"Şairin "o mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler" dediği gibi milletler de umumiyetle kendilerinin vücuda getirdikleri kültür eserlerinin değerlerini pek fark etmezler. Bunun sebebi yarattıkları eserlerin onlara çok tabi gelmesidir. Bir Türk için halıdan, kilden, yoğurttan, şiş kebaptan, Süleymaniye Camii’nden, Yunus’tan Mevlevi ayininden, Erzurum barlarından, Köroğlu’ndan, Kerem ile Aslı‘dan, misafirperverlikten, iyilikten daha tabi ne olabilir? Bir balık için deniz neyse bir Türk için asırlar boyunca içinde yaşadığı kültür odur."
- Prof. Dr. Mehmet KaplanProf. Dr. Mehmet Kaplan hocanın yıllar evvel ifade ettiği gibi içerisinde bulunduğumuz kültürün değerini kültür öğelerinin bizlere doğal ve olağan gelmesinden dolayı tam anlamıyla idrak edemiyoruz. Halbuki hayata bakışımız, yaşayış biçimimiz, eserlerimiz, tebessümü sadaka kabul eden dinimizin bizlere kazandırdığı şahsiyet ve tavır bugün bizim olarak bahsettiğimiz kültürün temelini oluşturmaktadır.
Eşiğinde hayli zamandır beklediğimiz kapının gün gelip de açıldığını bir anlık da olsa tefekkür edelim. Kapının açıldığını gördüğümüz vakit yapacağımız şey kuvvetle muhtemel kapıya yaklaşmak ve usulca içeriye sokulmak olacaktır. Hayli zamandır beklemenin verdiği heyecan, meraklı gözlerimize yansıyacak ve karşımıza çıkacak manzaranın seyir keyfini katlayacaktır. Ben kendimi bildim bileli bizden olanın, bizi yansıtanın, manevi lezzet ve doygunluk verenin eşiğinde dolanırım. İçeriye girmek, nasiplenmek ne denli nasip olmuştur bilemem ama kapının ardında bir kıymet olduğunu bilirim. İşte burada beyhude lakırdıyı kesip içeride bizi bekleyen temaşaya dikkat kesilmek gerekir.
Dursun Gürlek’in kaleme aldığı Kültür Dünyamızdan Manzaralar kitabı medeniyetimize şekil vermiş şahsiyetlerin, kitapların, Türk İslam medeniyetine ait eserlerin, esasların bir manzarasını teşkil etmektedir. Bu manzara bizim kıymet vererek sabır göstererek işlediğimiz ve vücut verdiğimiz medeniyetimizin manzarasıdır. Çeşitli anektodlarla, anılarla, fıkralarla donatılmış bu manzara tezahürü, kendine has anlatım tarzı ve vuruculuğuyla bir çırpıda okunacak bir eser teşkil etmektedir. Yazarın meydana getirdiği bu manzara tezahüründen örneklere bakıp manzaranın keyfini çıkarmak, lezzet dolu sayfalardan ruhun gıdasını nasiplenmek de bizlere düşüyor. İnsan Allah lafzının bir şifa vesilesi olduğunu, depresyon ve tansiyon hastalarında iyi sonuçlar verdiğini okudukça yüzde bir tebessüm ile Allah lafzını tekrarlıyor ve eserde şu satırlara dikkat kesiliyor:
“Hollandalı bilim adamı ve psikolog Vander Hoven, Allah kelimesini oluşturan harflerin hastaları iyileştirdiğini ispatladığını belirtti. Müslüman olmayan fakat İslam üzerine yaptığı çeşitli araştırmalar ile tanınan Hoven, Kur’an okumanın ve Allah kelimesini tekrar etmenin gerek hastalar gerekse sağlıklı insanlar üzerinde olumlu sonuçlar verdiğini açıkladı. Üç yıldan beri birçok hasta üzerinde araştırma yaptığını ifade eden Hoven, hastalarından bazılarının Müslüman olmadığını, bazılarının da Arapça bilmediğini, buna rağmen, hastalarına Allah kelimesini öğrettiğinde alınan sonucun çok mükemmel olduğunu, depresyon ve tansiyon hastalarında çok daha iyi sonuçlar verdiğini belirtti.
Allah kelimesinin ilk harfi olan (A) harfi, solunum sisteminden direkt çıkıyor ve nefes almayı düzenliyor. Damaktan söylenen (L) harfi ise, dil hafifçe damağın üst kısmına dokunuyor, çene kısa bir duraklamayla birlikte aynı işlemi tekrarlıyor. İki (L) harfi olduğu için bu işlem nefes alıp vermeyi rahatlatıyor. (H) harfi çıkartılırken, akciğer ve kalp arasında bir ilişki oluşuyor ve işlem sonucunda kalp atışları düzeliyor.”
Kültür manzaralarımıza dikkat kesilecekken bilim adamı zatın bu araştırması ve izahı biz okurların ilgisini bir hayli kitaba vermesine vesile oluyor. Yazının devamında yazarın yer verdiği bizden bir fıkra da meseleyi iyice tatlandırıyor:
Bir Mevlevi ile bir Bektaşi beraberce yolda gidiyorlarmış. Bir ara Mevlevi, “Biz Allah der, döneriz!” demiş. Sözü Bektaşi alıp “Biz Allah der, dönmeyiz!” cevabını vermiş. Yazarın da söylediği gibi el hak ikisi de doğru söylemiş, bütün bir kainat Allah der döner, sesler ve yürekler bir olur. Allah der.
Üzerinde yaşadığımız ve dünümüzün Türk-İslam beldeleri olan bugün ise komşu coğrafyalar diye adlandırdığımız topraklarda doğmuş, gelişmiş ve yerleşmiş bir medeni birikime sahibiz. Takdir edersiniz ki medeni ve kültürel birikim kitapların yazılması, nesilden nesile aktarılarak okunması ile mümkündür. Kitaba kıymet vermek, başının üzerinde tutmak bu işin ilk kuralıdır. Kültür Dünyamızdan Manzaralar kitabından bahsetmişken ve okurların ziyaretini murad ederken kitap meselesinden konu açmamak olmazdı. Efendim kitapta nakledildiğine göre: Osmanlı Şeyhülislamlarından Arif Hikmet Bey’in kitaplara çok düşkün olduğu, kendi adına hem İstanbul’da hem de Medine’de kütüphane kurdurduğu biliniyor. Develerle taşınan kitaplar şöyle aktarılıyor:
Merhum Ali Ulvi Kurucu hocamızın hatıralarından anlaşıldığına göre, Şeyhülislam da, ailesiyle birlikte Medine’ye yerleşmek istiyor. Fakat devrin Padişahı Abdülmecid, senin İstanbul’da yapacağın hizmet daha önemli diyerek engel oluyor. Mecburen İstanbul’da kalan Arif Hikmet merhum, hanımına “Hanım, ben ölünce kitaplarımı sandıklara koydur. Medine-i Münevvere’deki kütüphane binasına götür. Yapılmış, hazır bekleyen dolaplarına yerleştir. Kendin de bitişikteki evinde otur. Ecelin gelince Cennetü’l Baki’ye gömülürsün.”
Arif Hikmet Bey vefat edince, bu muhterem hanımı, vasiyeti yerine getiriyor. Binlerce cildi sandıklara yerleştiriyor, develerin sırtında Medine’ye naklettirip dolaplara dolduruyor. Kendisi de burada kalıyor ve ölünce Cennetü’l Baki’ye defnediliyor.
Yine eserde nakledildiğine göre bu kitapların macerası bu kadarla da sınırlı kalmıyor ve cihan harbinde Şam’a taşınıp tehlike geçince geri getirtiliyor. Kitaplara düşkün bu zat-ı muhteremin ve kitaplarının kültür dünyamızda zerre kadar yer tuttuğunu hesap edersek ihtişamını kanıksayamayacağımız bir manzaranın, dibini göremeyeceğimiz bir deryanın tam da yanımızda yöremizde olduğunu bilmeliyiz.
Kültürümüz giyimiyle, yemeğiyle, düğünü, cenazesiyle, Yunus’u, Mevlana’sı, Karacaoğlan’ı ile bir bütün halinde seyreder. Tarih de bu bütünün bir parçası olarak kültürü değiştirir, dönüştürür ve devam ettirir. Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u ve Anadolu’yu bir ilim yuvası haline getirme uğraşı, alimlere verdiği kıymet ve milletine kazandırdığı İstanbul kudretin ve tarihin kültüre olan etkisinin en net örneklerindendir. Kitapta Fatih Sultan Mehmed’e atfedilen fıkra okurların oldukça hoşuna gitse gerek:
Bir gün, Fatih’in önüne garip bir derviş çıkıyor; "Padişahım! Siz İstanbul’u bizim dualarımız sayesinde aldınız!” diyor. Hükümdar hafifçe gülümsedikten sonra, “Doğru söylersin derviş baba, fakat bunun da hakkını unutma!” karşılığını vererek, kılıcını gösteriyor.
Allahüalem İstanbul hem dua hem kılıç sayesinde fethediliyor. Bugün Ayasofya İslam’ın nuruyla ayakta ise bu sayede oluyor. Peygamber müjdesine mazhar olmak isteyen nice hükümdar, Bizans yollarına düştü. Eyüp Sultan başta olmak üzere nice İslam askerleri surların dibinde şehit düştü. Yirmi bir yaşındaki delikanlı, Edirne’den hareket edince, Bizans kralının içine bir kurt düştü. Derken tekbir sesleri arasında surlar düştü. Sonra şehir düştü. İstanbul’un fethi, kutlu bir düştü. Ve bu şeref, Sultan Mehmed Han’ın payına düştü.
Efendim temaşayı seyre karar kılmışken lakırdıyı fazla uzatmamak gerekir. Yine de dilimiz döndüğünce manzaranın seyri için tavsiyede bulunmuş olalım. Bizim olanın ne ucu var ne bucağı. Kıymetlerimiz, eserlerimiz, şahsiyetlerimiz anlatmakla, misaller vermekle de bitmez. En iyisi biz fani dünyada kendimizi bir yoklayalım. Kitaptan naklettiğime göre memleketimin ulusu Ebu’l Hasan el-Harakani hazretlerine “nasıl vakit geçiriyorsun” diye sorduklarında muhataplar şu ilginç cevabı alıyorlar: Bir taraftan Cenab-ı Hak benden halis bir iman istiyor. Diğer taraftan Resulullah, Kur’an’a ve sünnete sıkı sıkı sarılmamı emrediyor. Öbür yandan İblis bana “İnat ve isyan et” diye sesleniyor. Beri yandan ölüm meleği canımı almak istiyor. Ayrıca çoluk çocuk yiyecek içecek istiyor. Böyle bir durumda ben nasıl olabilirim, var sen kıyas et!..
Efendim uzun lafın kısası biz okurlar okur okur döneriz, bizlere okumayı öğreten Allah’ın adını der döneriz. Bir anlık tefekkür, bir kapı eşiği, bir manzara tezahürü, bir seyrine doyum olmayan temaşa. Bildik mi efendim?
Erdi Oran
oranerdi@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder