24 Mayıs 2021 Pazartesi

Peygamber'in tevazuundan bahsediyorlar ama her şeyi "büyük" düşünüyorlar

Kitap Dergisi, Bilgi Hikmet, Gelecek, İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Rıhle, Özgün Düşünce, Bilge Adamlar, Nida ve Umran dergilerinde yayımlanan yazılarını ve mülakatlarını göz önüne alırsak, Abdurrahman Arslan için mütedeyyin (muhafazakâr değil) camianın en esaslı düşünürlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Sosyoloji ihtisası yapmış olan Arslan'ın ağırlıklı olarak çalışma alanlarını sosyal teori, modernlik, devlet, iktidar, akıl, sekülarizm, postmodernizm ve İslâm dünyasındaki dönüşüm süreçleri oluşturuyor. 2000 yılında İletişim Yayınları'ndan neşredilen Modern Dünyada Müslümanlar kitabı Ekim 2017'te 9. baskısını yapmıştı. Bu durum kitabın hâlâ kuvvetini koruduğunu gösteriyor ki söz konusu alanlarda çalışmalar yapan kimseler için el'an istifade edilmesi 'zorunlu' görülebilecek eserlerden biridir. Diğeri için de İsmet Özel'in Üç Mesele’sini söylemek elzemdir...

Okuyucu için güzel bir gelişme olarak Beyan Yayınları 2016 biterken Abdurrahman Arslan'ın üç kitabını neşretti: Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak ve Nehri Geçerken. Kitapların hepsi Arslan'ın mülakatlarından oluşuyor. Okuyucunun ilgili düşünce çemberi etrafında rahatça gezebilmesi için bu tip mülakat kitapları çok 'kullanışlı' olabiliyor. Öte yandan mevzuların derinliğine inebilmek ve yeni okumalar yapabilmek için de mülakatlar oldukça zengin. Son 200 yıllık hayatımızda İslâmcılık, muhafazakârlık, dönüşüm, modernleşme gibi kavramların görünmeyen taraflarını görmek ve üzerine farklı düşünceler geliştirmek için Abdurrahman Arslan'ın cevapları üzerinden yeni yollar keşfedilebilir. Sözü daha fazla uzatmadan, Asım Öz'ün hazırladığı ve Ekim 2016'ta neşrolunan Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm'den söz açalım.

278 sayfalık kitap, söyleşiler ve soruşturmalar olarak iki bölüme ayrılıyor. Abdurrahman Arslan, söyleşilerinde yaşadığımız zihinsel travmaları, 28 Şubat ve sonrasını, İslâm'ın bir cemaat dini olduğunu, Kemalizm’in tıkanması karşısında dindarların tuttuğu safı, dinin devletleşmesini, Ortadoğu’daki zalimlikle beraber Arap Baharı ve demokrasiyi, kapitalizm neticesinde hali pürmelalimizi, medrese geleneğinin yeniden ihya edilmesi ihtiyacını, özgürlük ve hak arayışlarındaki çıkmazları, Müslümanların adaleti dillendirmesi gerektiğini, modernliği, kenti ve mahremiyeti yorumluyor.

Evvela "medeniyet" kelimesinin tam karşısında duran bir adam olarak tanımlayabiliriz Abdurrahman Arslan'ı. Medeniyet'ten bahsedildiği an İslâm'dan çıkıldığını, medeniyetin İslâmî bir terim olamayacağını, modernlik dediğimiz mefhumla medeniyet arasındaki ilişkinin zihinlerimizde ve bilgimizde bir kırılma yaşattığını şöyle ifade ediyor: "İslâm'ın medeniyet şeklinde kavramsallaştırılamayacağına inanmaktayım. Başka bir ifadeyle, modern düşüncenin kavramsallaştırdığı 'medeniyet' sözcüğünün muhtevasının İslâm tarafından kabulü mümkün değildir. Buna çoğu kimsenin itiraz edeceğini biliyorum. Zira burada unutulmaması gereken önemli bir nokta bulunmakta; 'medeniyet'in karşıtı 'barbarlık' olarak tanımlandığından, medeniyet kavramına getirilecek herhangi bir eleştiri, barbarlığın lehine olarak anlaşılmaktadır. Mesele medeniyet ve barbarlık gibi iki kutuplu bir düzleme oturtulmuş olduğundan zihinler bu çemberin dışına çıkmakta zorlanmaktadır. Bir kere medeniyet kavramı her şeyden önce ve fazlasıyla Batı merkezli bir muhtevaya sahip değer yüklü bir kavramsallaştırmadır. Üstelik kendi muhtevası içinde Batılı insanın kendi dinî/kültürel/tarihsel tecrübesiyle doldurulmuştur. Kavram kendi içinde barbarlıktan kurtuluşu içeren bir anlayış taşımaktadır. Dolayısı ile kavram öncelikle 'ilerleme' düşüncesi üzerine inşa edilmiştir. Hâlbuki İslâm cahiliyeden bir kurtuluş olma özelliği taşır, barbarlıktan değil."

Türkiye'nin gerçek ve güçlü bir sola, sosyal demokrasiye ihtiyacı olduğunu vurguluyor yazar. CHP'nin işinin bittiğini, dönüştürmenin dahi mümkün olmadığını söylüyor. Adaletin hem dilimizde sık sık yer almasını hem de iktidarla beraber topluma da hatırlatılması gerektiğini, bunu yapacak partilere ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Müslümanların adalet kavramını ne topluma ne de iktidara hatırlatmamasının büyük bir ayıbımız olduğunu yazarken de meseleyi şöyle açıyor: "Müslümanların karmaşık süreçlerde edindikleri yeni zihin dünyasının, İslâm'ın kurmak istediği zihin dünyasından ciddi şekilde bir ayrılmaya ve kopuşa işaret ettiğini düşünüyorum. Biz, Müslümanlar dünyaya gerektiği kadar Müslümanca bakamıyoruz. Çünkü Müslüman olmakla dünyaya Müslümanca bakmak arasında fark vardır. Bu bilinç halinin düzeltilmesi gerekir. Günümüz dünyasında haramlar yaklaştırılıp helaller uzaklaştırılmıştır. Böyle bir durumda Müslümanların değerlerinin iç dünyaları çoraklaşmaktadır. Bu özgürlük, birçok şeyin mahiyetini başkalaştırıyor. Tabir caizse çoğu şeyin anlam dünyası farklılaşıyor. Bundan dolayı her şey anlamını yitiriyor."

Evlerimizin birer yuva olmaktan çıkıp konutlara dönüşmesiyle birlikte ailenin birçok özelliğini yitirdiğini, burada bilhassa Müslüman annelere büyük bir iş düştüğünü söylüyor Abdurrahman Arslan. Aliya İzzetbegoviç'in "Babam da dindardı, namaz kılıyordu fakat ben dindarlığımı annemden aldım" sözünü hatırlatarak; sabah namazına kalktığında çocuklarını da namaza kaldıran, evde harama ve helale keskin çizgilerle dikkat eden, çocuklarına İslâm'ı aktaran bir tip olarak Müslüman anneyi tarif ediyor. "Erkek bence her zaman ailenin misafiridir, kadının misafiridir. Kadının rahminde erkek misafirdir, yatağında misafirdir ve evinde misafirdir. Ev kadına aittir." diyerek Müslüman kadınların çocuklarını tam bir Müslüman gibi yetiştirmede üstün role sahip olduklarının üzerinde duruyor.

Müslümanların bir an evvel devlet kavramı üzerine eğilmelerinin topluma sıhhat kazandıracağını ilginç örneklerle anlatan Arslan, "Hem Foucault'yu hem de Marksist bazı kaynakları okumalarında fayda var" diyerek, devletin son dönemde aile üzerinde ciddi bir baskı kurmasının, aileye müdahale etmesinin çok büyük bir tehlike olduğunu belirtiyor: "Devlet ilk defa dindar insan yetiştirme adına doğrudan doğruya aileye müdahale ediyor. Uzun zamandan beri devlet aileye din adına, dindarlık adına müdahale etmektedir. Ben hiçbir şekilde bunu kabul etmiyorum. Kimin ailesi olursa olsun, Müslüman olsun olmasın aileye devletin müdahalesi kabul edilir bir şey değil. Çünkü İslâm bunu kabul etmiyor. Bunu bilmekte fayda var. Dindarlık bizim hoşumuza gidebilir ama Müslüman ailenin görevi dindar çocuk yetiştirmektir, devletin değil."

Üniversitelerde okuyup mimar ve mühendis diye ortada gezen fakat başkalarının yaptığı planları olduğu gibi taklit eden, sonra da "Müslüman mimar" unvanıyla geçinenlerin, toplumda ciddi zihin kaymalarına sebep verdiğini uzun uzadıya anlatan Abdurrahman Arslan, Müslüman şehri diye bir şeyin artık kalmadığını, Müslümanların dahi artık balkonlu apartmanlara koştuğunu beyan ediyor.

Şehir üzerinde düşünülmemesinin yanında her yapının bir felsefesinin olduğunun unutulmasının da özellikle ileride Müslüman gençler için büyük toplumsal, ruhsal sorunlara yol açacağını anlatıyor. Bu kısım oldukça önemli, okuyalım: "Mahremiyet bir değerdir. Kız ve erkek çocuklarını aynı odada yatıramamanın getirdiği şeyler vardır. Kapitalizm bütün bunları hiçe sayarak kenti kuruyor. Şu anda bu işimize geliyor. Niye derseniz, şu anda ekonomiyi canlı tutan nedir? Konut sektörüdür. Yağmalanan bir yerle karşı karşıyayız, görmüyor musunuz? Yirmi yıl önce rastlamadığımız gökdelenlerle doldu ülke. Niye insanlar bina ile zinanın çok olduğu kıyamet üzerine hadisler okuyorlar? Bu bir kader midir? Kaderse eğer, Müslümanların elinde tecellî etmemeliydi. Gökdelen dikmek gerçekten de İslâm'a uygun bir şey değildi. Ama kanaatime göre, Müslüman zihin rahatsızdır. Peygamber'in tevazuundan bahsediyorlar ama her şeyi ‘büyük’ düşünüyorlar. Türkiye'de ne kadar görkemli bir şey tasarlarsanız, bunu marifet sayıyorsunuz. Zaten Türkiye'de yıkım, şehirlerin yıkımı Demokrat Parti ile başlamıştı. Dolayısıyla muhafazakâr kesim kendisinin bu haliyle ne kadar yıkıcı bir etki yaptığını, yani ne kadar da çok Amerika öyle olmadığı halde Amerikanvari düşündüğünün bence artık farkına varmalıdır."

Büyük şairin "Be hey Yunus sana söyleme derler / ya ben öleyim mi söylemeyince" dizelerini hatırlatan bir tavrı, duruşu ve üslubu var Abdurrahman Arslan'ın. Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm'ün sayfaları boyunca hiçbir soruya kaçak göçek cevap vermediği gibi esasen 'tam yerine rast gelen' ifadeleriyle, kendisiyle aynı fikre sahip okuyucuların yüreğine su serpiyor. Günümüzde Müslüman camiayı böylesine Müslümanca eleştiren şahsiyetlerin azlığıdır belki de bizim zihnimizdeki ölü olma hâli. Üstelik ölmeden evvel ölme değil bizimkisi, bariz yaşarken ölme.

Bozulan, bozulmuş zihniyetlerin yaşattıklarını yazarın dilinden dinlemeye devam edelim: "Bugün bütün sarsıntılar içinde kendine göre şekil bulmuş Müslüman zihniyetinden artık korkuyorum. Bence bu zihniyet başta İslâm'ı sonra da Müslümanları tehdit ediyor. Çünkü bu zihin yaşadığı sarsıntının farkında değil. Ciddi şekilde İslâm'dan kopmuş, İslâmî kaygıları ertelemiş bir zihindir. Eğer bu böyle olmasaydı insanlar ahlakî kaygıları öne çıkartır, belki de TOKİ gibi gökdelenler yapmayı düşünmezdi. Ben bu zihniyetten korkuyorum. Bu zihniyet Anadolu'da hiç toprak ihtiyacı olmadığı hâlde gökdelen dikiyor. Ya da Suudi Arabistan'da ya da Malezya'da... Bu genelde yaşadığımız bir sıkıntıdır. Ondan dolayı da ne derseniz deyin, 'Batı karşısındaki aşağılık duygusu' deyin, 'büyüklük duygusu' deyin, bu İslâm dünyasında genel bir hastalıktır bence. Ben hicap duyarım, Kâbe'nin üstüne çıkacak bir ev nasıl olabilir? Orada nasıl bir devremülk alabilirim? Bu, hayâya, edebe her şeye aykırıdır."

İslâm adına önce İslâm'ı sonra da Müslümanları tehdit eden fakat bunun hiç de farkında olunmayan zihniyetin özellikle camilerde Diyanet’in hutbelerini dinletmekten, camilere güvenlik görevlileri sokmaktan, özellikle büyük camileri belirli gruplara, cemaatlere yakın olan imamları atamaktan ve hatta en önemlisi olarak cami yapmaktan vazgeçmesi gerekiyor Arslan'a göre. "İslâm'da camiyi devlet yapmaz; cemaat yapar, korur, bakar, geliştirir" anlayışının fıkha dayandığını ve asırlarca böyle sürdüğünü, ne zaman ki cemaatin gücü yetmez ise devletin o zaman baston görevi görebileceğini anlıyoruz soruların cevaplarından. "Caminin giderlerini kim ödeyecek?" sorusuna verdiği cevap ise oldukça basit ve nettir: "Cemaat, biz, hepimiz."

Bugün bir Müslüman, Sultanahmet Camii'ne girerken turist muamelesi görmekten hicap duymuyorsa vicdanını biraz yoklamalı, belki de Müslüman duruşunu gözden geçirmelidir hiç şüphesiz. Bu, yavaş yavaş camileri 'ibadet yeri' olmaktan, tefekkür yeri olmaktan da çıkarıyor. "İstanbul'un iki dindar semti vardı: Üsküdar ve Fatih. 40 senedir Fatih'te kalıyorum, bitirdiler buranın iç dünyasını" diyor Abdurrahman Arslan. Sahiden, iç dünyası yaşayan bir semt kaldı mı İstanbul'da? Yoksa iç dünyayı terk edip başka dünyaları taklit etmek de birer 'ihtiyaç' mıydı?

Abdurrahman Arslan'ın bazı mülakatlarında gençlere tavsiyeleri de var. Namaz kılmalarını, ahlaklı davranmalarını istiyor: "Müslüman olmanın bir bedeli var. Müslüman olmak her zaman para kazanmak, iyi bir mevki elde etmek, hayat standardını yükseltmek değildir. Müslümanlar İslâm'ı böyle anladılar. Son 30-40 yıl içinde Müslümanların anladığı bu. Müslüman olmak bugün risktir. Bu riski göze almalıyız. Risk derken eğer harama dikkat ediyorsanız, o zaman demek ki helalden az pay alacaksınız. O anlamda diyorum risktir. Bu çok güzel bir risktir. Avantajsız risktir. Sizi haramdan ve öbür dünyadaki cehennemden korur. Bundan daha güzel bir avantaj olabilir mi? Ama siz bugün diyebilir misiniz uygunsuzluğun, hırsızlığın olmadığı bir belediye var?"

İdareye ve halka ayrı ayrı eleştirileri var yazarın. Düşüncelerinde İslâmî kaygılarını üstün tutuyor. Bakış açısının temelinde Müslümanca yaşamak ve olana bitene Müslümanca bakmak, bakabilmek var. Bunun için gencinden yaşlısına herkesin bir bilince sahip olmasına, estetik ve ahlâkî değerleri gözetmesine imkân tanınmasını istiyor. Bu nasıl olabilir? Vicdan sahibi olan bir insanın, bu vicdandan ayrı nefes bile almaması gerektiğini bilerek. Okuyalım: "Müslümanların bir kısmı, yüzde yirmisini tenzih ederek söylüyorum, utanmayı unuttu. Bir yerde ihale kapayım falan. Köylü olarak, fakirlikte mi yaşayacağız? Evet. İnsanların temel ihtiyaçları vardır. Cemaat olsaydık, evi olmayan birine ev temin edebilirdik. Ama yardımlaşma yok. Gittik banka kredileri aldık. İnsanların temel ihtiyaçları tamamlandıktan sonra Müslümanca iyi davranma hakkımız vardır. Bir adam çocuğuna ekmek götüremiyorsa ‘hırsızlık yapma’ diyemezsin. Eğer götürüyorsa da yakasına yapışmalısın. İnsanlar gidip derviş gibi yaşasın demiyorum ama Müslümanların bu kadar dünya malı peşinde koşmasını anlamakta zorluk çekiyorum. Bunun bir ölçüsünün olması lâzım."

Kitabın ikinci bölümünü dolduran soruşturmalarında ise tercümeler, yayın dünyası, yoksulluk, yardım ve Müslümanlık, muhafazakârlık ve İslamcılık gibi konular yer alıyor. Özellikle "İslâmcılık nefsi müdafaadır" başlıklı soruşturma oldukça önemli. İslâmcılığı 1960'lara kadar ve 1960'lardan sonra olarak iki devire ayırıyor Abdurrahman Arslan. İlk devirde İslâmcılığa âlimler liderlik ederken ikincide mühendisler liderlik saflarını 'sıkıca' tutuyorlar ona göre. İlk devirde rantçılığın r'si bile yokken ikinci devirde rant, proje, ihale başı çekiyor. Dolayısıyla artık gerçek bir İslâmcılıktan bahsetmek de mümkün olmuyor. Abdurrahman Arslan'ın özellikle ikinci devir hakkındaki kritik yorumları şöyle: "Kanaatime göre İslâmcılığı müthiş şekilde cazip hâle getiren, fakat aynı zamanda da onun en büyük zaafını teşkil eden şey, siyasete en ön sırada yer vermesidir. Yani iktidara yaptığı sürekli vurgu ve taleptir. Öncelik anlamında başlangıçta İslâmcılığın böyle bir meselesi olduğu söylenemez. İslâmcılığı kısmen de olsa tanımlamaya, ama aynı zamanda da onda ciddi şekilde hedef sapmasına sebep olan bir hususun kanaatime göre en önemli sebebi hilafetin ilgası olmuştur. Hilafetin kaldırılmasıyla beraber kendilerini açıkta kalmış hisseden Müslümanlar için bu defa devlet ve siyaset öncelikli mesele halini almıştır. İslâm inanç olarak da, hayat tarzı olarak da, siyaset olarak da kendi kabının haricindeki başka bir kaba sığmaz."

Kitabın ismi, tüm içerikle olduğu kadar yaşadığımız son 200 yılın da özeti gibi. Bir sualle bitirmek isterim: Kıblemizi kaybedince mi dönüştük yoksa dönüşünce mi kıblemizi kaybettik?

Allah'tan hakkımızda her zaman hayırlı olanı vermesini temenni ederim.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 yorum: