Bazı yazarlar, bazı eserler değerinden bir şey kaybetmezler. Demlendikçe tazeleşir, demlendikçe halden hale girer, ruhlara seslenirler. Onlar her devrin mürekkep sâhipleridir, değişen zaten sadece zamandır (o da izafidir) ki, bizler geçmiş zaman içinde yaşarız. Şimdi denilen şey ise geçmişin bir parçasıdır, aslında yoktur. An vardır ve anda kalırız. Mütefekkirler, münevverler, âbide şahsiyetler, "an" sâhipleridir. 20.yy, teknolojinin hızla yayıldığı, maddenin yeryüzü üzerinde bir perde oluşturup, içine mânevîyatı sokmamak için direnen, sekizinci katman olarak varlığını ortaya koyduğu, çağdır. Maddeden uzaklaşan insanoğlu, toplum bilincini de bozmuştur, tekerleği patlamış bir araba gibi oradan oraya savrulmaktadır. Menzil amacından uzaklaşılıp, sadece yolda kalmaya odaklanılmıştır. Bu yüzden de tepeye zirveye ulaşan pek az eser verilmektedir. Ve yine nadir olarak sâdece hakîkate odaklanan âlimler ve münevverler zuhur etmektedir. Denilir ki evliyanın sayısı kıyamete kadar aynı kalırmış. Bu çağda evliyalarda kispet değiştirmiş, kendini saklamıştır demek yerinde olacaktır. Kendini açığa çıkaranlar ise bin bir güçlükle karşılaşmakta, mücâdele vermektedir. Yeni rejimle birlikte, herşey tepetaklak olmuş, kadim Türk devlet anlayışının temel taşlarından kopulmuş bir inkılâpçılık, ülkeyi sarmıştır. Bu gidişin karşısında, uyarıcı görevini üstelenen bazı isimler olmuştur. Bunların başında, bir İstanbul Hanımefendisi, son Osmanlı Kadını diyeceğimiz, erlik kisvesi giyinmiş, Sâmiha Ayverdi’dir.
Kullandığı dil, konuyu anlatımı, harfler arasında kalem işi süsler ile mürekkebini şenlendirmiş, bizi bize gösteren ayna vazifesini yerine getirmiştir. Türkçe’nin en bereketli kelimelerini, tanımlarını, dil inkılabının sümen altı ettiği kuralları savunmuş, sadeleştirmeye direnen bir mütefekkir olarak karşımıza çıkmıştır. Lâkin, hiç istemeden, gençlerin anlaması için kısmî olarak bazı sadeleştirmeler yapmak zorunda kalmıştır. Hatıra, roman, mektup, deneme, inceleme, mensur şiir türlerinde kırk altı esere imza atmıştır. Mektuplarından oluşan seri 14 tane kitabı vardır. Onun en büyük imzası ise topluma kazandırdığı insanlardır. Bugün önünde şapka çıkartılan, aksakal denilen birçok ismin hocalığını yapmıştır ki, kendisi çalışmayan, eğitim fakültesi mezunu olmayan, kendi deyimiyle “Elhamdüllah Müslüman Türk Kadınıyım”dan başka hiçbir sıfatı kabul etmeyen, muhterem biridir.
Kullandığı dil, konuyu anlatımı, harfler arasında kalem işi süsler ile mürekkebini şenlendirmiş, bizi bize gösteren ayna vazifesini yerine getirmiştir. Türkçe’nin en bereketli kelimelerini, tanımlarını, dil inkılabının sümen altı ettiği kuralları savunmuş, sadeleştirmeye direnen bir mütefekkir olarak karşımıza çıkmıştır. Lâkin, hiç istemeden, gençlerin anlaması için kısmî olarak bazı sadeleştirmeler yapmak zorunda kalmıştır. Hatıra, roman, mektup, deneme, inceleme, mensur şiir türlerinde kırk altı esere imza atmıştır. Mektuplarından oluşan seri 14 tane kitabı vardır. Onun en büyük imzası ise topluma kazandırdığı insanlardır. Bugün önünde şapka çıkartılan, aksakal denilen birçok ismin hocalığını yapmıştır ki, kendisi çalışmayan, eğitim fakültesi mezunu olmayan, kendi deyimiyle “Elhamdüllah Müslüman Türk Kadınıyım”dan başka hiçbir sıfatı kabul etmeyen, muhterem biridir.
Kendisi; toplum bilimi, felsefe, dönüşüm, bir hicreti, kendi varlığımızda medeniyetimizin içine düştüğü buhranı sorgulayan romanı, Mesihpaşa İmamı'nı 1948 yılında kaleme almıştır. Külliyatının 27. Eseri olan 1985 yılında ilk baskısını yapan, Ne İdik Ne Olduk’da anlattıklarını ilk olarak bir romanda aktarmıştır. Külliyatının sekizinci eseridir. Hayatımda yaşamadığım ve şâhit olmadığım hiçbir şeyi yazmadım, dediği için; bu romanın bir hakîkate dayandığını söylemek mümkündür. Ne İdik Ne olduk kitabında, "Batı dünyâsına zebün olup diz çöküşümüz, sâri hastalık gibi, ne de çabuk iliğimize kemiğimize işlemiş bulunuyor. Bâhusus, bu illet millî kültür zırhı giymemiş zümreler arasında kendine zemin bulup nasıl da kolaylık ve şuursuzca bir sür'atle yayılabiliyor.” diye yazar.
İşte tam olarak romanda bunu, hayatın içinde dile gelmiş bir olaylar örgüsünde işler. Kısaca neyi kaybettik? Nerede hata yaptık? Dünyaya hâkim mümtaz Türk İslâm Medeniyetinin ayağı nerede tökezledi? Nasıl kör ve sağır olduk? Nesiller arasındaki uçurum nasıl kapanır, birbirini nasıl anlar? Din nedir? Aşk nedir? Suallerine tek tek cevap verir. Birbiri ardına gelen olaylar ve karakterler, her sualin cevabını oluştururken, arka planda İstanbul’u tanırız. Payitahtın, Balkan savaşında içler acısı tablosunu, yetim kalan Bosna Girit, Üsküp, Selânik, Filibe, için üzülürüz. İstanbul halkının; köklerinden sökülmüş olan bîçâreleri, kimi yerde kucakladığını, kimi yerde hakarete uğradığını gösterirken, bir göç panoraması da çıkarır. Bugün, Balkanlardan gelenler bizden tezinin, geçmişte öyle görülmediğini de söyler. Ekmeğine ortak olarak görülen bu insanların, yaşamak için verdiği mücâdelede dünü sorgularız. Ayverdi, Bugünü dünden görmüş biridir.
Romanın ana konularından birini, aile kavramı ve taassub oluşturmaktadır. Bağnazlık içinde sırf yüzey ve şekil Müslümanlığının arızalarını, ana karakter Halis Efendi nezdinde gösterir. 20.yy başlarında deformasyona uğrayan kadim değerlerimizden uzaklaşan bir toplumun, içine düştüğü buhranın adı “taassuptur”. Kişiler ve konuşmalarında, hem dini hem maddeci taassubu irdelerken, onun hatalarını yanlışlarının neticesini de yazar. Maddeci taassubun da; yâni dinî, îmanı, millî ne varsa reddeden garbçı zihniyetinde bir taassup içinde olduğunu bize aktarıyor. Böylece bize şunu soruyor.
“Bizim, peygamber lafzını ilk duyduğumuz an aşkına tutulup, mecnun misali mefkûresi peşinde koşan, kendini fedâ eden ecdadımızın torunları, nasıl yanlış eylem ve idealler tuzağına düşmüştür?”. Romanda bunun cevabını da Halis Efendi’nin kimliği ile açıklıyor. Mânevî ve millî değerleri koruyalım derken savunmada gedik açılmıştır, bu gedikten virüsler girmiştir. Ve gerçek muhafazakârlıktan, batının bağnazlık içeren muhafazakârlığına geçiş yapmışızdır. Eserde yer alan caminin içine pisleten Güvercin metaforu ile bize bunu gösteriyor, demek istiyor ki; Tevhidimizi koruyalım derken şekilciliğe, taklitçiliğe takılı kalıyor, böylece inancımızda gedikler oluşturup, kirlenmesine izin veriyoruz. Bizim felsefimizin zaferi; maddeyi ruhun emrinde tutmasında yatarken, garbın îcadı materyalizm ve türevleri ise, rûhu maddenin emrine vererek, zenginin menfaatine, fakirin istismarına yol açan, bencil demokrasiler meydana getirerek, dünyaya hükmetmesidir. Sömürgeciliğinin boyutunu değiştirip, millî değerler silsilesine; hürriyet ve eşitlik çağdaşlık adı altında kültür ve ideoloji sömürgeciliği yaparak, körpe dimağları ve münevverleri mankurtlaştırıp, yeni sömürge imparatorluğunu kurmaya çalışmaktadırlar. Bunda da başarılı olmuşlardır ama bunun bir çaresi de vardır, «yada» taşını canlandırıp yağmuru yağdıracak kuvvet gelecektir. Türk’ün ezeli kanununda ve kaderinde bu yazılıdır.
Mesihpaşa İmamı, tam bu zihniyetin, İngiliz Yahudi Küresel medeniyetinin filizlendiği dönemi ele alır. İlim irfan çatışmasının, materyal düşünceler ağına nasıl hizmet ettiğini, irfansız bir ilmin hiç olduğu gözler önüne serilirken, millî düşüncenin de ilimsiz irfansız, kısaca aşksız olamayacağını eksik ve yarım kalacağını gösterir.
Bizim devlet teşekkülümüzün kuruluş ve yükseliş dönemlerinin iki ana unsuru olan ilim ve irfanın arasına hangi kara kedi girmiştir? Halis Efendi’nin düşünceleri ve müezzin Salim karakterlerinde, araya girenin taassub ve menfaat olduğunu söyler. Ve bunun neticesinde duraklama ve ardından gerileme gösteren Türk toplum hayatında, çıkış için yeni arayışlar, yeni yönelişler başlar. Bu dönem öyle bir çatışma içerir ki ithal ideolojiler havada uçuşur. Romanın birinci kısmı: Bizim nerden gelip nerede tökezleyip düştüğümüzü ve ağır yara aldığımızı ince ince anlatmaktadır.
“Halis Efendiye asırların ardından küçüle küçüle bozula bozula yuvarlanıp gelen medrese bilgi ve tefekkürünün uçuk, silik, karmakarışık müsveddeleriden bir yaprak denebilir.”
Ayrıca ancak bir insanın, inançlarının, bakış açısının, otoritesinin, ailedeki konumunu;, kılıç darbeleri alarak yaralanmasına sebeb olan, kollarının bacaklarını tutmaz hale getiren, eziyet eden, taassubun en büyüğü olan “nefsi kibirden” kurtulma yolunu, içinde aşk olmayan bir alimin, bilim köyünden aşkın şehri Medine’ye hicretini, yâni hakîki ilme ulaşması, yeni bir dirilişi, ancak göç arka planı ile anlatılabilirdi.
“Âdeta günün, geceden de, sabahtadan da uzakmış sanılan bu erken saatinde, kışla baharın çarpıştığı, gözle görülecek bir mücadele halindeydi.”
Eser alacakaranlıktaki bu yürüyüşü anlatan betimleme ile başlar. Kışın ve baharın alacakaranlıkta başlayan savaşında zafer müjdesi baharındır. Bu betimlemeyi yaparken de Halis Efendi yürümektedir. Evinden işine gitmektedir daha doğrusu çokluktan ayrılıp kendine gidiştir, bize romanda nelerin beklediğinin habercisi olan satırlardır. Duygularını kış soğuğu gibi donduran imam, sabah ezanı ile yani aşkla ısınıp bahar havasına kavuşacak, böylece yeniden doğacaktır.
Peki, neden bir cami ana mekândır? Sualini aklımıza getirdiğimizde şu cevap karşımıza çıkar. Cami bildiğimiz gibi bizim ibadethânemiz aynı zamanda Müslümanlığın en büyük remzidir. Osmanlı olsun, Selçuklu olsun, bu yüzdendir ki ilk fethettikleri yere cami yaparlar yani derler ki “artık burası bir İslâm beldesidir.” Taassup ve menfaat eline geçmiş îman tahtamızın, dünü, bugünü ve yarınını anlatacak en iyi mekân camidir. Aynı zamanda sosyal faaliyet alanıdır hayatın kalp atışı orada atar, toplumu oluşturan ilk normlar orada hayat bulur.
Kutsal olan bir yer daha vardır. Bedenimiz. Ruhûmuzun, nefsimizin üstüne giydirilen bedenlerimiz birer camidir. Evet, cami remzi burada aynı zamanda Halis Efendi'nin kendisidir. Kitapta Mesihpaşa Camisi harap ve pis bir haldedir, cemaati azdır. Sâdece kendisi vardır. Kimse gelmez, hatta “kapat git” derler, ama o inatla camiye gelir ve vazîfesini yapar. İşte medresenin halinin yazıldığı, hâdiselerin geçtiği dönemi en güzel tasvir edebilecek bir resim karesidir. Her tarafı çalı çırpı sarmış, camları kırık, halılar tozlu, örümcek ağları bağlamış. Öyle ki dışarıdan güvercinlerin gelip pislettiği bir yerdir. Sâmiha Ayverdi’ye göre, irfansız bir medrese da tam olarak budur.
Mesih Paşa Camisinin vîrâne halî, Halis Efendinin gönlünün röntgenidir. Camii toplanma yeridir. Bilgisinin toplandığı yerdir, bütün kitaplardan öğrendiği herşey aklında bir araya gelmiş, sığ bir âlim meydana çıkarmıştır. Salt bilgi ve taklit ile, gönüle inmemiş, merhamet, şefkat, zarafet, kısaca irfandan arınmış bir din; harap, içine hayvan yâni nefsin pisliklerinin bırakıldığı yer haline gelir. Gönlü ibâdetler ile temizlemeye çalışsa da, haramdan uzak durmayı başarsa da, özünde dürüst bir adam olsa da, gönlüne inmedikçe vîrânedir. Camii bir taraftan da içtimâî kanunlarda irfanın yavaş yavaş çöküntüsünü simgeler.
“Medrese, şarkı tanıdığını zanneder, fakat ondan fersahlarca uzaktır.”
“Şark da, hakiki garp tekniğine ve maddeciliğine omuz silktiği için harap, yıkık, geri ve tasalıdır.”
Sâmiha Ayverdi bu eserinde toplumun bir aynası olmuştur. Sâdece birinci kısım ile ilgili birkaç konuyu ele aldığımız bu yazı biraz olsun idrak gücümüzde vesile olabilir niyazıyla ele alındı. Neyi kaybettiğimizi ve neyi bulmamız gerektiğini hatırlayabiliriz. Aşk kapısını çaldığında Halis Efendi neye dönüşecektir? Bunu da bir başka yazıya saklayalım.
Elçin Ödemiş
x.com/elindemis
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder