Abdülhak Şinasi Hisar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdülhak Şinasi Hisar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2025 Salı

Sanatçının içindeki kainat: edebiyat

Abdülhak Şinasi Hisar’ın edebî yazıları, yayımlanan bu ikinci ciltle daha da genişledi. Büyük edebiyatçıların teorik konularda fikir belirtmesini ve bunları yazmasını ciddi bir şekilde savunan biriydi Hisar. Everest Yayınları’nın derlediği bu iki cilt onun düşündüğünü yaptığının en güzel örnekleri. Bu sitede serinin ilk cildiyle ilgili Yağız Gönüler ağabeyin bir yazısı olduğu için ben daha çok ikinci cilde değineceğim.

A. Şinasi Hisar’ın Romana Bakışı
Hisar için, her şeyden önce hangi türün yazarıdır desek herhalde en iç rahatlığıyla denemeci deriz. Çünkü o güzel İstanbul ve Boğaziçi yazılarının önüne onun yazdığı başka şeyler kolay kolay geçemez. Ancak onun aynı zamanda üç tane, hacim olarak küçük ama üslûp ve içerik olarak büyük romanı var. Üstelik bu romanlar yazıldığı zamanlar için farklı addedilmiş, biraz garipsenmiş metinler. Çünkü Hisar, romanda hiç önem vermediği, yan unsur gördüğü, olmasa da olur dediği ‘vaka’yı atlamış ve direkt kişiyi temel alan, karakter romanları yazmıştı. Zamanı için bir yenilik olan bu durum Hisar’ın roman anlayışıyla da örtüşüyor. Bunu da dört bölümden oluşan kitabının en uzun ve detaylı bölümü olan Romana Dair’de tartışıyor. Zaten bence, Hisar’a en çok kulak kabartmamız gereken yer burası. Roman türü hakkında hiç de tutucu olmayan bir yazarla karşı karşıyayız. O dönemler için romanda vaka’yı saf dışı bırakmak, olsa da olur olmasa da olur, durumuna getirmek herkesin kolay kolay savunup bunu uygulayabileceği bir şey değil. Bu tavrını da başta Fahim Bey ve Biz olmak üzere üç romanıyla da çok başarılı bir şekilde desteklemiş. Üstelik bu yenilikçi tavır Hisar’dan sonra da uzun süre -istisnalar dışında- devam ettirilememiş.

Hisar, romanı belli bir çerçeve içine sokmuyor. Romanı belli bir yere oturtmaya çalışanlara da karşı geliyor. Ona göre roman hudutsuzdur ve içinde birçok başka türü barındırır. Vaka konusunda, yukarda değindiğim gibi, hassastır ve merak unsurunu romandan atmak ister:

Mesela, mevzu diye alınan bir vakanın hikâyesi, birçoklarının sandıkları gibi romanın esası değil, teferruatı ve hatta denilebilir ki, onun düşmanıdır. Eğer bana sadece bir vakayı hikâye etmek istiyorsanız ve başka hiçbir diyeceğiniz olmadığı da meydanda ise, bu masalı söylemeseniz de olur ve ben de sizi dinlemesem daha iyi etmiş olurum, diye düşünebilirim.

(Kişi incelemeleri, karakter başarısı önemlidir fakat onun dönemlerinde veya kısa zaman öncesine kadar bazı büyük yazarların müstear isimlerle ve geçim kaygısıyla romanlar yazdığı veya çevirdiği de bir gerçektir. Peyami Safa ve Kemal Tahir ilk akla gelenler. Hisar’a göre olmaması gereken bu tür anlatımlar ve romanlar öte yandan büyük yazarların büyük romanlar verebilmesini sağlamıştır. Safa’nın dediği gibi, Cingöz Recai olmasaydı Peyami Safa olmazdı.)

Kitabın en uzun ve bence en değerli olan bu ilk kısmında Hisar adeta karşısında biri varmış gibi bir tartışma ortamı oluşturuyor ve roman hakkında neredeyse üniversite dersi veriyor. Romanda kişiler, roman hakkında yazılmış kitap eleştirileri, roman nasıl yazılır, vaka’nın önemsizliği gibi konularda uzun uzun fikirlerini yazıyor. Ayrıca Şinasi Hisar dendiğinde akla ilk gelen şeylerden olan romanda üslûp konusunu da didik didik ediyor. Ondaki üslûp titizliğini gösteren çok cümlesi var kitapta:

İyi yazmayı bilmedikleri, kelimelerini seçemedikleri, edebiyatı da sevmedikleri için, güya romanın güzel bir üslupla yazılmış olması icap etmediğini bir kaide olarak uyduran ve ileri süren basit muharrirlerin bu sözde nazariyeleri, ancak kendilerinin küçük hesaplarına uymaktadır. Üslupsuzluk, tembel muharrirlerin kolayına gelmektedir. Bunlarca sanat, tasannu sayılıyor ve edebiyat da özenti söz! ‘Edebiyat yapmak’, âdeta ‘lügat paralamak’ tarzında tenkit edilecek bir kusur telakki ediliyor! Vakıa, geçirdiğimiz buhranlı zamanlarda, her nevi üslupsuzluğun bir başka saiki daha vardır. Bu muharrirlerin bazıları, bütün dünyanın yüzünü değiştirmek istediklerinden olacak, bir sayfalık yazının intizamı ile uğraşmak onlara abes geliyor! Kalemlerini bir bomba gibi kullanmak isteyenler bizim bu bir tek sayfa için dikkatle uğraşmamızı, kim bilir ne çocukça telakki ederler!

Şiire Dair ve Diğer Bölümler
Kalan bölümlere de kısaca değinip yazıyı bitirmek istiyorum çünkü benim bu yazıda aksettirmek istediğim daha çok Hisar’ın roman hakkındaki görüşleriydi. Şiire Dair ve Tenkit ve Tercümeye Dair bölümleri de Hisar’ın orijinal görüşlerini görebileceğimiz yerler. Özellikle şiir konusundaki yeniliğe açıklık da tıpkı roman konusundaki yenilikçi fikirleri kadar önemli. Tenkit ve Tercümeye Dair bölümünde ise Hisar’ın münekkitliği öne çıkıyor. Şu durum sevindirici: Yazarın ortalama 70 yıl önce eleştirdiği bazı konularda, özellikle tercüme eserler ve niteliği konusunda Türk Edebiyatı epey yol aldı. Tenkit olmadığı ve münekkit yetişmediği konusundaki eleştirileri haklı olsa da, bu alana edebiyatımızda kaç tane yazar önem veriyordu? Hele bu zamanda, tek tıkla milyonlarca reklam yapılabilen bir zamanda işin bu yönünü de düşünmek lâzım. Bazı eleştirilen konuların gelişmemesi maalesef ki zamanın ruhuyla da alakalı.

Son bölüm İlgili Söyleşiler ise ilk üç bölümle ilgili kısa değerlendirmeler gibi olmuş. Okur en önce söyleşileri okuyup daha sonra ilk üç bölümü okuyabilir. Böyle olursa söyleşilerde kısa geçen konuları sonrasında uzun uzun okuma şansına sahip olabilir.

Şinasi Hisar’ın bu tür fikir metinlerinde zor bir üslûbu var. Roman ve İstanbul yazılarında gördüğümüz o lezzetli dil yerini çok daha ciddi ve çetrefilli bir anlatıma bırakıyor. Üstelik bu kitap, serinin ilk cildine göre daha zor okunuyor çünkü ilk kitabın çoğu, tek cümlelik veya paragraflık çok sayıda aforizmadan oluşuyordu ve bu durum okumayı biraz rahatlatıyordu. Bu kitapta ise sadece Şiire Dair bölümünün kısa bir yerinde görüyoruz bu tarzı. Biraz da bundan dolayı bu kitap biraz daha emek istiyor. Ancak son tahlilde ilk kitaba göre çok daha doyurucu bir kitap. Hisar’ın çok değerli eleştirmenliği ve inceleme gücünü bu kitapta daha net görebiliyoruz çünkü aynı zamanda Hisar dediklerinin dayanağını sağlam kuruyor. Dediklerinde gereksiz ve boş diyebileceğimiz cümleler neredeyse hiç yok.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

2 Ocak 2025 Perşembe

Boğaziçi medeniyeti ve mazideki İstanbul

İstanbul'un güzelliklerini, renklerini, seslerini tüm canlılığıyla kalemine yansıtan yazarların başında gelen Abdülhak Şinasi Hisar, tam bir İstanbul aşığıydı. İstanbul’un mâzide kalan tarihî ve tabiî güzellikleriyle Boğaziçi’nde yaşanan hayatın unutulup gitmesine istemeyen yazar, çocukluğunun geçtiği Rumeli Hisarı, Kanlıca, Çamlıca gibi Boğaz semtlerinin hususiyetlerini ve yaşantısını yazılarında ve romanlarında konu edinmiştir. Geçmiş zamanlarda yaşanan hayatının ahengini ve tadını duyurmaya çalışan Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul ve Boğaziçi Yazıları kitabı, Beyza Ertem ve Nisan Erdem’in editörlüğünde Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın birinci bölümü Hisar’ın 1931-1958 yılları arasında kaleme aldığı İstanbul ve Boğaziçi yazılarının bir derlemesinden, ikinci bölümü zamanında dergilerde yayımlanan ve daha sonra kitaplarına birtakım değişikliklerle alınan yazılarından üçüncü bölümüyse Boğaziçi’ni konu alan dört “Geçmiş Zaman Hikâyesi”nden oluşuyor. Dönemin İstanbul görsellerinin eşlik ettiği İstanbul ve Boğaziçi Yazıları’nda seyretmeye doyamadığı İstanbul’un kendi ruhunda uyandırdığı hisleri, çocukluğuna dair hatıraları ve şehrin kültürel bir miras olarak korunması hususundaki fikirleri okuyucuyla paylaşıyor.

Bir İstanbul muharriri olan Abdülhak Şinasi Hisar, 2 Haziran 1931’de yayımlanan “Edebiyat ve Turizm” başlıklı yazısının açılışını şu cümlelerle yapıyor: “Tabiatı ve manzarası itibarıyla, dünyanın en güzel ve tarihî eserleri itibarıyla en zengin şehirlerinden birinde yaşıyoruz. İstanbul kelimesi insanların başında bir hülya gibi dönüyor.” Medeniyetlere ev sahipliği yapmış İstanbul’un maddeten emsali bulunmayacak kadar güzel, cihanî bir şehir olarak nitelendirmiş tarihin ve tabiatın bıraktığı bu servetin bu mirasın ehemmiyetini yazılarında vurgulamıştır.

Boğaziçi’nin “perili bir diyar” olduğuna inanan Abdülhak Şinasi Hisar’a göre Boğaziçi halis bir Türk eseridir ve Türkler burada İstanbul’dan bile ayrılan Boğaziçi Medeniyeti’ni meydana getirmiştir. Hisar’ın Boğaziçi’ni bir medeniyet olarak kabul etmesinin nedeni Boğaziçi’nin kendine has hususiyetlerinin bulunmasıdır. Türkler Boğaziçi’nde tamamen Boğaziçi’nin tabiî dokusu içerisinde ona uygun bir biçimde yaşamayı öğrenmiş ve tabiatın tüm güzelliklerinden istifade etmişti. Boğaziçi’ni emsalsiz İstanbul’un en güzel parçası olarak nitelendiren Hisar, Boğaz’ın iki yakasını süsleyen yalılara tarihî ve estetik bir gözle bakıyor. Boğaziçi’ndeki yalılar, kasırlar, sahilsaraylar ile bunları korularda tamamlayan köşkleri Türk mimarî dehasının ortaya koyduğu eşsiz güzellikte şaheserler olarak telakki ediyor. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi başta olmak üzere tarihi kaynaklarda ve seyahatnamelerde Boğaziçi’nin Anadolu ve Rumeli kıyılarının tasvir edildiğini buranın son derece mamur ve müreffeh olduğunu belirtiliyor. Boğaziçi gecelerinde helva sohbetleri ve mehtap sefalarının tertip edildiğini, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in kayıklarıyla Boğaziçi’ne sık sık gezmeye çıktıklarını, Cuma namazlarını için Boğaz camilerinden birini tercih ettiklerini anlatan yazar Boğaziçi’nin yabancılarda da büyük hayranlık uyandırdığını ve ilham kaynağı olduğu şu cümlelerle söylüyor: “Boğaziçi medeniyeti, dediğimiz bu ince ve zarif mucizenin yüksek şahitleri, vefakâr âşıkları, büyük hayranları arasında ecnebiler de vardır. Bunlar Fransız, İngiliz, İtalyan ve Alman seyyahları, müverrihleri, şairleri, hikayecileri, ressamlarıdır ki Boğaziçi’nin güzelliklerini kendi lisanlarıyla seyahatnamelerinde, tarihlerinde, şiirlerinde, hikayelerinde, tablolarında tasvir etmişlerdir.” Boğaziçi’nin birer kalesi birer şahidi olarak nitelendirdiği eski zaman yalılarına dair yazıları da kitapta yer alıyor. Boğaziçi’nin hususiyetlerinin kaybolduğunu yalılarının birer birer yıkıldığı hususî bir âlem olarak nitelendirdiği Boğaziçi medeniyetinin kaybolmaya yüz tuttuğundan dem vuruyor. Bu yalıların mimarisi, tezyinatı ve bahçesiyle benzersiz bir tarihi eser olduğunu, sahil boyunca benzersiz bir manzara sunduğunu bütün maddi ve manevi hususiyetleriyle korunması gerektiği ifade ediyor. Boğaziçi yalıları içinde en eski ve en tarihi olan Anadoluhisarı’ndaki Amcazade Hüseyin Paşa (Köprülüler) Yalısı’nın müstesna bir kıymete sahip olduğu belirterek içinde bulunduğu harap vaziyetten kurtarılmasının elzem olduğu söylüyor. Yazarın, Boğaziçi’nin göz bebeği olan aşı boyalı bu tarihi yalısının tamirinin son derece önemli olduğunu belirttiği yazısından bugüne geçen yarım asırda Amcazade Yalısı’nın hâlâ tamire muhtaç bir vaziyette olması da son derece düşündürücü.

Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi yalılarının canlı birer hüviyeti olduğu belirterek hemen hepsinin kendi köşesinde zaman ve tabiatın şekillerine, renklerine uyarak eski zaman ressamlarının tablolarındaki birer manzara gibi geçmişin hatıralarını sakladığını söylüyor. Medeniyetler tarihi rollerini ikmal edince onların hatıralarının bir muhafaza yani bir müze içine konulması lazım gelir diyen Hisar, tarihi ve mimari kıymeti büyük olan eski yalılardan bir tanesinin Boğaziçi Müzesi olarak açılmasını teklif ediyor. Ona göre bu yalı selamlığıyla, haremiyle, bahçesiyle, mutfağıyla, hamamlığıyla, kayıkhanesiyle, kayığı ile bütün eski zaman eşyası ile avizeleriyle, çubuğuyla, nargilesiyle, sazlarıyla, mangallarıyla, levhalarıyla, çeşmibülbülleriyle bütün bu hususiyetleriyle tam bir Boğaziçi Müzesi, şehir medeniyetimizin en güzel bir numunesini temsil edecektir. Boğaziçi’nin Anadolu kıyılarındaki yalılarını tek tek sayarak Beylerbeyi’ndeki Hasip Paşa Yalısı’nın müze olmaya en uygun yalı olduğu ifade ediyor. Topkapı Sarayı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi Askeri Müze, Deniz Müzesi gibi tarihimizin ve medeniyetimizin en kıymetlilerinden birine namzet olacağını ümit ettiği Boğaziçi Müzesi’nde resim, tarihi vesika, kitap ve etnografya bakımından Boğaziçi’ne dair eserlerin toplanarak korunmasının faydalı olacağını belirterek şunları söylüyor: Gönül istiyor ki, bir Boğaziçi müzesinde yazı, kitap, resim olarak Boğaziçi’ne ait eserler ve vesikalar, Boğaziçi’nin en kutsi hatıraları, ne yazık ki zevale mahkûm güzelliklerinin bütün şahitleri barındırılsın. Müzenin kütüphanesinde, Boğaziçi’ne dair her lisandaki kitapların hepsi ve resim galerilerindeki bütün Boğaziçi tabloları, gravürleri, fotoğrafları reprodüksiyon veya kopya olarak bulundurulsun. Kitaptaki çeşitli yazılarda muharrir, eski İstanbul’un manzaralarından, sularından, kayıklarından sitayişle bahsederken mekânla kurduğu benzersiz edebî ilişkiyi görünür kılıyor. Bununla birlikte Boğaziçi’ndeki yaşamı, yalıların görkemli manzaralarını, gurup vakitlerinin insanda bıraktığı hissiyatı satırlarına yansıyor. Abdülhak Şinasi Hisar, İstanbul ve Boğaziçi Yazıları’nda asırlar içinde meydana gelen Boğaziçi medeniyetinin mehtap geceleri, musiki alemleri, kayıkları, yalıları, köşkleri ile kendine mahsusu yaşantısını ve mazideki İstanbul’u tüm haşmetiyle gözler önüne seriyor.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus

30 Ekim 2024 Çarşamba

Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları'na küçük bir çıkma

“…Bu zevki o kadar kaybettik ki meselâ Abdülhak Şinasi gibi büyük muharrir daüssılaları anlatmakta emsalsiz olan üslubuyla daha dünkü hayatımızın manzaralarını ve çoğu aramızda yaşayan çehrelerini hatırlamaya başladığı zaman çoğumuz bu yazıları garipsedi. Abdülhak Şinasi Boğaziçi’ne ait çocukluk hatıra ve hülyalarını olgun yaşının tecrübeleriyle karıştırarak asil bir terkip yapıyordu. Bu suretle Frenk edebiyatlarının hemen her merhalesinde tesadüf edilen ve geçmiş zamanı uzaklığının ilave ettiği bir şiiriyetle geriye çağıran bir yazı nevi bizde güzel nümunelerini veriyordu. Fakat etrafımıza hiçbir hülyanın ısıtmadığı soğuk bir “vazgeçtim”le bakmaya alışmış olduğumuz için bunu anlamadık. Bütün Boğaziçi’ni mevsim ve saatlerinin hususî renkleri içinde ve ancak bazı rüyalar sona ererken duyulan garip bir melâl ile beraber veren bu yazılar bize neler öğretmiyordu? Onlardan sonra biz ihtiyar yalılara, sazsız, nağmesiz koylara, bugünün gürültücü Yahudi kalabalığını yadırgayan eski bahçelere büsbütün başka gözle baktık.”
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı

Tanpınar, Şinasi Hisar için “hatıraların ağacını kendi içinde büyütmesini o kadar iyi biliyor” demiş. Sanırım bu, Abdülhak Şinasi Hisar’ı en iyi tanımlayan cümle olabilir. Geçmişte yaşar Şinasi Hisar. Bir hayal âleminde, geçmişin getirdiği maddi delillere aklında kalan, aklının güzelleştirdiği cümleler ekler. Geçmişi bu kadar berrak nasıl hatırlıyor, diyebiliriz ama Hisar hatırladıklarını muhayyilesinde zenginleştirip öyle kâğıda döker. Öyle ki Boğaziçi Mehtapları onun çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinin hatıralarıdır. Ama Proust gibi zaman zaman bilinç akışı ve hayalle öyle bir süsler ki bu anıları, sanki bu anılar birkaç yıl önce yaşanmış sanabilir okur. Bu açıdan çok özel bir yazardır. Fakat Şinasi Hisar -bence- her okura hitap etmeyebilir. Hem anlatımı zaman zaman yorar çünkü çok uzun cümleler kullanır. Hem de Hisar’ın anlattığı anılar sıradan, normal halkın yaşadığı veya çok da yaşama imkânı olan şeyler değildir. En azından her zaman değildir. Mehtaplarda bahsettiği yüksek tabakanın (maddi yönden) saz sefasıdır. Elbette bu saz sefasının hanendeleri, sazendeleri, yemeği, içkisi, harçlıkları, yol paraları vs. bütün ücretleri bu sazı düzenleyene aittir (Örneğin Sait Halim Paşa). Ama su sazlı sözlü mehtap gecelerine katılmak bile belli bir maddi güç ve statü gerektirir. Eski İstanbul’daki ulaşımı da göz önünde bulundurursak, bazen gün doğumuna kadar süren bu eğlencelere katılmak için en azından bir yalıda oturup bir kayığa sahip olmak gerekir. Biraz daha uzakta oturanlar için de bir kayığa sahip olmak veya bunu kiralayabilecek güce sahip olmak önemlidir.

Hisar, benim için en iyi İstanbul yazarı olabilir ama en “bizden” değildir. Ömrü konaklarda, yalılarda veya yüksek memuriyetlerde geçmiş biridir. Buna rağmen mazisinin hakkını kalemiyle vermiş, çalışkan bir yazardır. Şöyle der Geçmiş Zaman Köşkleri'nde: “ … Aynı zamanda Büyükada’da geçirdiğim günleri hep gizliden gizliye, benim için ehemmiyeti daha büyük olan, Rumelihisarı’na dönmek intizarıyla geçirdiğimi de bilirim. Beni dünyaya gelmiş olduğuma memnun eden bu uzun günleri hatırlıyorum. Bu ilahî zamanlardan gönlümde yakıcı bir toz kalmış. Ve içimi çektiğim zamanlar Rumelihisarı’yla birlikte Büyükada’yı duyuyorum. Güya ruhumun temelleri bu yerler, bu günler olmuş gibi!

Hisar, hatırladığı, hayaline taşıdığı Boğaziçi’ndeki mehtapları bütün detaylarıyla anlatır. Katılanları, yapılanları, gezilerin düzenlenme şeklini vs. hiçbir detayı atlamaz. Hatta bazen biraz fazla detay verir ve anlatımı boğabilir. Üstelik bu anılar onun çocuklukla ilk gençlik döneminin anılarıdır ve bu gezintilere çok da olumlu bakmayan bir ruh ve düşünce halindedir o zamanlar: “Ben de, kendi yaşımdaki, o zaman için alafranga bir terbiye alan bütün gençler gibi istifade ettiğim kolaylıklara muarız bir ruhla yaşardım. Duyduğum ahengi tasvip etmezdim. Çok Şarklı ve Asyalı bulduğum bu âdetleri, bu usulleri, fikrimle ve hissimle reddeder; kıymetlerini, faydalarını kabul etmezdim. Zira bunu takdir edebilmek de bir düşünce ve tecrübe, yani bir yaşlılık ve olgunluk mahsulüdür. Bütün bu meseleleri yatıştırmak ve hayatı uysal bir tarzda yaşamak ancak bir hayli zaman sonra mümkün olur” der, hâlbuki kitabın başından beri öyle bir tablo çizer ki biz Hisar’ı o zamanlar müthiş bir istekle bu mehtap gezintilerine katılmış sanırız.

Hisar, Boğaziçi Mehtapları'nda bir canlının gençlikten ölümüne kadar olan zamanını anlatır gibi bir çizgi çizer. Aslında yazara ondan yaşlılarca söylenen, mehtap gezilerinin sonuna yetiştiği, o cafcaflı zamanların geride kaldığıdır. Siyasi durumla bir görülür belki de bu dönemler çünkü Hisar’ın anlattığı yıllar, devletin de en zor zamanları, 1900’lerin başlarıdır. Buna rağmen canlı bir portreyle başlar kitap ve en son bittiğinde bizler, belki de bu gezintilerle en az bağ kurabilme olanağı olanlar, bir yakınımızı kaybetmiş gibi üzülürüz. Çünkü “şenlik dağılmış ve bir acı yel kalmıştır” geride. Artık boğaz, o muhteşem seslerden ve görüntülerden mahrumdur. Devlet gibi, bu gezintiler de ölmeye yatmıştır.

Peki, Hisar bu deneme/anı karışımı eser(ler)ini neden yazmıştır? Yazar, geçmişe çok önem verir ve geçmişte yaşar demiştim. Hisar için geçmiş, herhangi bir detayıyla (giyim-kuşam, yeme-içme, eğlence-hüzün vs.) çok önemlidir ve mutlaka kayıt altına alınmalıdır. Türk Milleti’nin maalesef yazılı kaynak bırakma huyu yoktur ve yazar bunun acısını çok çekmiştir. Bu çok renkli, cümbüşlü mehtap gezintileri, ona göre dönemin önemli olaylarındandır ve bu gezintilerin başka pek çok tarihi, kültürel olaylar gibi yazılması gerekir(di). Sitemle ve eleştiriyle karışık Türk yazar ve şairlerine yüklenir Hisar. Çünkü yabancılar mağlup Napolyon’u bile, yazılarıyla yüceltmiş, yenilmez bir imparator gibi dünyaya ilan etmişlerdir. Waterloo Savaşı’nı Fransızlar kaybetmiş ancak Hugo’nun L’expiation manzumesi basılınca Fransızlar “Waterloo ordumuz için bir mağlubiyet, fakat şiirimiz için bir muzafferiyet oldu!” demişlerdir. Yazı, sanat bu kadar önemlidir Hisar’ın gözünde. Hatta bazen savaşlardan da önemlidir. İskender’in, Homeros gibi bir şairi olmadığı için hayıflanması boşuna değildir. Bu açıdan, Hisar’ın kitabının XXIV. bölümünde, “Unutuluş” başlığı altında cevap aradığı “Sanat Neden Önemlidir” sorusu okullarda ders olarak okutulabilecek bir bölüm olmuştur. Tarih/mazi sadece savaşlardan ibaret değildir. Yazarın dediği gibi nice kahramanlık, galibiyet onu anlatacak bir şair/yazar olmadığı için yok olmuştur, unutulmuştur.

Şinasi Hisar’ın kitaplarını okurken kendimizi her zerresine vâkıf olmamız gereken bir kitap okur gibi hissediyor olabiliriz. Hisar’ın detaycılığı ve zaman zaman anlatımını uzatması aslında onu bir şiir gibi okumayı kolaylaştırır. Evet, şiirsel bir dile sahiptir Hisar. Onu okurken daha çok keyif alabilmek için bazen bilincimizi kapatmamız gerekir.

Boğaziçi Mehtapları o dönemi yaşamayan hatta o dönemde bile bu imkânları bulamayanlar için çok bir şey ifade etmeyebilir demiştim ancak sanatın ve musikinin önemi açısından da çok şey söyler. Çünkü mehtap gezintisi demek musiki demektir ve zaman zaman Hisar’ın bu musiki üzerinden dahi politik ve sosyolojik tespitleri vardır. Fakat yazar bunu asla kör göze parmak şeklinde yapmaz. Onun amacı politik veya sosyolojik tespit/eleştiri yapmak değil kültürel bir miras bırakmaktır. Onun klasik (yani muhteşem) üslûbuyla bu anı/denemeleri okumak Türkçenin en güzel hallerinden birini görmek demektir. Çünkü Abdülhak Şinasi Hisar biraz da anlatılan şey değil, o şeyin nasıl anlatıldığıdır.

Mehmet Akif Öztürk

12 Temmuz 2024 Cuma

Türk edebiyatının ‘Deli Enişte’si

Bundan dört beş yıl öncesine kadar, yani otuzlarıma girmeden, genelde Dünya Edebiyatını takip etmeye öncelik veriyordum. Hem dünya klasikleri hem de Çağdaş Dünya Edebiyatında, özellikle yeni yayınlar dikkatimi çekiyordu. Türk Edebiyatı da okuyordum elbette ama bu daha sınırlı sayıda kitap demekti benim için. Bir dönem ‘herkesin okuması gereken klasikler’i okudum, bir dönem adı az duyulmuş ülke edebiyatlarına yöneldim. Senegal Edebiyatı da okudum Porto Riko Edebiyatı da. Zaman zaman da Jaguar Kitap gibi butik yayınevlerinin yabancı edebiyatından çıkan her kitabı okumaya çalıştım. Bunlar bana Çağdaş Dünya Edebiyatı hakkında bir fikir edindirdi. Zaman zaman edebî lezzet de buldum bu kitaplarda ancak fark ettim ki aradığım bu değil.

Özellikle otuz yaşımdan sonra, önce yavaş yavaş sonra da keskin bir kararla Türk Klasikleri’ne döndüm. Külliyat okumayı düşündüm ve kendimce belirlediğim sekiz on yazarın hem kurgu hem düşünce kitaplarını okumaya karar verdim. İlk kararım bir yazar bitmeden öbürünün külliyatına başlamamaktı ancak bunun boğucu ve yorucu olduğunu fark edip en azından dörder beşer kitap sonra farklı bir yazara geçme şeklinde bir yol belirledim. Bana göre Türk romanının zirvesi olan Kemal Tahir’in roman-öykü-tefrika kitaplarını zaten bitirmiştim. Tanpınar’ı büyük ölçüde bitirdim. (Tanpınar hiç biter mi?) Peyami Safa’nın romanlarını yüksek oranda bitirdim ve sıraya Abdülhak Şinasi Hisar, Nahid Sırrı Örik ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu aldım. Bu yazarlardan da hiç okumadığım kitabı olan kimse yoktu. Fahim Bey ve Biz’i, Kiralık Konak’ı çok öncelerden okumuştum fakat tekrar külliyat okumaya başlayacağım için bunları da listeye aldım. Şimdi yoğun olarak Abdülhak Şinasi Hisar okumaları yapıyorum ve son okuduğum kitabı da Çamlıca’daki Eniştemiz oldu. Şunu belirtmek istiyorum: Abdülhak Şinasi Hisar edebiyatımızda adı bilinen ama genel okur kitlesince ve edebiyat kanonunca birinci değil ikinci sınıf bir yazar olarak görülüyor. Bunu da hakkında yapılan çalışmaların ve yazılan kitapların neredeyse hiç olmamasından anlıyorum. Bir Tanpınar gibi henüz keşfedilmedi maalesef fakat özellikle kurgu dışı kitapları açısından Tanpınar’dan hiçbir eksiği olmadığını söyleyebilirim. Bu, Tanpınar’ı eksik bulduğum (olur mu hiç) demek değil ama öyle yüksek iki edebiyatla karşı karşıyayız ki, tercihim bunlar arasından Şinasi Hisar olur demek.

Edebiyata ‘cins’ karakterler hediye eden yazarlar hep ilgimi çekiyor. Hayri İrdal, Seniha, Mümtaz vs. Şinasi Hisar’ın diğerlerinden farklı ve en iyi yaptığı şey bence bu karakter (tip değil) oluşturma işinde daha başarılı olması. Bir Fahim Bey bir Ali Nizami Bey bir Hacı Vamık Bey (deli enişte) gibi baskın karakterleri kolay kolay göremiyoruz başka yazarlarda. Tanpınar’da bile örneğin bir yere kadar olay önemli oluyor metinde ancak Hisar’ın romanları tam bir karakter romanı. Özellikle Fahim Bey ve Biz ile Çamlıca’daki Eniştemiz. Bu durum kimi okuru sıkabilir, anlıyorum fakat Şinasi Hisar’ın kaleminde yüksek bir edebî zevke çıktığı da bir gerçek. Çamlıca’daki Eniştemiz’e Fahim Bey ve Biz romanında bir atıf var ama o kadar. Hacı Vamık Bey gibi bir karakterin içini dışını öğrenmek için kitabı okumamız gerekir. Kitap, başından sonuna Eniştemiz üzerinden gidiyor. Anlatıcı Hacı Vamık Bey’in eşinin yeğeni. Önceleri bir çocuğunu gözünden izlediğimiz Vamık Bey’i sonraları bazı duyumlardan ve anlatıcının genç halinden görüyoruz. Bu da okurda iki farklı Eniştemiz portresi çiziyor.

Ben Şinasi Hisar’ın romanlarına öykü veya hikâye denmesini daha doğru buluyorum. Ki zamanında bu kitaplar zaten hikâye diye tanıtılmış. Çünkü roman türünü karşılayacak birden fazla ana damar yok bu metinlerde. Hatta Hisar’ın kurguları klasik bir roman veya hikâye bile olmayabilir bazı kısımları itibariyle. Hatta Çamlıca’daki Eniştemiz’in bazı kısımlarına muhteşem denemeler bile denebilir. Özellikle İstanbul’la ilgili kısımlar tam bir kalem işçiliği ve sanatından oluşuyor. Denemeye yaklaşmayı bırakın, direkt “bu bir denemedir” diyenler bile haklı olabilir: “Çamlıca’nın güzel mevsimleri, gittikçe yaklaşan bir musiki gibi gelen ilkbaharı ile, gittikçe uzaklaşan bir çalgı gibi geçen sonbaharıdır. İlkbahar, Çamlıca’da, bir sabah, daha az serin ve daha ziyade ince bir havada ruhun daha çok sezdiği bir gençlikle ve ötmeyi meşk eden bir kuşun çıkardığı bir iki ses damlasıyla başlar ve sular, yavaş yavaş dönerek, evvelce çekildikleri bir sahili her yanından nasıl kaplarsa, emin bir kuvvetle taşan bahar da, yerleri, ağaçları, gözleri ve gönülleri öylece kaplar.

Çamlıca’daki Eniştemiz’de anlatıcı uzun bir dönemden bahsediyor. Sosyal/güncel ve tarihi olaylardan ziyade, Hacı Vamık Bey’in kişisel hayatı sergileniyor kitap boyunca. Zaman zaman, Vamık Bey’in memuriyetlerinden dolayı, Yıldız, Abdülhamit, saray gibi kelimeler geçse de biz bunları hep Vamık Bey’i ilgilendiren yan olay ve kavramlar olarak görüyoruz. Bu yüzden tam bir karakter romanı diyorum, Çamlıca’daki Eniştemiz için.

Farklı isimli başlıklar altında anlatılan Çamlıca’daki köşk ve Eniştemiz’in hayatındaki iniş çıkışlar, deli eniştenin dışarıdan hoş görülmeyen kendi içindeki ‘çılgınlıkları’, aşırılıkları, çocuklukları, ciddiyeti, ‘saçmalıkları’ önce bir çocuk gözünden sonra da aynı çocuğun genç halinden anlatıldığı için biraz farklılıklar oluşturuyor. Şöyle ki: Okur olarak başlarda sevdiğimiz, samimi bulduğumuz bu deli enişteyi kitabın sonlarına doğru, bütün hayatı boyunca başta eşi olmak üzere herkese zorluk çıkaran ve eziyet eden biri olarak görüyoruz. Çocuklarla çocuk gibi olan bu deli eniştenin daha sonra şehvet düşkünlüğünden muhabbet tellallarına para kaptıracak duruma gelmesi aslında anlatıcının büyüyüp birçok şeyi aklıyla değerlendirmesinden kaynaklanıyor. Demek ki diyoruz, Eniştemiz hep aynıydı. Sadece kitabın başlarında anlatıcımız çocuktu. Başlarda o yüzden sevdik, en azından sempati duyduk.

Şinasi Hisar Türkçeyi mükemmel kullanıyor. Sık sık çok uzun cümlelere ve betimlemelere başvursa da bu durum ne okuru yoruyor ne de sıkıyor. Okurun zaman zaman nefes almasını sağlayan diyalog eksikliği, sanırım romanın eksilerinden. Ama metine yüksek edebiyat açısından bakarsak bu eksiğin de kapatıldığını görebiliriz.

Hisar, deli enişteyi anlatabileceği bütün psikolojik ve maddi yönden okura sunmuş. Diğer karakterlerde eksikler var ama Eniştemiz’i yolda görsek tanıyabileceğimiz bir durumda resmetmiş. Üstüne de zaman zaman Çamlıca ve İstanbul’u anlatan, tasvir eden denemevari mükemmel bölümler eklemiş. Daha ne olsun?

(Bir eleştirim yayınevine: Evet, Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserleri uzun zamandır basılmıyordu ve Everest Yayınları bu durumu çözdü ancak bu küçük boyutlu kitap işinden, bence, vazgeçilmesi lâzım. Hisar’ın bazı eserlerinde normal kitap boy seçeneği var ancak bazılarında yok. Sert sayfa -ciltli sert kapaktan bahsetmiyorum, normal karton kapak ama çok sert- ve kapakla ve bu yazı puntosuyla bu değerli eseri okuması gerçekten çok zor. Bir okur olarak Everest Yayınları’nın yazarın tüm kitaplarını normal boyutta basmasını isterim.)

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

2 Temmuz 2024 Salı

Fani olmanın tesellisi: edebiyat

Türk dilinin üslup zenginliğini kalemine taşıyan, bunu yaparken düşünce dünyasının enginlerinde okuru yolculuğa çıkaran isimler, fazla karamsar bir yaklaşım olmasın ama geçmişin sayfalarında saklı. Son dönemde bazı yayıncılar, editörlerinin titiz gayretleriyle bu sayfaları meraklılara sunuyor. Everest Yayınları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın daha evvel raflardan uzak kalan kitaplarını yeniden neşretmiş, bu çaba bir yönüyle de İstanbul âşıklarına müjde olmuştu. Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri bu âşıkların birer ganimetidir. Diğer yandan roman dünyamızın unutulmaz eserleri arasında yer alan Çamlıca'daki EniştemizFahim Bey ve BizAli Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği de yine döne dolaşa okunan klasiklerimiz arasındadır.

Şimdilerde Hisar'ın Edebiyat Yazıları bir araya getiriliyor. Serinin ilk kitabı Mayıs 2024'te raflarda yerini almıştı. İlk başta, tek oturuşta okunup bitirilecek gibi görünen kitap, sayfalarının içine sakladığı hazineleri fısıldarken okur bazı makaleleri yeniden ve yeniden okumak isteyecektir, burası kesin. Özellikle Hisar'ın insan faniliği ve edebiyatımız arasında kurduğu ilişkiyi okurken, içimize çöreklenmeye hazır hüzün, bir anda yerini gayret neşesine bırakabiliyor. Çünkü şairin hayata karşı gösterdiği düşünce aksiyonunu mühim bir yere koyan Hisar, hatıralar arasında kaybolup gitmenin kolay bir yol olduğunu söylerken, esas hikâyenin ruhun ihtiyaçlarını iyice çözümlemek olduğunu hatırlatıyor. Hisar bir taraftan, "Duyduğumuz bütün güzellikler bizi mest ve mesut etmiş rüyaların, hülyaların, emellerin ve vuslatların artık hatıralara inkılap eden, zavallı ve perişan dağılan dumanlarıdır. Biz, âciz, çubuğumuzdan çıkan bu dumanların yavaşça boşluğa inkılap ettiklerini seyrediyoruz" derken, diğer taraftan edebiyatın hayatımızdaki rolünü de şöyle fısıldıyor: "Şairler ve ediplerin asaleti, asıl ruh ihtiyaçlarının kâtipleri oluşlarındadır. Bu hüzne ve bu ıstıraba mâkes olmak ve bunları ifade etmek edebiyatın rolü, vazifesi ve diyebiliriz ki asıl kendisidir. Bundan bu fanilik elemini tefsir ve terennüm etmeyi hiç yeni bir şey addetmemelidir. Bilakis ta eskiden beri şairler ve edebiyatçılar bu acıyı herkesten çok duyup düşündüklerinden bu gayet eski bir edebiyat ananesidir."

Yani hüzün, evet bir ananedir fakat bunu en samimi biçimde şairler ve edipler ortaya koyabilir, koymalıdır. Faniliğin hüznü, ölüm karşısında duyulabilecek en hakiki duygudur. Ruhun ihtiyacı tesellidir ve bu teselli edebiyatla mümkündür. Batı edebiyatında faniliğin ve ölümün nasıl bir yer tuttuğunu hem romancılardan hem de muharrirlerden örneklerle anlatıyor Hisar. Anatole France, Pierre Loti, Maurice Barres, Maurice Maeterlinck batının misalleri; Ömer Hayyam, Abdülhak Hâmid, Ruşen Eşref doğunun misalleri arasında. Böylece Hisar, iki farklı zihin ve zihniyet yapısını cem edip, edebiyatçıların faniliği nasıl yorumladığını bize sunmuş oluyor o enfes üslubuyla.

Edebiyat Yazıları 1'de, edebiyata ve edebiyatçılara dair bol bol nasihat var. Bir süre, gördüğümüzü mü yoksa hatırladığımızı mı yazmanın kolaylığı bahsi üzerine düşünmüştüm. Hisar, bunun üzerine fevkalade bir paragraf dizmiş: "Gördüğümüz yerine hatırladığımız şeyleri yazmanın sanat bakımından kolaylığı ve üstünlüğü şundan gelir ki hatırladığımız güfteler, hafızamızın eleğinden geçerek, eski bestelere göre kendinden geçmiş, eski aşklarımızın tesiriyle ve daha nice hilelerle, kendi kendilerine, bize göre bir sanat eserine dönüşmüştür."

Hisar bazen de de bir sufi gibi "Batanları sevmem" diyor. Geçici şeyleri dile ve gönle yerleştirmenin kolay ama faydasız, kalıcı şeyleri anlamanın ve yazmanın faydalı ama zor olduğunu şöyle dile getiriyor: "İçimizde fena olan ne varsa fani zamanın malı ve iyi olan ne varsa ebediyetin mirasıdır. Gündelik şeylerin cazibesinden kurtulacak ebedî şeylerin hakikatine dönmeliyiz. Ve bunun içindir ki ne kadar geç yazarsak o kadar iyi etmiş oluruz."

Kitaba dair son bir malumat daha verip öyle bitirmek isterim. Hisar'ın Temmuz 1955'te Türk Yurdu dergisinde çıkan Okumak Tesellisi başlıklı yazısı öyle güzel, öyle güzel ki nice dersler çıkarılabilir. Okumak mesela, çalışmak mıdır? Bir teselliye kavuşmak noktasında okumak nasıl bir rol oynar? Yazmak, okumaktan sonra mıdır yoksa her zaman mıdır? Bir oturuşta okumak kolayken bir oturuşta yazmak neden zordur? İnsanın hangi kitaplara gideceği, ne tür yazılar yazacağı tabiatıyla mı alakalıdır? Kitaplar sahiden de yegane dostlarımız mıdır? Dünyanın en derin sözleri, şairlerin mısralarında mı gizlidir? İşte her biri leziz sorular, bir de düşünün ki cevapları nasıl leziz. En azından şu paragrafı sizlere de şimdiden okutmak niyetindeyim:

"Zaten en büyük rahatlık, tabiatımızın ihtiyacını tatmin edebilmektir. Hemen her tabiatın ihtiyacı başkadır. İçki sevenler daima içmek isterler. İçen hasta veya sıhhatli, neşesiz veya neşeli, muttasıl içmek ve şarhoş olsa da yine içmek ister. Kumarbaz gece gündüz oynamak, kime rast gelse onunla oynamak ister. Artık kaybedecek bir şey kalmasa da oynamak ister. Okumak ihtiyacını duyan da her gün ve her gece, memnun veya meyus, muttasıl okumak ihtiyacındadır. Eli altında, her zaman, bir kütüphane bulunmalıdır. Tiryaki, yeni sigarasını bitmek üzere olan sigarasıyla yaktığı gibi, o da, elindeki kitabın bittiği dakikada yine bir kitaba başlamak ister. Okumak, bir iptiladır."

Abdülhak Şinasi Hisar'ın Edebiyat Yazıları 1'de toplanan makaleleri, yazmanın ve okumanın felsefesi üzerine bir kılavuz. Hem düşünce olarak, hem üslup olarak kılavuz...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Ekim 2012 Cumartesi

Her şeyin kaynağı aşktır, ilim dedikodudur

"Aşk imiş her ne var âlemde.
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak."


Okuduğunuz gibi, ben demiyorum Fuzûlî diyor. Benim fikrim umurunuzda olacaksa söyleyeyim, Ata Demirer'in "Eyvah Eyvah" adlı filmindeki repliğine katılıyorum: "Valla aşksız geçen günlerimi ömürden saymıyorum."

Nereden nereye geldik bir paragraf içinde. Lakin Abdülhak Şinasi Hisar da 88 sayfada sizi 15. yüzyıldan 20. yüzyıla varıncaya dek aşk gezintisine çıkarıyor. Ucu bucağı olmayan bir aşk bahçesi düşünün. İster yalnız ister sevdiğinizle, müthiş bir gezintiye çıkacaksınız bu kitapla.

"Her derde çâre var güzelim, aşka çâre yok."
- Abdülhak Hâmid

"Cânıma bir merhabâ sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."

- Bursalı Ahmed Paşa

Bahsettiğim bu gezintide bazen şairlerin sitemlerini dinleyeceksiniz, bazen de hislerinin coşkusunu. Dolayısıyla hem ruhunuzu dinlendirecek hem de hafızanıza eski Türkçenin nakış nakış işlenmiş güzelliklerini ekleyeceksiniz.

"Görmemek yeğdir görüp divâne olmakdan seni."
- Sâbit

"Nesin sen ben de bilmem cân mısın cânân mısın kâfir."
- Nedîm

Aşka dair seçilmiş mısralar ve beyitlerden oluşan bu güzide kitap, nadide bir antoloji kıymetinde. Cep mesajı niyetine kullanmayınız, yârinize mektup yazarken faydalanınız. Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntıları ondan.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler