3 Ocak 2025 Cuma

Ahmet Rasim, Yavuz Selim gölgeli topraklarda

Suriye toprakları bir asır önce pasaport gerektirmeden gidilen vatan topraklarından biriydi. Dımaşk, Şam bölgesinin en önemli şehri konumundaydı. Peygamber efendimizin ticaret için bu bölgeye geldiğini bilmekteyiz. Hatta 12 yaşında amcası Ebu Talip ile bu bölgeye gelirken, Busra’da âlim ve münzevî bir râhip olan Bahira’nın peygamberlik mührünü gördüğünü siyer kitapları aktarmaktadır. Tasavvuf tarihine baktığımız zaman ise başta İbn Arabî olmak üzere birçok ulunun yolunun geçtiği mülk olarak, müstesnâ bir yerde durmaktadır. Tarihi olarak ise 1079 yılında Alparslan’ın oğlu Tutuş tarafından Suriye Selçukluları kurulmuştur. Ve Türkiye Selçuklu ile olan rekabeti şiddetli bir haldedir. Halep yakınlarında olan savaşta Kutalmışoğlu Süleymanşah atlar tarafından çiğnenerek vefat etmiş, naaşı Aynü’l Selem'e defin edilmiştir. Hani şu Suriye iç savaşında yer değiştirip duran Türbe var ya, ona aittir. Ne mukadderattır ki Osmanlı’nın son sultanın da mezarı Suriye’dedir. Ve Kudüs Fâtihi Selahaddin Eyyubî’nin de ebedî istirahatgâhı Şam’dadır. Bu türbenin içinde ilk hava şehitlerimiz Fethi Bey, Sadık Bey ve Nuri Bey de yatmaktadırlar. Hemen yakınında Hz. Hüseyin’in makamı olan Emevî cami bulunur. Ezan Sultanı Bilal Habeş de burada meftundur. Saymakla bitmeyecek ulular bölgesi olan Suriye, hep ilgi odağı olmuş dikkatleri celb-i nazar eylemiştir. Bu topraklar, bugünkü sınırlardan oluşmuyordu. Lübnan’ı da kapsayan daha geniş bir alan idi.

Kadim yerleşim sahası, yazarların, düşünürlerin, aksiyonerlerin, bir şekilde ziyaretgâhlarından olmuştur. Burasıyla ilgili izlenimleri, kâğıda dökülmüş, okurlara ulaşmıştır. Evliyâ Çelebi başta olmak üzere, her biri kendi sahasında uzman Osmanlı Aydınları; Cemal Paşa, Mithat Paşa, Yusuf Akçura, Cenap Şehabettin, Emir Şekip Aslan ve Ahmet Rasim, ilk akla gelen isimlerdir. Suriye üstüne yazılan mektuplar, havâdisler Beyrut’u da içine almaktaydı. İstanbul’dan başlayan gemi yolculuğunun limanlarından, birisi Çanakkale, biri İzmir, biri Beyrut’tur. Oradan da bugün işgal altında, soykırıma uğrayan Filistin toprağı Yafa’da gemiler demir atmaktadırlar. İkinci yol ise Hicaz Demiryolu ile olan seyahatlerdir. Şam’a varan yolcular, buradan ikinci ayağı olan Medine’ye devam ederler. Hayfa ve Akka’ya varıp Filistin topraklarına ayak basarlar. Diğeri ise meşakkatli olan atlı arabalı yayan yoludur.

Ahmet Rasim tam üç kez bu topraklara seyahat etmiştir. İlki, Alman İmparatoru II.Wilhelm 1898 yılındaki Kudüs ziyareti sırasındadır. İkincisi, 1904 yılında Şam Maan demiryolunu hattının açılışını takip etmekle vazifelendirilmiştir. Üçüncüsü ise Birinci Dünya savaşında, Kanal Seferinde savaş muharrirliği yaptığı dönemdir. Bölgeyle ilgili görüşleri; Servet, Tasfir-i Efkar, İkdâm, Sabah, Resimli Perşembe, Donanma Mecmuası'nda tefrika edilmiştir. Bu yazılar aynı zamanda “Muharrir Bu Ya” adlı eserinde de yayınlanmıştır. Yasin Beyaz 2020 yılında bu konuyla ilgili akademik yazı hazırlamıştır, daha sonra Pınar Yayınları'ndan bu gezilerle ilgili olarak Suriye ve Filistin Seyahati isimli kitabı neşredilmiştir. Donanma, Tasfir-i Efkâr, Servet, Resimli Perşembe Mecmuası'nda yayınlanan mektup, telgraf, hâtıratlardan müteşekkil, dört bölümden oluşan neşriyattın muhtevası şöyledir.

Birinci bölüm, Hususi Telgraflar, ikinci bölüm, Mektuplar, Üçüncü Bölüm, Hatıralar, Dördüncü Bölüm, Suriye ve Filistin Seyahati Diyar-Yusuf’a Doğru son olarak Ekler'den oluşmaktadır.

Sadeleştirmeye gidilmemiş, Ahmet Rasim’in kelimelerine sâdık kalınmıştır, bu sebeple yer yer yeni yüzyıl okuru zorlanmaktadır. Lâkin bu tür eserlerin olduğu gibi kalması, onun ruhunu doğru yansıtacağından ve kelimelerinin hükmünün ihtivasını sağlamlaştırdığından, pek yerinde olmuştur. Ahmet Rasim’in bir dil cambazı olduğunu da ancak böyle anlayabilirdik. Hâtırat ve mektuplarında öyle tanımlamalar yapmıştır ki bir deftere not edip, yeri geldiğinde kullanmak pekâlâ olacaktır. Bunlardan birkaç örnek verecek olursak,

Fakat amâk-ı ruhuma gizlenmiş olan sedalarınız da benimle beraber, benimle hem-âvaz, benimle hem-dem.

Hergün bir yâr-ı cân görmekle sevinen nigah-meserret yine perde-dâr-ı gam olmuş, cihana bakmıyor.

Bilindiği gibi Ahmet Rasim, yazılarını mizahi dil ve hicivin, ve dahi ciddiyetin en üst mertebesinde kaleme alır. Lâubâli değildir, insanı gam içine de sokmaz. Hüseyin Rahmi Gürpınar ile birlikte Boş Boğaz diye bir mizah dergisi de çıkartmıştır. Çok iyi bir gözlemcidir. Kuvvetli bir hafızaya sâhiptir ve bu onun yazıları için bulunmaz Hint kumaşıdır. Şehir Mektupları tam bir müşâhede mahsulüdür. “Şehir Mektupçusu” unvanını, ansiklopedist zihniyle, kaleminin hakkıyla almıştır. Üç kez gittiği Suriye ve Filistin için yazdığı, mektup ve hâtıralarında izini görmekteyiz. Aynı zamanda tarihçidir de, zaten kendisi de bu yönünü vurgulamaktan kaçınmaz. Kitabın eklerinde yer alan, Yavuz Sultan Selim ile ilgili, Donanma dergisine yazdığı makāle bunun ispatıdır.

Husûsî telgraflar, Alman İmparator’unu takip ederken çektirdiklerinden oluşuyor. İlk telgraf Çanakkale’den gönderilmiş, ikincisi ise Yafa’dan İstanbul’a ulaşmış. Geri kalanlar Kudüs ve Beyrut’tan oluşuyor. Bunlardan anlaşılıyor ki Alman imparator, coşkuyla karşılanmış, ihtimamla ağırlanmıştır.

ve haklarında icra edilen merasim-i mutantanadan pek memnun kalmışlardır.

İkinci bölüm Servet’e gönderdiği beş mektuptan oluşuyor, Çanakkale Boğazına kadar olan bölümü okuyoruz. Mektuplar bize gemi içindeki ziyafet, Almanlarla olan ittifakının; sözlere yüksek seviyede yansıması, birbirinin kardeşi ilan edilmesine kadar götürüldüğünü gösteriyor. Ama asıl bu mektuplar bir edebiyat mahsulü, bir gönül asudesinin edası, cilvesiyle ruhları perişan ediyor. Kalemi alıp tek tek yazmak geliyor insanın içinden, ben neden yazamam ki diye hayıflanılıyor. Ay ışığını anlatırken sanıyorsunuz ki bir sevdalı gönlün içindesiniz ve size sevgiliniz sesleniyor. Aman yarabbi bu nasıl bir teşnedir, bu nasıl kalem güzelliğidir.

Üçüncü bölümde bu yolcukların biraz önce yazılan kelimelerin tasarrufunda değil de bin bir meşakkatli yollardan geçtiğini anlıyoruz. Palan pandaras bindirilen gemide, farelerin cirit attığı bir odaya tıkılıp kalmasına mı, günlerce duş alamaması mı, yoksa temînatı verilen parasını alamayışı mı, devlet kademesinin baskısı mı ? Nice kederli durumla karşı karşıya kalıyor ama o yine de vazîfesinden bir kez bile vazgeçmiyor. Suriye illerinde, matbaacı Baba Tahir’in sebebiyet verdiği durum yüzünden, per perişan Veysel Karani olup çıkıyor.

Süveysi geçmeden şapa oturdum zannettim. Artık ben Suriye illerinde Veysel Karani idim.

Dördüncü bölüm Birinci Cihan Harbinde, Mısıra doğru giderken kaleme aldıklarından oluşuyor. Ahmet Rasim’in nasıl vatanperver olduğunu, içkiye olan zaafını bir kenara bıraktığımızda nasıl inançlı bir yürek sâhibi görüyoruz. Türk Cihan Hâkimiyeti efkûresine gönülden bağlanmış, bu topraklar için atan koca bir yürekle karşımıza çıkıyor. Ismarlamadır diyenler var olacak ise, onlar; kelimelerin içinde dolaşan asil ruhu icrâ edemeyenlerdir. O,bir oğlunu Balkan savaşlarında şehit veren, diğer oğlu Millî Mücadelede canhıraş savaşan, bir babanın kalemidir. Gençlere seslendiği yer, defalarca okullarda okutulmalı, duvarlara asılmalıdır. Fatih-i Mısır Yavuz Sultan Selim Han’a olan muhabbeti ise arşa çıkıyor onu kucaklıyor. O Kudretli Yavuzun dizeleriyle ekler kısmı başlıyor,

Hemişe a’da-yı din u devlet maghur
Ve evliya-yı izzetu şevket mesrur
A’lam-ı İslam ila yevmü’n-nüşur
Menşur ola amin ya mu’in


Ruh-ı kudsî fütuhunu şâd edecek olan şu gaza-yı hazır esnasında bu duayı şerifi an-samimü’l kalb tilâvet eylemeyecek bir ferd-i müslim tasavvur olunamaz.

Evet, bu kadim toprakları görmek için çileli yolları göze alıp çıkan Ahmet Rasim, Yavuz Sultan Selim’in ayak izini, kudretinin gücünü gösteren topraklarda; gördüklerini, bildiklerini, yazıp çizmiştir. Şam, Kudüs, Mısır demek, bizim için biraz da Yavuz Sultan Selim demektir. Hasan Can, Zenbilli Ali Efendi’nin irfan kokularıyla, orada yatan ulular bir olup, güldestesine dönüşmüştür. Hamiyetli herkes, onları orada tek vücut görmüştür. “Sen bizi kiminle sanırdın” diyen Yavuz’un sesi hâlâ dağların yamaçlarında duyulmaktadır.

Ama zaman akıbetini bozmamış ve gül bahçesini, Selim’in kudretinden mahrum bırakmıştır. Bülbüller, gül yüzlülerin şevkiyle nuş ederken, bir fırtınayla birlikte, kavuşmalar, muhabbetler yarım kalmıştır. Dört bir yanı19.yy ve 20yy’da hasret sarmıştır.. Bu toprakların kara kitabın sayfalarına ağıt olup notaya düşmüştür. Tıpkı Balkanları terk ederken, Türkün söylediği;

Aysız gecelerde kumrular ağlar içimde,
Öleceğiz doğduğumuz toprakta
Memleket sevdana yürek gerek


Türküsü gibi ağıtlar yakılarak, ceddin şehit düştüğü topraklara bırakılmış. Bir gün yeniden hür olana kadar... Yavuz'un türbesinden; kavuşmalar mahşere kalmadan, tamamlanması niyazıyla ayrılık çeşmesinden içip, İstanbul’dan Şama Kudüs’e Medine’ye her sabah turnalarla selam yollanmış.

Elbet bir gün…

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder