3 Ocak 2025 Cuma

İnsanlık ve metaforlar

Akış büyük ölçekli uygulamalar için bir metafordur. Bilinç için olduğu kadar içinde ölümcül bir girdaba dönüşebileceği veya geniş ağzın durgunluğuna akıp unutulmaya dönüşebileceği tarihin olayları için de bir metafordur.´

Metafor insanlık tarihi kadar eskidir. Dillerin çoğalması, farklı kollara ayrılması dahi insanlığın başından beri dil üzerine tefekkür ettiğini ve özel çaba sergilediğini gösterir. Dil üzerine özel çaba sergilenmeseydi metafor diye bir kavram ortaya çıkmazdı.´

Metaforlar bize dilin zenginliğini, uçsuz bucaksızlığını, ulaşılamazlığını ve imkanlarının keşfedilmeye her zaman açık olduğunu gösterir.

Hans Blumenberg´in deyişiyle deneyimler ve olaylar, bir yanda blincin alt tabakasının diğer yanda tarihin temel başlıklarıdır. Ama bu aynı zamanda buralarda kalamayacağı yönünü gösterir. Bilinç, nesnelliğine verilen şeyi kasıtlı olarak işleme yeteneği olmaksızın insafına kalacağı, deneyimlerinin akışıyla başa çıkmak için bir aygıttır. Şeylerin nesnelliği onların esas özlerini oluşturur. Ancak bu öz zamanla deneyimlerle farklı boyutlarla tanışır ve karşılaşır. Bu karşılaşmalar temas olmadan geçilip gidilen karşılaşmalardan olmaz.

Temas da özlere yeni şeyler ve şeylikler katar. Zamanla metaforlar oluşur. Metaforlar hem zenginlik demektir hem de şeylerin anlatılmasının ve anlaşılmasının kolaylaşması ile yeni hikayelere sahip olması anlamına gelmektedir.

Hikayelerin çeşitliliğinin temelinde hiçbir şekilde isimlendirilmemiş ve anlaşılmamış olsa bile yaşanan ve deneyimlenen bir birim her zaman olmuştur. Dilin yeni bir imkanı bünyesine katması yaşanmanın ve deneyimlemenin çıktısıdır.

Akış her zaman üretkenlik demektir. Şeyler her zaman üretkenlikten nasibini alır. Üretilen olgular belki o an bilinç veya toplumsal düzlemde varlık sahibi olamayabilir ama tarihi süreç içerisinde, akışın elverdiği ve uygun ortamı sağladığı anda ve zeminde mutlaka varlık kazanır ve kendini kabul ettirir.

Metaforun karşılığı bir noktada dönüştürmedir. Değişim değildir çünkü öz sabit kalmaktadır, özün dönüşüm geçirmesiyle daha kapsamlı ve çok yönlü bir anlama ve karşılığa bürünmesidir.

Hans Blumenberg´in Kaynaklar, Nehirler, Buzdağları eseri metafor ve dil üzerine kapsamlı düşünmek isteyenler, ufkunu genişletme çabasında olanlar ve yüzeyde olanla yetinmeyip derine dalmayı arzulayanlar için bir ilaç serinliği verecektir. İnsanlık tarihinin metaforları, insanlığa ayna tutuyor.

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

2 Ocak 2025 Perşembe

Cevabını bilmediğin soruları geçersen, devam edersin

"Hayatınızın inanılır, acımasız bir analizini yapmadan hikâye anlatamazsınız. Kendi hayatını anlamıyorsan, ne hikâyelerindeki karakterlerin ne de diğer insanların hayatlarını anlayabilirsin. Hayatla ilgili hikâyeler anlatanların kesinlikle buna ihtiyaçları vardır: kendi hayatlarını gerçek anlamda anlayabilmeye."
- Krzysztof Kieslowski

Hayatın hercümerci içinde kitaplarla aramıza mesafelerin girdiği zamanlar olabiliyor. Yılmadan ve yorulmadan okuyan biri için bu zamanları oldukça tuhaf bulurum. İyi bildiğim bir semtte gece vakti kaybolmak, daha önce tecrübe ettiğim bir meselede bu defa boy vermek gibi bir şey. Verimli okuma saatleri yaşamadığımda, okuduklarımı toparlayamaz hâle geldiğimde bocalıyorum. Bundan sonrası daha fena: insan sesine tahammül edemez hâle gelmek, kendini tekrar eden bir huzursuzluk girdabına kapılmak, dünyanın tozuna toprağına sanki daha çok bulaşmış hissetmek. Böyle böyle hisler. Mesafeyi kapatmak için yine kitaba dönmekse işin nazlı tarafı. Her anahtar her kapıyı açmıyor, dolayısıyla zihne böylesi durumlarda farklı yaklaşmak gerekiyor. Söyleşmek, dertleşmek, sohbet takip etmek, insan hikâyeleri dinlemek, yani kapıdan pencereye yönelmek lâzım belki de.

Orta oyununda kavuklunun dışında bir de pîşekâr karakteri vardır. Arayı bulan, yatıştıran, barıştıran, ortalığa nabza göre şerbet dağıtan bir tiptir bu. Eskiden, iyi sohbet arkadaşlarına sohbet pişekârı denirmiş mesela. Bir sohbeti başlatan yahut akıştan çok sapmadan, verimli patikalara sevk eden, sonra oradan yine ana konuya geri döndüren, yani meziyet gerektiren bir iş pîşekârlık. İsim Şehir Film Roman kitabından bahsetmeye böyle başlamak istedim, zira Yenal Bilgici çok hoş sorularla arkadaşlık etmiş Ercan Kesal'a. Hâliyle ortaya, hem dinlendirici hem de öğretici bir söyleşi kitabı çıkıvermiş. Daha evvel yine Kronik Kitap etiketiyle çıkan Cebimdeki Ekmek Kırıntıları'nı sanki bir öteye taşıyan, belki daha da derinleştiren bir sohbet var kitap boyunca.

Galiba iyi bir Ercan Kesal okuru olarak, ihtiyacım olan zamanda bu kitapla karşılaşmam da zamanın bir cilvesi. Çünkü zihnimi en çok işgal eden mesele zaman. Onu değerlendirmek, daha verimli hâle getirmek, olmuyorsa durmak, durmak da mümkün olmuyorsa avarelik etmek, boşluğu da imkân dairesine alıvermek. Tüm bunlarla cebelleşirken başladığım kitapta, henüz ilk bölümde satırların altını çizmeye başlamıştım: "Zamana karşı koymaya çalışmamak lâzım. Onu durdurmaya çalışmak beyhude! Bunu kabullenmek gerekiyor. Zamanın bir yandan akıp gittiğini anlamak ve buna razı olmak gerekiyor. Yoksa kamerayı unutmayan oyununun iyi oynayamaması gibi yaşarsın hayatı. Kamerayı hisseden ona göre vaziyet alır; kaşını, gözünü, profilini ona uydurmaya çalışır ama bunu yaparken de aslını kaybeder. Zamanla girdiğimiz ilişkide de benzer bir yan var. Onu densizce, hadsizce yok saymalı demiyorum ama razı olmalı, sonra da unutmalı. Oyunculuk nasıl kendini ancak kameranın varlığından, heybetinden ve korkutuculuğundan azade kılarak yapılabiliyorsa yaşamda da zamanın varlığını hem bilmeli hem de unutmalıyız."

Afili bir başlık yazma hevesim olmadı hiçbir zaman. Ama okuduğum kitap, gördüğüm tavır ve aldığım notlardan bir sonuca ulaşmayı seviyorum. Böylece dağınık olan her şey toparlanıyor içimde. En azından bir süreliğinde. Zamanla olan kavgamızın, telaşımızın hiçbir zaman bitmeyeceğini biliyorum. Zamanın çok büyük bir gücü olduğunun da farkındayım. Hiçbir şey aynı kalmıyor, kalmadı ve kalmayacak. Dünyanın ruhu bu. Çocukken sevdiğimiz yerlerin esamisi okunmuyor artık. Birkaç yıl önce bizi çok yormuş meseleler bugün komik bile geliyor. Büyüyoruz farkında olarak ya da olmadan. Ama galiba büyümek en çok da kavgayı dışarıda değil içeride yaşamakla mümkün. Hayata sorular sormaya varız, ama bunların çoğu cevapsız kalacak. Kendimize sorduğumuz her soruysa mutlaka bir gün bir şekilde tabiri caizse kabak gibi ortaya çıkacak. Demek ki bu arada, bu aralığın tam içinde, cevabını bilmediğimiz sorularla çok uğraşmamak gerekiyor. Hem zaman kaybetmemek hem de ruhumuzu örselememek için. Hayatın bir yolculuk olduğu düşünülürse, hesaplaşmanın hiçbir zaman bitmeyeceğini de görmüş, yaşamış oluruz nihayetinde. Esas olan, bu hesaplaşmayı hikâyelerle örülü kılmak. Hikâyesi olanın meselesi vardır, meselesi olanın derdi bitmez, ömür de böyle bereketlenir.

Edebiyata ve sinemaya baktığımızda, özellikle içinde 'yol'un olduğu hikâyelerin etkileyiciliği karşısında şaşırırız. Doyumu daha farklıdır böyle kurguların. Serüvenin, hikâyenin olduğu, anlamın kovalandığı, bir yaşam süzgeci inşa edildiği yerlerdir yollar. Hâliyle bitmez, bitti gibi görünse de bitmez. Çünkü insanın arayışı, buluşu, kaybedişi, hesaplaşması, hayreti, derdi, dermanı bitmez. Hepsi iç içe, hepsi kabuk, hepsi öz. Şöyle diyor Kesal: "Bütün hikâyeler yol hikâyesidir. Her şey bir yolculuktan ibarettir. Yol sürer, sürdürülür; yola beraber çıkılır; yolda karşılaşılır, yolda birine rastlarsın ya da yolda iken ayrılırsın. Hikâyenin ritmi de böyledir. Hikâye de eksilir veya fazlalaşır. Şimdi baktığımda anlattığım her şey bir yolculuk hikâyesi esasında. Yola çıkmazsan hikâye seni bulmuyor. 'Dağda gezen, kurdu görür' derdi annem. Kurdu görmek istiyorsan dağda gezeceksin. Hikâyeye ancak yolda rastlarsın."

Yaşlanmakla yaş almak arasındaki farklı, ufka bakabilme hünerinde görüyorum. Kimileri seyretmeden, düşünmeden, telaş içinde yaşıyor. Bu telaş; hırsı, hiddeti körüklüyor. Zaten varolan ve hep sürecek olan içsel kavga, dışarıya da taşınca ömrün bereketi kalmıyor. Güzelle çirkinin, kötüyle iyinin, merhametle zulmün arasında ipince bir çizgi varmış gibi sanki. Halbuki insan güzele, iyiye, merhamete yüzünü bir kere çevirince, bunların tadını alınca, istediği kadar hüsran yaşasın. Ufka baktıkça diyeceği şey belli, bunlar olacak. Daima olacak. Biri bitecek ve diğeri başlayacak. Ama sen yaşamdasın, yaşamın içindesin. Sevdiğin şeylerle zihnini, ruhunu, aklını, kalbini doyurmaya devam etmelisin. İşte burada başka bir meseleler çıkını daha açılıyor: kendi doğanı bulmak, o doğayı güçlendirmek. Kim ne derse desin ve ne düşünürse düşünsün. İnsanın pişmanlıklar listesi varsa şayet, bu listenin başında hep aynı şey yazıyor: kendine ihanet etmek. Bundan korunmak imkânsız değil. Yorulmayı nimet bilmek kafi.

"En büyük korkum öteden beri hep aynıdır. Başkalarına muhtaç olmaktan korkarım. 'Namerde muhtaç olmak' derler ya... İşte böyle bir korkum var. Bu yüzden küçük konforlarımı, geçim şartlarımı, aileme olan yükümlülüklerimi falan hep fazla önemsedim. Korkumu bir sorumluluk hâline getirdim. Ama düşününce fazla önemsedim galiba. Bir şeylerin hayatın önüne geçmesine hep müsaade ettim. İşte bu yüzden edebiyat ve sinemayla geç bir yaşta buluştum... Bunu bir serzeniş olarak değil, kendi hayatımdaki bu tuhaf ve takıntılı hâli anlatabilmek için söylüyorum. Namerde muhtaç olmamak için hayat gailesini fazla ciddiye aldım... Her kimsem ben, kendi doğamı yaşamak istiyorum. O doğanın beni çok daha üretici, çok daha zengin kılacağını; bana ilham verici bir alan sunacağını da biliyorum. Öyle bir alan olduğunun farkındayım ama bir tarafıyla 'O mu, bu mu?' dendiğinde her seferinde bu tarafı, üst-ben'i de seçen bir adamım. Üst-ben'e ihanet edemiyorum. Sonuçta yine kendime ihanet ediyorum. İhanetin acısını, 'Buradan ne koparırsam kârdır' düşüncesiyle yine kendimden çıkarıyorum. Daha az uyuyorum. Daha kederli, daha koşturan, daha sabırsız biri oluyorum. Aynı anda bir sürü şeyi bir araya getirmeye çalışan ve bunun altında aslında çok yorulan, fena yorulan biri oluyorum."

Kendimizi anlamaya, olanı biteni izah etmeye çalıştığımız her şeyin içinde kelimeler, duygular ve tecrübeler var. Bazen yoruyor bu bizi, bazen de zoru kolay ediyor. Bunun için edebiyat, sinema, yolculuklar, şarkılar, insan hikâyeleri ve derin sessizlikler, canhıraş gayretler gerekiyor. Takım çantamız dolu, bu bilinçle yola devam ediyoruz, etmeliyiz. İsim Şehir Film Roman, bu devam edişi bereketli kılan bir sohbet, hatta oldukça geniş bir sofra...

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Falih Rıfkı Atay’ın Londra notları

Bazı kitapların isimleri, okumasanız da dolaşıp durur kafanızda. Nereden kaynaklandığını bilemediğiniz, tamamen size özgü bir çekicilikleri vardır. Bir gün okuyacağınızı bilirsiniz ama o güne değin sizde yer etmesine ve hayal dünyanızı süslemesine izin verirsiniz. Çünkü bilirsiniz ki kafanızda kendiliğinden yer eden kitaplar, hep arayıp bir türlü bulamadığınız ve adını hiçbir zaman koyamadığınız o noksanlığınızın gizlerini saklar içinde.

Ve bir gün okuma imkânı bulduğunuzda beklentinizi karşılamasa ya da düşündüğünüz gibi çıkmasa da garip biçimde iyi geldiğini hissedersiniz. Çok düşünülen bir şeyi nihayet bulmak türü bir rahatlamayla karışık kendiliğinden yer etmişliğin geçmeyen duygusu canlanarak kaplar içinizi. İyi gelen şeyin ne olduğunu bulduğunuzda, kendinizle ilgili çok önemli bir sırrı da keşfetmiş olursunuz.

Taymis Kıyıları (Pozitif Yayınları) benim okumadan sevdiğim, kafamda yer verdiğim, hep eksikliğini hissettiğim bir kitap olmuştur. Büyülü bir havası vardır. Falih Rıfkı’nın kitaplarında genel olarak olanca imkansızlıklar içerisinde kendine inanmışlıktan gelen -pek çok insanın pekâlâ “kibirli” bulabileceği- bir büyüklük havası bulmuşumdur. Düşünceyle dilin ayrılmaz biçimde tekleşerek aynılaşması halini hep çok sevmişimdir. Bazı yazarları okurken herkesten çok sizin anladığınızı düşünürsünüz bazen, Falih Rıfkı’yı okurken böyle bir duygu da eşlik etmiştir. Herkesten çok anladığınızı zannedince de herkesin anlaması, söylemek istediklerinin tam olarak anlaşılması için çaba sarf etme ihtiyacı duyarsınız.

Taymis” malum, Londra’nın içinden geçen, İngiltere’nin ünlü Thames nehrinin Türkçe söylenişi. Bir zamanlar, her türlü yabancı kelimeyi Türkçe söylenişine göre yazmak adeti olduğunu biliyoruz. Her şeyi kendisine katıp, kedileştirerek temellük etme arzusunun dile dökülüşü gibi gelen bu çaba bana hep sevimli ve önemli görünmüştür. Özentilerden ve her türlü yabancılaşma hissinden uzaklaşma arzusunun tezahürü gibidir.

Kitap, Falih Rıfkı’nın, 12 Haziran-27 Temmuz 1933 tarihlerinde Londra’da yapılan, Londra Ekonomi Konferansı’na Türkiye adına katılan kişilerden biri olarak tuttuğu “derkenar” notlardan oluşmaktadır. Taymis kıyılarında gezinirken düşündükleri de denebilir…

Anlaşılan o ki Falih Rıfkı da kitabının ismi üzerinde fazlaca düşünmüştür. İlk başta “Londra’da Bir Kemalist” demek ister, fakat bu isim ona fazla kendini beğenmiş ya da iddialı gelmiştir, vazgeçer. Oysa, tam olarak onu ve yapmak istediklerini çok iyi yansıtmaktadır. Falih Rıfkı, gittiği her yere yanında Türkiye’yi de götürmüştür. Nereye giderse gitsin, esas meselesi kendi eksiğini noksanını, ülkesinin küçük ve büyük yanlarını karşılaştırmalı bir biçimde görmek, pekişmiş bir büyüklük duygusuyla dönmektir. Londra’da Bir Kemalist tam ona göredir bu nedenle ama bir de bunu fazla belli etmeden, daha gösterişsiz yapmak istemektedir. Aksi halde, henüz olgunlaşmamış ve sayısız eksiklerle malul bir Cumhuriyet’i gereksiz şekilde abartarak istediğinin tam tersine bir sonuca neden olma ihtimali vardır.

Sonrasında, Derkenarlar koymak ister fakat bu isim de Türkçe değildir! “Notlarımın asıl adı ‘Derkenarlar’dır. Bu kelimenin de Türkçesini bulamadım.”. “Derkenar” Farsça kökenli, kenarda olan anlamına gelir. Sayfaların kenarına düşülen notlar ya da Fransızca parafe denilen işaretlere denmektedir. Daha sübjektif, aslolanın gerisinde, düzensiz ama bir o kadar düşünce yüklü notlardır bunlar. Çok güzel bir kelimedir derkenar ama o dönem için bunu kullanmak Falih Rıfkı’nın yapmak istediğinin tam aksinedir; böylesine, şöhretli bir memleket yazarının kitabına halis Türkçe olmayan bir isim vermesi de ne demektir!

Derken, Taymis Kıyıları’nda karar kılar; bu hem iddiasızdır hem de bir halkı ve şehri en çok öylesine gezinirken anlarız düşüncesinin iyi bir ifadesi olarak ona iyi gelir. Bir diğer açıdan, kıyı ve kenar kelimelerinin bilinç altında aynı ifadeye karşılık geldiğini düşünmek de mümkün. Kıyılarda alınan notlar, işin kenarından-kıyısından bakan bir gözlemcinin kendine ait düşünceleri için iyi bir karşılık olabilir. Sonradan, Tuna Kıyıları (1938), Yolcu Defteri (1946) ve Gezerek Gördüklerim (1970) gibi, çok benzer çağrışımlarda, “iddiasız” ama çok iddialı kitaplar yazacaktır. Bunlara gezi yazısı demek bir açıdan hayli zor. Amaç, gezmek ve görmek değil çünkü her şeyden önce. Daha çok, bir halkı gezdirmek ve gördürmek gibi!

Taymis Kıyıları, müthiş bir özgüvenle -ve adeta dünyaya yeni Cumhuriyet’in kurulduğunu bir kez de buradan haykırırcasına- şöyle başlar: “Edebiyat, fen, iktisat ve tarih kitaplarında Londra ve İngiltere için yazılmadık şey kalmamıştır. Fakat 1933’te…Londra sokaklarında dolaşan Kemalist bir Türk yeni bir şeydir.” (s.14). Bu satırlardan, odak noktasının Londra değil bu yeni durum olduğu kolaylıkla sezilebilir. Sonrasında da hep öyle devam edecektir zaten. Her sayfasında, her an Türklük, İstanbul, Ankara, Anadolu karşınıza çıkacaktır.

Örneğin, Londra ilk göründüğünde şöyle der: “İngiltere dendiği zaman, Türk çocuğunun hatırına bacalar, kara asfalt ve kurumlu park manzarası gelir ve Dover iskelesinde fabrika düdüklerinden sağır olacağını, dumandan bunalacağını zanneder. Halbuki İngiliz kıyıları, karayelin vurup soyduğu beyaz Marsilya toprağı, çıplak Odesa toprağı ve boz Ankara toprağı gibi karşıma çıktı.” (s.22).

Derdi, İngiltere’yi görmek değil, kendi ülkesini İngiltere gibi görebilmektir: “İdeal iş bölümünde İngiliz fabrikaları, bizim sarı topraklarımıza, kayalık, tozluk ve kireçlik dağlarımıza ne kadar yaraşırdı diye düşünüyorum. Ve burada koyun sütü, peynir, bal, yağ ve tahta değirmenlerle bir çobanlık cennetinin rüyasına dalıyorum.” (s.22). Çok sık dalacaktır bu rüyalara. Ve sonra kabuslar gördüğü aklına gelecektir. Anadolu insanının rüyalarından çok kâbusları olmuştur çünkü: “Belki bütün İngiliz tarihinde, şimdi kırk yaşında bulunan bir Türk’ün hayatından daha az facia vardır. Anadolu’yu andım [nadirattan bir şeymiş gibi!]. O, şimdi parçalanmış bir kadın gibi, cöngl’de [ormanda] boğuşmuş, yırtıcıların çenesinden çekip kurtardığı etlerinin kanlarını güneşte kurutuyor gibi, ta kulağımın dibinde inledi.” (s.23).

Her zaman bu kadar iç karartıcı da değildir notları. Keyiflendiği anlar da vardır ama yine Anadolu ve yine Türklük satırların ayrılmaz, vazgeçilemez temasıdır. “Otopsilerde İngiliz ciğerinin ocak bacası gibi, kara ve kurumlu çıktığını bir kitapta okumuştum. Bu fıkra, bana şunu hatırlattı: on sene evvel tozlu Ankara’dan Viyana’ya gidip ciğerlerini röntgene vurduran bir mebusa hekim, fırıncı mısınız diye sormuştu.” (s.27).

O tozlu Ankara, Falih Rıfkı ve koca bir nesil için, bütün bir facialar tarihini sisler perdesi ardından sürekli gösterdiği efsunlu bir zafer şehridir. Bir kendine inanmışlık şehri! Falih Rıfkı’da güzel olan, her türlü tozdan topraktan büyüklük hissesi ve yaşanmış tecrübelere dayanan bir gurur çıkarabilmesidir.

İstanbul da eksik kalmaz tabii. O da Taymis kıyılarında düşünülmüştür çünkü Taymis kıyıları, ne yaparsa yapsın Ankara’dan çok İstanbul’a benzemektedir: “Yeşile koşan Londra’yı gördükçe hep denizi kovan İstanbul’u düşündüm. Bir gün Bebek kıyılarında mavi suyu görmek için asansörlerle beşinci kata çıkacağız. Kara taşta yeşil ot bitiren İngiliz zevki, eski Osmanlı zevkinden başka türlü değildir.” (s.69). Kıyı boyu devam ettikçe, İstanbul da yanı sıra uzayıp gelmeye devam eder: “Uzak Taymis kıyılarını dolaşırken Göksu, Kağıthane, Kurbağalıdere gözümün önüne gelir. Bizim çayırımız İngiliz kırı idi. Hyde Park’ta grup grup piknik sepetleri üzerine çömelen insanlar, Beykoz çayırının cumalarını hatırlatıyor.” (s.69-70). İnsanın, ne hatırlatmıyor ki o da hatırlatmasın diyeceği geliyor! Ve sonra, şu acıklı cümleler: “Bir gün herkes yaratılmış tabiat görmek için Londra’ya gelecektir. Ve öldürülmüş bir tabiatın mezarı üstünde ağlamamak için İstanbul’a seyyah uğramayacaktır.” (s.70).

Bursa da yazılara bir yerinden girer. Hiç beklenmedik bir yerinden hem de. “Yeşil Bursa” çağrışımı üzerinden: “Ve her tarafta ne kadar çok yeşil var: Yeşil kepenk, yeşil pencere, yeşil kapı…Bursa’nın toprak yeşili kadar demir ve tahta yeşili…Bu kapıları görürken, hep haç dönüşü yeşile boyanan eski mahalle evi kapılarını hatırladım.” (s.93).

Derken bir yerde, Bernard Shaw ona Nasreddin Hoca’yı hatırlatacaktır: “Siz Hoca Nasreddin’i belki tanımazsınız. Fakat Bernard Shaw’ı size, Hoca Nasreddin’i İngiliz humour’una takılmış beyaz sakalı diye tasvir edebilirim.” (s.111). Bu iki büyük mizah ustası ona göre aynı soydandır; Malum, Hoca’nın, kendisine kıyametin ne zaman kopacağı sorulduğunda “Ben öldüğüm zaman!” demesi gibi Shaw’a da dünyanın en büyük hadisesinin hangi tarihte ve ne olduğu sorulduğunda kâğıt üzerine doğum tarihi olan 1856’yı yazmıştır. Ne var ki başka başka muhitin insanları oldukları için bazı farklılıklar da söz konusudur: “Shaw ve Hoca Nasreddin bir fikirdedirler. Fakat hoca daha sadedir…Nasreddin Hoca sert ve hürriyetsiz bir muhitte yetiştiği için hakikati, kendini tezyif ederek söylerdi. Barnard Shaw, hakikati sizi tezyif ederek söyler.” (s.112).

Falih Rıfkı, bir dönemin her şeyiyle, mimarisi, sanatı, dili, düşüncesi, yaşama biçimi, mizahı ve dünya görüşüyle kendileşmek isteyen insanların eyleme geçmek için bekleyen büyük enerjisini hissettiren bir kalem olduğu için de önemlidir. Çünkü ona ve onun gibi düşünen dönemin pek çok aydınına göre Batı’yı savaş meydanlarında yenen kahraman bir halk olsak da şehirlerimizin meydanlarında hemen her zaman yenik düşmüşüzdür. Düşünce bizde, eyleme geçemeden buharlaşıp yok olan bir boş uğraş gibidir. Belki de bu yüzden, eyleme geçemeyen düşüncelerimiz kendi içimizde yoğunlaşıp korlaşarak aşırı inançlı bir toplum haline getiren şeydir.

Falih Rıfkı’nın satırlarında ne kadar büyüklük hissi ve gurur hissetsek de her büyüklük ve gururda gizliden gizliye var olan inkisarı ve hali pür melalimizi çok iyi anlatan şu cümlesiyle bitirelim: “Bizim düşüncelerimiz, hayalimizde doğup ihtiyarlayıp ölür.” (s.106).

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

Boğaziçi medeniyeti ve mazideki İstanbul

İstanbul'un güzelliklerini, renklerini, seslerini tüm canlılığıyla kalemine yansıtan yazarların başında gelen Abdülhak Şinasi Hisar, tam bir İstanbul aşığıydı. İstanbul’un mâzide kalan tarihî ve tabiî güzellikleriyle Boğaziçi’nde yaşanan hayatın unutulup gitmesine istemeyen yazar, çocukluğunun geçtiği Rumeli Hisarı, Kanlıca, Çamlıca gibi Boğaz semtlerinin hususiyetlerini ve yaşantısını yazılarında ve romanlarında konu edinmiştir. Geçmiş zamanlarda yaşanan hayatının ahengini ve tadını duyurmaya çalışan Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul ve Boğaziçi Yazıları kitabı, Beyza Ertem ve Nisan Erdem’in editörlüğünde Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın birinci bölümü Hisar’ın 1931-1958 yılları arasında kaleme aldığı İstanbul ve Boğaziçi yazılarının bir derlemesinden, ikinci bölümü zamanında dergilerde yayımlanan ve daha sonra kitaplarına birtakım değişikliklerle alınan yazılarından üçüncü bölümüyse Boğaziçi’ni konu alan dört “Geçmiş Zaman Hikâyesi”nden oluşuyor. Dönemin İstanbul görsellerinin eşlik ettiği İstanbul ve Boğaziçi Yazıları’nda seyretmeye doyamadığı İstanbul’un kendi ruhunda uyandırdığı hisleri, çocukluğuna dair hatıraları ve şehrin kültürel bir miras olarak korunması hususundaki fikirleri okuyucuyla paylaşıyor.

Bir İstanbul muharriri olan Abdülhak Şinasi Hisar, 2 Haziran 1931’de yayımlanan “Edebiyat ve Turizm” başlıklı yazısının açılışını şu cümlelerle yapıyor: “Tabiatı ve manzarası itibarıyla, dünyanın en güzel ve tarihî eserleri itibarıyla en zengin şehirlerinden birinde yaşıyoruz. İstanbul kelimesi insanların başında bir hülya gibi dönüyor.” Medeniyetlere ev sahipliği yapmış İstanbul’un maddeten emsali bulunmayacak kadar güzel, cihanî bir şehir olarak nitelendirmiş tarihin ve tabiatın bıraktığı bu servetin bu mirasın ehemmiyetini yazılarında vurgulamıştır.

Boğaziçi’nin “perili bir diyar” olduğuna inanan Abdülhak Şinasi Hisar’a göre Boğaziçi halis bir Türk eseridir ve Türkler burada İstanbul’dan bile ayrılan Boğaziçi Medeniyeti’ni meydana getirmiştir. Hisar’ın Boğaziçi’ni bir medeniyet olarak kabul etmesinin nedeni Boğaziçi’nin kendine has hususiyetlerinin bulunmasıdır. Türkler Boğaziçi’nde tamamen Boğaziçi’nin tabiî dokusu içerisinde ona uygun bir biçimde yaşamayı öğrenmiş ve tabiatın tüm güzelliklerinden istifade etmişti. Boğaziçi’ni emsalsiz İstanbul’un en güzel parçası olarak nitelendiren Hisar, Boğaz’ın iki yakasını süsleyen yalılara tarihî ve estetik bir gözle bakıyor. Boğaziçi’ndeki yalılar, kasırlar, sahilsaraylar ile bunları korularda tamamlayan köşkleri Türk mimarî dehasının ortaya koyduğu eşsiz güzellikte şaheserler olarak telakki ediyor. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi başta olmak üzere tarihi kaynaklarda ve seyahatnamelerde Boğaziçi’nin Anadolu ve Rumeli kıyılarının tasvir edildiğini buranın son derece mamur ve müreffeh olduğunu belirtiliyor. Boğaziçi gecelerinde helva sohbetleri ve mehtap sefalarının tertip edildiğini, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in kayıklarıyla Boğaziçi’ne sık sık gezmeye çıktıklarını, Cuma namazlarını için Boğaz camilerinden birini tercih ettiklerini anlatan yazar Boğaziçi’nin yabancılarda da büyük hayranlık uyandırdığını ve ilham kaynağı olduğu şu cümlelerle söylüyor: “Boğaziçi medeniyeti, dediğimiz bu ince ve zarif mucizenin yüksek şahitleri, vefakâr âşıkları, büyük hayranları arasında ecnebiler de vardır. Bunlar Fransız, İngiliz, İtalyan ve Alman seyyahları, müverrihleri, şairleri, hikayecileri, ressamlarıdır ki Boğaziçi’nin güzelliklerini kendi lisanlarıyla seyahatnamelerinde, tarihlerinde, şiirlerinde, hikayelerinde, tablolarında tasvir etmişlerdir.” Boğaziçi’nin birer kalesi birer şahidi olarak nitelendirdiği eski zaman yalılarına dair yazıları da kitapta yer alıyor. Boğaziçi’nin hususiyetlerinin kaybolduğunu yalılarının birer birer yıkıldığı hususî bir âlem olarak nitelendirdiği Boğaziçi medeniyetinin kaybolmaya yüz tuttuğundan dem vuruyor. Bu yalıların mimarisi, tezyinatı ve bahçesiyle benzersiz bir tarihi eser olduğunu, sahil boyunca benzersiz bir manzara sunduğunu bütün maddi ve manevi hususiyetleriyle korunması gerektiği ifade ediyor. Boğaziçi yalıları içinde en eski ve en tarihi olan Anadoluhisarı’ndaki Amcazade Hüseyin Paşa (Köprülüler) Yalısı’nın müstesna bir kıymete sahip olduğu belirterek içinde bulunduğu harap vaziyetten kurtarılmasının elzem olduğu söylüyor. Yazarın, Boğaziçi’nin göz bebeği olan aşı boyalı bu tarihi yalısının tamirinin son derece önemli olduğunu belirttiği yazısından bugüne geçen yarım asırda Amcazade Yalısı’nın hâlâ tamire muhtaç bir vaziyette olması da son derece düşündürücü.

Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi yalılarının canlı birer hüviyeti olduğu belirterek hemen hepsinin kendi köşesinde zaman ve tabiatın şekillerine, renklerine uyarak eski zaman ressamlarının tablolarındaki birer manzara gibi geçmişin hatıralarını sakladığını söylüyor. Medeniyetler tarihi rollerini ikmal edince onların hatıralarının bir muhafaza yani bir müze içine konulması lazım gelir diyen Hisar, tarihi ve mimari kıymeti büyük olan eski yalılardan bir tanesinin Boğaziçi Müzesi olarak açılmasını teklif ediyor. Ona göre bu yalı selamlığıyla, haremiyle, bahçesiyle, mutfağıyla, hamamlığıyla, kayıkhanesiyle, kayığı ile bütün eski zaman eşyası ile avizeleriyle, çubuğuyla, nargilesiyle, sazlarıyla, mangallarıyla, levhalarıyla, çeşmibülbülleriyle bütün bu hususiyetleriyle tam bir Boğaziçi Müzesi, şehir medeniyetimizin en güzel bir numunesini temsil edecektir. Boğaziçi’nin Anadolu kıyılarındaki yalılarını tek tek sayarak Beylerbeyi’ndeki Hasip Paşa Yalısı’nın müze olmaya en uygun yalı olduğu ifade ediyor. Topkapı Sarayı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi Askeri Müze, Deniz Müzesi gibi tarihimizin ve medeniyetimizin en kıymetlilerinden birine namzet olacağını ümit ettiği Boğaziçi Müzesi’nde resim, tarihi vesika, kitap ve etnografya bakımından Boğaziçi’ne dair eserlerin toplanarak korunmasının faydalı olacağını belirterek şunları söylüyor: Gönül istiyor ki, bir Boğaziçi müzesinde yazı, kitap, resim olarak Boğaziçi’ne ait eserler ve vesikalar, Boğaziçi’nin en kutsi hatıraları, ne yazık ki zevale mahkûm güzelliklerinin bütün şahitleri barındırılsın. Müzenin kütüphanesinde, Boğaziçi’ne dair her lisandaki kitapların hepsi ve resim galerilerindeki bütün Boğaziçi tabloları, gravürleri, fotoğrafları reprodüksiyon veya kopya olarak bulundurulsun. Kitaptaki çeşitli yazılarda muharrir, eski İstanbul’un manzaralarından, sularından, kayıklarından sitayişle bahsederken mekânla kurduğu benzersiz edebî ilişkiyi görünür kılıyor. Bununla birlikte Boğaziçi’ndeki yaşamı, yalıların görkemli manzaralarını, gurup vakitlerinin insanda bıraktığı hissiyatı satırlarına yansıyor. Abdülhak Şinasi Hisar, İstanbul ve Boğaziçi Yazıları’nda asırlar içinde meydana gelen Boğaziçi medeniyetinin mehtap geceleri, musiki alemleri, kayıkları, yalıları, köşkleri ile kendine mahsusu yaşantısını ve mazideki İstanbul’u tüm haşmetiyle gözler önüne seriyor.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus

30 Aralık 2024 Pazartesi

Bir kitap, kahramanını nasıl yutar?

Hayallerimizi şekillendiren, onlara bir parça renk katan, genişleten, ufkumuzu açan nedir? Bilmecesine, sualine nasıl cevap veririz? Biraz düşünsek; başımızı bir o tarafa, bir bu tarafa eğsek çoğumuz bir ağızdan “Kitap!” diye bağırırız. Evet, bu bilmecenin cevabı kitaptır. Ama mesele bilmece değil. Çoğumuz kitap okumayı çok sevdiğini söyler de, bu ne kadar doğrudur? Evet, mesele tam olarak budur.

Hepimiz kitapseveriz dedik ya, şöyle bir düşünelim, “En son hangi kitabı bitirdiniz? Şu an okuduğunuz kitap?” dendiği an nasıl cümleler akla gelir. En önemli turnusol kâğıdı budur, bunlar bir kitapseveri en ayıran suallerdir. Görünüşü kurtarmak isteyenler, “Böyle deyince aklıma birden gelmedi, kırmızı kapaklı gül resimliydi, ay heyecandan unuttum”. İnsan en son okuduğu kitabı nasıl unutur? Kaç zaman önceydi okuduğun denmez mi böylelerine, çünkü kitapsever daima okuyandır. Gerçek kitapsever ne der öyleyse;

Son okuduğum diye bir şey yok hep okuyorum, ama okumasını tamamladığım filanca, şu an ise falancayı okuyorum.” Yahut, “Filanca kitabı bitirdikten sonra falanca kitaba başladım onu okuyorum şimdi” gibi cevaplar gelir, bir de sevdiğiniz yazarlar dendiğinde hep aynı isimler etrafta dolaşır. Her dönem belli isim üzerinde anlaşma vardır ama kitabının özetini istesen, hangi karakter seni etkiledi desen, karşında sus pus, kapı duvar olurlar. Anneler çocuklarına kitap okuma uyarısı yaparken televizyon izlerse, bu pek etkili olmaz. Çünkü kitapsever anne çocuğuyla bir kitabı okur, onun hakkında konuşur. Çocuklar, büyükler kitap okumaktan hoşlanmayabilir ama bunun nedeni kitaplarda değildir. Okumayı sevmeyen yeğenimin dediği gibi “Kitap sevmiyor değilim onları çok seviyorum, okumayı sevmiyorum.”. Neyse çizgi roman sevdiğini keşfettikten sonra kitaplara geri döndü.

Neden okumayı sevmez çocuklar? Bunun birçok nedeni vardır. Kitapsever olmak için önce kitapların, onlarla konuşması gerekir. Aynı dili konuşan insanlar nasıl çok iyi anlaşırsa kitaplarla okur arasında da böyle bir şey vardır. Her kitap kendi diliyle konuşan tarafından okunmalı, kısaca çocuğun kitap dilini bulmalıyız. Sayfalar ve kapaklar arasındaki kelimeler, sizin kalbinizde bir maceraya yelken açmalıdır.

İşte Timaş Çocuk’tan tam da bunu üstüne basan, anlatan bir kitap çıktı. Kahramanını Yutan Kitap adı çok hoş, kapak ve kitabın adı sizinle konuşup hemen iletişime geçiyor. Açıp başlamak için telaşlanıyorsunuz, nasıl bir kitap acaba, nasıl yutmuş? Suallerine cevap bulmak üzere çevirmeye başlıyorsunuz. Yazar Didem Demirel, kelimelerini özenle seçmiş, okurun ilgisini çekecek, tam olarak içinde bulunduğumuz döneme ait bir çocuk dili kurmuş. Abartılı, ağdalı değil, olması gerektiği gibi. Günlük konuşmayı aktarmış. Kahramanımız Vahti ve annesi arasındaki diyalog hiç yabancı gelmiyor, sanki evinizin duvarları arasında çocuğunuzla sizin aranızda geçiyor. Ve en önemlisi, Vahti’nin iç dünyasının yansıtmasını yine onun yaş gurubuna göre yapıyor. 64 sayfa hop bitiyor. Vahti ismini bir çoğumuz belki ilk kez duyacaktır, işte dikkatleri nazar edecek bir nokta daha… Kahraman adları insanı kendine çekiyor.

Didem hanım, kahraman olarak; kitap okumayı sevmeyen, macera peşinde koşan birini seçmiş. Okulda, öğretmenleri tarafından kitapları sevdiğine dair şiirler okutulurken, Vahti’nin iç sesi olanca gücüyle isyan içindedir. İçinden geçen bütün cümleleri dili ile dökmek istiyor ama nafile ağzından dışarı çıkmıyor, mutsuz bir halde evinin yolunu tutuyor. Mutsuzluğun ana nedenlerinden biri, sevmediğin bir işi yapmak, düşünceleri söylemektir, böyle bir durum çok zordur. Böyle insanların sinirli, içine kapanık, olma ihtimali yüksektir. Vahti de biraz böyle, sinirli sinirli eve gidiyor. Okulda, evde, her yerde, kitap okumasını söyleyen insanlar tarafından kuşatılmış hatta okuması için zorlanmaktadır. Kimsenin onu anlamadığını düşünüyor, hayat oldukça sıkıcı bir hal almış durumdadır.

Her gün aynı işleri yapmaktan oldukça yorgun ve bıkmış durumdadır, okula git, eve gel, ders çalış, kitap oku.. Hep rutin rutin işler. Hâlbuki onun hayali; korsanların, ormanların ve uzaylıların olduğu olağandışı maceralar yaşamak, bir Malkoçoğlu gibi yedi ejderhayı yenen savaşçı olmak niyetindedir. Korsanlarla dövüşüp, onları alaşağı edip hazineye konmak niyetindedir. Destanlara, masallara, çizgi romanlara, kahraman olan karakterler gibi olma derdindedir ama kimse onu anlamamaktadır. Hepimiz, küçükken bunların hayalini kurmadık mı? Küçükken mi belki de hâlâ? Bir maceraperest olan Vahti bir gün çöp kutusunun içinde bulduğu bir kitap ve Türkçe hassasiyetli Martı’nın sayesinde (Martı ama öyle seslenmekten hoşlanmıyor Hadiye Teyze.) bir kitabın içinde kendini buluyor ve ondan sonra maceradan maceraya koşuyor. Hadiye Teyze’nin Türkçe hassasiyeti hem eğlendiriyor, hem öğretiyor. “Mi, ki, de”, eklerini nasıl kullanırız, anlıyoruz. Kitabın içinde Ali Baba ve Kırk Haramiler'de ki gibi sihirli şiirler var, neşeli neşeli okuyoruz. Annelerimizi ne kadar kızgın olursak olalım, bizim için bir mücevher olduğunu tatlı dille anlatıyor, onları mutlu etmek define adasındaki hazineyi bulmaya eş değer diyor. Öyle değil mi gerçekten!

Her kitap bir maceranın bir parçasıdır, her macera kitabın bir parçasıdır. Roman, hikâye, masal, destan, hepsini okurken bizi içimize çekerler, kendi diyarlarında gezinti yaptırırlar. Kahramanları ile birlikte bizde yer alırız, maceradan maceraya koşarız. Hem de oturduğumuz yerden, bir sürü yere gidip geliyoruz, kaç dünya değişiyor. Var mı böyle bir keyif? Kahramanını Yutan Kitap, adının hakkını veriyor, hepimizi kendine çekiyor ve serüven diyarına, o güzel resimlerle bizi götürüyor. Kitabın ne olduğunu bilen herkes okumaktan hoşlanır. Yeter ki kitaplarla temas kuralım, ha bir de Çöp tenekelerine dikkatli bakalım, belki Hadiye Teyze bir kitap bırakmıştır. Ankara’da martı olur mu? Olur, olur..

Elçin Ödemiş
https://x.com/elindemis

Hikmet haykıran şair: Sezai Karakoç

Modern Türk şiirinin poetik karmaşası, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “medeniyet krizi” diyerek tanımladığı bir noktada şekillenmektedir. Tanzimat’ın ilanıyla başlayan bu medeniyet krizi, Erken Cumhuriyet’le birlikte Türk şiirine giren kuram ve kavramların da etkisiyle giderek artan bir dikkate kapı aralarken şair ve yazarların şiir metninde birtakım poetik endişeleri göz önünde bulundurarak metne yaklaşmalarına olanak sağlamıştır. Söz konusu poetik endişenin temelinde Modern şiire dek rastlanmayan bir felsefi duyuş bulunmaktadır. Erken Cumhuriyette taklit ve deneme olmaktan ileri gidemeyen bu etki, Garip şiirine gelindiğinde kendini gündelik ve dünyevi yaşamla harmanlanmış bulur. Garip’in (Birinci Yeni) düşün ve retorikten uzak söyleyişi, gündelik hayatın bir temsili olan şiir metninde şekillenmiştir. Ancak Modern Türk şiirinde görülmesi beklenen kuramsal temel yakalanamamıştır.

Modern Türk şiirinde söz konusu kuramsal temelin ancak İkinci Yeni şiirinde yakalanabildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Genelde İkinci Yeni söyleyişinde; özelde ise dönemin kurucusu sayılabilecek Sezai Karakoç’un şiir evreninde; Modern Türk şiirine felsefi bir temel kazandırılması bakımından bu dönemin öne çıktığı söylenebilir. Türk şiirini ilim, fikir ve gönül dünyası itibariyle etki alanına almış bir şair olan Sezai Karakoç, İkinci Yeni temsilcileri tarafından da bu şiirin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Şair; hayatı, eğitim hayatı, yaşam mücadelesi, eğitimi bakımından yalnız zamanını ve içinde bulunduğu şiir hareketini etkilemekle kalmamış, düşüncelerinin yanında şiire getirdiği epistemolojik ve ontolojik söyleyiş tarzıyla da zamanının ötesinde bir şiir evreni de kurgulamıştır. Sezai Karakoç’un Türk şiirine ve düşün dünyasına bu katkısını Prof. Dr. Adem Polat 2023 yılında Diyanet Vakfı Yayınları'ndan çıkan Sezai Karakoç adlı eserinde genişçe aktarılmıştır. Karakoç’un içine doğduğu ortamdan başlayarak düşünce dünyasını şekillendiren ve ona katkıda bulunan okumaları ile yaşamının önemli olaylarını karakter gelişimiyle birlikte hayat çizgisini aktarmıştır. Polat; şairin hayatını neslinin birçok mensubu gibi birçok mahrumiyet ve kültürel yıkılmışlığın içerisinde, 1933 yılının bahar aylarında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya gelir, cümlesiyle anlatmaya başlar. Yazarın bu tercihi okura Karakoç’un idealizminin şekillendiği ortamı somutlaştırmanın yanında dönemin şair ve yazarlarının yetiştiği çevre hakkında da okurun fikir sahibi olmasını sağlamaktadır. Polat’ın yazar hakkında bilgilendirme yaparken kullandığı üslûbun edebî metin tarzına yakın bir Türkçe’ye sahip olması; Karakoç’un edebî kimliğinden ayrışmayan hayat öyküsünün tanığı niteliğindedir. Yazarın tercih ettiği dil ve üslûbun, bütünüyle Karakoç’un edebî şahsiyetiyle paralellik gösterdiği söylenebilir. Nitekim şiirin ruha estetik kattığına inanan ve bu estetik anlayışını bir yaşam biçimi hâline getiren Karakoç’un hayatını anlatmak için daha uygun bir söz dağarı düşünülemezdi.

Kitapta sırasıyla “Doğumu ve Ailesi, Öğrenim Hayatı, Meslek Hayatı, Memuriyetten Ayrılış ve Yazı Hayatı, Diriliş Partisi, Bildiriler, Konferanslar, Meydan Konuşmaları, Kapatma Davası, Yüce Diriliş Partisi” başlıkları altında Karakoç’un hayatı anlatılmıştır. Bütün bu hayat hikâyesinde şairin fikir ve düşün evrenine katkıda bulunan oluşumlardan da yeri geldikçe bahsedilmiş ve şair; birey kimliğinin yanında düşünce insanı olarak da okur karşısında şekillendirilmiştir.

Hayatının ardından eserleri ve kullandığı edebî türlerde verdiği ürünleri kronolojik bir sıra gözetilerek aktarılmıştır. Kitapta, şairin şiir ve nesir türünde verdiği eserlerinde karşılaşılan ve düşünce yapısı üzerinde etkisi gözlemlenen retorik anlayışlara da değinilmiştir. Çeviri faaliyetleri ve incelemelerinin yanında piyes ve söyleşilerine de değinildikten sonra konferansları ve konuşmalarına da eserde yer verildiği görülür. Bunun sebebi, Karakoç’un yalnız şair-yazar olarak değil toplum önderi, düşünce insanı olarak da öne çıkmasında aranmalıdır.

Polat; Karakoç’un düşün evreninin temelinde yatan “tevhid” olgusunun “Diriliş” düşüncesinde imlendiğini aktarmaktadır. Söz konusu dirilişi de yazar şöyle tanımlar; Karakoç şiiri, hikmeti epistemolojik bir problem olarak alan ve çağa aktüel-verili olguların dışından bakabilmeyi başaran bir şiirdir. Yazarın; Karakoç’un şiirinde bulduğu bu olgular, bütünüyle maddi evrene de dayanan şiir görüşünün metafizik yoğunluğa sahip poetik temellerle de ilişkili olduğunu göstermektedir. Karakoç’un bu poetik yapısının benzerini Türk şiirinde daha önce Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’de görüldüğünü söyleyerek Yahya Kemal’in değişen içinde değişmeyen geleneği muhafaza etme vurgusuna dikkat çeker. Esasen yazar bu düşüncesiyle gelenek ile modern arasında duran Yahya Kemal’den Karakoç’a gelinceye kadar geçen Türk şiiri modernleşmesinde Yahya Kemal’in gelenek odaklı duruşuna dikkat yöneltilmesi gerektiği taraftarıdır. Bunun sebebini de Yahya Kemal’in poetikasında dil ve anlam temelleri üzerine bir kurgu olmasına bağlamaktadır. Bunun yanında şiirde gelenek kadar lirizmin de önemli olduğunu vurgulayan yazar, Karakoç’un Yahya Kemal’de temellendirdiği değişim içinde değişmeyen gelenekçi bir bağın varlığının Şeyh Galip’te de görüldüğüne değinerek bu bağa “ana akış” demektedir. Şiir kurgusunun değişim içerisinde değişmeyen bu ana akışın temsilcilerine Şeyh Galip, Ahmet Haşim-Yahya Kemal’in yanında Sezai Karakoç’u da eklemlemiştir. Polat; Karakoç’un hem retorik hem de etik anlamda fikirlerinin etkisinin tıpkı bu şairlerde olduğu gibi çağları aşacak bir söyleyiş kazanarak kendi medeniyeti ve değerler bütününe sahip olacağının haberini vermektedir. Bu yüzden de onun şiirlerinin kendi özgün çerçevesinde değerlendirilmesini önerir. Karakoç için “çağımızın Şeyh Galip”i diyen Polat; şairin kendi çağını aşan bir medeniyetin varlığına tanıklık etmiş ve bugüne taşımış bir münevver olduğunu ifade eder.

Halide Şeyma Kuzgun
halideseymak@gmail.com.tr

18 Aralık 2024 Çarşamba

Bilge liderin sözleri

Aliya İzzetbegoviç sadece halkının arkasında dimdik durduğu için büyük bir lider değildi, onun büyüklüğü aynı zamanda taşıdığı bilgelikten de geliyordu. Gerçekten de onun kitapları büyük bir mütefekkirin elinden çıkmış kitaplardandır. Kaleminde hikmet yatar, sözlerinde İslami gelenek hakim unsurdur.

Dünyaların Kesiştiği Yerde’yi elime ilk aldığımda heyecanlıydım. Çünkü eser Aliya’nın açıklamalarını, konuşmalarını, mesajlarını ve mektuplarını kapsayarak çok yakın ve geniş bir yelpaze sunuyordu. Dile kolay, 13 yıllık sözlerin birikimiydi. Bu sayede Aliya’nın düşünce dünyasına geniş manada nüfuz etme ve tanık olma şansına da erişmiştik. Onun derdi, ufkunun genişliği konuşmalarında kendini gösterir. Onun derdi sadece Bosna’yı kurtarmak değildir, onun derdi tüm İslam dünyasının yeniden ayağa kalkmasıdır. Müslümanların üzerindeki ataletin silinmesi, Müslümanların tekrar dünyaya nizam verici konumda yer almasıdır.

Gençler hayal gücünün kanatlanmasına izin versin! Çünkü bunlar uydurma meseleler değil. Doğu-Batı meselesi, oldukça önemli. Bu düşünce sürecinde, Kuran dışında hiçbir şeye bağlı değiliz. Cesur bir şekilde yeni formlar, yeni ilişkiler aranması gerekiyor… Bir grup insanın ileriye bakması gerekiyor. Bu ‘Genç Müslümanlar’ olsun. Böyle olduğunda, gençliği yanında bulacaktır.

Buradaki çaba müthiştir. Hayal gücünün kanatlanması, vizyon sahibi olunmasıdır. Düşünceye ket vurulmayacak ki bir gün sınır aşılabilsin ve doğru menziller göz önüne getirilsin. Ama ölçü? Ölçü, Kuran’dır. Aliya, İslam’ın çizdiği sınırları hiçbir zaman göz ardı etmez. Aklıma Hz. Mevlana’nın pergel metaforu geldi. Pergelin sabit ayağı İslam’dır, diğer ayağında dolaş! O sabit ayak seni istikamet üzere tutacaktır. Ve gençlik! Yarınları gençler inşa edebilecektir. Gençlerin İslam şuuruyla kendilerine bir gelecek belirlemesi, toplumun geleceğinin İslam şuuruyla yaşanacak olması demektir.

Sanat, en üst düzeyden kültürel bir eylemdir. Sanat ‘bizim’ ya da ‘onların’ olamaz. Evrenseldir yani tüm insanlara aittir. Eğer öyle değilse, sanat değildir. Bunun yanı sıra mevcudiyetimizi Allah’ın lütfuna borçlu olduğumuzu ve maneviyatın tüm insanlar için iç huzuru elde etmenin yollarından biri olduğunu hatırlatmaktadır.

Şu kısacık pasaj 200 yıllık bir düşünceye, modern dünyaya, sistemin ta merkezine karşı çıkış barındırmaktadır. Aydınlanma çağıyla dinlerin ve Tanrı inancının sahne dışına itilmesi, insanların bireyciliğinin ön plana çıkması, sanatta kendisini nefsin karanlık yönlerinin ifşasına ve övgüsüne neden olmuştur. Aliya burada sanatın da amacının Allah’ı hatırlatmak ve maneviyatı güçlendirmek olduğunu vurgulamıştır. Ki modern hayata kadar da böyleydi. Her sanat ve zanaat esasında Tanrısal olana ulaşmayı amaçlıyor ve bir araç işlevi görüyordu. Modern hayatta sanat araç değil, amaç olmuştur ve insanlığa sunduğu geçici zevklerini uyandırmak ve kötülüğü göstermekten başka bir şey olmamıştır.

Dünyaların Kesiştiği Yerde sadece Bosna’nın uğradığı zulmü değil, geniş bir perspektiften her konuya temas etmesiyle çok kıymetli bir eser. Dikkatli okurların satır aralarından birçok yeni bakış açısı kazanacağı bir hazine.

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_