mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

2 Kasım 2021 Salı

"Bu gidiş nereye?"

“Bombalardan çok daha önemli bir şey üzerine düşünüyorum: Bilgisayarlar.”
- John von Neumann (1903-1957)

George Orwell (1903-1950) 1984’de “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden de geçmişi kontrol eder.” diyor. Bireysel düşüncelerimiz bir yana geçmişiyle, hatta geçmişinde yaşayan bir toplumuz. Bu kötü bir şey diyemeyiz belki fakat geçmişe düşkünlük konusunda dengeyi kuramamak geleceği etkileyebilecek nitelikte sorunlara yol açıyor. Peki, bunu önemsiyor muyuz? Tek kelimeyle hayır. Çünkü sosyo-kültürel kodlamamız “başımıza icat çıkarma” ya da “eski köye yeni adet getirme” gibi diskurlara bağlı. Yeni olana, farklı olana, değişik olana kadim alerjimiz var. Geçmişe ait bazı şeylere kutsallık izafe edip derin bir saygıyla önünde eğiliyoruz. Maksadım geçmişi kötülemek, tamamen ortadan kaldırmak, birikimi yok saymak değil elbette. Aksine, geleceğin inşasında geçmişim sunacağı projeksiyonun önemli olduğu kanaatindeyim. Fakat gelecek bizim için “ahir zaman” adı altında mutlak kötüye gidiş anlamına geliyor ve gelecek için kafa yormak kadar geçmişten ders almaktan da zorlanıyoruz. Konforumuzdan ödün vermeyip kolay olanı, tarih tekerrürden ibarettir demeyi seçiyoruz. Ama düştüğümüz çelişkinin farkında olmadan geçmişi hamasetle romantize etmekten, yüceltip kutsamaktan geri de durmuyoruz. Bizimkisi kaderci tazim.

Bana yukarıdaki cümleleri yazmaya iten şey, yaklaşık yüz elli yıl öncesinden oluşturulmaya başlanan bir düşüncenin yavaş yavaş hayata geçirilen bir projeye dönüşmesini anlatan bir kitapçık. Kitapçık diyorum çünkü cep boy ebatlarında ve yetmiş sayfalık bir eser bu. Tudem Yayın Grubu markası olan Deli Dolu etiketli eser iki bölümden oluşuyor. Mehmet Albayrak tarafından tercüme edilen kitabın ilk bölümünde Robbert Dijkgraaf (1960) imzalı “Geleceğin Dünyası” adlı makale (bir anlamda sunuş yazısı) yer alıyor. Yazıda, “Geleceğin Dünyası” ifadesinin 1939 yılında New York’ta düzenlenen bir bilim ve teknoloji fuarının teması olduğu belirtiliyor. Fuarda bilim ve teknolojinin geleceği nasıl biçimlendireceğinin gösterilmesi amaçlanmış ve bu bağlamda günlük hayatta kullanılabilecek birçok elektronik ürün sergilenmiş. Dijkgraaf o dönem için yakın gelecekte dünyaya yön verecek olan nükleer enerji ve bilgisayar teknolojilerinin fuarda olmamasının garipliğine dikkat çekiyor. Oysa fuarın bilim kurulu üyesi olan Albert Einstein (1879-1955) açılış konuşmasında atom parçacıklardan, kozmik ışınlardan ve uzay teknolojilerinden bahsetmiştir.

Kitabın temel konusu burada devreye giriyor. Princeton Üniversitesi bünyesinde Einstein gibi alanında prestij sahibi bilim insanlarının özgürce çalışma ortamı buldukları bir enstitü bulunmaktadır. İleri Araştırmalar Enstitüsü olarak isimlendirilen bu kurumun kurucusu Abraham Flexner (1866-1959) adında bir eğitimcidir. Flexner kurduğu enstitünün eğitim anlayışında merak, araştırma ve öğrenme konuları dışında herhangi bir unsura yer vermez. Araştırmacılara sadece üzerinde çalıştıkları konulara odaklanabilecekleri ortamı sağlayan enstitünün ilkesi “faydasız bilginin engelsizce peşine düşülmesi” şeklinde belirlemiştir. Ona göre araştırmacı ve öğrencilerin çalışmasına mani olacak maddi manevi tüm engeller kaldırılarak özgürce araştırma, öğrenme ve düşünme ortamı sağlanabilirse ilerleme ve gelişme ortaya çıkabilir. Gerçek fayda ancak böyle sağlanabilir. Çünkü hiçbir bilgi faydasız değildir, kullanılabilmesi için yeri ve zamanını bekler. Örneğin kuantum teorisi ilk başlarda önemsiz ve gereksiz bir oyun alanı gibi görülürken bugün kuantum olmadan maddenin herhangi bir özelliğini kavrayamayacağımızı kavramış bulunuyoruz.

Bu bilgileri okuduğumuz Robbert Dijkgraaf’ın makalesinde Abraham Flexner’ın kim olduğundan düşünce yapısına, kurduğu enstitünün işlevinden sağladığı faydaya kadar geniş bir değerlendirme yer alıyor. O günün şartlarında iyi bir eğitim alan Flexner Amerikan eğitim sistemine yönelik raporlarında eleştiri ve çözüm önerileriyle bir takım önemli yapısal değişikliklerin meydana gelmesini sağlamış biridir. Flexner’a göre “öğrencileri pratik eğitimden mahrum bırakan sahtekâr eğitim anlayışı sorumsuz ve kâr odaklı makinelerdir.” Tam bir proje insanı olan Flexner ayırt etmeksizin her türlü bilimsel çabayı desteklemenin hayatı derecede önemli olduğu belirtir. Bu bağlamda serbest düşünce akışının önünde durulmamalı, hayal gücünün bilimsel alandaki etkisinin önü açılmalıdır. O, bu sayede işlenen bilgiyle kamunun dönüştürülebileceğini söyler. Engelleri aşabilecek tek kuvvet insanın merak dürtüsüdür ve faydalı bilgi bu dürtü sayesinde üretilebilir.

Flexner kurduğu enstitüyü yukarıda özetlenen anlayış doğrultusunda yönetir. Bu amaçla o dönemin matematik ve fizik alanında dahi olarak bilinen isimlerinin enstitüde bulunmasına vesile olur. Özellikle Avrupa’da yükselişte olan faşist uygulamalardan kaçan bilim insanlarının Amerika’ya gelmesi ve enstitüde çalışmaları için büyük çaba sarf eder. Dijkgraaf’a göre bugüne etki eden dijital teknoloji ve tıbbi gelişmeler büyük oranda Flexner’ın ön ayak olduğu özgür düşünce ortamında üretilen bilgiye dayanıyor. Dijkgraaf görüşünü desteklemeye yönelik teorik ve pratik birçok örnek veriyor ve meseleyi bu bağlamda genişletiyor. Buna karşın bugün Flexner’ın düşüncesinin büyük oranda yok olmuş durumda olduğunu, devletin bilimsel çalışmalara yönelik desteğini geri çektiğini, sermayenin ise kâr getirmeyecek alanlara kesinlikle yatırım yapmadığını ve ar-ge çalışmalarında bulunmadığını belirtiyor. Yaptığı karşılaştırmalı analizde Flexner’ın yönteminin ne anlama geldiğini göstermeye çalışan Dijkgraaf’a göre teknolojinin aydınlık kadar karanlığı da beraberinde getirme potansiyeli vardır fakat sağduyulu insanlar bilim ve kamu arasında iyiliği arttıracak bir ilişkiyi tesis edebilir. Dijkgraaf çoğunlukla iyimser tutum takınsa da bazen kapitalist sistemde faydasız bilginin fayda sağlayacağına ikna etmenin zor olduğunu söyleyecek kadar realist olabiliyor.

Kitaptaki ikinci makale kitaba da isim olan Flexner’in makalesi fakat yazılanlar bize “Faydasız Bilginin Faydası”nın sadece bir makaleden ibaret olmadığını gösteriyor. Zira Flexner’ın düşüncesini hayata geçirdiğini ve önemli başarılar elde ettiğini görüyoruz. Onun projesinin temelinde “merak ve hayal gücünü tetiklemek üzere özgür bırakılmış ortamda bilimsel düşünme” bulunuyor. Bu amaçla kurduğu enstitüyü mantık ve matematiğin üssü hâline getiren çalışmalara imza atıyor. Geniş bir perspektifle baktığımızda yirminci yüzyılın ilk yarısında matematiğin her alanda çok güçlü ve etkili olduğunu görürüz. Sosyal bilimlerin alanına giren konuların bile matematiksel anlayışla tasarlandığı gerçeği pozitif bilimlerin sahip olduğu etki ve gücün tezahürü olarak değerlendirebiliriz. Mevcut durum amaç ve yöntem açısından Flexner’ın düşünceleriyle örtüşmediği gibi onun eleştirdiği salt fayda/kâr anlayışına da işaret ediyor.

Flexner çalışmalarında genel kabulün ‘işe yaramayan bilgi’ olarak nitelediği olgu üzerinde duruyor. Yürürlükte olan bu anlayışa göre bazı çalışmalar ve bu çalışmalarda elde edilen bilgiler çalışma konusuyla ilgisinin olmadığı veya başka bir alanla ilgili olduğu gerekçesiyle anlamsız, gereksiz, saçma ya da faydasız bulunarak yok sayılmaktadır. Oysa bu çalışmalar veya elde edilen bilgiler iddia edilenin aksine çok önemli işlere yarar diyen Flexner bu görüşünü destekleyecek uygulamaya yönelik örnekler sıralıyor. Verdiği örneklerin ortak noktası bilgi ve buluşlar uzun süreci kapsayan gelişme veya ilerlemelerdir. Bu bağlamda gelişme ve ilerleme tekil (bireysel) bir durum değildir. Bütün icatlar farklı kişilerin düşünceleri sonucunda oluşan bilgi birikimi sayesinde ortaya çıkar ve bu nedenle herhangi bir icadı tek bir kişiyle anmak doğru olmaz.

Salt faydaya yönelik bilimsel çalışmaların ilerleme ve gelişmeye sınırlı katkı sunacağını söyleyen Flexner, asıl faydanın fayda kaygısı güdülmeden sadece merak dürtüsüyle yapılanlar olduğunu iddia ediyor. Ona göre bu anlayışla hareket edilmeyip yalnızca faydaya yönelik yapılan keşifler insanlık için yıkım ve zarara yol açar. Böylesi bir durumda gerek bilim insanları gerekse eğitim kurumları üzerlerine düşen sorumluluklarını yerine getirmedikleri görülür. Oysa “eğitim kurumları merakı kıvılcımlandırmayı amaçlamalıdır.” Çünkü tarih göstermiştir ki, merak duygusunu tatmini için yapılan araştırmalar teorik çalışmaların yanında pratik uygulamalarda da işe yaramıştır. Buluşların önünü açan şey meraka dayalı araştırmaların engellenmemesidir. Bilimsel açıdan mantıklı olan da budur zira teorik bilgi ne kadar artarsa çözüm için uygulanacak pratik alternatif o kadar artar.

Flexner savunduğu bilgi sistemini açıklarken itirazları dikkate alıyor. Ona göre bazı çalışmalar ya da bilgiler an itibariyle faydayız ya da gereksiz gibi görülebilir ve hatta parasal açıdan kayıplara yol açabilir lakin uzun vadede öyle olmadığı anlaşılır. Bunun kanıtı olan tarih faydasız addedilen bilgilerin birikerek faydalı çalışmaları ortaya çıkardığı kayıtlarla doludur. Teknoloji ve bilim tarihinin gelişimi böyle olmuştur. Bu yüzden herhangi bir bilgiyi gereksiz, faydasız ya da saçma olarak tanımlamak gibi herhangi bir bilimsel keşfi de bir kişiye atfetmek eksik yorumlamadır. “Bilim, küçük bir gözden akmaya başlayıp denize dökülünceye kadar bir sürü kaynakla birleşerek gücü ve etkisini arttıran nehir gibi ilerler.” Hiç bir icat tekil bir mucidin buluşu değildir. Arka planında gerek teorik gerek pratik olsun kocaman bir tarih yatar. Flexner’a göre istisna olarak mühendislik ya da hukuk gibi bazı dallar salt faydayı gözetebilir lakin meraka dayalı özgür bırakılmış araştırma ortamı deneysel bilimler kadar tüm soyut çalışmalar ve sosyal bilimler ile entelektüel uğraş ve sanatların hepsi için de geçerli olmalıdır.

Faydasız Bilginin Faydası modern insanın bilgi ve bilim anlayışını inşa eden kapitalist-liberal felsefedeki kâr odaklı fayda anlayışını sorguluyor. Bu anlamda fayda kavramının -sadece Batı düşüncesinde değil, İslami düşüncede de- yeni bir tanımlamaya ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan eser bir modernite eleştirisi olarak okunabilir fakat ne Flexner’ın ne de Dijkgraaf’ın niyetinin bu olduğunu iddia edebiliriz. Ben onların meselesini ilerleme ve gelişmeyi sağlamanın yolunu aramak olarak yorumladım ve bu arayışın anlamsal uzamının moderniteye içkin olduğunu düşünüyorum. Modern paradigmanın sınırsızlıkla ilişkilendirdiği özgürlük, bilgi ve rekabet savunusu Flexner’ın ‘her türlü engelden azade edilmiş özgür bilgilenme ortam oluşturulması ve kurumsallaştırılması’ düşüncesiyle örtüşüyor. Sıkıntı kuramda değil uygulamada ortaya çıkıyor. Flexner’ın itiraz ettiği nokta da burası oluyor.

Ve eserin işaret ettiği önemli bir başka nokta ise gelecek meselesi elbette. Bu hamur daha çok su kaldırır lakin mademki irfan bu topraklarda anlatıldığı kadar derin, güncel bir haberle sözü sonlandırayım ben. Geçtiğimiz günlerde dünyanın ilk ‘düşünen’ robotunun Japon bilim insanları tarafından geliştirildiği duyuruldu. Haberin içeriği bilim-kurgu filmlerini aratmayacak nitelikte. Metni cep telefonun ekranından dijital bir platformda dizi izliyor gibi okudum ama içinde olduğum(uz) simülasyon nedeniyle gerçekliğini iliklerime kadar hissetim. Trans-hümanizm artık o kadar yakın ki dokunacak kadar hissetmeyene gıpta, ihtimallerinden ürkmeyeni tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum. Haberde, bir robota eklenen yapay zekânın laboratuvar ortamında çoğaltılan insana ait canlı beyin hücreleri kullanılarak desteklendiği ve robotun algoritmaya dayalı yapay zekâsı yanlış karar verdiğinde nöronların müdahale ettiği bildiriliyor. Bu, kendine ait iradesi olan, yani düşünebilen ve karar verebilen bir varlık anlamına geliyor. İnsanın suni olarak ürettiği ve fakat insanın özelliklerine sahip ve bir varlık! Bu ve benzeri gelişmeleri hayatın her alanını etkileyecek kadar büyük bir sisteme dönüşmesi için henüz çok erken şeklinde yorumlayanlar olabilir. Bundan bu kadar emin olmamak gerektiği kanaatindeyim. Kırk elli yıl öncesinin uçuk kaçık fantezilerinin birçoğu bugün hayatımızın orta yerinde. O yüzden insanlığın yakın gelecekte karşılaşacağı dehşetengiz dünyayı arif olan anlar.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Eylül 2021 Perşembe

Çin malı

Koşullanmış zihinlerimiz ‘Çin Malı’ ibaresini görünce doğrudan kalitesizlikle ilişkilendiriyor. Günlük hayatta karşılaştığımız örnekleri görünce pek de haksız olduğumuz söylenemez. Diğer yandan meselenin özgünlük, estetik, etik ve telif (mülkiyet) gibi birçok yönü bulunuyor. Yalnız meseleyi çok daha ilginç hâle getiren ve pek göz önüne getirmediğimiz önemli bir durum var. Küresel anlamda marka olan ve kalitesiyle bilinen çoğu firmanın üretim ya da malzeme temin yeri Çin. Onu ekonomik anlamda dünyanın en büyük aktörlerden biri yapan bu özelliğinin tek nedeninin ucuz iş gücü olmadığı muhakkak. Türkiye’de artık bir kitlesi oluşmuş olan Byung-Chul Han’ın Çakma adlı eseri korunun bu yönünü anlamaya yardımcı oluyor. “Çince Yapıbozum” alt başlığıyla Telemak Kitap tarafından neşredilen eser Sibel Atam tarafından çevrilmiş. Seksen altı sayfa olmasına rağmen içeriğinin yoğunluğu göz dolduruyor.

Çin kültürü ve sanat tarihiyle ilgili beş kavramı ele alan Han, taklit/kopya/çakma anlayışının Batı ve Uzak Doğu düşüncesinde nasıl algılandığını ortaya koyuyor. Han’ın analiz ettiği beş kavram düstur (quan), orijinal (zhen ji), eğlence mühürleri (xian span), kopya (fuzhi) ve çakma (shanzhai) şeklinde sıralanmış. Ayrıca kitapta ele alınan konularla ilgili görsellere yer verilmiş. Uzak Doğu düşüncesi ile Batı’nın kopya/taklit anlayışı ve resim alanındaki sanat sahteciliği konularında örnek olarak verilen görseller hem içeriği zenginleştiriyor hem de konunun anlaşılmasına katkı sunuyor.

Yazar kitaba Çin toplumu ve düşüncesinin Batı’da nasıl algılandığına değinerek başlıyor. Bu durum George Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) etnosentrik görüşüyle özetlenmiş. Buna göre Batı düşüncesinin temelinde var olan töz’e dair anlayışın ahlaki açıdan onu üstün kıldığına yönelik ön kabulü ortaya çıkıyor. Diğer yandan Çin’de olduğu gibi Doğu felsefelerinin temelinde var olan Budizm veya Taoizm’in varlık, yokluk ve hiçliğe dair esnek tutumu o toplum veya kültürdeki aldatma ve yalancılığı doğallaştırmanın ötesinde (yalancılık, ahlaksızlık ve şeref yoksunluğunu) meşrulaştırdığı düşünülüyor.

Han, Batı ve Çin düşüncesi üzerine karşılaştırmalı felsefi çözümlemeler yapıyor. Çin düşüncesinin esnek, değişim ve dönüşüme açık, sabitesiz, tözsüz, pragmatik oluşu gibi nitelemeler kadar karşılaştırması yapılan Batı düşüncesinin kendini bunun tam tersiymiş gibi konumlandırması da tartışmaya açık bir konu.

Diğer yandan yazar aradaki temel farkın varlık konusundaki anlayış olduğunu belirtiyor. Batı düşüncesinde Varlık sadece kendine benzeyendir ve kopyasının olması istenmez. Monomorfiktir. Özgünlüğü ve saf kimliği bozmaya yönelik her türlü teşebbüs şeytanidir. Bu yüzden taklit edilmesinin, çoğaltılmasının önüne geçilmek istenir.

Han’a göre Uzak Doğu düşüncesinde varlık monomorfik değildir, süreç içinde çok biçimli ve katmanlı şekilde oluşur. Çin’de yapılan bir eser hiçbir zaman tamamlanmamıştır. Üzerine her zaman eklemeler yapılarak değişime uğratılır. Her ekleyici bir iz bırakır. Eser ne kadar çok iz taşırsa o kadar değerlidir. Dolayısıyla Uzak Doğu düşüncesi yapıbozumcudur. Çin düşüncesine göre bir eser ne kadar fazla yapıbozuma uğratılır, ilk hâlinden ne kadar çok başkalaşır ve yeni anlamlar yüklenirse değeri o kadar artar.

Yazar konuyu daha çok sanat (felsefesi) anlayışı üzerinden ele alarak öz ve özgünlük konusundaki düşünce ve eylem farklılığını vurguluyor. Bu bağlamda Çin’de sanat eserinin gerçeklikten ve ruhtan yoksun olduğu çıkarımı yapıyor. Çin’de sanat eseri durmadan farklı ve ilgisiz bağlamlardan eklemelere uğratılarak değiştirilir. Bu durum onun gerçek ile bağını kopararak sahteliğe açık hâle getirir. Özgün ve sahte olan önemsizleşir ve kolaylıkla yer değiştirir. Han’a göre bunun nedeni Antik Çin’de öğrenmenin özellikle kopyalama pratiği üzerinden yapılmasıdır. Bu işlem sadece öğrenme değil aynı zamanda eser sahibine duyulan saygıyı belirtme ve övme için yapılır. Fakat pratik öğrenme biçimi olarak kullanılan kopyalama yöntemi sahtekarlığın önünü açmıştır. Çünkü bu anlayışta bir kopya ne kadar başarılı ise kopyalayanın yeteneği o kadar büyüktür. Kopyanın benzerliği değerini artırır ve bu durum eser sahibi ve kopyacının eşit iki usta olduğunun kanıtıdır. Batı’da kopya ya da taklit eserler yapılsa bile bunun belirli ilkeleri vardır. Öncelikle özgün bir sanat eseri sayılamazlar ve telif kesinlikle orijinal olanındır. Yazar iki anlayış arasındaki farkı “Çin’de sanat sahteciliği hiçbir zaman Batı’da olduğu gibi karanlık anlamlar çağrıştırmadı.” (s. 19) şeklinde özetliyor.

Han, Çin’de iki tür kopya anlayışı olduğunu söylüyor. Bunlardan ilki, doğrudan sahteliği kabul edilen türdür ve belirli yerlerde satın alınabilen küçüklü büyüklü modellemelerdir. İkincisi ise özgün olanla birebir ölçülerde üretilir ve aslı kadar değerli addedilen türüdür. Bu açıdan Batı ile temelden bir ayrılma söz konusudur. Batılı düşüncede kopya ürünün orijinal olanın yerine kullanılması söz konusu edilemez.

İki düşünce arasındaki bir başka farklılık tarihi eserlere bakıştır. Batı’da tarihi eserler onarılırken eski olan izler özellikle vurgulanacak şekilde yapılır. Özgün parçalara kutsal gibi özen gösterilerek korumaya alınır. Uzak Doğu düşüncesinde ise koruma yeniden yapma ve çoğaltma ile sağlanır. Gerektiğinde tamamen yıkılarak yeniden yapmak söz konusudur. Bu anlayışın temeli doğa ve canlılıktır. Çünkü doğa ve canlılık her an yenilenmektedir. Bu açıdan özgün ve kopya olan sorgulaması yapılmaz. Uzak Doğu düşüncesindeki eskiyi yıkarak yeniden yapmak ölümü de içeren bir canlılık anlayışının karşılığıdır. Bu bir döngüdür ve ancak bu sayede ölümün ötesine geçerek var olmaya devam edilir: “Sadece tekrarlar ve kopyalar vardır.” (s. 75)

Han, “Çin üretim teknolojilerini yapma değil tekrar, devrim değil yineleme, arketipler değil modüller”in (s. 75) belirlediğini ifade ediyor. Modüler üretimde söz konusu olan biriciklik-özgünlük değil standart-kalıplardır. Amaç yeniden üretilebilirlik odaklı çeşitleme ve değiştirme olanağı sağlayan seri üretimdir. Üretilen şey değişen, dönüşen doğanın bir parçası gibi düşünülür.

Yazar son bölümde kitaba adını veren ve metnin yazılış amacını içeren kopya/taklit/çakma anlamına gelen ‘shanzhai’ kelimesini analiz ediyor. Yazılanlardan bu kelimenin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik açıdan Çin’de çok etkin olduğunu anlıyoruz. Çincede yeni bir kelime olan ‘shanzhai’ hayatın her alanını kuşatmış, shanzhaizm, shanzhai kültürü, shanzhai ruhu gibi ifadeler oluşturulmuştur. Yazar bu durumun ilk olarak cep telefonları ile başladığını belirtiyor. Evvela küresel markaların shanzhai ürünleri piyasaya sürülmüştür.

Han, shanzhai ürünlerin özelliklerini sıralarken özgünleriyle kıyaslandığında onlardan aşağı kalmadıklarının, çabuk uyum sağladıklarının, son derece gelişmiş ve işlevsel olduklarının altını çiziyor. Hatta shanzhai ürünlerin özgünlerine nazaran fazladan özelliklere, ekstra fonksiyonlara sahip olması beklenmektedir.

Han’a göre shanzhai ürünlerin isimleri özgün marka isminin kombinasyonlarından veya küçük değişimlerinden oluşturulur. Ekonomik tekellerin tekerine çomak sokan bu üretim alaycı, tahripkar ve Dadaist bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı sisteme karşı bir yapıbozumdur ve isimlendirme açısından da nüktedanlık içerir. Bu yolla eskinin üzerinde değişiklik yaparak, başkalaştırarak, dönüştürerek yeni bir form kazandırılır. En önemlisi ise “Shanzhai ürünler kasıtlı olarak kadırma girişiminde bulunmaz.” (s. 81) Özgün olmadıklarını açıkça belli ederler fakat özgün kadar gerçektirler.

Üründen öte tarihi sosyo-kültürel bir anlayışı içeren shanzhai olgusu melezleme yoluyla işler. Örneğin Maoizm, bir tür Marksizm’in shanzhai üretimidir. Han, Çin düşüncesinde komünizm ile kapitalizm arasında bir çelişki aranmadığını, çünkü Çincede çelişki kavramının bulunmadığını belirtiyor. Sürekli değişim ve dönüşümüyle Çin komünizmi shanzhai bir model olarak melezliği barındırır ve ileride shanzhai bir demokrasinin çıkmayacağının garantisi yoktur. Bu durumun Çin için hiçbir sorun teşkil etmeyeceği anlaşılıyor.

Han son sayfalarda Batılı zihne uyarı niteliğinde bir yol açıyor. Ona göre shanzhai Çin ruhunun dışavurumudur. Bu anlayışta “ileri teknoloji ürünleri doğanın shanzhai modelleridir.” (s. 82) Doğa sürekli, çeşitlemeli ve uyumlu bir dönüşüm içindedir. Shanzhai düşüncesinin özünde bu vardır. Batı, shanzhai’yi “sadece düzenbazlık, intihal ve fikri mülkiyet ihlali olarak gördüğü takdirde, onun özünde var olan ‘creativite’yi gözden kaçıracaktır.” (s. 82) diyor.

Dünyanın genelinde anlamsal uzamı olumsuz olan çakma/kopya/taklit olgusunun Çin kültüründeki olumlu karşılığı şaşırtıcı. Fakat asıl şaşırtıcı olan, bu anlayışın ürünlerinin küresel ekonominin en önemli aktörlerinden birisi hâline gelmesi ve sözde çakma/taklit/kopya anlayışına uzak toplumların bu ürünleri kullanıyor olması diye düşünüyorum. Byung-Chul Han, Batı’da olumsuz kabul edilen çakma/kopya/taklit olgusunu sanatsal, kültürel ve felsefi kökenlerini tarihsel açıdan ele alarak Çin düşüncesi ve toplumunda nasıl normalize edildiğini açıklamaya çalışıyor. Çin düşüncesindeki koşulsuz değişim ve dönüşüme dayalı melez anlayışı, her ne kadar bizim de zihin haritamızı şekillendiren Batı düşüncesi kabul etmese bile kendi içinde tutarlılık taşıdığı söylenebilir. Bugünün küresel dünyasının neden Çin malı ile mobilize olduğu bunun açık kanıtı.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

28 Ağustos 2021 Cumartesi

Gündelik hayatın edebiyatı - II

Hayatı o denli hızlı, yoğun ve ciddi ve yaşıyoruz ki, adeta yaşamayı ıskalıyoruz. Hepsi, ‘bize göre’ olan derin analizler, kocaman anlamlar, tumturaklı gerekçeler arasında boğuluyoruz. Oysa hayat, onu cazip kılan, güzelleştiren hatta rehabilite eden ‘basit’ detaylarla dolu. İncelik, nahiflik, letafet çoğu zaman o basit detaylarda gizli. Onları görmek, hissetmek, hayatın içine katmak için ne yapmak gerekir tam olarak bilemiyorum fakat, genelde sanatın ama özellikle edebiyatın bu konuda önemli bir işleve sahip olduğunu düşünüyorum.

Gündelik hayat içindi yaşadığımız lakin fark edemediğimiz detayları bir şiir, öykü ya da romanda görmek, hissetmek, anlamak iyi geliyor. Her ne kadar fıtrî eğilimimiz gereği algıda seçicilik yaşadığımız gerçekliğin yıkıcı ve yakıcı yönlerini öne çıkarsa da, görmekten imtina ettiğimiz hayatı yaşanabilir kılan güzellikler orada; hayatımızın içinde.

Edebiyat, yaşamın sıkışıklığı içinde hayatı yavaşlatan, soğutan, hafifleten detaylara açılan bir kapı oluyor. Kendi hâlinde bir okur olarak kurgudan ziyade kuram kitaplarıyla haşır neşir oluyorum lakin kurgu kitapları olmayınca okuma serüveninin yavanlaştığını, tatsızlaştığını hissediyorum. O sebeple arada kaçıp bir roman, öykü ya da şiir kitabıyla yola devam ediyorum. Öyle ki, elime aldığım meselesini kendi hâlinde anlatan asude bir kitapsa verdiği dinginlik bir başka oluyor.

Emre Şahin’in Hurdacı Lirası onlardan biri. Benzer yaşanmışlıklar nedeniyle beni alıp maziye götürdü lafı hafif kalır. Dolayısıyla daha fazlasını verdi diyebilirim. Şule Yayınları’ndan çıkan yüz üç sayfalık eser yukarıda değinilen o ‘basit’ detaylar üzerine inşa ediliyor. Bu durum arka kapak yazısında, “Gözün değil sezginin yakalayabileceği sahnelerdi bunlar.” şeklinde ifade edilmiş. Şahsen, o sahneleri -ya da detayları- yakalamak için sezgi kadar gören gözün ve düşünen zihnin de elzem olduğu kanaatindeyim. Emre Şahin iyi bir gözlemci.

Bir okur; öyküden ya da romandan, genel olarak bir kurgudan ne bekler, ne beklemeli? Hurdacı Lirası’nı okurken zihnimde sık sık bu soru belirdi. Ayrıca yukarıda değinilen konunun, yani hayatı yaşanabilir kılan detay ve onların ortaya çıkmasına vesile olanların dışında nostalji meselesine de düşündürdü. Belirli bir yaşa gelen birey istemese bile nostaljiye duçar oluyor. Muhtemelen çocukluk ya da ilk gençlikteki pek sorumluluk gerektirmeyen dönem özleniyor. Eskiler yad edilerek yaşanılan günle karşılaştırma yapılıyor. Sonucunda ise geçmişteki yaşam daha mutlu ve daha huzurlu bulunarak şimdiye kem gözle bakılıyor. Çocukluğun ya da gençliğin serde, bütün sorumluluğun elde olduğu zamanı yücelten nostaljiyi kim sevmez? Oysa, bir yetişkin bugünü ne kadar yaşanılmaz görüyorsa, geçmişte de aynı düşünceye sahip yetişkinler bulunmaktaydı. Zira o ân’a kem bakan yetişkin de kendi çocukluk ve gençliğine özlem duyar. İlginçtir, Hurdacı Lirası bunu yapmıyor. Evet, alttan alta melankolik bir esinti geliyor lakin ‘nerede o eski…’ dedirtmeyen nostaljik bir rüzgâr bu. Hasılı, Emre Şahin geçmişi nostaljik bakışla yad ediyor fakat kesinlikle ne idealize ne de romantize ediyor. İnsan için yaşanan her ân’ın kendine ait güzelliği var dedirtiyor.

Hurdacı Lirası, Anadolu’dan İstanbul’a göçüp kentleşme duvarına çarpan taşralıyı anlatıyor. Her ne kadar öyküler birey özelinde ele alınsa da, hiçbir zaman kentli olamayan ama köylü de kalamayan bir toplumsal gerçeklik göze çarpıyor. Bu bağlamda öykülerin genelinde -belirli bir dönemin- mahalle kültürünü görmek mümkün.

Birey demişken, öykülerdeki asıl önemli nokta, toplumda öne çıkan figürler yerine gündelik hayatın gölgede kalmış karakterlerinin boy göstermesi denilebilir. Okurken, toplumun o ‘önemsiz’ üyesinin çekingenliğini, tedirginliğini, burukluğunu hissediyorsunuz. Yazar o anlarda, günlük hayatı yaşarken aklımıza gelen ama kendimize bile söylemekten imtina ettiğimiz şeyleri söyleyebilen bir iç ses oluyor. Yüzleşme de diyebileceğimiz bu durum, dışına taşıp geri yatağına dönen bir anlatımla karşı karşıya bırakıyor. Tüm bunların yanında, öykülere sirayet ederek genel çerçeveyi belirleyen en önemli unsurun din olduğunu söyleyebiliriz.

Emre Şahin, Hurdacı Lirası’nda çocukluk ve gençlik döneminde biriktirdiği görüntüleri edebi bir üslupla (ve yazdığı ân’ın ruhuyla) seslendiriyor. Bazen iç ses olup kendiyle konuşurken, bazen cansız varlıklara kişilik kazandırıp konuşturuyor. İçinde yaşadığı kültürü, sosyal ortamı, zamanı ve mekânı sündürmeden aktarıyor. Nihayetinde anlatımını nahif bir mizahla birleştirerek keyifli bir okuma sunuyor. Kurguyu hayatın gerçeklerine yaklaştıran bu üslubun ortaya çıkardığı ironi tebessüm ettirirken düşündürüyor. Hurdacı Lirası’nda hayatın içindeki detayları damıtarak aktaran ince bir ruh var.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Temmuz 2021 Cuma

Algı her şeydir! - IV

Hakikat çok yönlüdür lakin çoğul değildir. En yalın ifadeyle, o meşhur anektodda olduğu gibidir: Filin farklı yerlerine dokunan görme engellilerin fili tarif etmesi istenir. Dokundukları her bir uzuv onlar için fildir. Tarifler tek başına yanlış gibi gözükse de, bu hâlleriyle eksiktir ve fakat büyük resimde hepsi de doğrudur denilebilir. Burada sorun çıkaran nokta, tariflerden herhangi veya her birinin tek doğrunun, yani hakikatin kendi tarifi olduğu iddiası olacaktır. İster dini, ister seküler olsun insanın meselesi de bu duruma benziyor. Tarih boyunca hakikat olgusunun insanı içine alan ama insanüstü (aşkın) bir duruma/güce işaret ettiğini söyleyebiliriz. Modern dönemde de etkisini sürdüren bu anlayışa göre hakikate sahip olmak güce sahip olmakla eşdeğerdir. İnsanın, hakikatin sahibiymiş gibi davranmasının sebebi de muhtemelen bu.

Bu kabul postmoderniteyle birlikte etkisini kaybetmeye başlamışsa da anlamsal açıdan konumunu sürdürdüğü bir gerçek. Öyle ki, hakikat denildiğinde, postmodernitenin çoklu gerçekliğe yol açan tüm rölativizmine rağmen insanların zihninde ‘gerçek olanın kendisine’, ‘tüm gerçekliklerin üzerinde bir gerçeğe’ işaret eden anlam kaybolmamıştır. Oysa bugünün dünyasında hakikat olgusunun geleneksel konumu ve işlevini yitirmesi nedeniyle etki alanının ortadan kalktığı görülüyor. Post-truth çağ olarak tanımlanan bu dönemde hakikatin önemsizleştiği, değersizleştiği, anlamsızlaştığı yeni bir yaşam biçiminin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu evrede her şey doğru, her şey gerçek, her şey hakikat. Her şeyin doğru, gerçek veya hakikat olduğu bir ortamda nihai anlamda gerçek, doğru ya da hakikatin hükmü kalmıyor.

Bir süredir Batı’da kapsamlı bir tartışma konusu olan post-truth olgusu Türkiye’de kısmi bir etkileşime sahip. Konu, hem bireysel hem de akademik açıdan ilgi duyanların dışında tüm sosyal bilim konularında olduğu gibi yüzeysel bir geçiştirmeye tabi tutuluyor. Yapılan değerlendirmeler, iyi bir çevirmene denk geldiyse nitelikli çeviri dışında Batı düşüncesi ekseninde yapılan birkaç teknik analizden öteye gidemiyor. Maalesef yine tiren kaçıyor ve biz oralı değiliz.

Tüm teorik ya da kavramsal çalışmalarda olduğu gibi post-truth konusunda da Batılı düşünce evrenini hâkim ama o evrenden azade, özgün bir bakış açısına ihtiyaç var. Devamının gelmesi şartıyla, Mahya Yayıncılık’tan çıkan Post-Truth Durum’u bu kaygının küçük bir adımı olarak nitelendirebiliriz. Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’da değer ve anlam kaybına uğrayan hakikat olgusunu tarihsel açıdan ve multidisipliner bir bakış açısıyla ele alıyor. Felsefeden siyasete, sosyolojiden teknolojiye, bilimden kültüre kadar geniş bir alanı iletişim süreçleri bağlamında irdeleyen çalışmaya temel teşkil eden metin master tezi olduğu için akademik bir üsluba sahip. Sosyal Medya Çağında Bilgi ve Doğruluk alt başlığını taşıyan kitap yüz altmış altı sayfadan oluşuyor. Postmodernizm olgusunu felsefi tartışma alanına taşıyan Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) Postmodern Durum’undan mülhem kitaba verilen isim aynı zamanda konunun önemine de atıf yapıyor. Post-truth olgusu planlı bir sürecin değil, modernite ve postmodernitenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan kaçınılmaz bir durum.

Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’u üç ana bölümde ele almış. Birinci bölümde moderniteden başlayarak post-truth duruma yol açan sürecin felsefi arka planı üzerinde duruyor. Bu anlamda, Kartezyen düşünceden başlayarak Aydınlanma ile en üst seviyeye çıkan akılcı/bilimci paradigma irdelenerek postmodeniteye nasıl geçildiği izah edilmeye çalışılmış. Akıl ve bilim takıntısının aşırı yorumu olan pozitivist anlayış yerine rölativist anlayışın ikamesi felsefi açıdan özetlenmiş diyebiliriz. Yazarın özet değerlendirmesinde Batı düşüncesindeki varlık/varoluş felsefesinin modern biçiminden postmodern biçimsizliğe evrilişinin izleğini sürmek mümkün. Sonuç itibariyle, modernden postmoderne geçen tarihsel sürecin post-truth anlayışı ortaya çıkaran faktörleri doğurduğu vurgulanıyor. Dahası, Oruç’a göre post-truth olgusu anlaşılmak isteniyorsa modernite ve postmodernite süreçlerinin anlaşılması şart.

İkinci bölümde konu biraz daha spesifik hâle getirilerek post-truth olgusu iletişim süreçleri ve medya bağlamında ele alınıyor. Diğer yandan buradaki kapsam daralması konunun anlamsal uzamını daraltmıyor. Zira konu medyanın etkileşim içinde olduğu siyasi, ekonomik, sosyolojik ve kültürel açılımlarla birlikte ilerliyor. Bu bölümde özellikle teknolojinin determinist etkisine ve bu görüşü eleştiren teorik çalışmalara değinilerek kültürel değişim bu zaviyeden değerlendiriliyor. Ayrıca bir önceki bölümde felsefi zemininin nasıl oluştuğu anlatılan post-truth durumun kalıcılığını sağlayan ve etkisini arttıran teknik/teknolojik altyapı tartışılarak ortaya çıkan tekno-kapitalist kültürün çerçevesi çizilmeye çalışılıyor.

Oruç, tekno-kapitalizm bağlamında post-truth olgusunun neoliberal politikalarla derin bir ilişkisinin bulunduğunu belirtiyor. Ona göre genelde medya ama özellikle yeni medya uygulamaları neoliberal politikaların hem kitlelere yayılmasını hem de kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasını sağlıyor. Sürece en önemli katkıyı zaman ve mekân olgusunu ortadan kaldıran internet ve iletişim teknolojilerinin sağladığını söyleyebiliriz. Sosyal medya sayesinde görünür olmanın cazibesine kapılan bireyin, bu konumu kaybetmemek için herhangi bir kıstas gözetmeden her yola başvurması post-truth kültürün doğal bir yansıması olarak değerlendiriliyor. İnsanların gönüllü olarak bu kültüre eklemlenmesi sonucunda kontrol ve yönetim mekanizmasının işleyişi kolaylaşıyor. Diğer yandan her anını internete yazı ve görsel olarak yükleyen birey sayesinde mahremiyet olgusu tamamen yok oluyor. Toplumu veri hâline getiren sistem her şeyi kâr malzemesine dönüştürüyor ve elbette bu süreci en iyi yöneten ve asıl kazananı ekonomik ve siyasi yapılar oluyor.

Üçüncü bölümde ABD başkanı Donald Trump örneğinden hareket edilerek post-truth durumun pratikteki yönüne dikkat çekiliyor. Böylece ilk iki bölümde analiz edilen teorik tartışmaya hayatın içinden somut bir karşılık verilmeye çalışıldığı görülüyor. Bu bölüm aynı zamanda günümüz insanının hakikat ile kurduğu sorunlu ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Gerçek olmadığı bilinse bile yalana duyulan ilginin tutarlı bir izahı bulunmuyor. Modernite ve Aydınlanma sonrası metafiziksel anlayıştan materyalist anlayışa dönüşen dünya görüşünün postmodernite ile eskiyi redde dayalı radikal yorumunun yanında rekabete dayalı kapitalist sistem ve onu destekleyen neoliberal felsefenin oluşturduğu değer aşındırıcı kültürel ortam en mantıklı açıklama gibi gözüküyor. Diğer yandan post-truth durumu anlamak için bu kültürel anlayışın amiral gemisi diyebileceğimiz ABD’nin iyi analiz edilmesi gerekiyor. Zira dünyayı ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan mobilize eden Amerikan devleti ve toplumunun siyasi ve sosyolojik analizi diğer toplumlara kolaylıkla teşmil edilebilir. Sağduyulu bir değerlendirmeyle içinde yaşadığımız toplumun da benzerliklerini görmek mümkün.

Post-Truth Durum, postmodernitenin geldiği son evreyi anlaşılır kılmayı deneyen bir çalışma. Diğer yandan postmodernitenin anlaşılması aynı zamanda modernitenin anlaşılmasına bağlı. İster modernitenin devamı olarak görülsün, isterse başka bir paradigma olarak değerlendirilsin, bütün bir tarihsel süreci anlamanın yolu meselenin arka planını görebilmekten geçiyor. Post-truth’u doğuran Batı medeniyetinin felsefe açıdan geçirdiği aşamaları, yani meselenin arka planını görmeyi kolaylaştırıyor. Kitapta, hayatın vazgeçilmez bir parçası olan iletişim olgusunun amacı dışında kullanıldığı ve siyasi ve ekonomik güç odakları tarafından araçsallaştırıldığı vurgulanıyor.

Oruç, çözüm bahsinde, farkındalığın ötesinde post-truth durumu ortaya çıkaran felsefi, siyasi, sosyolojik ve kültürel süreçleri ıslah edecek İslami bir bakış açısına ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

12 Mayıs 2021 Çarşamba

Gelenek dinin neresindedir?

Modern çağda metafiziğin öldüğü ilan edildiğinde tüm aşkın anlayışlar gibi dinler de geçmişin tozlu raflarına terk edilmek istenmişti. Fakat insanın metafizik yönünü terk etmesi bu kadar kolay olmadı. Zira hayat boşluk kabul etmez; bir şey yerinden çıkarıldığında başka bir şeyle orayı doldurur. Nitekim modern düşünce eliyle hayat dinden soyutlandığında yeri boş kalmamış, baskılanmış veya dönüşüme uğramış tepkisel bir metafizik açığa çıkmıştır. İnsanlık tarihindeki tüm metafiziksel eğilimler gibi bu yeni metafiziksel oluşumun da belirleyicisi insanın manevi açlığının paradigmal niteliğidir. Dönemin paradigması geleneği tümüyle reddeden modernite olduğundan, ortaya çıkan metafizik eğilim de moderniteye içkindir.

Bugünden geriye doğru bakıldığında, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında yavaş yavaş görünmeye başlayan metafiziksel hareketler fark edilir. Modernitenin hayatı etkileyiş biçimlerine tepki olarak ortaya çıkan bu hareketler Batı orijinlidir. Onlardan biri yirminci yüzyılın ilk yarısında biraz daha sistemleşerek Tradisyonalizm/Gelenekselcilik adını almıştır. Amacı, modernitenin katı rasyonalist ve materyalist yapısının neden olduğu sorunları çözmek olan ekolün yöntemi geleneği canlandırmaktır. Yalnız, bu hareketin gelenek kavramına yüklediği anlam bilinenden farklıdır. Gelenekselci Ekol’ün gelenek anlayışı tüm inanç sistemlerini kapsayan bir genellemeye ve evrenselliğe sahiptir. Ekolün görüşüne göre, eğer bir din varsa gereklidir ve özü ilahi nitelik taşımaktadır. Vahiy din(ler)i, din(ler) geleneği oluşturur. Dolayısıyla tüm inançlar kutsal bir bütünün parçalarıdır ve hepsi “ezeli bilginin”, “kadim bilgeliğin” ya da “hikmetin” tezahürüdür. Dinlerin Aşkın Birliği olarak tanımlanan bu ilahi/kutsal birlik tüm inançları bir potada eritmeyi öngörür.

Gelenekselci Ekol, modernitenin katı akılcı ve salt maddeci anlayışının insanları dinlerin ilahi özünden uzaklaştırdığını iddia etmiştir. Bu gelişmeler insanlığı kutsal olan aşkınlıktan uzaklaştırmakla kalmamış, insanda bulunan metafiziksel eğilimin de kaybına yol açmıştır. Bilim ve teknolojiyle desteklenen modern dünya materyalist bir oluşumdur ve insanlık açısından felaketlere sebep olmuştur. Çözüm, aşkınlık kaynaklı geleneğe dönmektir.

Pruva Yayınları etiketini taşıyan Gelenekselci Ekol Eleştirisi çeşitli yönleriyle Tradisyonalizm’i ele alıyor. Abdullah Kasay’ın uzun soluklu çalışması yüz seksen beş sayfadan oluşuyor. Metnin akademik üslubu analitik bakabilen okur için sorun teşkil etmeyecektir. Sorun olabilecek boyut, fanatik ya da romantik eğilimliler açısından eserin kapsamının aşkın bağlamında; tasavvuf ve sufizm bahislerinde olacaktır. Bu bahisler genel anlamda tasavvufi/sufi geleneğin ezoterik/mistik görüşlerini içermekle birlikte özellikle İbni Arabi’nin (1165-1240) ‘Vahdet-i Vücûd’ ve Celaleddin Rumi’nin (1207-1273) ‘dinleri eşitleyen çoğulculuk’ düşünceleriyle öne çıkıyor.

Kitap genel anlamda iki kısma ayrılıyor diyebiliriz. İlk kısım Gelenekselci Ekol’ün Batı’da ortaya çıkışı, amacı, düşünsel dinamikleri ve önde gelen temsilcilerine değiniyor. Açıkça söylemek gerekirse, Tradisyonalizm’in amacı, ortaya çıkış süreci ve felsefi arka planı modernite karşıtlığı açısından ilgi çektiği ve sempati doğurduğu yadsınamaz. Batı’nın insanın manevi yönünü ihmal ettiği bir dönemde, metafiziksel açılım arayanlar için önemli bir yer doldurduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Fakat asıl sorun ekolün görüşlerinin içeriği değerlendirildiğinde beliriyor. Zira Gelenekselcilik, birbiriyle uyuşmayan ve birbirini reddeden inanç sistemlerinin metafizik ve ezoterik yanlarını sentezleyen bir öğreti olarak karşımıza çıkıyor.

Gelenekselci Ekol’ü çözümleyebilmek için önde gelen isimlerine bakmak fayda sağlayacaktır. Kitapta ekolün birçok temsilcisi sıralanıyor fakat özellikle Türkiye’deki ‘dindar aydınların’ yakından bildiği bazı isimler dikkat çekiyor. Bu isimlere ekolün kurucusu sayılan René Guénon/Abdülvâhid Yahyâ (1886-1951) başta olmak üzere Frithjof Schoun/Îsâ Nûreddin (1907-1998), Titus Burckhardt/İbrahim İzzeddin (1908-1984), Martin Lings/Ebûbekir Sirâceddîn (1909-2005) ve Seyyid Hüseyin Nasr’ı (1933) sayabiliriz. Buradaki isimlerin birçok ortak noktası bulunuyor. Öncelikle İranlı Nasr dışındaki ilk dört ismin mühtedi olduğu görülüyor. Batılı entelektüellerin İslam’ı kabul etmesi Müslümanlar nezdinde otomatik olarak olumlu bir imaj bırakıyor ve onlara daha müsamahalı yaklaşılmasına neden oluyor diyebiliriz. Süreç, oradan gelen bilginin daha az filtrelenmesi sorununu doğuruyor.

Temsilcilerinin birbirine benzeyen yaşam öyküleri de Gelenekselci Ekol hakkında önemli veriler sunuyor. Dikkatle bakıldığında ilgi alanları, merakları, yaptıkları ruhsal-fiziksel yolculuklar, etkilendikleri kişiler ve aldıkları eğitimlerin hemen hemen aynı olduğu görülüyor. Gelenekselcilerin anlam dünyasında Uzak Doğu dinleri ve Hint mistisizmi önemli bir konuma sahiptir. Bunun yanında Hıristiyan ezoterizmi, Yahudi Kabalizm’i ve paganizmin mitik özelliği de ekolün felsefi zeminini oluşturan önemli parametreler.

Bu ‘karma’ya İslam coğrafyasındaki tasavvuf ve sufi oluşumların zahiri yok sayan batıni yönleri de eklenince ortaya fantastik ve ütopik bir ‘inanç’ anlayışı çıkıyor. Ayrıca ekolün masonik yapılarla bariz etkileşimi meselenin boyutunu bambaşka alanlara taşıyor. Özetle, Gelenekselci Ekol’ün düşünsel içeriğini Hindu, Çin, Mısır, İran, Kelt, Hristiyan, Yahudi ve İslam geleneğinin derlenmesinden oluşan metafiziksel malumat yığını oluşturuyor. Buradaki sentezci faaliyetlerin İslam metafiziği adı altında yapılıyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.

Gelenekselci Ekol’ün gelenek kavramı gibi bilgi ve sanat kavramlarını da yeniden anlamlandırdığı görülüyor. Gelenekselci anlayışa göre sanat ancak kutsal ise bir işleve sahiptir fakat insanlık tarihi sanatın kutsallık boyutunu yok ederek eşyanın bilgisinin anlaşılmasına engel olmuştur. Edebiyat da dâhil İslami sanat, vahyin tezahürlerini ihtiva eder fakat sanatın kutsal olarak ilahi kaynaklı olması onu dini yapmaz. Sanatı kutsal yapan onun ilahi kaynaklı ilhamla oluşturulan sembolizmle olan ilişki düzeyidir.

Ekol’e göre batıni bilgiyle üretilen gelenek kutsaldır ve bu bilgiye dayanan sanat ve bilim geçerlidir. Kutsal bilim, kişinin metafizik boyutta erişebildiği bilginin kendisi de dâhil kaynağı, mahiyeti ve edinim sürecidir. Bu aşamaların en sonunda tam olarak tanımlanamayan hikmete sahip olunur. Gelenekselci Ekol’e göre hikmet anlamında bilgi/bilim/bilgelik tek başına akılla elde edilemez. Metafiziksel boyutların işin içine girdiği kalbî bilme önemlidir. Hatta nihai bilmeyi ve hakikate ulaşmayı sağlayan metafiziksel boyuttur. Herhangi bir aracıya ihtiyaç duymaksızın ulaşılan metafizik bilgi ilahi bilgidir her türlü felsefi, akli ve deneysel bilgiden üstündür.

Kitabın, daha çok Türkiye ile ilgili olan ikinci kısmı Gelenekselci Ekol tarafından ortaya atılan fikirlerin bu coğrafyadaki etkilerini somutlaştırmaya odaklanıyor. Konu ilk bakışta Türkiye’deki toplumsal yapı için çok bir şey ifade etmiyormuş gibi gözükse de bağlantılar doğru kurulup bağlam doğru okunduğunda hiç de yabancısı olmadığımız bir düşünceye kapı aralıyor. Öyle ki, Gelenekselci Ekol’ün görüşleriyle bu coğrafyadaki hem geleneksel yapıda hem de modern düşüncede çok fazla örtüşme olduğunu söylemek mümkün.

Tam bu noktada bir detay dikkat çekiyor. Esasında kitabın tam ismi Düşüncemizde Gelenekselci Ekol Eleştirisi. Kapakta, daha büyük boyutta yazılan “Gelenekselci Ekol Eleştirisi” ifadesiyle metnin genel anlamda Tradisyonalizm eleştirisi olduğu vurgulanırken, daha küçük boyuttaki “Düşüncemizde” ibaresi ekolün Türk düşüncesi üzerinde muhtemel etkisine yoğunlaşıyor.

Buradaki “Düşüncemizde” ifadesini açmak gerekiyor sanırım. Kast edilen, her ne kadar izleri Osmanlı’ya uzansa da, Cumhuriyet’in gadrine uğramış bir hareket olan Türk-İslam sentezi, Türk dindarlığı, Türk muhafazakârlığı veya Anadoluculuk diyebileceğimiz yerli ve milliliği ön plana çıkaran ve fakat Batı’ya dönük yüzü nedeniyle dünyadaki modernist gelişmelerden bigane kalamayan düşüncedir.

Abdullah Kasay, Osmanlı entelektüellerinden dindarından materyalistine kadar bu düşüncenin temsilcilerine bazı örnekler veriyor. Ama özellikle Hilmi Ziya Ülken (1901-1974) ve Nurettin Topçu (1909-1975) öne çıkarılmış. Ülken ve Topçu’nun seçilmesinin nedeni, zoraki Batılılaşmaya veya modernleşmeye maruz bırakılan Cumhuriyet sonrası sosyal yapı ve entelektüel ortam bahsinde önemli isimler olmaları olsa gerek. Zira her iki isim de Batı’ya karşı geleneksel, milli ve manevi değerleri dindarlık veya muhafazakârlık kapsamında modern dünyada konumlandırma arayışına girişmiştir.

Kasay, Türkiye’deki muhafazakâr düşünceyle ilgili yaptığı değerlendirmede, moderniteye alternatif olarak Batı’da ortaya çıkan felsefi arayışların büyük bir etki bıraktığının altını çiziyor. Özellikle Henri Bergson’un (1859-1941) sezgicilik felsefesi Türk muhafazakârlığında önemli bir karşılık bulmuştur. Bu geçişkenlik aşamasında Gelenekselcilik, gelenekçilik ve muhafazakârlığın farklılıklarını belirten Kasay, Gelenekselci Ekol’ün bu iki yapı üzerindeki etkilerini sorguluyor. 1980 öncesinin Türkiye’sinde Gelenekselcilerin eserlerinden kısmi çeviriler yapılmıştır fakat ekolün önde gelenlerin birçok eseri 1980 sonrasında tercüme edilmiştir. Bu tercümelerin toplumun genelinde görünür bir etkinlik düzeyi bulunmamaktadır. Bununla birlikte akademik ve entelektüel alanlarda önemli bir çalışma konusu olmuştur.

Kitaptaki en önemli detayın her fırsatta vurgulanan Gelenekselcilik anlayışının çelişki ve tutarsızlıkları diye düşünüyorum. Aşağıya birkaçını eklediğim bu çelişki ve tutarsızlıklar konunun çerçevesini netleştiriyor diyebiliriz. Gelenekselcilik bir yönüyle öze dönüş hareketidir fakat zaman ve mekân bağlamında hangi gelenek olduğu ve nitelikleri muammadır.

Ekolün Vahiy, din ve geleneği eşitleyerek tüm inançları kapsaması tutarsız yönlerinden bir diğeridir. Bu anlayışa göre tüm inanç sistemleri aşkın bir birlik içindedir ve bütün inançlar Mutlak Hakikat’in tezahürüdür. Gelenek buradaki hakikatin açığa çıkışıdır. Birbirini reddeden ya da yalanlayan inanç sistemlerinin Mutlak Hakikat’i temsili ettiği çoğulcu yapı mantık dışıdır. Zira hakikat birbiriyle çelişen çoğulcu değil, uyum hâlindeki tektir.

Gelenekselci Ekol’ün her türlü mistisizm, metafizik, ezoterizm ve sembolizmden beslenmesi zahiri olanla arasına sınır çekmektedir. Bu durum varolan gerçekliğin dışında bir dünya çizilmesine yol açmaktadır ve aynı zamanda iddia edildiği gibi çoğulculuğu savunmak değil hakikati, Gelenekselciliğe özgülemektir.

Gelenekselci Ekol tasavvuf/sufi gelenekteki ‘keşf’te olduğu gibi, metafizik bilginin akli önermeler sunmadan bir bilme durumu ve ilahi kökenli olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu aşamada Gelenekselci Ekol’ün metafizik bilgiyi açıklarken akli önermeler sunarak iknaya yönelmesi düşüncenin kendi içinde çeliştiğini göstermektedir.

Gelenekselci Ekol’e göre varoluş, varlık ve varlığın mahiyeti meselesi ancak metafiziksel boyutla anlaşılabilir. Bunun için de insanüstü bir bilgiye ihtiyaç vardır. Tradisyonalizm’in ontoloji hiyerarşisi Saf Varlık, varlık ve varoluş aşamalarını içerir. Varoluş, varlık’a, varlık da Saf Varlık’a tâbî olur. Gelenekselci Ekol’ün varlığın birliğine dikkat çeken Vahdet-i Vücûd temelli ontolojik anlayışı panteizmdeki yaratan-yaratılan eşitlemesine benzemektedir. Diğer taraftan bu anlayış iyi-kötü, doğru-yanlış, gerçek-sahte ikiliğini ortadan kaldırarak anlamsızlaştırmaktadır. Bu durum sadece İslam’ın değil diğer inanç sistemlerinin de kabul edebileceği bir şey değildir ve Dinlerin Aşkın Birliği anlayışının tutarsızlığını yansıtmaktadır.

Düşüncemizde Gelenekselci Ekol Eleştirisi, Tradisyonalizm konusuna giriş açısından önemli bir çalışma olmasının yanında Batı ve modernite karşısında Müslümanların bir fayda sağlamayan katı modernist veya fanatik gelenekçi tavrını da gösteriyor. Geçtiğimiz birkaç yüzyıl içinde hızla moderniteye çarpan Müslümanlar aksiyona yönelik bir refleks gösterememesi ve kendi değerleriyle özgün bir hareket alanı oluşturamaması geleneğin toptan reddi veya geleneğe koşulsuz bağlılık şeklindeki iki anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ne, zamanın gerçekliğiyle uyuşmayan geleneği tümüyle kabul, ne de modernitenin kurguladığı terminoloji ve metodolojiyi taklit ederek geleneğin reddi bir fayda sağlamıştır. Gelenekselcilik bu iki zıt anlayıştan farklı olmakla birlikte uzlaştığı kısımlar bulunuyor fakat ironik olan, modernite ve Batı’ya karşı İslami metafizik adı altında farklı inanç sistemlerinden sentezlenen bu alternatif düşüncenin de Batı’dan geliyor olmasıdır.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

27 Nisan 2021 Salı

Yeni bir paradigma mümkün mü?

Edward Said oryantalizm için ‘Batı’nın epistemolojik üstünlüğünü ontolojik üstünlüğe dönüştürebilme kabiliyeti’ der. Modernleşme sürecinde bilim ve teknolojide çığır açarak söz ve güç sahibi olan Batı, kendisinden olmayanları öteki olarak tanımlaması ve onların üzerinde tahakküm kurmasıdır bu kabiliyet. Diğer yandan oryantalizm her ne kadar belirli bir bölgeyi işaret etse de kurulan üstünlük bir bölgeye veya bir coğrafyaya teşmil edilemez. Bu alan kabaca Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki her yerdir ama elbette bazı bölgeler ve toplumlar direnç eşiğine göre daha fazla maruz kalmıştır.

Batı’ya bu hakkı ya da ayrıcalığı veren en önemli şey, Batı düşüncesini yenileyen ve dolayısıyla güçlü olmasını sağlayan eleştirellik özelliğidir. Bu sayede fikir daha ileriye gidebilme imkânı bulmuştur. Yalnız bu eleştirel tutumun özeleştiri olarak değil de iç-eleştiri şeklinde yapıldığını söyleyebiliriz. Aradaki fark, özeleştiri doğru olanı yapmak için yanlış yapılanla yüzleşmeyi gerektirirken, iç-eleştiride yapılanın yanlış ya da doğru olması önemli değildir; önemli olan güçlü olmanın sağlanmasıdır. Özeleştiri, sorunlu önceki yapıyı yıkarak yenisini inşa etmeyi amaçlarken, iç-eleştiri, yapıyı aynı bırakıp sorunlu kısmı yamayarak yoluna devam eder. Özeleştiri adaleti tesis etmeye, iç-eleştiri iktidarı kurmaya veya kurulu iktidarı devam ettirmeye yöneliktir. Bu bağlamda özeleştiri yaptığını söyleyen Batılı düşünürlerin büyük çoğunluğu aslında iç-eleştiri yapmaktadır. Sistemin sorunlu yanları yama yapılıp daha fena sonuçlara yol açılır. Modernleşme tarihi vaat ve sonuçları bakımından bunun kanıtıyla doludur.

Batı’da hâl böyleyken, Batılı olmayanlar yani ‘öteki’ler konunun neresindedir, meseleye nasıl yaklaşır ve ne şekilde hareket eder? Açıkçası Batı’ya öykünen taklitçi suni kültürün içinde yaşayan biri olarak pek iyimser olduğumu söyleyemem. Fakat nadir de olsa özgün çıkışlar, büyük gayret gerektiren çabalar görülebiliyor. Mısırlı entelektüel Abdülvehhab M. el-Messiri (1938-2008) o isimlerden biri. İlk defa Hamburger Medeniyeti’yle tanıdığım Messiri o eserinde keskin bir üslupla kapitalist-küresel tüketim kültürünü analiz ediyordu. Daha sonra Önyargı adlı eserinde muhteşem bir modernite eleştirisiyle karşılaşmıştım. Bakış açısı itibariyle benzer bir modernite eleştirisi henüz görmedim diyebilirim. Birkaç yıl önce farklı isimlerin makalelerinden oluşan Çağdaş İslam Düşüncesinin Sorunları’nda filolojik ve kavramsal analizleriyle uzmanlığını konuşturuyordu. Haccac Ali’nin karşılaştırmalı bir çalışması olan Seküler Aklın Haritası’nda ise onun moderniteye dair özgün fikirleri görülüyordu. Ve son olarak bu yılın başında Mahya Yayıncılık’tan çıkan Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu’nda ufuk açıcı tespit ve değerlendirmelerini okumanın heyecanını yaşadım. Seküler Emperyalist Epistemoloji alt başlığını taşıyan çalışma Hatice Nuriler tarafından tercüme edilmiş. Yüz altmış sayfalık kitapta Messiri’ye ait dört makale yer alıyor. Daha kısa olan ilk üç makalenin konu başlıkları sırasıyla Emperyalist Epistemolojik Tasavvur, Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu, Özgürlülük ve Zorunluluk Hikâyeleri: Yükselen Sekülerleşmeyi İki Farklı Edebi Eserde İzlemek şeklinde sıralanıyor. Dördüncü makale İctihad Kapısı: Epistemolojik Önyargı Araştırmasına Giriş başlığını taşıyor. Okumayı keyifli kılan boyutu ve baskı kalitesi bir yana sadece kapak görseli için bile okunmayı hak ediyor diye düşünüyorum.

Messiri makalelerde modernite ve sonuçlarını kavramsal ve teorik düzeyde ele alıyor. Modernitenin bir kriz birikimi olduğunu söyleyen yazar, kaynakları ve işleyiş şekli, moderniteyi sorunlu sonuna zorunlu kıldığını ifade ediyor. Modernitenin gelip gelebileceği yer zaten burasıdır. Messiri ilk makalesinde “emperyalist epistemolojik tasavvur” dediği şeyin ortaya çıkış ve gelişim aşamalarını analiz ediyor. Buna göre Rönesans, Reform ve Aydınlanma süreçlerinde dini/kutsalı/metafiziği yok ederek sekülerleşmeyi amaç edinen modern düşünce emperyalist epistemolojik tasavvuru ortaya çıkarmıştır. Aydınlanma’nın katı rasyonalist eğiliminin ortaya çıkardığı pozitivist-materyalist anlayış kendisini her şeyin ölçütü olarak kabul etmiştir. Batı’nın bilim ve teknolojideki kazanımları onu güçlü kılarken iletişim imkânlarının küreselleşmesi yayılım kazanmasını sağlamış, sınır tanımayan haz ve arzu odaklı kullan-at tüketim kültürü ise insanı cezbetmiştir. Tek değerin fayda olduğu kapitalist emperyalist tasavvur kök salmıştır. Sonuç itibariye bir yaşam biçimine dönüşen bu anlayışın emperyal özelliği diğer toplumlar üzerinde etkili olmasına ve uluslararası bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Bütün bu süreçleri destekleyen şey, epistemolojik temellendirmedir.

Kitaptaki ikinci makalede kutsaldan soyutlanan Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın ortaya çıkışı ele alınıyor. Doğanın aşkın bir güçten, ilahi olandan arındırılıp insan dâhil fiziki varlıkla eşitlenmesi bu anlayış için önemli bir aşamadır. Bu yöntemle ilahi bir güce ve dolayısıyla kaynağı ilahi olandan alan değerler dizgesine ihtiyaç kalmamıştır. Varlığı yaratan-yaratılan düalizminden soyutlayan bu anlayış varoluşu da rastgeleliğe veya bilinçli determinizme indirgemiştir. Bu indirgemenin diğer bir yansıması de varlığı maddeyle eşitleyen panteist görüşü ortaya çıkarmasıdır. Messiri, panteist düşüncedeki doğa-insan eşitlenmesiyle sufi yorum olan Vahdet-i Vücûd ve hulûl anlayışını karşılaştırarak her iki düşüncenin mantık dışı yanlarına dikkat çekiyor. Buna göre iyi-kötü, fayda-zarar gibi olgular tekçi bir alanda birleştiğinden anlamsızlaşmaktadır. Diğer yandan doğa-insan indirgemesi doğayı ve insanı fethedilen, üzerinde tahakküm kurulan veya kontrol edilebilen bir nesne olarak algılanmasına yol açmıştır. Messiri’ye göre ilahi olanı yok etmek aşkın olanı (metafiziği) yok etmeye sebep olduğundan, boşalan yere maddeye içkin olanı (materyalizmi) koymak zorunluluk hâline gelmiştir. Modernleşme tarihi bu aşamaların güç kazanarak evrensel bir boyut kazandığı ‘sekülerleşme’ sürecidir. Modern Batı düşüncesi ve hayatı da bu sürecin materyalist rasyonalizm sonuçlarıyla hayata geçirilmiştir fakat süreç tamamlanmamıştır. Postmodern dönemde materyalist rasyonalizm materyalist irrasyonalizme dönüşmüştür.

Messiri materyalist epistemolojik paradigmayı besleyen bu aşamaları açıklarken doğada güçlü olanın hayatta kaldığını işaret eden Darwin’in doğal seçilimi, Tanrı’yı ölü olarak tanımlayarak varoluşu ‘hiç’e indirgeyen Nietzsche’nin nihilizmi ve Freud’un insanı cinsellik üzerinden açıklayan psikanalizm teorisinin yanına Derrida’nın söz-yazı çözümleme yöntemi olarak tanımladığı yapısökümü koyuyor. Anlam için metafizik bir sabiteye ihtiyaç vardır ve yapısöküm bu ilişkiyi ortadan kaldırmaktadır. Messiri’ye göre yapısöküm Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın en önemli unsurlarından biridir çünkü yapısöküm yaratan-yaratılan ikiliğine işaret eden aşkınlık anlayışını (metafiziği) atomize ederek anlamsızlaştırmaktadır. Atomize edilen yapı yeniden yapılandırılmaya açık hâle gelmektedir ve yeniden yapılandırılırken kaynak Batılı materyalist epistemolojik paradigmadır. Bu bağlamda yapısökümün neden olduğu anlam ve değer kaybı varlığı maddeye indirgemede doğrudan etki yapmaktadır. Postmodern düşüncenin temelinde de bu anlam ve değer kaybı vardır. Süreç, Tanrı’nın ölümü, insanın ölümü ve doğanın ölümü şeklinde gelişmiştir.

Messiri kitaptaki üçüncü makalede bu süreci iki farkı zaman diliminde kaleme alınan iki edebi eser üzerinden karşılaştırarak ortaya koymayı deniyor. Yazar bu makalede yaptığı kavramsal çözümlemeler sonrasında modern insanın zihin haritasını ve yaşam biçimini gösteriyor diyebiliriz.

Kitabın yarısını oluşturan dördüncü makalede önyargı konusunu epistemolojik açıdan tartışan Messiri, Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın oluşum sürecini Batı bağlamında ele almanın yanında, bu paradigmanın Batı dışı toplumlar üzerindeki etkisini de değerlendiriyor. Önyargının tanımı, oluşumu, kaçınılmazlığı, farkındalığı, etki kontrolü gibi konular makalenin içeriğini oluşturuyor.

Messiri bu makalede birçok kültürel fark örneği veriyor ve bunların farklı önyargı türleriyle ilişkilendirerek kategorize ediyor. Onun verdiği örneklerde Batı dünyasının kendisine vehmettiği üstünlük önyargılarının yanı sıra Müslümanların aşağılık kompleksine kapılarak yaptığı veya aşağılık kompleksini kapılmasına neden olan önyargıları olduğunu görmekteyiz. Bu önyargılar sonucunda Müslüman toplumlarda genel olarak gelişme veya ilerlemek için Batı’nın taklit edilmesi gerektiği düşüncesi hâkim olmuştur. Buna neden olan şey, Müslümanların hayatın her alanında materyalist epistemolojik paradigmaya maruz kalışıdır. Makalenin en önemli yanı, Müslümanların bu süreçten nasıl etkilendikleri ve çözüm yollarının neler olabileceği üzerinde durduğu kısımlar diyebiliriz. Messiri bu noktada alternatif bir paradigma önerisinde bulunarak yapılması gerekenler için bir rota belirlemeye çalışıyor. Sonuç itibariyle İslami bir paradigmanın mümkünlüğünü tartışıyor diyebiliriz.

Messiri, kitaptaki dört makalede de materyalist epistemolojik paradigmanın, ya da bir başka deyişle seküler emperyalist epistemolojik sistemin oluşum sürecindeki dönüm noktalarının neler olabileceğini saptamaya çalışıyor. Bu anlamda modernleşme düşüncesinin neden olduğu sekülarizmi ortaya çıkaran aşamaları sıralıyor. Metafiziği yok etmek her türlü anlamı materyalizme mecbur bırakmıştır. Bu durum aynı zamanda maddenin dışa açılımı olan aşkınlığı da ortadan kaldırarak değer ve anlamı maddenin kendisinde içkin olduğu düşüncesini doğurmuştur. Her şeyin aynı olduğu bir boyut olan bu aşama nihilizme yol açmaktadır. Messiri’nin bütün bu süreçleri Siyonizm ile ilişkilendirmesi ilginç bir detay olarak karşımıza çıkıyor.

Oldukça istifade ettiğim eserde şerh düştüğüm değerlendirmeler de bulunuyor. Bunların en önemlisi olarak gördüğüm ikisini belirtmek isterim. İlki, Messiri’nin modernite karşısına konumlandırdığı Müslümanları bir gözlemci olarak tanımlası. Bu konuda onun kadar iyimser olamadığımı söylemek isterim. Makalelerin kaleme alındığı 1990’lı yıllarda böyle bir durum olduğu savunulabilir fakat bugünün küreselleşmiş dünyasında Müslümanlar boğazlarına kadar modernitenin ve dolayısıyla Batı düşünce sistemi ve hayat tarzının içine batmış durumda olduğunu kabul etmek gerekiyor. Azgın bir sele dönüşen (post)modernitenin gelen her dalgasıyla artık bireyselleştirilmiş olan Müslüman tümüyle batıp batıp çıkmakta ve yakın gelecekte nefes alma için bile çıkacağı meçhul görünüyor.

Teknik bir durum olsa da şerh düşmem gereken ikinci konu, makalelerde laiklik kavramına yer verilmemiş olmasının doğurduğu mantıksal sorun diyebilirim. Kitapta, modernitenin izin verdiği ölçüde günlük yaşam içinde yer alan dini uygulamalar ‘kısmi sekülerlik’ olarak tanımlanıyor. Dinin tümüyle ortadan kaldırıldığı bir boyut olan sekülarizm içinde geleneksel anlamda dine bir alan açmanın oksimoron olduğunu düşünüyorum. Bu durum için literatürde var olan kısmi ve katı laiklik şeklindeki kavramsallaştırmalar kullanılabilirdi.

Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu’nda başta Batı düşüncesi ve modernite olmak üzere Messiri’nin çalışma konularının tümünü görmek mümkün. Bunların arasında siyonizm, sekülarizm, postmodernizm, kapitalizm ve kültür ağırlıklı olarak yer alıyor. Genel anlamda çok güçlü bir paradigmal sorgulama içeren kitap sakin ve zinde bir zihinle okumayı gerektiriyor. Zira satır aralarında hem Batı’ya hem de İslam dünyasına dair can alıcı detaylar barındırıyor. Bu bağlamda Messiri’yi önemli ve söylemini değerli kılan şeyin, üzerine eğildiği meseleleri ele alırken durduğu yer diye düşünüyorum. Fikir beyan ettiği her konuya İslami bir perspektifle yaklaşmaya çalışan Messiri çok önemli bir misyonu yerine getiriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Temmuz 2020 Perşembe

Her devrim kendi hukukunu doğurur

“İhtilal Satürn gibidir, önce kendi evlatlarını yer.”
- Georg Büchner, Danton’un Ölümü

Tarihin kırılma noktalarından Fransız İhtilali’ni nasıl biliyoruz? En basit hâliyle, insanlığın gelişme/ilerleme hikâyesinin köşe taşlarından biri olarak. ‘Özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ mottosu üzerine inşa edilen Devrim sonrası açıklanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789), Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Amerika Anayasası (1787) ile birlikte modernist paradigmanın kanonlarından sayılır. Öyle ki sekülarist anlayış tarafından kutsal addedilir. Zira Fransız İhtilali feodal dönemin sonunu getirerek gelecekteki demokratik, sosyal, hukuk devletinin zeminini hazırlamıştır. Ulusçuluk modern toplum için kurtuluştur. Hasılı, Devrim iyi yönüyle anlatılır, öğretilir ve doğal olarak öyle hatırlanır.

İnsanlık için bu kadar iyi bir olaya farklı açıdan bakmak, iç yüzünü araştırmak ve/veya görülmeyen yanlarını görmeye çalışmak cesaret ister. Bu cesareti içeriden birinin yapması ve üstelik değerlendirmesini entelektüel seviyeye taşıması çok daha zordur. Zira alışık olduğumuz bakış hayranlık ve hamaset içeren kutsama şeklinde değilse hınç ve nefret içeren aşağılama biçimindedir. Robert Darnton, "Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?" adlı çalışmasında Devrim’in arka planını ve iç yüzünü görmeyi deniyor. Farklı bir bakış açısı oluşturarak anlamlı tespitler yapıyor ve meraklı okura ışık tutuyor.

Zoom Kitap’ın “not defterleri” serisinin ikinci kitabı olan Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?, Utku Özmakas tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. Bu arada çevirinin başarısını, metnin hiç de çeviri gibi durmadığını söyleyerek belirtebiliriz. Serinin ilk kitabı Ataç, Meriç, Caliban, Bandung gibi son derece doyurucu bir içeriğe sahip olan seksen iki sayfalık eser iki bölümden oluşuyor.

Yazar, “Sokaktaki Fransız Devrimi” başlığını taşıyan ilk bölümde Devrim’in gündelik hayatı nasıl etkilediğine değiniyor. Özellikle Devrim sonrası süreci ele alarak eski rejim yerine kurulmaya çalışılan yeni rejimin yol ve yöntemlerini anlatıyor. Devrimciler ve karşı devrim yanlıları arasındaki mücadelede devrimcilerin acımasız tutumları dikkat çekici. Bir kaos hâli söz konusu ve kendi hukuklarını oluşturan devrimcilerin linç eğilimiyle hareket ettikleri görülüyor. Her iki tarafın birbirini ‘vatan haini’ olarak tanımlaması şiddetin olağanlaştırılmasına ve adaletin gözetilmemesine yol açıyor. Yazar “terör dönemi” olarak tanımladığı bu durumu “devrim şiddetin içinde doğdu ve ilkelerini şiddet belirledi” şeklinde özetliyor.

Devrimciler sadece fiziki şiddet uygulamıyor; eskiye karşı düşmanca kurgulanan kültürel şiddet bir silindir gibi toplumun üzerinden geçiyor. Yazarın anlattıkları arasında toplum olarak bizim de pek yabancısı olmadığımız uygulamalara rastlıyoruz. Örneğin takvim, ölçü, kılık-kıyafet, dil gibi alanlarda yeniliğe gidiliyor veya eskiyi çağrıştıran coğrafi isimler değiştiriliyor. Sonuç itibariyle suni bir kültür üretilerek sosyal hayat yeniden kurgulanıyor. Yazar, eski rejimin dinsellik özelliği taşıyan toplumsal anlayışının yeni rejim tarafından rövanşist tavırla yok edilmeye çalışılmasına ayrıca dikkat çekiyor. Aslında burada görülen şey, devrim, ihtilal ya da darbe türü şiddet içeren kalkışmaların mantığının birbirine benzemesi; gücü eline geçiren her anlayışın kendi hukukunu oluşturmasıdır. Türkiye’nin tarihinde de benzer deneyimleri fazlasıyla bulmak mümkün. Yazar bu süreci “terör dönemi” olarak nitelendirerek anlatılan ile yaşanılanın aynı olmadığını belirtiyor. Yazara göre “devrimler olan hâlleriyle değil, olması istenen hâlleriyle anlatılır” ve bu sürecin “teröre dönüşmesinin sebebi ütopik enerji patlamasıdır”. Tüm toplumu tek ve ideal bir şemsiye altında toplamaya çalışan ütopik anlayış…

Kitabın ikinci bölümünü birinci bölümden çok daha ilginç bulduğumu söylemeliyim. Bu bölümde Fransız İhtilali’nin öncesini ele alan yazar, Devrim’e götüren süreci analiz ediyor. İlginç olan, Devrim’e gidişin siyasi düzlemde ele alınmayarak edebi bir analize tabi tutulması. Yazar evvela Devrim’i “edebi bir devrim” olarak nitelendiriyor ve Devrim’i hazırlayan süreci dönemin edebiyat dünyasının üretimi üzerinden ele alıyor. istatistiki bilgiler yardımıyla Devrim öncesi Fransa’sının sosyo-politik durumunu tespit etmeye ve bölgelere göre yazar sayısının yanında yazarların niteliği üzerinden toplumsal yapıyı çözümlemeye çalışıyor. Darnton bu aşamada Voltaire (1694-1778) ve Rousseau’yu (1712-1778) seçerek Devrim’e götüren süreci onların görüşleri üzerinden açıklamayı deniyor. Bir anlamda dönemin kültürel dünyasına yönelik arkeolojik bir çalışma yapan yazara göre edebi alanda başlayan devrimci düşünce zamanla siyasallaşmaktan kurtulamıyor. Edebi söylemin siyasallaşmasında dönemin basın ve sanat anlayışının önemi büyüktür. Dönem itibariyle iktidarın, nüfuzlu kişilerin veya zenginlerin himayesinde varlığını sürdürebilen sanat ve basın toplumla ilişkisi yeterince oluşamıyor. Yapılan tespitler aydınların toplumdan ayrı bir yol çizdiğini ve Aydınlanma’nın belirli kesimlere hizmet ettiğini gösteriyor. Kısacası entelektüeller, şartların üzerlerine yüklediği sorumluluğu yerine getirmekten uzak duran kişilerdir. Robert Darnton, Voltaire ve Rousseau’yu iki karşıt taraf olarak nitelendiriyor ve Devrim içinde her ikisinin de payının olduğunu belirtiyor.

Fransız Devrim’inde Devrimci Olan Neydi?, Devrim adı altında yapılanların neye karşılık geldiğini sorgulayan oldukça ufuk açıcı bir kitap. Öncesi ve sonrasıyla anlatılanlar üzerine biraz düşününce inkılap denilen uygulamaların aslında istibdat, erdem olarak öne çıkarılan değerlerin de devrimcilerin kendi oluşturdukları hukuk olduğunu görüyoruz. Zaman ve mekân fark etmeksizin dünyadaki tüm benzer hareketlerin adalet eksenli değil, tamamen iktidar (kazanç) odaklı olmaları da meselenin bir başka gerçeği olarak karşımızda duruyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

27 Haziran 2020 Cumartesi

Köy romanı mı dediniz?

Tokat, Kastamonu, Denizli, Gaziantep… Fark etmez, herhangi bir Anadolu köyü işte. Sekiz on yaşlarında bir köy çocuğu nasıl yaşar…” diyerek giriş yapılmış Dünyayı Dolduran Kiraz’ın tanıtım yazısına. 1989 yılında Türkiye Yazarlar Birliği’nce ‘yılın romanı’ payesiyle ödüllendirilmiş. Ötüken Neşriyat (ilk baskı Vadi Yayınları, 1990) tarafından yayınlanan eser yüz kırk dört sayfadan oluşuyor. Yazarı Şükrü Karaca (1956-2014) köy öğretmenliği ve avukatlık yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı’nda memur olarak çalışmış. Ama ondan evvel köyde doğmuş ve köy çocuğu olarak büyümüş biridir. Babasını kaybettiğinde dokuz yaşındadır. İlkokuldan sonrasını yatılı okuyup kendini yetiştirmiştir.

Dünyayı Dolduran Kiraz’ı, Karaca’nın biyografisine göz önünde bulundurarak okuyunca romanın otobiyografik tarafı dikkat çekiyor. Karaca, hayatının bir kesitini romanlaştırmış. Romandaki en önemli detayın yazarın anlattığı dünyaya ‘yabancı’ olmayışı olduğu düşüncesindeyim. Malum, ideolojik fetişizm içinde gelişen köy romancılığımız var. Bu bağlamda, söz konusu köy romanı olunca farklı, özgün ve aslına sadık kalan her anlatının hakkını teslim etmek gerekir.

Köy romancılığı demişken, uzun uzun yazmadan, hem hatırlamak hem de aradaki farkı görmek için bir iki kelam etmek gerekiyor sanırım. Türkiye’deki köy romancılığı, toplumsal gerçekçilik adı altında ezberlenmiş şablonları konu edinir. Tiplemeler birkaç ‘numune’ dışında hep aynıdır. Elitist aydın tabakanın sahip olduğu aynı bakış açısı sinemaya fazlasıyla yansıtılmıştır. Örneğin köylünün emeğini sömüren bir ağa tiplemesi vardır ve her türlü düzenbazlığı, ahlaksızlığı yaparak köyün (insanlar da dâhil) mülkiyetini ele geçirmiştir. Muhtar, imam, şeyh ya da ihtiyar heyeti gibi köyün ileri gelenleri ağanın en büyük destekçisidir. Zaten ağanın döndürdüğü çarktan kendilerine de pay düşmektedir. Köyde eşkıyalık yaparak her türlü suçu rahatlıkla işleyebilen ve üzerini kapatan bu çete bir şekilde merkezi yönetim ve kolluk güçleriyle de iyi ilişkiler kurmuştur. Bu sayede hem adli süreçlerle muhatap olmaz hem de akçeli işleri birlikte yürütürler. Bu arada ‘cahil’ ahalinin düzene karşı çıkmak şöyle dursun desteklemek gibi bir eğilimi vardır. Köyde birkaç kişi düzene ‘isyan’ eder lakin baskıcı yapı bir şekilde onları etkisiz hâle getirerek sindirir.

Köy romancısı bu yapıyı devirecek bir devrimin peşindedir ve dolayısıyla bu metinler sosyalist çözümlemelerle oluşturulur. İronik biçimde okullu olmayan, okumayan köylünün aydınlanma tahayyülü köylü olmayan okumuşlar için yazılan romanlara konu olur. En nihayetinde köy romancılığı Batı tipi modernleşme olgusunun sosyalizm sosuna batırılmış taklitçi bir uzantısıdır.

Bu eleştirel bakış köy romancılığının konu ettiği meselelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Eksiği yok, fazlası var. Dünyayı Dolduran Kiraz’da da köy romancılığındaki anlatıyı destekleyecek doneler bulunuyor lakin anlatı bambaşka bir dil barındırıyor. İyi ya da kötü tartışılır fakat Anadolu insanına, hayatına ‘içten’ bir bakış söz konusu. Meselenin özünün de bu olduğu düşüncesindeyim. Yani bir şey olurken ya da bir şeye dönüşürken nesne değil, özne olabilmektir mesele.

Romana tekrar dönersek, dil ve anlatım açısından üzerinde durulması gereken bazı noktalar var. Metnin genelinde şiirsel bir anlatım söz konusu. Bu bağlamda mecazdan mübalağa sanatına kadar birçok teknik kullanılmış. Bir çocuğun bakış açısıyla anlatılması geniş bir hayal dünyasına kapı aralıyor. Bu özelliğinin ortaya çıkardığı efsane ve destanların içinden taşan fantastik detaylar ziyadesiyle yer alıyor. Çocuk mantığı çerçevesinde yapılan hiciv ve göndermeler anlatıyı hem zenginleştiriyor hem de okumayı eğlenceli hâle getiriyor. En önemlisi yazar yerel dil ve köy kültürünü mükemmel derecede yansıtmış. Öyle ki, ancak köyde doğup yetişmiş bir insanın gerçek anlamda hâkim olacağı bir söz dağarcığı ve kültüre yer vermiş. Yani büyük ölçüde ‘kendisi’ olabilmiş.

Romanda babası ölen bir çocuğun, bu kaybının iç dünyasındaki yansımaları ele alınıyor. Artık babasız bir dünyada tüm zorluklarıyla yaşamaya alışacaktır. Bu bağlam metni baştan sona kuşatıyor diyebiliriz. Hâliyle alt metinde ağır ağır akan bir hüzün bulunuyor. İç dünyasında fırtınalar kopan çocuk dışındaki dünyaya da yabancı kalamıyor. Yetişkinlerin çekişmelerine, kavgalarına ve çoğu zaman anlam veremediği davranışlarına şahit oluyor. Anlam veremediği yalnızca yetişkinlerin dünyası değildir. Kendisi gibi çoçukları da dış dünyanın bir parçası olarak görerek anlamlandırmaya çalışıyor. Zor olan, bu iki dünya arasında denge kurma çabasıdır.

Metinde köy kültürünün dışında modernizmle etkileşime girmiş anlayışın örnekleri de görülüyor. Köye, köylüye oldukça uzak olan bu anlayış şehirle ve devletle irtibatlandırılıyor. Roman, belirli bir eğitim almış kişilerin de temsilcisi olduğu bu anlayışın absürtlüğünü ortaya çıkarıyor. Örneğin romanda okul önüne yapılan bir ‘büst’ meselesi var ki, evlere şenlik. Köylünün ihtiyaçlarının adı anılmazken muhtar, öğretmen, kaymakam, vali silsilesi köy için büstün elzem olduğu düşüncesinde birleşiyor. Tümüyle şekilci olan bakış açısına göre büst medeni olmanın ölçütlerinden biri sayılıyor. Karşı çıkan az sayıdaki kişinin de bakış açısı gerçekçi olmak yerine şekilcilikten öteye geçemiyor. Devleti, devlet adamlığını kutsayan anlayışın uzantısı olan bu süreç bile tek başına toplumsallığımızı inşa eden kodları göstermeye yetiyor. Kısacası dindarından laikine, milliyetçisinden hümanistine, gelenekçisinden modernite yanlısına kadar toplumun tüm kesimlerinin hayat anlayışı şekilcilikten ibaret.

Romanda dini örgüye ayrıca bahis açmak gerektiğini düşünüyorum. Evvela dinin teolojik bir uğraş değil yaşanan bir kültür olduğunu görüyoruz. İnancın ana damarını oluşturan İslam bir yana, Anadolu’nun dinselliğinde yer alan mistik, metafizik ve paganik ögeler fazlasıyla yer alıyor. Destan kültürüyle karışan rivayet-menkıbe geleneğinin yansımaları ve efsundan periye, cinden muskaya kadar geniş bir ‘inanç kültürü’ skalası bulunuyor.

Dünyayı Dolduran Kiraz, bir çocuğun zihnindeki safiyane köy olgusunu yaşanmışlık yönünü de içine alarak aktarıyor. Açıkçası beni alıp bambaşka diyarlara, zamanlara götürdü. Belki beni bu kadar etkilemesinin nedeni köyde doğup büyümüş olmam olabilir, bilemiyorum lakin bildiğim şey; ‘kendi olabilen’ bir hikâyeyi okumak yeterince güzel bir şey.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

16 Haziran 2020 Salı

Şiir insanları birleştirmez, onları ayırır*

“Terleyecek kan yürek kağıda boncuk boncuk,
Ve şiir bitince rahme düşen her çocuk
şair olacak!"
- Süleyman Çobanoğlu, Şiirler Çağla

Bir şiir kitabını alıp baştan sona okumayalı on yılı geçmiştir. Bir dönem sadece şiirle hemhâl olan biri için pek anlaşılabilir bir durum değil. Kendi adıma edebiyatı şiirle sınırlandırdığım o dönemler mısraların ciddi manada heyecanlandırdığı demlerdi. Dünyanın gerçekten değiştirilebileceği düşüncesinin sihrine bugün bile şaşırıyorum. Sonraları şiir adasından uzaklaştığımı fark eden bir ahbabım bunun sebebini sorduğunda -kısaca- ‘şiirin gerçeklikle örtüşmeyişi’ demiştim. Şiirin, idealden avuntuya dönüşmesi hâlâ düşündüğüm meselelerden. Öyle ki şiir hayat içerisinde nerede duruyor sorusu havada asılı duruyor. Mevzuyu Adornovari (T. W. Adorno, 1903-1969) bir abartıya bulayıp kişisel kaygıyla meşrebime yontarak mağduriyet hıncı devşirecek değilim fakat şiir bir şey vaat ediyorsa o şeyin ne realizmle ne de rasyonalizmle alakasının olmadığını açıkça söyleyebilirim. Dahası, ‘barbarlık’ şiire gelinceye kadar insanlığı kaç infaza uğratıyor saymak abes olur.

Bir yandan salt ütopya olduğunu düşündüğüm şiirin hayatın gerçekleriyle örtüşmediği hissine her gün biraz daha kâni olurken öte yandan şiir konusunda Cemil Meriç (1916-1987) kadar da katı düşünmüyorum. Sadece şiirin özü itibariyle hakikatin nabzını tutabilme ihtimalini zayıf görüyorum. Moderniteyle birlikte hayatın değişen dinamiklerinin bunun başlıca nedeni olabileceğine dair düşüncem elbette tartışmaya açık.

Cemil Meriç şiire meyilli toplumların duyguya ağırlık verdiklerini ve düşünmeyi gerektiren felsefe alanında yetersiz kaldıklarını iddia ediyor. Ona göre felsefe yani düşünce yerine hisse yönelik bu durum ilerlemeyi engelleyen ortamı doğuruyor. Doğu toplumlarında pek rastlanmayan (epistemolojik) ‘düşünme’ ilerlemenin temel dinamiğidir ve felsefeye yatkınlık Batı dünyasının başarısının neredeyse temel özelliğidir. Bu görüşün kökeni Antik Yunan felsefesine kadar gidiyor. Örneğin Platon, şairlerin mimesis (taklit) yoluyla gerçeği perdelediğini ileri sürüyor. Platoncu görüş, sanıyorum, romantizm temsilcileri dışında tüm zamanlarda destekçi bulmuştur. Bunun en bariz göstergesi, Platon’un (MÖ 4 veya 5. yy) şiir ve şair hakkındaki görüşlerinin benzerini Rousseau’ya ve (1712-1778) Hegel’e (1770-1831) kadar uzanan bir yol çizmesi diyebiliriz. Bu düşünceye göre şair gerçeği anlatmaz, kurgucudur. Okuma müptelası Cemil Meriç’in zihin dünyasının şekillenmesinde özellikle ilk dönem için Batılı filozofların ve dolayısıyla Batı felsefesinin payı büyük. Şiir ve şair ile ilgili kanaatinde bunun etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yazının başına dönersek, uzun yıllar sonra baştan sona okuduğum şiir kitabı Süleyman Çobanoğlu’nun geçen yıl Ötüken Neşriyat’tan çıkan Tamgalar’ı oldu. Çobanoğlu’nun Şiirler Çağla ile hafızamda ‘özge’ bir yeri var. Unutmak adlı şiirindeki “Hafıza mı, ölüm mü, hangisi daha kolay?” dizesi ara ara yankılanır zihnimde. Sadece anlamsal uzamı değil tınısı da içimi yumuşatır. Şiirin yapabileceği en uç noktanın bu olacağı kanaatindeyim. Şiir, hissi estetize edebilir en fazla, gerisi yanılsama.

Tamgalar, Süleyman Çobanoğlu’nun üçüncü şiir kitabı. Ötüken Neşriyat bir güzellik yapıp 2009’da yayınlanan Hudayinabit ve ilk baskısı 1997’de yapılan Şiirler Çağla’yı da Tamgalar ile birlikte edebiyat dünyasının sularına bırakmış oldu. Şair ve yayıncı üzerine düşeni yaptığına göre eğer yolu varsa, şiir yola buradan sonra okurla devam edecek denebilir.

Süleyman Çobanoğlu okuyucusu onun iki konuda hassas davrandığını ‘hassaten’ bilir. Bunlardan biri Türkçe yani dil, diğeri İslam yani dindir. Şair, Tamgalar ile bu ikiliye üçüncü bir halka eklemiş görünüyor. Anane, kültür ya da gelenek diyebileceğimiz bu olguyu en ‘öz’ anlatan kelime ‘töre’ olabilir. Buradaki üçüncü halkanın Çobanoğlu için yeni bir şey olmadığının da altını çizmek gerekiyor elbette. Önceki çalışmalarında bunun göstergeleri fazlasıyla mevcut. Yalnız, Tamgalar’da bu özellik biraz daha öne çıkmış izlenimi verdi bana. Bu sebepten Tamgalar’daki vurguyu ‘Türklük’ şeklinde yorumlayanlar da çıkabilir lakin bu tavrın anlamı daraltmaktan başka bir işe yaramayacağı kanaatindeyim. Tüm ‘özcü’ duruş sergileyen şairlerde olduğu gibi, aşırı yoruma maruz bırakıp kısıtlamak şiiri şiir olarak değerlendirmeye engel olacaktır.

Şiir konusunda teknik detaylara girmek niyetinde değilim. Zira vardığı nokta şiir bitti/bitmedi şeklinde kısır bir yer oluyor. Onun yerine gerçek şiir kendini her şartta belli eder deyip Tamgalar’da dikkatimi çeken birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Yukarıda değindiğim gibi, şair iki konuyu; dil ve dini şiirinin omurgası yapıyor. Önceki eserlerinde de bu durum göze çarpıyordu fakat Çobanoğlu’nun Tamgalar’da kullandığı dile ayrı bir özen gösterdiği hemen belli oluyor. Bugün günlük dilde pek yer bulamayan sözcükler bir hayli fazla. Türkçenin etkilendiği diller bir yana, öz varlığından örnekler bulunduğundan okurun eli iki de bir sözlüğe kayıyor. Eserdeki üslup gereği öncekileri göre anlatım epey kısaltmış fakat bu yönelim anlamı daraltmayarak derinleştirmiş diyebiliriz. Dilin yanı sıra ‘töre’ (gelenek, kültür) fazlaca yer alıyor şiirlerde. Bu bağlamda şair yörüklüğünün de verdiği ayrıcalığı ziyadesiyle kullanıyor. Eserde yer alan dinsel ögelerde efsane, destan, mitoloji ve pagan detaylar epeyce mevcut fakat ana damarı ilim ve irfanı bir araya getiren rivayete dayalı geleneksel İslam inancı oluşturuyor.

Tamgalar’ı okurken en çok hissettiğim şey yaşanmadan yazılamayacak ifadeler oldu. İsyan da şükür de, tıpkı insanın zatında olduğu gibi bir arada hatta aynı anda bulunuyor. Kimi politik tepki kimi ahlaki duyarlılık taşıyan öfke yüklü sözler satıhtan zihne çarparak dağılıyor. Yerleşik hayatın hayatı dumura uğratışı, kaybedilen değerlerin telafisizliğinin keyfiyeti düşüncelere salıyor okuru. Süleyman Çobanoğlu Tamgalar’la kadim bir kültürün içinden topladığı düş(ünce)lerden aidiyetini belli eden bir ‘iz’ bırakıyor okurun zihnine.

*Tamgalar, T. S. Eliot’tan (1888-1965) yapılan bu alıntıyla başlıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Müslümanların kamusal alanda temsili ya da imtihanı

“Tarih tekerrür etmez, fakat bize yol gösterir.”
- Timothy Synder, Tiranlık Üzerine

Bizler, göz boyayan tabiriyle ‘gelişmekte olan’, asli anlamıyla ‘gelişmemiş’ toplumlar, modernizmin nasıl hayatımızın içine usul usul girerek değiştirdiğini fark edemediysek sekülarizmin iliklerimize kadar doluşundan da haberdar olamadık. Bazı şeylerin zamanı geçtiğinde ehemmiyeti de kayboluyor. Hemen arkasından zamanı geçmeye aday yeni şeyler beliriyor ve onların da zamanı hızla geçiyor. Esasında tekerrür eden zaman değil, bizlerin ‘eşya’ karşısındaki tutumumuz. İçine saplanıp kaldığımız din mülahazalarında da aynı şey söz konusu. Belki, yeni bir çıkış arıyorsak saptanması gereken şey değişimin nasıldan ziyade neden olduğu olabilir. Bizler daha çok değişimin nasıl olduğunu ele alıyor gibiyiz. Sanırım yaşananı gözlemleyerek resmetmek ve/veya tanımlamak çok daha kolayımıza geliyor. Olguların değil olayların tecessüsündeyiz. Yaşadığımız değişim sosyolojik bir gereklilik mi veya siyasi tercihlerin sonucu mu ya da ekonomik şartların getirisi mi oluşuyla pek ilgilenmiyoruz. Veyahut ilgimiz, bilgeliğimizi inşa ettiğimiz ‘ithal ikame bilim’ oluyor. Dönüp dolaşıp her sorunumuzun müsebbibi olarak öne sürdüğümüz eğitim, sorunun kendisini barındıran kodlarıyla eğitim, bu sorunu ne oranda çözer? Daha ötesi bu yaşadıklarımız bir sorun mu, sanki ondan da emin değiliz. Kendisini muhafazakâr ya da dindar diye niteleyen kesim her şeyi kabullenmiş gibi eğlenceli bir yorgunluk ve konformist bir bıkkınlıkla kesif bir boşlukta kendinden geçmişçesine savruluyor. Hakikati popülizm, retorik ve hamaset ile perdeliyor.

Necdet Subaşı’nın oluşturduğu Kamusal Maneviyat kavramsallaştırması moderniteye ek olarak sekülarizmin de etkisiyle geldiğimiz yeri özetleyen bir tabir. Henüz moderniteyi ve postmodernizmi çözümleyememiş ve zihnimizde oturtamamışken bir yük daha biniyor dimağımıza. Vurgulananın modernite ve sekülarizmle ilişkisi olan kamu, edilgen olanın dinle irtibatlı olan maneviyat oluşu bize bunu söylüyor. Necdet Subaşı, Kamusal Maneviyat’ta bu topraklarda yaşayan Müslümanların dini ve dünyevi değerler arasındaki sıkışmışlık durumunu veya boşvermişlik tutumunu dile getiriyor. Teori ve pratik ya da ideal ile olanın çatıştığı bir alanda tüm bunlar yokmuş gibi davranmaya çalışan kesimin acziyetini gösteriyor. Mahya Yayıncılık etiketli iki yüz on iki sayfalık kitap beş bölümden oluşuyor. Yazarın çok yönlü okumaları ve engin birikiminin yansıması olan metin yormayan akademik üslubuyla dikkat çekiyor.

Din-devlet olgusuna tarihsel perspektiften bakan Subaşı, Tanzimat’la başlayan dinin pasifize ediliş sürecinin Cumhuriyet’le birlikte doruk noktaya çıktığını vurgulayarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluş amacı ve işlevini sorguluyor. DİB’in, dinin kamusal alandaki kurumsallaşması örneği olması bir yana, devletin toplumu dizayn etme yöntemi olup olmadığı ve Osmanlı dönemindeki şeyhülislamlıkla benzerliği üzerinde duruyor. Süreci Cumhuriyet’in ilanından 2000’li yıllara kadar siyasi yapıyla eşsüremli olarak ele alarak siyaset kurumunun DİB ile kurduğu ilişkiyi irdeliyor. Buradan, siyasi erkin müdahaleleriyle şekillenen resmî din olgusunun kurumsallaşmanın temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor. 1920’lerden itibaren katı olarak uygulanan Batılılaşma, modernleşme ve Kemalist elitizmin yol açtığı laik/seküler yaşam biçiminde dinin yorumu da nasibini alarak yeni form kazandığı görülüyor. Süreç 1990’lara gelindiğinde tersine dönerek dini temsillerin kamusal alanda etkisini arttırmaya başlamasıyla yeni bir maneviyatı ortaya çıkarıyor. Meselenin özü de burası aslında. Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği nokta, bu yeni maneviyatın dinin kaynakları ve gelenekle ilişkisinin niteliği oluyor. Müslümanların verdiği ‘ılımlı’ ya da ‘radikal’ tepkiler ele alınarak sonuçlarıyla değerlendiriliyor.

Kamusal Maneviyat’ta laik/seküler anlayışın şekillendirdiği ortamda oluşan dini anlayışın farklı alanlara yansımalarına da değiniliyor. Bunlara ulema-aydın-entelektüel analizi, Arapsaçına dönmüş eğitim konusu, yarıştırılan dindarlıkların neden olduğu yorgunluk, cemaatler, oryantalizm ile sömürgecilik ve onların uzantısı olan ‘İslamofobi’, Avrupa’daki İslami algı ve siyasi baskılara maruz kalan İslami kesim, Tarihin Sonu, Medeniyetler Çatışması, 11 Eylül olayları ve sonuçları gibi başlıkları sayabiliriz. Ayrıca Muhammed Arkoun (1928-2010), Ali Şeriati (1933-1977) ve Doğan Özlem’in değerlendirildiği müstakil başlıklar yer alıyor. Müellif, birbirinden farklı bu üç ismin dine bakışını yorumluyor.

İlgimi fazladan çeken birkaç detayı belirtmek isterim. Necdet Subaşı, Batı’nın kendisi için ‘klasik’ olarak tanımladığı ‘şey’den mülhem İslami geleneğin kaynaklarına bakmayı öneriyor. Böylelikle bugünü geçmişle bağlayacak ve geleceğe projeksiyon sunabilecek esaslı bir yorum ortaya çıkarılabileceğini vurguluyor. Hayli iyi niyetli bu öneriye konu olan alanın hâlihazırda bazı cemaatler ve tasavvufi oluşumların tahakkümü altında olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Oraya girmek ‘savaşı’ daha da kızıştırabilir. Diğer yandan Müslümanların dini anlayışları üzerinden yaptığı çatışma ve gösterdiği reaksiyoner tavrın sebep olduğu durumu ‘din yorgunluğu’ kavramsallaştırmasıyla tanımlıyor. Bu kavram dinin nasıl araçsallaştırıldığını ve tüketildiğini veciz şekilde anlatıyor. Son olarak, İslami kesimin analiz edildiği bir çalışmada Türkiye’de felsefe alanında isim yapmış birinin (Doğan Özlem) din ile mesafeli duruşu ‘nesnel’ olarak değerlendirilebiliyor. Bu sonuncusu pek alışık olmadığımız bir durum.

Kamusal Maneviyat’ta Türkiye’deki ‘resmî’ İslami kurumsallaşma ve gündelik hayata yansımaları ele alınıyor. Yazar, sekülerleşen dünya ile bütünleşmeye çalışan Müslümanların sisteme eklemlenmek adına geçirdiği dönüşümü ve değişen dini anlayışı gözler önüne seriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

21 Mayıs 2020 Perşembe

Algı her şeydir! - III

"Kurumlar güçlerini, sorgulanmamış meşruiyetin devamlılığından alırlar."
- Peter L. Berger, Thomas Luckman (Modernite, Çoğulculuk ve Anlam Krizi)

Hakikatin bizler için bir anlamı var mı? Örneğin hakikat bizler için ne ifade ediyor ya da hayatımızın tam olarak neresinde yer alıyor? Açıkcası bu sorular karşısında iyimser olamıyorum. Zira bizi hakikatten ziyade manipüle edilenin ilgilendirdiğini gözlemliyorum. Hatta daha da ötesi ve ilginci, hakikatin kendisi değil; ‘çarpıtılmış olmasının bilgisi’ ilgimizi çekiyor. Bugün kolay ulaşıldığından mıdır bilemiyorum ama bilginin hiçbir önemi yok. Önemli nokta şu: Herhangi bir konunun dezenformatif hâlinden çok ‘dezenformasyona uğratılmış olması ihtimali’ heyecanlandırıyor bizi. Artık sansasyon ve spekülasyon hayatımızın vazgeçilmezleri arasında. Kadim kültürün hayret makamını popülist tavırla bir şaşırma-eğlenme arası ritüele indirgeyen insan ciddi anlamda patolojik vakıa. En kötüsü, bu şaşkınlık histerisini bağımlılığa dönüştürmüş durumdayız.

Kısa süre önce hakkında yazdığım Yalanın Siyaseti’nde ele alınan konulardan biri safsata, diğeri yazarın “hakikatin önemsizleşmesi” dediği ‘post-truth’ idi. Türkçe’de ‘post-truth’ kavramının farklı kullanımları var. Tellekt Yayınları’nın konuyu ele alan ve kitaba da adını veren Hakikat-Sonrası o kavramlardan biri. Lee Mcintyre imzalı eserin çevirisi Mehmet Fahrettin Biçici tarafından yapılmış. Çevirinin son derece başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yüz altmış sekiz sayfalık kitap yedi bölümden oluşuyor. ABD’li olan yazar ülkesinden yaşanmış örnekler vererek hakikatin nasıl önemsiz ve değersiz hâle geldiğini, daha doğrusu getirildiğini göstermeye çalışıyor. Lee Mcintyre bir yandan işleyişle ilgili teknik analizler yaparken diğer yandan -her ne cılız kalsa da- bazı çözüm önerileri sunuyor.

Kitapta ilk olarak siyaset kurumunun yalanla olan ilişkisine değiniliyor. Kurulan bu ilişki tarihsel örneklerle destekleniyor. Ortaya çıkan sonuç, yalanın bir zamanların korkutucu keşfi olan propagandayı geçtiğini ve bir anlamda siyaseten kurumsallaştığını gösteriyor. Bugünün dünyasında yalanın artık kullanılması kanıksanan hatta zorunlu hâle gelen bir siyaset diline evrildiği görülüyor. Kitapta hakikat-sonrası ile propaganda arasındaki farkı; propagandanın içinde gerçek barındırmasa bile amacının ikna etmek, hakikat-sonrasının ise direkt aldatmak olarak tanımlanıyor.

Yazarın hakikat-sonrasının teknik özellikleriyle ilgili söyledikleri teknolojinin geldiği noktayla örtüşüyor. Hız ve ulaşılabilirlik açısından geleneksel medyadan farklı olan sanal ortamın dezavantajları bulunuyor. Bunlardan birkaçını tekzip yapılamaması, binde bir ihtimal tekzip yapılsa bile yalanın etkisinin geri döndürülememesi, gerçeğin artık geçmişin konusu olması sebebiyle önemi kalmaması ve uğranılan zararın telafisinin olması bunlardan birkaçı.

Kitabın genelinde insanların yalan söyleme ihtiyacı ve istediğine değiniliyor ve bu durum, psiko-bilişsel süreçler ile hakikat-sonrası olguları ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılıyor. Burada zihnin yapısı ve işleyişine dikkat çeken yazar, insanın akla değil duyguya önem vermesi, nesnellik aramaması, öznelliği abartması, kişisel inançlarını her şeyin önüne koyması gibi gerekçeler sıralıyor ve psiko-bilişsel acıklamalara yer veriyor. Genellikle, ‘hayatında kendini yeterince meşgul eden gerçeği olduğu’ düşüncesiyle hareket eden insanın, sıkıcı ya da gereksiz bulduğu gerçeğin ilgisini çekmemesi nedeniyle bilgiyi kontrol etmeden ve/veya yalan olduğunu bile bile kullanıma sunmaktan çekinmediği belirtiliyor. Bunun yanında insanın yapısal olarak her zaman zeki olduğu düşüncesi yanlışını kabul etmemesi konusunda meşrulaştırma işlevi gördüğünün altı çiziliyor. Bu tutumu irrasyonel hareket olarak tanımlayan yazar, söz konusu çelişkiyi insanın bir konudaki inanç ve uyum arayışı olduğunu yapılmış deneylerle açıklıyor. Deney örneklerinde mahalle baskısı, kitleye uyma, önyargı ve partizanlık gibi parametrelerin de kullanıldığı ve benzer sonuçlar verdiği görülüyor. Bu çalışmalardan inanç ve duygunun aklın üzerini örterek bilinci teslimiyete ve güdülenmiş akılla hareket etmeye sevk ettiği sonucu çıkıyor.

Kitapta ele alınanları psikolojik ve sosyolojik süreçler dışında siyaset, sermaye, medya ve bilim başlıklarında sıralamak mümkün. Genel olarak bu dört alanın birbiriyle olan gizli ve çıkar amaçlı ilişkileri üzerinde duruluyor. Bu dörtlü çetenin verileri nasıl manipüle ederek kitleleri yanılttığı gösterilmeye çalışılıyor.

Yazar, siyaset kurumunun bir yandan politikalarını yalan üzerinden kurgulayıp toplumu yanılttığını bir yandan da devlet eliyle verileri çıkar amaçlı ve keyfi kullandığını iddia ediyor. Tüm bu süreçlerde devletin yanıbaşında olan sermaye maddi destek sağlarken aslında kazancını büyütmenin peşindedir. Gerekirse bilimsellik olgusunun ağırlığı kullanılarak toplumların yönlendirilmesi sağlanıyor. Bu ağda en bariz görünenin medyanın işleyişi olduğunu söylemek mümkün. Zira medya kendisine verilen aldatma görevini layıkıyla yerine getiriyor. Konuya önce geleneksel medya açısından bakan yazar tarihsel olaylara değinerek medyanın gerçeğin peşinden gitmek yerine kâr için sansasyon haberciliğini keşfine odaklanıyor. Bu keşif, günümüz reyting medyasının temel mantığını da oluşturan ‘gerçeğin değil kitlenin duymak istediğinin verilmesi gerektiği’ anlayışını meydana getiriyor.

Geleneksel işleyiş böyle iken yeni medyanın işin içine girmesi durumu başka bir boyuta taşıdığı görülüyor. Oyuna artık insanların bireysel olarak girebildiği bu aşamada yalanın eskisi gibi planlanarak söylenmesine gerek kalmıyor. Hız ve erişilebilirliğin üst seviyede oluşu plansız hareket etmeyi kolaylaştırıyor. Zira planlama, bir şeyin gerçek veya yalan oluşunu önemsizleştiren üretim ve tüketimin hızıyla yarışamayacak durumdadır. Geleneksel medyanın mücadele etmede oldukça zorlandığı sosyal medya meselenin köpürtme tarafındadır. Gerçek ya da yalan, doğru ya da yanlış ne kadar enformasyon kullanılırsa o kadar iyidir. Sosyal medyanın kontrolsüz yükselişi değişen haberciliği ortaya çıkarmıştır. ‘Tık avcılığına’ dayalı denetimsiz, özensiz, niteliksiz içerik ‘kullan-at’ mantığıyla işlemektedir. Yapılan araştırmalar yalan haberin gerçek haberden daha çok paylaşıldığını ve ses getirdiğini göstermiştir. Kitleye istediğini vermek için sınırsız manipülasyon yapılmaktadır. Son kertede sosyal medyanın algoritmatik ve filtreli yapısı önem kazanmaktadır. Bu yapı sayesinde istenilen enformasyon seçilebilen kişinin alanına yönlendirilebilmektedir. Algoritma ve filtre yöntemi, hakikat-sonrası olgusunun ticaretten siyasete kadar kullanılabilir uçsuz bir alanın kapılarını açmıştır.

Yazar kısa bir bölümde postmodernizm ve içeriğine değinerek hakikat-sonrası kavramıyla aralarındaki yakınlığa dikkat çekiyor. Teknik özellikleri açısından bağ kurduğu analizini “postmodernizm hakikat-sonrasının atasıdır” şeklinde yorumluyor.

Kitapta karşı kaşıya olduğumuz bu yıkıcı süreci engellemeye yönelik önerilere yer veriliyor. Yazarın en fazla öne çıkardığı ‘eğitim’ ve ‘geleneksel medyayı destekleme’ önerileri, ‘hakikat-sonrasının eğitimli insanların ürünü’ olduğu, geleneksel medyanın da ‘piyasaya tutunmak adına sosyal medyayı fütursuzca taklit ettiği’ tespitleriyle yazar tarafından geçersiz hâle getiriliyor.

Hakikat-Sonrası’nda gerçeğin öneminin ve değerinin kaybedildiği günümüz dünyasının analizi yapılıyor. Bu bağlamda özellikle sermaye, siyaset, bilim ve medyanın perde arkasındaki çıkar ilişkilerine dikkat çekiliyor. Kitap konuyu anlama ve farkındalığı arttırma adına önemli bir ufuk açsa da çözüm açısından günümüz insanının sistem karşısındaki çaresizliğinin ilamı oluyor.

Hamiş: Konuya ilgi duyanların Pasajlar dergisinin ‘post-truth’ sayısını kaçırmamaları tavsiye olunur.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp