12 Mayıs 2021 Çarşamba

Gelenek dinin neresindedir?

Modern çağda metafiziğin öldüğü ilan edildiğinde tüm aşkın anlayışlar gibi dinler de geçmişin tozlu raflarına terk edilmek istenmişti. Fakat insanın metafizik yönünü terk etmesi bu kadar kolay olmadı. Zira hayat boşluk kabul etmez; bir şey yerinden çıkarıldığında başka bir şeyle orayı doldurur. Nitekim modern düşünce eliyle hayat dinden soyutlandığında yeri boş kalmamış, baskılanmış veya dönüşüme uğramış tepkisel bir metafizik açığa çıkmıştır. İnsanlık tarihindeki tüm metafiziksel eğilimler gibi bu yeni metafiziksel oluşumun da belirleyicisi insanın manevi açlığının paradigmal niteliğidir. Dönemin paradigması geleneği tümüyle reddeden modernite olduğundan, ortaya çıkan metafizik eğilim de moderniteye içkindir.

Bugünden geriye doğru bakıldığında, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında yavaş yavaş görünmeye başlayan metafiziksel hareketler fark edilir. Modernitenin hayatı etkileyiş biçimlerine tepki olarak ortaya çıkan bu hareketler Batı orijinlidir. Onlardan biri yirminci yüzyılın ilk yarısında biraz daha sistemleşerek Tradisyonalizm/Gelenekselcilik adını almıştır. Amacı, modernitenin katı rasyonalist ve materyalist yapısının neden olduğu sorunları çözmek olan ekolün yöntemi geleneği canlandırmaktır. Yalnız, bu hareketin gelenek kavramına yüklediği anlam bilinenden farklıdır. Gelenekselci Ekol’ün gelenek anlayışı tüm inanç sistemlerini kapsayan bir genellemeye ve evrenselliğe sahiptir. Ekolün görüşüne göre, eğer bir din varsa gereklidir ve özü ilahi nitelik taşımaktadır. Vahiy din(ler)i, din(ler) geleneği oluşturur. Dolayısıyla tüm inançlar kutsal bir bütünün parçalarıdır ve hepsi “ezeli bilginin”, “kadim bilgeliğin” ya da “hikmetin” tezahürüdür. Dinlerin Aşkın Birliği olarak tanımlanan bu ilahi/kutsal birlik tüm inançları bir potada eritmeyi öngörür.

Gelenekselci Ekol, modernitenin katı akılcı ve salt maddeci anlayışının insanları dinlerin ilahi özünden uzaklaştırdığını iddia etmiştir. Bu gelişmeler insanlığı kutsal olan aşkınlıktan uzaklaştırmakla kalmamış, insanda bulunan metafiziksel eğilimin de kaybına yol açmıştır. Bilim ve teknolojiyle desteklenen modern dünya materyalist bir oluşumdur ve insanlık açısından felaketlere sebep olmuştur. Çözüm, aşkınlık kaynaklı geleneğe dönmektir.

Pruva Yayınları etiketini taşıyan Gelenekselci Ekol Eleştirisi çeşitli yönleriyle Tradisyonalizm’i ele alıyor. Abdullah Kasay’ın uzun soluklu çalışması yüz seksen beş sayfadan oluşuyor. Metnin akademik üslubu analitik bakabilen okur için sorun teşkil etmeyecektir. Sorun olabilecek boyut, fanatik ya da romantik eğilimliler açısından eserin kapsamının aşkın bağlamında; tasavvuf ve sufizm bahislerinde olacaktır. Bu bahisler genel anlamda tasavvufi/sufi geleneğin ezoterik/mistik görüşlerini içermekle birlikte özellikle İbni Arabi’nin (1165-1240) ‘Vahdet-i Vücûd’ ve Celaleddin Rumi’nin (1207-1273) ‘dinleri eşitleyen çoğulculuk’ düşünceleriyle öne çıkıyor.

Kitap genel anlamda iki kısma ayrılıyor diyebiliriz. İlk kısım Gelenekselci Ekol’ün Batı’da ortaya çıkışı, amacı, düşünsel dinamikleri ve önde gelen temsilcilerine değiniyor. Açıkça söylemek gerekirse, Tradisyonalizm’in amacı, ortaya çıkış süreci ve felsefi arka planı modernite karşıtlığı açısından ilgi çektiği ve sempati doğurduğu yadsınamaz. Batı’nın insanın manevi yönünü ihmal ettiği bir dönemde, metafiziksel açılım arayanlar için önemli bir yer doldurduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Fakat asıl sorun ekolün görüşlerinin içeriği değerlendirildiğinde beliriyor. Zira Gelenekselcilik, birbiriyle uyuşmayan ve birbirini reddeden inanç sistemlerinin metafizik ve ezoterik yanlarını sentezleyen bir öğreti olarak karşımıza çıkıyor.

Gelenekselci Ekol’ü çözümleyebilmek için önde gelen isimlerine bakmak fayda sağlayacaktır. Kitapta ekolün birçok temsilcisi sıralanıyor fakat özellikle Türkiye’deki ‘dindar aydınların’ yakından bildiği bazı isimler dikkat çekiyor. Bu isimlere ekolün kurucusu sayılan René Guénon/Abdülvâhid Yahyâ (1886-1951) başta olmak üzere Frithjof Schoun/Îsâ Nûreddin (1907-1998), Titus Burckhardt/İbrahim İzzeddin (1908-1984), Martin Lings/Ebûbekir Sirâceddîn (1909-2005) ve Seyyid Hüseyin Nasr’ı (1933) sayabiliriz. Buradaki isimlerin birçok ortak noktası bulunuyor. Öncelikle İranlı Nasr dışındaki ilk dört ismin mühtedi olduğu görülüyor. Batılı entelektüellerin İslam’ı kabul etmesi Müslümanlar nezdinde otomatik olarak olumlu bir imaj bırakıyor ve onlara daha müsamahalı yaklaşılmasına neden oluyor diyebiliriz. Süreç, oradan gelen bilginin daha az filtrelenmesi sorununu doğuruyor.

Temsilcilerinin birbirine benzeyen yaşam öyküleri de Gelenekselci Ekol hakkında önemli veriler sunuyor. Dikkatle bakıldığında ilgi alanları, merakları, yaptıkları ruhsal-fiziksel yolculuklar, etkilendikleri kişiler ve aldıkları eğitimlerin hemen hemen aynı olduğu görülüyor. Gelenekselcilerin anlam dünyasında Uzak Doğu dinleri ve Hint mistisizmi önemli bir konuma sahiptir. Bunun yanında Hıristiyan ezoterizmi, Yahudi Kabalizm’i ve paganizmin mitik özelliği de ekolün felsefi zeminini oluşturan önemli parametreler.

Bu ‘karma’ya İslam coğrafyasındaki tasavvuf ve sufi oluşumların zahiri yok sayan batıni yönleri de eklenince ortaya fantastik ve ütopik bir ‘inanç’ anlayışı çıkıyor. Ayrıca ekolün masonik yapılarla bariz etkileşimi meselenin boyutunu bambaşka alanlara taşıyor. Özetle, Gelenekselci Ekol’ün düşünsel içeriğini Hindu, Çin, Mısır, İran, Kelt, Hristiyan, Yahudi ve İslam geleneğinin derlenmesinden oluşan metafiziksel malumat yığını oluşturuyor. Buradaki sentezci faaliyetlerin İslam metafiziği adı altında yapılıyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.

Gelenekselci Ekol’ün gelenek kavramı gibi bilgi ve sanat kavramlarını da yeniden anlamlandırdığı görülüyor. Gelenekselci anlayışa göre sanat ancak kutsal ise bir işleve sahiptir fakat insanlık tarihi sanatın kutsallık boyutunu yok ederek eşyanın bilgisinin anlaşılmasına engel olmuştur. Edebiyat da dâhil İslami sanat, vahyin tezahürlerini ihtiva eder fakat sanatın kutsal olarak ilahi kaynaklı olması onu dini yapmaz. Sanatı kutsal yapan onun ilahi kaynaklı ilhamla oluşturulan sembolizmle olan ilişki düzeyidir.

Ekol’e göre batıni bilgiyle üretilen gelenek kutsaldır ve bu bilgiye dayanan sanat ve bilim geçerlidir. Kutsal bilim, kişinin metafizik boyutta erişebildiği bilginin kendisi de dâhil kaynağı, mahiyeti ve edinim sürecidir. Bu aşamaların en sonunda tam olarak tanımlanamayan hikmete sahip olunur. Gelenekselci Ekol’e göre hikmet anlamında bilgi/bilim/bilgelik tek başına akılla elde edilemez. Metafiziksel boyutların işin içine girdiği kalbî bilme önemlidir. Hatta nihai bilmeyi ve hakikate ulaşmayı sağlayan metafiziksel boyuttur. Herhangi bir aracıya ihtiyaç duymaksızın ulaşılan metafizik bilgi ilahi bilgidir her türlü felsefi, akli ve deneysel bilgiden üstündür.

Kitabın, daha çok Türkiye ile ilgili olan ikinci kısmı Gelenekselci Ekol tarafından ortaya atılan fikirlerin bu coğrafyadaki etkilerini somutlaştırmaya odaklanıyor. Konu ilk bakışta Türkiye’deki toplumsal yapı için çok bir şey ifade etmiyormuş gibi gözükse de bağlantılar doğru kurulup bağlam doğru okunduğunda hiç de yabancısı olmadığımız bir düşünceye kapı aralıyor. Öyle ki, Gelenekselci Ekol’ün görüşleriyle bu coğrafyadaki hem geleneksel yapıda hem de modern düşüncede çok fazla örtüşme olduğunu söylemek mümkün.

Tam bu noktada bir detay dikkat çekiyor. Esasında kitabın tam ismi Düşüncemizde Gelenekselci Ekol Eleştirisi. Kapakta, daha büyük boyutta yazılan “Gelenekselci Ekol Eleştirisi” ifadesiyle metnin genel anlamda Tradisyonalizm eleştirisi olduğu vurgulanırken, daha küçük boyuttaki “Düşüncemizde” ibaresi ekolün Türk düşüncesi üzerinde muhtemel etkisine yoğunlaşıyor.

Buradaki “Düşüncemizde” ifadesini açmak gerekiyor sanırım. Kast edilen, her ne kadar izleri Osmanlı’ya uzansa da, Cumhuriyet’in gadrine uğramış bir hareket olan Türk-İslam sentezi, Türk dindarlığı, Türk muhafazakârlığı veya Anadoluculuk diyebileceğimiz yerli ve milliliği ön plana çıkaran ve fakat Batı’ya dönük yüzü nedeniyle dünyadaki modernist gelişmelerden bigane kalamayan düşüncedir.

Abdullah Kasay, Osmanlı entelektüellerinden dindarından materyalistine kadar bu düşüncenin temsilcilerine bazı örnekler veriyor. Ama özellikle Hilmi Ziya Ülken (1901-1974) ve Nurettin Topçu (1909-1975) öne çıkarılmış. Ülken ve Topçu’nun seçilmesinin nedeni, zoraki Batılılaşmaya veya modernleşmeye maruz bırakılan Cumhuriyet sonrası sosyal yapı ve entelektüel ortam bahsinde önemli isimler olmaları olsa gerek. Zira her iki isim de Batı’ya karşı geleneksel, milli ve manevi değerleri dindarlık veya muhafazakârlık kapsamında modern dünyada konumlandırma arayışına girişmiştir.

Kasay, Türkiye’deki muhafazakâr düşünceyle ilgili yaptığı değerlendirmede, moderniteye alternatif olarak Batı’da ortaya çıkan felsefi arayışların büyük bir etki bıraktığının altını çiziyor. Özellikle Henri Bergson’un (1859-1941) sezgicilik felsefesi Türk muhafazakârlığında önemli bir karşılık bulmuştur. Bu geçişkenlik aşamasında Gelenekselcilik, gelenekçilik ve muhafazakârlığın farklılıklarını belirten Kasay, Gelenekselci Ekol’ün bu iki yapı üzerindeki etkilerini sorguluyor. 1980 öncesinin Türkiye’sinde Gelenekselcilerin eserlerinden kısmi çeviriler yapılmıştır fakat ekolün önde gelenlerin birçok eseri 1980 sonrasında tercüme edilmiştir. Bu tercümelerin toplumun genelinde görünür bir etkinlik düzeyi bulunmamaktadır. Bununla birlikte akademik ve entelektüel alanlarda önemli bir çalışma konusu olmuştur.

Kitaptaki en önemli detayın her fırsatta vurgulanan Gelenekselcilik anlayışının çelişki ve tutarsızlıkları diye düşünüyorum. Aşağıya birkaçını eklediğim bu çelişki ve tutarsızlıklar konunun çerçevesini netleştiriyor diyebiliriz. Gelenekselcilik bir yönüyle öze dönüş hareketidir fakat zaman ve mekân bağlamında hangi gelenek olduğu ve nitelikleri muammadır.

Ekolün Vahiy, din ve geleneği eşitleyerek tüm inançları kapsaması tutarsız yönlerinden bir diğeridir. Bu anlayışa göre tüm inanç sistemleri aşkın bir birlik içindedir ve bütün inançlar Mutlak Hakikat’in tezahürüdür. Gelenek buradaki hakikatin açığa çıkışıdır. Birbirini reddeden ya da yalanlayan inanç sistemlerinin Mutlak Hakikat’i temsili ettiği çoğulcu yapı mantık dışıdır. Zira hakikat birbiriyle çelişen çoğulcu değil, uyum hâlindeki tektir.

Gelenekselci Ekol’ün her türlü mistisizm, metafizik, ezoterizm ve sembolizmden beslenmesi zahiri olanla arasına sınır çekmektedir. Bu durum varolan gerçekliğin dışında bir dünya çizilmesine yol açmaktadır ve aynı zamanda iddia edildiği gibi çoğulculuğu savunmak değil hakikati, Gelenekselciliğe özgülemektir.

Gelenekselci Ekol tasavvuf/sufi gelenekteki ‘keşf’te olduğu gibi, metafizik bilginin akli önermeler sunmadan bir bilme durumu ve ilahi kökenli olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu aşamada Gelenekselci Ekol’ün metafizik bilgiyi açıklarken akli önermeler sunarak iknaya yönelmesi düşüncenin kendi içinde çeliştiğini göstermektedir.

Gelenekselci Ekol’e göre varoluş, varlık ve varlığın mahiyeti meselesi ancak metafiziksel boyutla anlaşılabilir. Bunun için de insanüstü bir bilgiye ihtiyaç vardır. Tradisyonalizm’in ontoloji hiyerarşisi Saf Varlık, varlık ve varoluş aşamalarını içerir. Varoluş, varlık’a, varlık da Saf Varlık’a tâbî olur. Gelenekselci Ekol’ün varlığın birliğine dikkat çeken Vahdet-i Vücûd temelli ontolojik anlayışı panteizmdeki yaratan-yaratılan eşitlemesine benzemektedir. Diğer taraftan bu anlayış iyi-kötü, doğru-yanlış, gerçek-sahte ikiliğini ortadan kaldırarak anlamsızlaştırmaktadır. Bu durum sadece İslam’ın değil diğer inanç sistemlerinin de kabul edebileceği bir şey değildir ve Dinlerin Aşkın Birliği anlayışının tutarsızlığını yansıtmaktadır.

Düşüncemizde Gelenekselci Ekol Eleştirisi, Tradisyonalizm konusuna giriş açısından önemli bir çalışma olmasının yanında Batı ve modernite karşısında Müslümanların bir fayda sağlamayan katı modernist veya fanatik gelenekçi tavrını da gösteriyor. Geçtiğimiz birkaç yüzyıl içinde hızla moderniteye çarpan Müslümanlar aksiyona yönelik bir refleks gösterememesi ve kendi değerleriyle özgün bir hareket alanı oluşturamaması geleneğin toptan reddi veya geleneğe koşulsuz bağlılık şeklindeki iki anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ne, zamanın gerçekliğiyle uyuşmayan geleneği tümüyle kabul, ne de modernitenin kurguladığı terminoloji ve metodolojiyi taklit ederek geleneğin reddi bir fayda sağlamıştır. Gelenekselcilik bu iki zıt anlayıştan farklı olmakla birlikte uzlaştığı kısımlar bulunuyor fakat ironik olan, modernite ve Batı’ya karşı İslami metafizik adı altında farklı inanç sistemlerinden sentezlenen bu alternatif düşüncenin de Batı’dan geliyor olmasıdır.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder