30 Mayıs 2021 Pazar

Güzel olanın görevi yaratıcının adaletini hatırlatmaktır

Nehri Geçerken, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak, Kalbin Akletmesi, Yeni Politik Kültürün Dünyasında ve şimdi de Zaman Dışı Konuşmalar. Hem içeriğiyle tamamen bağlantılı hem de bu çağın hastalıklarına işaret eden isimlerin özenle seçildiği besbelli. Abdurrahman Arslan işte tam da bu yüzden çok kıymetliler arasında bir kıymetli.

Zaman Dışı Konuşmalar, Mayıs 2018 itibariyle Beyan Yayınları tarafından neşredildi. Asım Öz'ün önemli noktalara temas ettiği giriş yazısından sonra birbirinden hassas ve üzerinde daima düşünülmesi elzem olan konulara ayrılan bölümlere, söyleşi formunda akıp giden bir kitap. Abdurrahman Arslan şu konulara, daha önce benzeri görülmemiş yaklaşımlarda bulunuyor ve yeni pencereler açıyor okuyucunun ufkunda: Ahlak, İslâm Ahlakı, Hicret, Hac, Medine Vesikası, Mezhepler, Medeniyet, Siyaset, Sanat, Estetik, Müzik, Sevgi ve Aşk. Özellikle medeniyet ve sonrası, bir sosyolog olarak Arslan'dan en çok yorum beklememiz gereken konuları oluşturuyor kanaatimce. Sanılmasın ki diğer konular hakkında konuşsun istemiyorum ya da istenmiyor, o zaten ahlakı dışarıda tutarak asla yorum yapmıyor. Hicretin, haccın ve Medine vesikasının günümüzde nasıl ve nerede görüldüğüne gerektiğinde sert ifadelerle yanıt veriyor. Hemen kitabın başında, son sayfaya kadar neyi savunduğunu apaçık ortaya koyuyor zaten: "Neyi ahlak çerçevesinde tartıştığımıza bakmamız lazım. Mesela dünyanın büyük çoğunluğunun fakirlik içinde yaşaması bir ahlaksızlıktır."

Söyleşi kitaplarının rutinliğine nazaran soruların neredeyse hiç yer kaplamadığı, sanki cevaplardan birer makale inşa edildiği bir kitap gibi ilerliyor Zaman Dışı Konuşmalar. Bu sebeple benzerlerinin aksine altını çize çize, not ala ala ve yorulmadan okumak mümkün. Kitabın hazırlanışında bu konuya titizlikle yaklaşılmış gibi. Soruların akışı kesmesinin ve sürekli farklı konulara geçiş yapılmasının önüne geçilmiş böylece. Kapağa ise tek kelimeyle hayran kaldım. Umarım Beyan Yayınları'ndaki diğer Abdurrahman Arslan kitapları da bu forma kavuşur. Zira kendisinin fotoğrafım gözüksün, değişik renklerle dikkatler çekilsin gibi 'dertleri' olmadığına inancım tam. Bu bembeyaz kapak, kitabın içindeki eleştirilerin hem çok uzağında hem de çok yakınında bir umudu temsil ediyor sanki.

Abdurrahman Arslan işe ahlakın tanımını yaparak başlıyor. Ahlakla etik birbirine karıştırılmış durumdadır. Etiğin kökeninde toplum vardır, bu yüzden mesleki etik, cinsel etik gibi kavramlar söz konusudur. Toplum bu etikleri değiştirebilir. Dolayısıyla etik 'şartlara uygun' olarak sürekli gözden geçirebilir. Ahlak ise insanın evidir, insan varlığını ahlak denen o evde sürdürür, sürdürebilir. Ahlak bir kurallar bütünü değil, insan varlığını sürdürebilme imkânıdır. Halk etme, yaratma kökünden gelir. Ahlakın değerlerini veriler değil, vahiy oluşturur. "Nasıl yaşamalıyım ya da ne yaparsam doğru davranmış olurum, sorusuna verilmiş bir cevaptır ahlak" der Arslan ve şu uyarıyı da yapar: "Unutmayalım ki insanın temel ihtiyaçlarından her insanın kendisini ve diğer insanların birbirine karşı sorumlu olduğu ya da sorumluluk duygusuyla yaşadığı bir durumdan buraya geldik. Temel ihtiyaçların karşılanmadığı bir toplumda fazla ahlakçı olma hakkımız yok."

Arslan'ın kanaatine göre İslâm ahlakı çerçevesinde anlamın kaynağı insan aklı olamaz, toplum da olamaz. Biz Müslümanlar için anlamın kaynağı vahiydir. Anlam aranacaksa vahiyde aranmalıdır evvela. Güzellik, iyilik, doğruluk ve adalet İslâm'da içkindir. İslâm adaleti ahlakla içkindir. İslâm açısından bir şey iyiyse aynı zamanda güzeldir, doğrudur ve adildir. Bütün bunlar birbirinden ayrıştırılması mümkün olmayan şeylerdir: "Bugün bizim hayatımızda güzel olarak, iyi olarak ve doğru olarak kabul ettiklerimiz bizim hakikatimizden kopuk şeylerdir. Bunu bütünüyle günümüzün sanat anlayışında bulmamız mümkün. Sanat İslâm'ın hakikat telakkisinden kopuk bir şekilde tanımlandığı için Müslümanların bugün sanat peşinde koşarken, aslında kendi hakikatlerinden kopuk bir sanat anlayışını, sanat olarak içselleştirip yapmakta olduklarını görüyoruz."

Hicretin neden gerçekleştiği ve nelere vesile olduğu konusunda çarpıcı fikirler ortaya koyuyor Arslan. Bu fikirler yeni okumalar yapmak için gayet sağlıklı bir itici güç oluşturuyor. Mesela kent meselesi hicret dahilinde düşünüldüğünde neler söylenebilir? Bir kentin olabilmesi için önce toplumun hafızasının olması gerekir. Bu hafıza kentin kuruluşunda çok hassas bir rol oynar. Ancak her şeyden önce din, kurucudur. Arslan'a göre medeniyeti kuran tek şey dindir. Her medeniyet din eksenlidir ve özünü dinden alır. Deforme olmuş olsa da sekülerleşse de din, medeniyeti inşa eder. Buradan İstanbul'un değişim sürecine baktığımızda dışarıdan gelenlerin değil bizzat içeride yer alanların şehrin dönüşümüne imkân tanıdığını söylenebilir. Ahşap evlerini terk edip Pangaltı ve Osmanbey gibi semtlerde apartmanlara geçenler dışarıdan gelenler değil, ömürlerini İstanbul'da geçirmiş olanlardır. Zira Boğaz'daki kâşaneler de Osmanlı imtiyaz sınıfının Batı'dan kopya ettiği yapılardır. Bugün tarihi dediğimiz yapılar bizim şehir anlayışımızın birer mahsulü değildir.

Alimlerden talebelere dek hicret edilmesini öğütleyen kaynak bize yeni bakış açılarını kazandırmayı, yeni fikirler bulabilmeyi, yeni değerler keşfedebilmeyi sağlar esasında: "Hicret eden insanın zihni berraktır, işin başında ne yaptığını biliyor. Fakat günümüzün nüfus hareketleriyle kente dolan insanın tam tersine zihni alabildiğine karmaşıktır, orada bir berraklık yoktur. Bunun bugün bütün ülkelerde devam ettiğini düşünüyorum. Kendine yabancılaşma, uzaklık, aymazlık, saygısızlık ve aldırmazlığa eşlik eden bir gürültü var. Bununla birlikte bunlar için kestirme bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. İnsanlık bir kriz içinde, sorgulama ve dayanışma olmadan bu krizden çıkmak mümkün değil."

Zamanın ruhuna uymak çağdaş dindarların, muhafazakarların ve hatta tasavvufla meşgul kimselerin bile gerçeği olmuş durumda. Dünya malına, unvanına talip olmak revaçta. Ölüm korkusu ve hatta günah korkusu sebebiyle psikiyatri kliniklerinde haplara muhtaç vaziyette yaşayan nice insanımız var. Hayatın kendisini panteona çevirdiğimizi söylüyor Arslan. Bundan hac ibadeti de payına düşeni alıyor maalesef: "Çok sevdiği dünyayı da kendisi ile beraber götüren insanın Kâbe'ye yaptığı ziyaret -Allahû âlem- günümüzde Hacer'ül Esved'i her zamankinden daha fazla kararmak zorunda bırakmaktadır."

Medeniyet kelimesini Müslümanların bu kadar sık kullanmasına anlam veremeyen Arslan için bu kavram dinden bağımsız bir sosyal var oluşu ifade ediyor. Özgür şehir, sivil toplum gibi başka kavramları da hayatımıza katan medeniyet, projelendirilmiş bir hayattan ibaret. Projelendirilmiş bir hayat ise asla Müslümanca yaşanamaz çünkü böyle bir hayatta Tanrı hesaba katılmaz. Böylece "inşallah" demeyecek ve demeyi unutacak insan da şüphe yok ki kendisine paranoyadan paranoyalar seçecek (Murat Menteş'in Seksapel Seksen Papel şiirine de bir selam gönderelim bu vesileyle).

Kitabın son sayfaları, güzellik nazariyesi ve modern dönemde sanatın amacına dair önemli meseleler barındırıyor. Abdurrahman Arslan'a göre günümüzün sanat anlayışı daha çok taklide dayanıyor. Bu durum özellikle sanat ürünü ortaya koyma çabasındaki Müslümanlarda İslâmi sanat gibi çok absürt bir ortamı kuruyor, bu ortam da taklitten ileriye gitmeyen ürünlerin modaya dönüşmesine fırsat tanıyor. Ev dekorasyonundan şahsi aksesuarlarımıza kadar her yerde gördüğümüz harfler bunun küçük bir örneği: "Soyut bir resmin içine 'Elif' ya da 'Mim' harflerini yerleştirdiğinizde o İslâm'a ait bir sanat eseri olmaz; yani bu harfler onu İslâmî kılmaz. Bu sadece ilkellik, görgüsüzlük ve taklit olur."

Modern muhayyilenin sanatı bağımsız bir alan, hakikat arayıcısı ve özgürleştirici olarak değerlendirmiş olması bizde de geniş çapta yankısını buluyor. Batı düşüncesine göre sanat; aydınlatan, bilgilendiren ve dolayısıyla anlam kaynağı olan bir yerde bulunuyor. Oysa bizim telakkimizde sanatın böyle bir anlamı yoktur: "Müslümanın hakikati arama gibi bir niyet ve çabası hiçbir zaman olmamıştır ve olamaz da, zira İslâm'da hakikat aranarak bulunacak bir şey değildir, tersine hakikat Müslümana verilmiştir. Müslüman da bu verili hakikatten hareketle dünyayı anlamlandırır. İkinci husus da bizim için anlam kaynağı dindir, bunun haricinde bir anlam kaynağı kabul edemeyiz. Bu yüzden sanat eseri bize ait anlamı bizim ahlak ve ilkelerimize göre yansıttığında belki sanat eseri sayılabilir. Ama bizzat kendi başına bir anlam kaynağı olma iddiasında bulunamaz... Bizim sanat telakkimizde "güzel" olanın görevi, insana yaratmanın güzelliğini ve onda içkin olan yaratıcının adaletini hatırlatmaktır."

Zaman Dışı Konuşmalar, zamana uymayı umursamayan ve daima hesap zamanını hatırlatan bir bilincin, aynı dertleri yüklenmeye hazır gönüllere hitabı olarak okunabilir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder