5 Mayıs 2021 Çarşamba

Tasavvuf tarihine içeriden ve dışarıdan bir bakış

Mahmud Erol Kılıç hoca, 8 Ocak 2017 tarihli köşe yazısına "Din adamı modelimiz Yunus Emre olsaydı" başlığı atmış, oldukça önemli bir meseleyi hem düşünerek hem de sorarak gündeme getirmeye çalışmıştı. Elbette böyle 'şeyler' bu memlekette sadece 'bazıları'nın gündemi olabildi. Çünkü tasavvuf merkeze konarak ihsan, irfan, nefsle mücadele, batın ilmî gibi kavramlar insanların hayatlarından uzaklaştırıldı, metafiziksiz bir fizik benimsendi ve merhum Ömer Lütfi Mete'nin kitabına verdiği isim gibi ortaya bir Allah'sız Müslümanlık çıkıverdi. Mahmud Erol hoca, gelişen bu tip Müslümanlığa dair yazısından kritik bir meseleye işaret etmiş, varılacak hedefin hakikat olduğunu söylemiş, bütün diğer ilimlerin, çabaların ve gayretlerin bu kutsal hedefe doğru konumlanması gerektiğini belirtmişti. İbrâhîm Hâs Halvetî'nin Tezkiretü’l-Hâs'ına göre medreseden geçmiş bir âlim olduğu bilgisine eriştiğimiz Yunus Emre'nin "Şeriat, tarikat yoldur varana / hakikat, marifet andan içeru" dizelerini şöyle açıklamıştı: "Demek ki ilk iki mertebe bu son iki mertebe için vardırlar. Yani bizatihi varoluşları yoktur. Kendileri için var değillerdir. Ancak son ikisi varsa onlar da vardır. Onlar yoksa bunların var oluşları perdelerden bir perde, engellerden bir engel olmaya başlarlar ve akış durur, pıhtılaşma başlar."

İşte bu cümleler, tasavvufun bu çağda nasıl anlaşıldığı, nasıl yaşandığı, yani günümüz için ne söylediği konusunda yeni gözlemlere, yorumlara ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Çünkü bir pıhtılaşma var ve durum 'yoğun bakım'ı çağrıştırıyor. Özellikle batılı yazarların tasavvufa dair araştırmaları bize kendi zenginliğimize yeniden dönmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Zira araştırmalar her ne kadar samimi olsa da içinde tasavvufun geçip gittiği, bir rüyaya dönüştüğü ve bir anıt olarak kaldığı türünden yorumlar göze çarpıyor.

Tasavvuf tarihine dair yapılan okumalarda şöyle bir zenginlikle karşılaşırız: içeriden, yani belirli bir tasavvuf yoluna bağlı olanlar yahut muhibler tarafından yazılanlar; dışarıdan, yani akademik araştırmalar niyetiyle bir yola bağlanmadan ve hatta muhib dahi olmadan, eleştirel bir yaklaşımla yazılanlar. Son dönemde bu ikinci ekolü temsil eden isimlerden Alexander Knysh'in yeni bir kitabı dilimize kazandırıldı: Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi. Okuması keyifli, doyurucu bir çalışma. Fakat tıpkı sevgili Kerim Güç'ün takdim yazısında belirttiği gibi, yazara itiraz edilecek çok nokta da barındırıyor. Mühim olan, yazarın saygı duyan bir biçimde meseleye yaklaşması. Knysh de bu konuda gayet edepli diyebiliriz. Şu sözler, yaklaşım niyetini ifade ediyor: "Tasavvuf heybetli bir anıttır: İçten, çoğu zaman yüce mânevi bir ideale, pazarlıksız bir tutkuyla, sözle ve fiille mükemmelleşmeye gayret eden insan yaratıcılığının muhteşem bir anıtı. Tasavvufun sürekliliği bugün, kurucularının ve sayısız müntesiplerinin onu iyi tasarlayıp, inşa ve tahayyül etmiş olduklarını gösteriyor."

Knysh'in bu cümlelerinin içinde bir kelime var ki üzerinde durmak gerekiyor: anıt. Çoğu zaman bir hatırayı devam ettirmek üzere inşa edilen mimarî eseri ifade eden anıtın bir başka anlamı daha var; asırlarca yaşayan ve devam eden kıymetli eser, âbide. Tasavvuf kavramı 8. yüzyıldan bu yana kullanılsa da hemen yüz yıl sonrasında Kelâbâzî'nin tasavvufun temel kaynaklarından biri olarak gösterilen et-Taʿarruf'undaki "Nihayet mana gitti, isim kaldı. Hakikat kayboldu, şekil zuhur etti. Sonuç olarak hakikatı aramak bir süs, onu tasdik etmek bir zinet haline geldi." cümleleri, çok erken bir dönemde sufilere dışarıdan yöneltilen tenkitlere işaret ediyor. Mânevî, derunî, ufkî bir yaşam biçimini temsil eden tasavvuf, gün geçtikçe sadırlardan satırlara, oradan da raflara kaldırılıyor. Toz tutuyor, zamanla da kıymeti aranmıyor, bulunmuyor.

Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi; tasavvufun nasıl ve niçin ortaya çıktığından başlıyor. Tasavvuf isminin nereden geldiğini sorguluyor. İlhâm, tefekkür, Kur'an, hadis, tevil, tefsir, vahdet metafiziği, İbnü'l-Arabî ve Necmeddîn Kübrâ okulu, New Age çağına yönelik eski konular ve iddialar başlığıyla geçmişten günümüze ekolleri analiz ediyor. Son derece tartışmaya açık bir konu olarak sûfî düşüncedeki Helenistik maya ile sûfî psikolojisinin öncülerini gündeme getiriyor. Özellikle tasavvufa dışarıdan bakanlar için hep merak edilen âdab, mecaz yoluyla anlatım, mürşid-mürid ilişkisi, çilecilik, çöküş tezi gibi konulara değinirken, son dönemdeki sûfî-selefî çatışmasının ardında yatan sebepleri de özellikle Dağıstan'daki tarikatların tarihî rolleri üzerinden değerlendiriyor. Kitabın özellikle bu bölümü takdire şayan. Hem güncel siyaseti hem de Nakşîbendiliğin Dağıstan kolunun gelişim serüvenine dair Alexander Knysh'in hakimiyeti, buraya özel olarak eğildiğini gösteriyor. Meseleye şu açıdan da bakmalı: tasavvufunun başına da sonuna da mistisizm konunca, ortaya pasif, çileci bir anlayış çıkıyor. Halbuki 20. yüzyıl Dağıstan'ında da, bin yıl önce de bir çok sûfî hak ve hakikat için savaşmış, bunu telkin ettiği için de başına gelmedik iş kalmamıştır.

Başta İbnü'l-Arabî olmak üzere, Kuşeyrî, Sühreverdî, Sülemî, Serrâc, KâşânîGazzâlî, İsmâil Hakkı Bursevî’gibi tasavvuf düşüncesinin yıldızlarından ve onların kaynaklarından yararlanırken, Nâzım Kıbrısî ve Muzaffer Ozak gibi 21. yüzyılın önemli şeyhlerine de değiniyor ve hatta 2012'de bir kadın intihar eylemcinin patlattığı bomba sonucu vefat eden Çirkeyli Said Efendi'den Şeyh Şamil'e dek Kafkaslardaki tarikat-siyaset ilişkisini de analiz ediyor. Bu zengin birikime ve araştırma gayretine rağmen Alexander Knysh, kendisini William Chittick gibi tasavvuf araştırmacılarından ayırıyor. Çünkü birçok kez dile getirdiği gibi tasavvuf ona göre 'icat edilen' yahut 'tahayyül edilen' bir olgudur. Devasa edebiyatıyla, öğretileriyle, tekkeleriyle, davranış ve tavırlarıyla, çeyizleriyle 'kutsallık' kazanarak varlığını güçlendirmiş, iyi veya kötü niyetli aktörler tarafından bu güçlü varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Tüm bunlara rağmen hakkını vermemiz gerekir ki bilhassa yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren birçok Batılı araştırmacının tasavvufun çökeceğine dair olan inancının boşa çıktığını da gösteriyor Knysh: "İşe bakın ki tasavvuf yeni gerçeklere uyum sağlayarak modern iletişim teknolojileri ve sosyal medya ile canlandı, bugün tekrar yükselişe geçti. Gerçek hayat insanoğlunun inanç ve uygulamalarını gözlemleyen akademisyenler için daha pek çok sürprize gebe, bu yüzden insanın analitik, metodolojik cesaretine ve aşırı özgüvene karşı en iyi çare bir miktar mahcubiyettir."

Yazar, Gazzâlî'nin dünyayı akılcı bir biçimde müşâhede etmekle mutluluğun ve huzurun yakalanamayacağına, zühdî-mistik inanç ve amelin sağladığı bilgi ve basîretin saadet getireceğine olan inancının içeriden ve dışarıdan bakan muhtelif kesimler nezdinde teyit edildiğini söylese de, dışarıdan bakan biri olarak tasavvufu "vaadi uzaktan göz kırparak kendisine çağıran fakat elle tutulamayan, asla gerçekleşmeyecek güzel bir rüyadan ibaret" olarak gördüğünü söyleyerek bitiriyor çalışmasını. Keşke bu kitaba karşılık okunabilecek, özellikle 21. yüzyıldan tasavvufa bakan ve elbette 'içeriden' bir ses çıkıverse. Belki de böyle olunca Alexander Knysh'in bu önemli çalışması daha doğru bir biçimde okunur.

Sûfilerin Tarihine Farklı Bir Bakış Denemesi, tasavvufun içinden gelen ve ona dışarıdan bakan isimleri bir araya getirerek, başlangıçtan günümüze dek sûfîlerin davranış sistemine cesur, özgün bakış açıları sunuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder