur.

Profesör Hilmi Ziya Ülken, birkaç defa Mecdi Efendi’yle görüşmüş. Kendisinin “Spinoza ile Şeyh Ekber arasında mukayeseler yapmasına” Mecdî Efendi pek sıcak bakmamış. Bu konu dahilinde Osman Nuri Ergin’in tanıklığı, bize felsefe-tasavvuf, akıl-ilham-ı zâtî, filozof-mutasavvıf çatışmasına dair Mecdî efendinin tutumunu -yahut irfanını- gösteriyor. Sözler, Mecdî Efendi’ye ait: “Felsefe ile tasavvuf arasında büyük fark vardır. Felsefe aklî ilimlerdendir. Akıl dairesinde hasıl olan malumata vukuf demektir. Felsefede aklın maverasına irtika yoktur. Hülasa itibariyle, felsefe nefse raci bir ilimdir. Tasavvuf ise, imate-i nefs ile aklın mafevkinde ilham-ı İlâhî ile hasıl olan ve hakikatü’l-hakayıka ait bulunan kemalat-ı ulviye ile tahalli ve tezeyyün demektir.

Netice-i kelam; Ahmed Güner Sayar hocanın çalışmaları, memleketin kıldan ince kılıçtan keskin dönemlerine dair turnusol kâğıdı. Hocanın özellikle izini sürdüğü şu patikanın lezzeti, her birimiz için oksijen deposu: Kuşadalı İbrâhim Halvetî, Mehmed Tevfik Bosnevî, Ahmed Amiş Efendi, Mecdî Efendi, Süheyl Ünver. Hocanın Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun kitabının sadece dipnotları bile yakın dönem Türk tasavvuf tarihinin "off the record" membaı. Siyaset, ticaret ve velayet üçgeninden sağ çıkmış bir sultan Mecdî Efendi. Neden sultan? Talebelerine bakmak kâfi. Zira talebe işi hayatî. Kuşadalı İbrâhim Efendi'nin "İndallah, talebe hocadan üstündür" sözü, yolun devamını kuşatmış. Bu sözü aktaran Süheyl Bey. Ama söz nereden geliyor, nasıl bugünlere taşınmış ve nasıl tatbik edilmiş? Bu kutsal gönüllü insanlara hayran olmamak mümkün değil. Ahmed Güner Sayar hocanın Mecdî Efendi'ye dair çalışması, Süheyl Bey'in "işi" elbette: "Sen, Mecdî Efendi üzerine kitap yazacaksın. Sana verdiklerim, bende olanların yüzde biri... Mecdî Efendi: Süheyl! Seninle benim şöhretim bu dünyada bin yıl sürer' demişti." (27.11.1981)

Meraklısı için sayfalarca yazmaya, günlerce konuşmaya doyulamayacak bu kitap için Ahmed Güner Sayar hocaya medyun-u şükrânız. Amiş Efendi’nin tavsiye buyurdukları niyazla bitirelim: Mevlâ gönül safası, beden hafifliği versin!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Ekim 2022 Perşembe

Yaşarken hayaldi, vefatıyla hakikat oldu

Eskiler, her daim talihin yüzüne güldüğüne inandıkları kimselere “Seni validen kadir gecesi mi doğurdu?” diye sorar, günümüz tabiriyle takılırlarmış. Kadir gecesi doğmanın hikmeti, ehline malumdur elbette. Sâmiha Ayverdi, Hancı romanında “Ne mutlu sana ki Kadir Gecesi dünyaya gelmişsin, diyorlar. Onlara nasıl söyleyebilirim ki, seni ilk gördüğüm günün benim için Kadir Gecesi olduğunu… Evet, o gün bu gün, seninle geçen her günüm, her saat Kadir nurları ile ışıklıdır. Bunu da bilen bilir, ammâ bilen de âşikâr etmez, sâdece yaşar vesselâm.” diyor. İşte, maddi hayatı 17 Şubat 1898 Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan Kadir Gecesi, İstanbul Haseki’de, Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi, Bostanhamamı sırasında 32 nolu evde başlayan Süheyl Ünver de Sâmiha Hanım’ın aktardığım satırlarındaki sırrı aşikar edercesine dilinde hep şu beyti gezdirirmiş: “Benim gönlümdeki yârimle vuslatta zaman olmaz.

Babası Mustafa Enver Bey, Tırnovalıdır. Bölgede pek çok kimse Ahmed Amiş Efendi’nin rahle-i tedrisinden geçmiştir. Enver Bey de Süheyl Ünver henüz iki yaşındayken onu bu büyük mürşide götürür, hayır duasını almak ister. İki cümle söyler Amiş Efendi. Birbirini tamamlayacak nispette iki söz. “Bu çocuk büyür gider beni unutmaz. Bu çocuk hayatta bir gün pişman olmaz” der. Süheyl Bey’in hayatını incelediğimizde bir gün dahi Amiş Efendi’yi unutmadığını, ceketinin cebinde dahi sözlerini taşıdığını, merak edenlere bu sözleri yazdırdığını görebiliyoruz. Annesi, 19. yüzyılın en önemli hattatları arasında gösterilen Mehmed Şevki Efendi’nin kızı Safiye Rukiye Hanım’dır. Bu aile Kastamonu’nun Seyyidîler (Seydiler) köyündendir ve soyları Halvetiyye tarikatının Şemsiyye kolunun kurucusu Şemseddin Sivâsî’ye dayanır. “İnsanın bidayeti nasılsa, nihayeti de odur” denir. Hakikaten Süheyl Bey’in doğduğu semt ve aile iklimi, çok parlak bir hayatın sembolü gibidir. Sembol demişken, doğduğu güne dair bir anı: Safiye Hanım, çocuğuna kavuşacağını hissediyor ve ebe çağrılıyor. Ancak ebenin eve ulaşması için çok zaman bekleniyor, ebe gelmiyor. Ağrısız, sızısız, zahmetsiz bir şekilde kendi hâlinde doğuveriyor çocuk. Böylece ismi de hazır geliyor: Sehil. Sonraları Süheyl Bey şu notu düşmüş o güne dair: “Acele doğdum, hem de başkasının muavenetine lüzum kalmadan. Bütün hayatım boyunca her işimde, kimseye en ufak bir eziyet dahi vermedim. Doğuşum, sembolümdür.

Çocukluğu boyunca yerinde duramayan, yaramazlıklarıyla çevreye nam salan, bazen ailesini de epey zorlayan bir mizacı var Süheyl Ünver’in. Doğumundan itibaren pek çok hastalıkla boğuşmak zorunda kalıyor üstelik. Gözlerinde hafif bir şaşılık, dilinde kekemelik var. Evdeki hizmetkâr kızın kucağında otururken düşüp yere yuvarlanıyor, kolunu kırıyor. Meşhur bir kırıkçı-çıkıkçıya götürülse de ıstırabı artıyor. Nihayet kolunu, Şişli Etfal Hastanesi’nde operatör Raif Bey yerine getiriyor, acılar diniyor. Tüm bu hastalıklar nedeniyle dört yaşına kadar yürüyemiyor. Hareketsizlik ve yatağa bağlı yaşamak ömrünün ilk önemli meşgalesini bulmasına vesile oluyor: elindeki makasla kâğıt kesmek ve onlardan şekiller yapmak. Bu arada, kekemeliğine ise çare Bayram Paşa Türbesi oluyor. Sadrazamın türbesi dolabındaki su dolu tas içinde paslanmış bir Kâbe anahtarı varmış. Paslı sudan şifa niyetine birkaç yudum ve akabinde yavaş yavaş dildeki kekemeliğin düzelmesi. Altı ila dokuz yaşları arasında resim yapmayı ve her şeyi aklında tutmaya çalışmayı da ekliyor meşgaleleri arasına. Özellikle tren, vapur ve bahçe çiçekleri çizmeyi seviyor. Yaramazlıkları bitmek bilmeyince aile Sarıyer’den Cağaloğlu’na taşınmak durumunda kalıyor.

Gelelim Süheyl Bey’in hayatındaki ilk ve en önemli acıya. 26 Mart 1909 günü babası Mustafa Enver Bey’in annesi Lisâne Hanım vefat ediyor. Enver Bey üzüntüsünü saklamaya çalışıyor zira bir korku hissediyor. Bu korkunun ardında annesinin sıkça söylediği “Mustafamın sağ yanında hançer yarası / Mustafa ile üç gündür arası” türküsü varmış. Ne acı ki Mustafa Enver Bey de annesinden üç gün sonra vefat ediyor. Kederi sırtında işinden eve dönmüş, az bir yemekten sonra yatsı namazını eda etmiş ve Sehil’in uyuduğu yatağa girmiş. Uykusunda vefat ettiğinde 48 yaşındaymış. “Sabaha yakın bir çığlıktır koptu. Ben farkında değilim. Beni babamın koynundan çıkardılar” diyor Süheyl Bey. Sonrasındaysa hayatındaki ilk büyük dönüşümün şifrelerini veriyor acıyla da olsa: “Babamın ölmesinden hâlâ müteessirim, ama onun ölmesi benim taazzuvumda, teşekkülümde bir takım değişikliklere sebep oldu. Hayatı anladım ve insanın kendisiyle ilgili hususları ihmal etmemesi gerektiğini öğrendim. Herşeyi benim kendim yapmam lazım geldiğini anladım.

Yaşamı boyunca sürdürdüğü kalp safasının kaynağı da Süheyl Bey’in anıları arasında gizli. Annesinin Beyoğlu’na ve tekkelere gitmek yok öğüdü hep aklında. Beyoğlu onu çekmeye çalışıyor, pir-i fânilere büyük ilgi duyuyor. Nihayet 15-16 yaşlarında bir hadise vuku buluyor, defterinden okuyalım: "Bana arkadaşlarım birgün dedi ki: 'Sen de birini bizim gibi sev'. 'Olmazsa olmaz mı' dedim. 'Olmaz, mecbursun' dediler. Ben de ne yapayım kimi sevebilirim diye düşündüm, bir türlü muvafık birini bulamadım. Bir akşam Haseki'de oturduğum evin önünden bir meczub-u ilahi geçerken 'öyle tek tek başa mı çıkar, herşeyi, hepsini birden sev' dedi. Şimdi herşeyi, her mevzuu istisnasız aynı derece seviyorum. Her mevzu ciddi olduğu nisbette bana saadet veriyor. Sevgide hiçbir şeyi ayırd etmiyorum. Her iyi ve güzel şeyin toptan aşığıyım."

Ünver’in eğitim hayatı ve sonrası için üç büyük hocası olduğunu söyleyebiliriz. İlki, “Tanrı Üsküdar’ı hocamla benim için yaratmış” demesine vesile olan Ressam Ali Rızâ Bey. Bu durak ona zevk-i selim’i tattırıyor. İkinci hocası; gök kubbenin mükemmelliği ile insan bedeninin muhteşemliği arasında bir denge kurmasını sağlayıp, ömrünün sonuna dek sürdüreceği “kalp safası ve beden hafifliği” formülünün şifrelerini veren bir mürşid-i kâmil: Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun. Bu durak ona kalb-i selim’i en yüce hislerle ve tecrübelerle tattırıyor. Üçüncü hocasıysa, Ünver’in Paris’te tıp ihtisası alıp hem mesleğinde hem de meşgalesinde derinleşmesine vesile olan, daha sonra asistanlığını da yapacağı Akil Muhtar Özden. Bu durakta akl-ı selim’i kendi terazisine göre tartıp, kullanıyor. “Allah katında talebe, hocadan üstündür” anlayışını koruyan Süheyl Bey, hocalarına karşı son derece vefakâr. Onlarla adeta bir ruh bütünlüğü yaşıyor ve kendi talebelerinden de bunu bekliyor. “Beni cidden seveni, ben cidden severim” anlayışı, yaşarken de vefatından sonra da talebelerinde şu karşılığı bulmuş: “Süheyl Bey’e hizmet eden, himmete uğrar”. Acizane; Süheyl Bey’in vefat ettiği tarihte, onun doğduğu caddede dünyaya gelen bendeniz bu sözü tecrübe etmişimdir. Kendisini hiç görmeseniz, ona talebe olmasanız dahi muhabbetiniz vesilesiyle birtakım gayretler içine girdiğinizde yalnız olmadığınızı hissediyorsunuz. Bu hikmeti bize Süheyl Bey’in kendisi şöyle açıyor: "Zamanımız dünyasında insanın en büyük ihtiyacı rûhî özleyişlerini tatmin etmek veya başka bir deyişle gönül huzuruna sahip olmaktır. Bu hususu kimi insan kendi terbiye, bilgi ve görgüsünde; yahut kendisinden sonra gelecek nesillerin bile gönüllerini tatmin edebilme yaradılışına sahip kimselerin manevi kudretinde bulur."

Süheyl Ünver; bugün Topkapı Sarayı’ndaki Kaşıkçı Elması gibi içinde sıfır karbon bulunan nadide bir Türk insanıdır. O bize Allah’ın bir lütfu.” diye ifade ediyor bir konuşmasında Ahmed Güner Sayar, on yedi sene boyunca sohbet ettiğini hocasını. Başka bir konuşmasında ise “Yeryüzüne gelmiş nadide çalışkan insanlardan biridir. Allah onun saatini çalışmak üzerine kurmuş, vefatına kadar hiç bozulmadan devam etmiştir” diyor ve bir anı aktarıyor: Süheyl Bey, muntazaman Süleymaniye Kütüphanesi’ne gider. Her pazartesi saat 11.00’de gelir fakat bir pazartesi gecikir. Muammer Ülker Bey telaşlanır, merak eder zira Ünver’in yaşı da vardır. Yarım saatlik gecikmeden sonra Süheyl Bey görünüyor. Daha kendisine “Neden geç kaldınız, başınıza bir şey mi geldi hocam” demeden Süheyl Bey “Muammer Beyciğim başıma ne geldi biliyor musunuz?” diye soruyor. “Aman hocam ne oldu?” diye sorulunca “Yolda Azrail’e rastladım” diyor. Muammer Bey hayretler içinde bakarken Süheyl Bey devamını getiriyor: “Dedi ki Süheyl, senin canını alacağım ama boş vaktini bulamıyorum.

İlk baskısını 1994’te Eren Yayınları’ndan yapan ve daha sonra Ötüken Neşriyat tarafından okurlara sunulan A. Süheyl Ünver: Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri (1898-1986) için Ahmed Güner Sayar hocaya ne kadar teşekkür etsek az kalır. Bendeniz, acizane fakat halisane bir teşekkür ifadesi olarak, bu nakıs yazımın başlığına kendisinin kitaptaki son cümlesini aldım, kabul buyurula. Sühey Bey’in kalbindeki nur, İstanbul semalarından hiç eksik olmaya. Âmin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Nisan 2022 Çarşamba

Süheyl Ünver’le unutulmayan sohbetler

Ahmed Güner Sayar’ın Türk kültür ve sanatına ömrünü veren hocası A. Süheyl Ünver'le 1968’de tanışmalarından 1985’de vefatına kadarki sohbetlerinde ve görüşmelerinde kaydettiği notları A. Süheyl Ünver’le Sohbetler başlığıyla yayınlandı. Eserde Ünver ve Sayar’ın hoca talebe mahiyetinde 17 sene boyunca devam eden görüşmeleri ve Süheyl Ünver’in kültür muhiti, hocaları, tanıdığı şahsiyetler, öğrencileri, çalışmalarının konu edildiği pek çok anlatım ve hatıraya yer veriliyor.

Süheyl Ünver’le 7 Aralık 1968’de İ.Ü. Merkez Binası’nda Tıp Tarihi Enstitüsü’nde tanışan Ahmed Güner Sayar, vefatına kadar onun yakın çevresinde bulunmuş ve sohbetlerine iştirak ederek bunları kaydetmiştir. Güner Sayar, dedesi Yozgatlı Emekli Hakim Yusuf Bahri Nefesli’nin bağlı olduğu Fatih’in türbedarı Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi’yi tanımak gayesiyle Süheyl Ünver’e gider. Süheyl Ünver, Güner Bey’i kabul eder ve “Kalem kağıdınız var mı?” der. Güner Bey’in “Yok Efendim” cevabı üzerine kendisine kağıt kalem verilir. Ardından Süheyl Ünver Amiş Efendi’nin sözlerini Amişnâme isimli bir deftere kaydettiğini anlatarak o defterden bir söz yazdırır. Daha sonra Süheyl Ünver, “Ressam Ali Rıza Bey’e Göre Yarım Asır Önce Kahvehanelerimiz ve Eşyası” başlıklı kitabını armağan eder. Güner Bey’i İ.Ü. Tıp Tarihi Enstitüsü’nde her Cuma günü tezhip ve minyatür öğrencilerinin çalıştıkları dershanedeki sohbetlere davet eder. Güner Bey de bu tarihten itibaren Süheyl Ünver’in sohbet meclislerinde her zaman hazır bulunur. Bu sohbetlerde Süheyl Ünver’in Türk kültüre dair hiç duymadığı bilgiler aktardığına şahit olur ve kırık dökük de olsa bu sohbetleri hocasının isteği üzerine kaydetmeye başlar.

1969-1975 yılları arasında Güner Sayar yüksek tahsil için İngiltere’de bulunduğu yıllarda yüzyüze sohbetlere iştirak edememekle birlikte Süheyl Ünver’le mektuplaşır ve tatillerde İstanbul’a geldiğinde muhakkak hocasının ziyaretine gider.

Güner Sayar, genellikle Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’nde ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Beyle sohbetlerinin yanı sıra eşi Neslipir Hanım’la nişanlanmaları, nikahları, kayın pederi Celaleddin Çelebi’nin Süheyl Ünver’le olan dostluğu gibi ailesinin de dahil olduğu görüşme ve hatırları da günü gününe kaydetmiştir. Güner Sayar eşi Neslipir Hanım’ın nişan merasimlerine Süheyl Ünver ve kızı Gülbün Mesera da katılır ve nişan yüzüklerini Süheyl hoca takar. 8 Aralık 1983’de Güner Sayar ve Neslipir Hanım’ın Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde kıyılan nikahlarında da Süheyl Ünver ve Aykut Kazancıgil şahit olarak hazır bulunur. Güner Bey Süheyl Ünver’e olan bağlılığını evlendikten sonra eşiyle birlikte sürdürmüş bayramlarda Süheyl Ünver’i Kalamış’taki evinde ziyaret etmiş, doğum günü ve yılbaşı gibi günlerde hocasını iyi dileklerini ileterek hayır duasını almıştır.

Süheyl Ünver zaman içinde yakın dostlarıyla Ahmed Güner Sayar’ı tanıştırmıştır. Bu tanışma ve görüşmeleri de Güner Sayar’ın notlarından okumak mümkündür. Mesela 7 Ocak 1969 günü Süheyl Ünver, Güner Sayar’ı ressam Feyhaman Duran’ın Vezneciler’deki evine götürür. Ünver ve Sayar, Feyhaman Bey ve eşi Güzin hanım tarafından misafir edilir. O günkü hatıra ve intibalarını heyecanla defterine kaydeden Güner Sayar, Duranların evinin adeta bir hat ve resim müzesi olduğu notlarında yazmaktadır.

Amiş Efendi’nin “Allah yolunda ve indinde talebe hocadan büyüktür” sözünü benimseyen Süheyl Ünver’in talebeleriyle yakından ilgilenmiş ve Türk sanatına devam etmeleri için onları teşvik etmiştir. Ahmed Güner Sayar ise iktisatçı olmasına rağmen Süheyl Ünver’in sohbetlerinde bulunmuş onun Türk sanatı ve kültürüne dair eşsiz bilgi birikiminden istifade etme imkânına erişmiştir. Sayar’ın notlarında Süheyl Ünver’le tanışıp görüşmüş öğrencisi yahut çağdaşı olan pek çok ilim, kültür ve sanat dünyasından isimler hakkında bahisler yer alıyor.

Süheyl Ünver’in Cerrahpaşa’da mutad olarak devam eden sohbetleri onun 12 Kasım 1985’de evinde hafif bir felç geçirmesi neticesinde hastahaneye kaldırıldığı günlere kadar devam eder. Cerrahpaşa’da Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği’nde tedavisi sürmekteyken Güner Bey eşi ile birlikte Süheyl Ünver’i ziyaretlerde bulunmayı ihmal etmez. Süheyl Ünver, 25 Kasım’da hastanede yanına gelen Güner Sayar’a hastalığının tesiri ile “Ben artık bittim. Bu iş bitti. Bana oku” der ve son defa vedalaşırlar. Süheyl Ünver, bu görüşmeden üç ay sonra 14 Şubat 1986’da evinde vefat eder.

Ahmed Güner Sayar, Süheyl Ünver’in son zamanlarına kadar yanında bulunmuş az sayıda isimden biri olarak hocasıyla sohbet ve hatırlarını kaydederek çoğu zaman şifahi olduğundan dolayı kaybolan bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasına vesile olmuştur.

27 Şubat 1981 günü Süheyl Ünver talebeleriyle bir sohbet esnasında not tutan Ahmed Güner Sayar için, “Güner Bey’in bir hastalığı var! Benden işittiğini yazıyor. Çünkü bunları ileride neşredecek” dediğini aktaran Güner Bey, tuttuğu bu notları yayınlayarak hocasına vefa borcunu yerine getirmiş olur.

Bu kadar ilginç ve faydalı anekdotların yer aldığı kitapta daha fazla görsel olması ve el yazısı notlardan örneklerin eserde yer alması da ayrıca beklenirdi.

Ruveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.

1 Kasım 2018 Perşembe

Düzensizliğe karşı hakikatli bir avaz: Şeyh Bedreddin

"Zahir bilginleri, iç yüzü bırakmışlar, kabuklara dayanmışlardır. Çoğunun içi, gönlü açılsa, gönüllerinde dünya sevgisinden, baş olmak, başa geçmek muhabbetinden başka bir şey bulunmaz. Allah onları rezil etsin."
- Şeyh Bedreddin, Vâridât

İdeolojik bakış açısı özellikle ölçüyü kaçırdığında, tarihimizdeki birçok karakteri yanlış anlamamıza yahut hiç tanıma girişiminde bulunmamamıza sebep olmuştur, hâlâ da olmaktadır. Objektiflikten uzak, polemiklerle ve rivayetlerle örülü bir takım araştırmalar maalesef ki asırlık irfan ocağı olan Anadolu'dan yetişmiş, oradan geçip gitmiş ve şimdiye dek uzanan çınarları görmemize engel olmuştur. Şeyh Bedreddin de bu anlattığım tipteki araştırmacıların ve tarihçilerin titizlikten uzak, günü kurtarmak için yazılmış ve tamamen gündemden, güncelden, popüler kültürden faydalanmak adına kaleme alınmış çalışmaları sebebiyle yanlış tanınmış, üstelik hiç de ciddiyetli bir biçimde merak edilmemiştir.

Şairler, meseleye daha doğru biçimde bakmışlardır. Bu bakış hiç şüphe yok ki ilhamın ve sezginin yanı sıra ayakların basıldığı toprağı iyi bilmekle, sevmekle de doğrudan bağlantılıdır. Mesela Nazım Hikmet'in Şeyh Bedreddin Destanı, elbette bir takım detaylar ekseninde kusurları olsa da harikulade bir metindir. Bedreddin'i hiç tanımayan biri bile bu destanı okuduktan sonra merak duyabilir, incelemesini derinleştirebilir.

Ahmed Güner Sayar, hocalarına beslediği sevgiyi ve onlara uzanan yolları genişletmeyi çok iyi bilen bir isimdir. Bu yollar onu başka yollara da götürebildiği için kaynak denebilecek eserler de üretebilmiştir. A. Süheyl ÜnverSahhaf Raif YelkenciSabri F. Ülgener, Hasan Ali Yücel, Abdülbaki Gölpınarlı gibi tarihimizin kıymetli isimlerinin hayatları, düşünce dünyamıza katkıları, Sayar'ın doymak bilmez gayretleriyle yeniden ve daha fazla bilinir olmuştur. Ekim 2018'te Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanan Şeyh Bedreddin, yukarıda anlattığım bakış açıları ve çalışma biçimleri sebebiyle gerçek tarihin ve bilhassa hakikate dair kurulan düşünce dairesinin dışında bırakılmış bir portreyi adeta yeni baştan ortaya koyuyor. Kitap bittiğinde çok açık biçimde görülüyor ki Şeyh Bedreddin birileri tarafından sanki kasıtlı, bile isteye, şiddetli biçimde yargıların, rivayetlerin kurbanı olmuş. Diğer yandan, Sayar'ın bu takdire şayan gayreti de William C. Chittick'in Kozmus'un Hakikati kitabındaki bir 'tavsiye'yi yeniden hatırlatıyor: "İdrak ve görüşü derinleştirme -ta'mîk-i nazar- kafa teneşire vurana kadar bitmeyecek bir görevdi."

504 sayfalık kitabın muhtevası oldukça geniş. Kronolojik bir düzeni var. Evvela bu kitabın yazılma hikâyesi çarpıcı biçimde anlatılmış. Sonrasında Şeyh Bedreddin'e dair literatürdeki hareketlere değinilmiş. Bu sert girişlerden sonra Sayar Şeyh Bedreddin'in tarih içinde efsaneden çok somut bir yerde olması gerektiğine vurgu yaparak onun 'düzenlemeyi esas alan' tarafını gözler önüne seriyor. Mutasavvıf ve fakih taraflarıyla Bedreddin yeniden yorumlanıyor. İktisadî ve siyasî görüşleri tüm detaylarıyla aktarılıyor. Tam burada, Sayar'ın kaleminden Bedreddin'in esas derdine değinmek gerekiyor:

"Şeyh Bedreddin, iki oluşumdan çok rahatsızdı. İlki, kadıların (ulemânın), hukûku, parasal zenginlik için bir araç olarak kullanmaları; ikincisi ise, fakihlerin, Sultan Orhan - Sultan I. Murad - Sultan I. Bâyezîd döneminde, ki bu dönem takriben 70 yıl kadardır, kamusal alana ilişkin düzenlemelerde, verdikleri fetvâların, Kur'ân - sünnet bağlamından kopmuşluğunun söz konusu olmasıydı. Fakihler, olmaları gereken, özerk ve özgür hukûk adamlığı hüviyetini, siyâsî iradeye terk etmişlerdi. Bu meyanda, Fetret Devri'nde, sürüp giden taht kavgalarının ateşlenmesinde fakihlerin ihtirasının payı büyük olsa gerektir."

Bu kitapla birlikte Fetret Devri'ne dair okumalar yapmak da meseleleri daha gerçekçi biçimde kavramak adına önemli olacaktır. Zira bu devir, sanıldığının aksine bir dağılmanın ardından gelen düzenden çok daha ötesidir. Diğer devletlerle olan ilişkilerin yanı sıra bazı önemli karakterlerin nasıl bir tavır takındıkları da bilinmesi gerekiyor. Burada Musa Çelebi çok önemli bir yer tutuyor. Bedreddin'in kadıaskerlik serüveni onunla başlıyor. Üstelik bu serüven, hiç de 'Bedreddinî' değil. Kendisi devletle, makamlarla daima mesafeli ve uzak biçimde yaşamış, dervişlerine de bunu telkin etmiş bir zat. Ancak bu kadıaskerlik ona, devletin yönetiliş biçimindeki kendince sıkıntıları görebilmesi anlamında önemli bir imkân tanıyor. 'Her şey', tabiri caizse bu görevden sonra başlıyor. Torlak Kemal'in ve Börklüce Mustafa'nın kendilerine adına çevirdikleri numaralar dönüyor dolaşıyor şeyhleri Bedreddin'de duruyor. Bu da devlet erkanının nezdinde isyanın, asiliğin ve 'fitne'nin kaynağı olarak Bedreddin'i işaret ediyor. İznik'teki göz hapsinden sonra hayatının en fazla aksiyona sahip olan bölümü başlıyor. İznik'ten Kastamonu'ya gitmek zorunda kalıyor. Bu gidiş, belki de bir kaçış. Üstelik isyan da bu evrede patlıyor. Bedreddin meselelerden uzaklaşmak için sultandan hacca gitmek için izin istiyor, izin çıkmayınca müthiş bir umutsuzluğa kapılıyor. Çünkü olacakları tahmin ediyor. Bu isyan mutlaka, bir şekilde onu yakacak, sadece onun başını yakacak. Peki tarih onu nasıl yazacak?

Yargılanmasının akabinde örfî yolla verilen fetva: idam. Çünkü ortada Osmanlılar için en önemli konulardan biri var: hurûc-ı ales-'sultan, yani sultana karşı ayaklanma. Serez'de gerçekleşen idamının akabinde ne kadar sevildiği de ortaya çıkıyor. Halk hemen idam edildiği yeri belirgin kılıyor. Aslında dönemin diğer tasavvuf büyükleri ve erenleri incelendiğinde zaten Bedreddin'in 'ne'liği hemen bir cevap buluyor:

"Şeyh Bedreddin, İznik'te ikamete mecbur bırakıldığı günlerde Şeyh Akşemseddin'in kendisinden, gökbilim, tefsir ve fıkıh dersleri aldığını Manakıbı'ndan öğreniyoruz. Şeyh Akşemseddin, Şeyh Bedreddin'i üstadı olarak görmekte ve onu şu sözlerle tebcil etmekteydi: "Gözümün nûrudur' dirdi Şeyh için / gönlümün Tûrıdur' dirdi Şeyh için.". Şeyh Bedreddin'in iki oğlu ile torunu Hâfız Halil Efendi de, "zamanın en büyük şeyhi" dediği Şeyh Akşemseddin'e müntesiptiler. Halil bin İsmail Efendi, bu intisapla Bayramî tarîkatına intisap etmiş ve şeyhi Akşemseddin'le birlikte İstanbul'un fethine katılmıştı."

Söz buraya gelmişken Halvetî yolunun büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin Şeyh Bedreddin'in Vâridât'ına ilişkin gazeline değinmeden de olmaz. Bu gazel

"Can kuşunun her zaman ezkârıdır Vâridât
Akl ü hayâlin hemân efkârıdır Vâridât
...
Sıdk ile gönlüm sever görmeğe cânım eğer
Anın çün kim Hakk'ın envârıdır Vâridât
...

Muhyiddin, Bedreddin, eylediler ihyâ-yı din
Deryâ Niyâzî Füsûs, enharıdır Vâridât.
"

1359'da başlayan ömrü 1418'de son buluyor. 59 yıllık ömrüne, sırları diğer büyükler tarafından her defasında vurgulanmış, başvurulmuş, yalnız Osmanlı coğrafyasında değil dünyanın birçok kütüphanesinde yer bulmuş önemli eserler sığdırmış

Letâ'ifü’l-işârât: Bu eser bilhassa fıkhî meselelerdeki vukufiyetini ve 'müctehid derecesinde bir fakih' olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli.

Câmi'u'l-fusûleyn: Edirne’de kazaskerliğe tayin edildikten sonra telif ettiği, kazâ ve mahkemeyle ilgili konuların ağırlıkta olduğu bir fıkıh kitabı. Türkiye ve dünya kütüphanelerinde birçok yazma nüshası bulunuyor.

Vâridât: Yoğun rivayetlerin işaret etmesine göre bu eseri Rumeli’de verdiği derslerden oluşuyor ve felsefî, tasavvufî, kelâmî ve diğer fikrî konulara temas ediyor. Bu kitap bilindiği gibi en önemli eseri. Yani onun tartışılmasına sebep olan eseri.

Bu eserlerin yanı sıra torunu Halîl b. İsmâil’in yazmış olduğu Menâkıbnâme'si esasında Bedreddin'e dair yazılmış en teferruatlı kaynak. Fakat objektifliği daima sorgulanmış. Sayar'ın kitabı bittikten sonra bu kaynağın önemi biraz daha artıyor. Menâkıbnâme her ne kadar tamamiyle şeyhi temize çıkarmayı gayret edinmiş gibi görünse de aslında şeyhin başına gelenlerin Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi yakınlarındaki asilerle beraber ulemânın kıskançlığından ileri geldiğini açıkça ortaya koyuyor.

Ahmed Güner Sayar, bu derinlikli çalışmasının son bölümünde 'değerlendirmelerin aydınlığında tashihe açık bir sonuç' ortaya koyuyor. Burada birçok önemli ismin yorumlarına da kitabın her bölümünde olduğu gibi başvuruluyor. Mesela A. Süheyl Ünver'in kanaati şöyle: "Müslümanlıkta yeni âkidelerin tevlîdine çalışmış... esaslı bir tahsil görmüştür. İlmî ve siyasî faaliyette bulunmuş, nihâyet haksız yere hayatına son verilmiştir."

Bu son verilişi Sayar şöyle yorumluyor: "Şeyh Bedreddin'in tasfiyesi ile Osmanlı Devleti'nin merkeziyetçiliğinin önündeki büyük bir teorisyen kafa susturulmuş oldu. Bundan böyle, ne iktidarın meşrûiyeti sorgulanacak, ne de toprakta özel mülkiyet ve serbest piyasa mekanizmasına dönüş sorunları yaşanacaktı. Özellikle de toprakta özel mülkiyet meselesi tartışılmayacaktı."

1961 yılında Şeyh Bedreddin'in bir torba içinde Türkiye'ye getirilen kemikleri bir müddet Sultanahmed Camii'nde, daha sonra da 1961 Kasım'ına dek Topkapı Sarayı'nda muhafaza edildi. 29 Kasım 1961'de, Çemberlitaş'taki Sultan Mahmud Türbesi'ne defnedildi. Yani padişahların ve devlet ricalinin arasına. Bu bile onun ne kadar yanlış anlaşıldığının bir göstergesidir. Haksızlık el'an sürmektedir.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin, oğlu Alaeddin Çelebi'ye gönderdiği mektupta geçen şu ifadeler, Şeyh Bedreddin'e ait olup Vâridât'ta geçmektedir ve neticeyi toparlayan bir özelliğe sahiptir: "Toz - duman kalktı mı göreceksin / altındaki at mıdır, eşek mi?"

Ahmed Güner Sayar, Fetret Devri'nin dağınıklığı ve düzensizliği içinde "Hakk’ı bilen bir arif ve gerçeği gerçekleştirmiş erlerin seçkini" Şeyh Bedreddin'in avazını duyuruyor bizlere. Derviş Kemâl'in şiiriyle bitirelim:

"Ne zaman yüzümü Garb'a döndürsem
Guruba bakarak hayale girsem
Güneşi batarken sararmış görsem
Bedreddin'i hatırlayıp ağlarım."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Kasım 2016 Perşembe

Sahhaflar Pîri: Râif Yelkenci

"...Bilhassa, Sahaflar Çarşısı'nı ele alalım. Bu manzara hiç bir dekorcunun icad edemeyeceği kadar güzeldir. Ve üstelik mâziyi göz önünde canlı bir vesika gibi bulundurur. Demek ki, zamanın bir de kendi mimarisi vardır, etraf her zaman tufeyli değildir."
- Yahya Kemal Beyatlı, Mektuplar ve Makaleleri

"...Şimdi rahmet sahhaflardan elini çekti. 1980 sonrasının şartları, özellikle sosyal ve kültürelşartları kitap gibi, okumak gibi, düşünmek gibi, tarihle bağ kurmak gibi ilgileri, meşgaleleri, endişeleri sildi, süpürdü."
- İsmail Kara, Dinle Modernleşme Arasında

Portre-monografi kitapları üzerine ülkemizde hâlâ belli bir seviyeyi tutturamadık maalesef. Bu konudaki ehil kimseler bir elin parmağını geçmiyor. Şükür ki onların kitapları kuytu köşelerde, bilinmez diyarların gölgelerinde okuyucusunu bekliyor. Onların okuyucusu özeldir zira bu tür kitaplar her kitaptan daha fazla özeldir. Bir kişiyi anlatır gibi gözükse de aslında bir devri, bir dünyayı anlatır. O devirde ve dünyada nice gönüller, anılar, hatıralar, acılar, sevinçler, hüzünler ve neşeler vardır. Ahmed Güner Sayar'ın yıllar evvel Kubbealtı'ndan, şimdi ise Ötüken'den neşrolan kitabı Sahhaf Râif Yelkenci, güzide bir insanla birlikte zamanı ve mekânı okuyucunun gözleri önüne seriyor.

Daha evvel A. Süheyl Ünver, Sabri F. Ülgener, Terence W. Hutchinson, Hasan Ali Yücel ve Abdülbâki Gölpınarlı üzerine yaptığı çalışmalarla hocalarına vefa borcunu öderken aynı zamanda Türk düşünce dünyasına çok değerli portre-monografi kitapları kazandırmış olan Ahmed Güner Sayar, 171 sayfalık bu eseriyle bir taraftan genç kuşaklara "kaçırdıkları trenleri" gösterirken diğer taraftan o dönemi yaşamış yahut yaşayanları tanımış olanlara ise "kalmadı öyle istasyonlar" der gibi.

Sahhafların bir kitabı elden çıkarmadan evvel okudukları dönemler. Beyazıt Sahaflar Çarşısı'nın ise son coşkulu zamanları. Bir tarafta Hacı Muzaffer Ozak, diğer tarafta Şemseddin Yeşil Efendi ve küçücük mekânına büyük isimleri sığdırmış Râif Yelkenci. 1965-1990 yılları arasına rastlayan bu dönemde sahhafların ziyaretçileri arasında büyük hocalar, âlimler, şairler, yazarlar, mûsıkîşinaslar ve şüphesiz talebeler bulunuyordu. Sahhaflar kime hangi kitabı vereceğini o kadar iyi biliyordu ki başka bir isteyen olduğu zaman "o kitabın bekleyeni var" diyerek karşısındaki kırmadan başka bir yere yönlendiriyordu. Cebinde üç beş kuruş harçlıkla birkaç kitap almak için dükkan dükkan gezen talebelere ise her türlü kolaylık sağlanıyordu. Kiminden ne kadar verebilirse o kadar ücret alınırken kimine ise oku-getir yoluyla ekonomik bir alışveriş imkânı veriliyordu.

İşte 1894'te İzmit-Kandıra'da dünyaya gelen Râif Efendi de bu sahhaflar çarşısının pirlerinden biriydi. Kendi anlatımıyla babası Hasan Efendi'den aldığı bu 'mesleği' en kusursuz biçimde ifa etmeye çalışmış ve nice zatın gönlünde unutulmaz bir yer edinmişti. Mesleğinin ilk yıllarında (1920'nin başları) çalışmalarıyla üzerine bir ömür vereceği büyük Türk mutasavvıfı Yunus Emre'yi tanımasıyla birlikte ona olan ruhî bağlılığı iyice artmış, Yunus divânlarını edinmek için keşif seferlerini artırmıştı. Ahmed Güner Sayar da 20 yaşlarında bir öğrenciyle bir Yûnus Emre divânına sahip olmak ister. Hem bunun için hem de tanışmak umuduyla Sahhaf Râif'in dükkanına gider. İlk gidişinde aradığı divanı bulamaz. İkinci ve son gidişinde ise Râif Efendi'ye daha evvel Abdülbaki Gölpınarlı’nın Yûnus Emre Divanı’nı okuduğunu söyler. Ne olursa da ondan sonra olur. Raif Bey’in yüzünün rengi değişir ve ona Gölpınarlı hakkında kötü birkaç söz söyler. Kitapta "Sahhafın Âlimle, Âlimin Sahhafla Kavgası" başlıklı bölümü bu konuyu teferruatıyla anlatır. 1920’nin ortalarında Râif Efendi ile Abdülbaki Gölpınarlı ile tanışırlar. Râif Efendi'nin hayali, elindeki materyalleri Gölpınarlı ile paylaşmak ve onun Fuad Köprülü'nün çalışmalarını tashih edecek nitelikte Yunus eserleri meydana getirmesini sağlamaktır. Fakat Gölpınarlı ne kadar eserle tanışsa da hocası Köprülü'nün yolundan gider. Râif Efendi'yle aralarındaki anlaşmazlık daha burada başlar. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı mühim eserinde Yûnus Emre’yi 1920 öncesindeki bulgulara dayanarak Bektaşi yapmıştır, Râif Efendi her ne kadar bunları reddetse de (Ona göre Yunus şiirlerindeki Tabduk Emre aslında Yûnus’un şeyhi değil, Cenab-ı Hakk’tır. Üstelik Yunus Bektâşî değil, Mevlevi’dir) Köprülü'nün ilmî gücünü bir türlü aşamaz. 3-4 Şubat 1940’ta Cumhuriyet gazetesinde yazı yazma imkânı elde eder ve oradaki yazılarında Yunus'a dair bilinen tüm yanlışları dile getirip kendince doğru olanları yazar. Mesela bir şaşırtıcı iddiası da Âşık Paşa'nın aslında Yunus Emre olduğudur. Bu mesele adeta edebiyat dünyasında gruplaşmaya sebep olur. Bir tarafta Köprülü ve onun yolundan gidenler, diğer tarafta ise M. Cevdet İnançalp, Osman Nuri Ergin, A. Süheyl Ünver ve Râif Yelkenci. Bu dört isim tasavvufî konularda da birbirleriyle hemfikirdir ve aynı sohbet dairesinde yer alırlar. Bu dairenin ortasında ise Ahmed Amiş Efendi ve Mecdi Efendi yer alır. Bu konu hakkında daha fazla detay vermeyip sizi okumaya yönlendirmek ise boynumun borcu.

Süheyl Ünver, Râif Yelkenci'yi şöyle anlatır: "Onu kitap meraklıları çok iyi tanır. Sohbetlerinden çok istifâde edilir. [Franz] Taeschner, [Oskar] Rescher, [Helmut] Ritter gibi müsteşriklere bile yol göstermiştir. Onlar ve hepimiz onu Şarkiyatta aklî ve nakşî ilimlerde bir üstad sayarız. Eser vermez. Lâkin hepimiz üzerinde müessir olur."

Yazarın yaptığı bir telefon konuşmasında Profesör Aykut Kazancıgil'in Râif Yelkenci'yi hatıralarından şöyle anlatır: "Kitapları ihtiyaç sahipleri için ayırır ve çok cüz'i rakamlarda satardı. Bir gün babam [Tevfik Remzi Kazancıgil] ile Râif Efendi'nin dükkanına gitmiştik. Birisi için ayrılmış yazma bir kitapla ilgilendi ve satın almak istedi. Muhtemelen bu kitap yazma bir tıb kitabı idi. Bunun üzerine Râif Efendi, babama dedi ki: Tevfik Remzi Bey! Ben onu Süheylciğime ayırdım."

Haluk Güneyli anlatıyor: "Bir gün dükkânına çok sevdiğim hocam Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Bey geldi. Râif Bey, Hoca'ya kalın bir yazma kitap vererek: "Hoca, bu yazma Hoca Sadeddin Efendi'nin Tacü't-Tevârih'idir. Müellif hattıdır. Bir müddet sizde kalsın, tereddüt ettiğiniz bir şey varsa matbuu ile karşılaştırırsın" dedi."

Cemalettin Server Revnakoğlu'nun kaleminden Hakkı Tarık Us: "Yaz ve kış, en çok gidip geldiği yer... Yelkenci Râif Sultan'ın gönüllerimizi yelkenleyen dükkanı oldu. Son güne kadar buralardan çıkmadı, bıkmadı."

Son olarak Muallim Cevdet Bey'in sözleriyle Râif Efendi: "Sahhaflar'da aziz dostum Râif, ne mûnis ruhtur, ne mâsum kalptir! Râif kimseye göstermediği itibarı bana gösterdi. Benim bilmediğim birçok yazmayla kütüphanemi besleyen bu mert, ömründe hile nedir, düzen nedir, yalan nedir, tanımamış olan bu lekesiz elmaspâreye, bu asil ve hayırhah dostuma minnettarlığımı nasıl izhar edeyim, bilmem."

Sahhaf Râif Yelkenci kitabında Ahmed Güner Sayar yalnız bir portre aktarmaya çalışmamış, aynı zamanda bir dönemin iktisadi zihniyetini, toplum birlikteliğini, entelektüel çevreyi ve maddi ölçülerin dışındaki manevi hayatı da akıcı üslubuyla nakletmiş. Bu eseri boyunca okuyucuyu çok güzel kaynak kitapların beklediğini de belirtmek isterim, elbette fotoğraflarla birlikte.

Günümüzde fazla okuyanlara "kitap kurdu" deniyor ki bu isimlendirme çok pazarlama, tüketim kokuyor. Eskiler "muhibbân-ı kütüb" dermiş. Muhibbân-ı kütüb; kitap okumayı sevmenin dışında ona topyekûn bir eşya olarak (koku, cilt, sayfa, muhteva) âşık olanlar için kullanılırmış. Mecânin-i kütüb; hastalık derecesinde kitaba düşkün (mecnûn) olanlara denirmiş. Mesela yastık yerine kitapla uyuyanlar, kitapla konuşanlar. Bu kitap hem muhibbân-ı kütüb hem de mecânin-i kütüb olanlar için oldukça lezzetli bir okuma sunuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf