mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
mvlt_ltntp sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

30 Ekim 2018 Salı

Bir özgürlük yanılsaması

Yazar-okur etkileşiminin en çetrefilli konularından birisi yazarın anlattığı ile okurun anladığının ne kadar örtüştüğüdür. Eleştirmenler meseleyi üzerinde kuram oluşturmaya kadar götürmüştür. Metnin gerçek anlamını bulmak için eser yazardan bağımsız/soyut ele alınmalıdır demeye varmıştır işin ucu. Konuya bu kadar kesin bakmıyorum fakat okuduğum her kitapta aynı meseleyi düşünürüm. Bu açıdan “şair/yazar burada ne anlatmak istiyor” ‘mottosu’ yüzeysel bir bakıştan başka bir şey ifade etmiyor. Zira yazarla okur arasındaki anlamsal gerilim sonsuz bir uzamdır. Özellikle kurgusal eserlerde bu makasın daha da açıldığını düşünüyorum. Bana göre meselenin temelinde ontolojik bir gerçeklik boy gösteriyor. Yani, yazar-okur arasındaki örtüşmezlik kitaptan evvel insanın doğası gereğidir. Her insanın düşün dünyası farklı şekillenmiştir ve dolayısıyla her insan farklı anlama, algılama düzeylerine sahiptir. Sözün kısası, bu satırları bana yazdıran aşağıdaki kitabın yazarı muhtemelen benim anladığımı anlatmak istememiştir.

Oryantalist literatürün tarihi Haçlı Seferleri’ne kadar dayandırılır. Öncesinde izleri vardır belki ama asıl gücünü ve misyonunu bu dönemde kazanmıştır diyebiliriz. Avrupalı bu seferler sayesinde muhayyelesindeki egzotik/fantastik dünyayı yakından tanıma imkanı bulmuştur. Sonrasında gördüğü bine bin katarak kurguladığı fantezisini Doğu imgesine izafe etmiştir. Gerçeküstü ve heyecan verici anlatılar (metinler) zamanla içerik değiştirmiştir. Yine bir zenginleştirici olarak egzotik/fantastik ögeler bulunur fakat Batı bunların sahibi konumuna yükseltilmiştir. En azından niyet budur. Bilim ve teknikteki yeniliklerin Batı’ya sağladığı siyasi ve ekonomik güç kültürel ve sosyal açıdan da güçlü olduğu ön kabulünü doğurmuştur. Manipülasyon, propaganda ya da retorik… İsmine ne denirse densin işe yaramıştır. Batı kurguladığı fantastik dünyanın efendisi olmuştur. Bir sonraki aşama oryantalizme maruz kalmış toplumlarda aynı bakış açısını içselleştiren insanların ortaya çıkmasıdır. Süreç içerisinde bu da gerçekleşmiştir. Artık Batı kurtuluşun menzilidir. İlerlemek, güç sahibi olmak, yüksek refah seviyesinde yaşamak için Batı’nın izlediği yolu izlemek zorunluluktur. Batılı gibi düşünmeli, Batılı gibi yaşanmalı, Batılı gibi olunmalıdır.

Oryantalizmin köşe taşları diyebileceğimiz yazarların metinleri Batı’yı cilalayıp yüceltirken Doğu’yu ötekileştirerek hakir gören söylemi güçlü vurgularla öne çıkarır. Amaç bellidir ve zaten onlar da ne kimliklerinde ne de ürettileri metinlerde bunu gizlerler. Bu kulvarda olmayan bazı yazarların insani değerler ve hümanizm bağlamında yazdıkları da ister istemez benzer kalıba girer ve aynı amaca hizmet eder. Zira Batı’nın bağrından neşvünema eden her düşünce aynı paradigma içinde şekillenir, gelişir ve kalır. Lamia Berrada-Berca’nın yazdığı Kant ve Kırmızı Elbise de kulvar dışında bulunup kulvara katkı sunan cinsten. Maya Kitap etiketli yüz kırk dört sayfalık eserin çevirisi Mine Karataş tarafından yapılmış. Hakkında verilen bilgilendirme yazısında Lamia Berrada-Berca’nın sadece genetik olarak değil kültürel olarak da melez olduğunu öğreniyoruz. Yazarın melezliği öyle iki uluslu da değil üstelik. Kendisine Afrikalı, Ortadoğulu ve Avrupalı genlerinin buluştuğu bir havuz denilebilir. Tam tersini beklemek daha makul geliyor ama yazarın melezliği metne Avrupa merkezciliği motifleriyle sirayet etmiş.

Romanın başkarakteri Afrikalı Müslüman bir göçmen kadındır. Kocası ve bir kızıyla birlikte Fransa’da yaşamaktadır. Fransızca bilmemesi zaten içe kapanık olan kadını iletişim konusunda daha da zora sokmaktadır. Diğer yandan aynı dili konuştuğu kocasıyla da iletişim problemi yaşaması kültürel sorunların bir yansıma olarak okunabilir. Doğduğu toplumda kendisine aktarılan anlayışa göre “Bir kadın, kendi cinsinin en büyük günahının erkekleri baştan çıkarmak olduğunu daima aklında tutmalıydı.”. O, kadının hiç bir etkisinin olmadığı erkek egemen bir kültürde doğmuştur ve bu pasiflik burada da kendini göstermektedir. Kızının annesi hakındaki şu düşünceleri bu durumu özetliyor: “İnsanlar annemin bir birey olmasını görmezden geliyor, ona bir hiçmiş gibi bakıyorlar. Çehresi olmayan olmayan birinin nasıl bir birey olabileceğini anlamıyorlar.”. Burada vurgulanan en önemli şeylerden biri kadının çarşaflı oluşudur. Yazar metin boyunca olumsuzlaştırarak kullandığı çarşafı Aydınlanma’nın önünde bir engel olarak görmektedir. “Kara peçeyi yüzüne geçirdiği andan itibaren, bedenini açığa çıkarılması güç bir sırra” hapseden “genç kadın artık görünür olmak istemektedir.”. Çarşaf onu gizlemekte, pasifleştirmekte, hayata katılmaktan alıkoymaktadır. Kısacası kadının içinde doğduğu kültürde içselleştirdiği toplumsal cinsiyetçi anlayış bu yabancı ülkede de peşini bırakmamıştır. Yazarın kaba ve cahil olarak tanımladığı koca için erkek çocuklarının olmaması büyük bir sorundur. Sorunun tüm yükü de suçu da kadının omuzlarındadır: “Karısına öfkeyle bağırmaya başladı: ‘Bana sadece bir kız çocuğu verdin! Şimdi de gelmiş erkek çocuğu vermeyi reddediyorsun!’”. Kadın bu anlayış yüzünden kızı için de tedirgin olmaktadır. Bu anlamda kendi bahtsızlığını kızına daha sevecen yaklaşarak rehabilite etmeye çalışmakta, kocasından gizlediği şeyleri kızıyla paylaşmaktadır. Örneğin Kant’ın kitabı ve satın aldığı kırmızı elbise kızıyla arasında sırdır.

Romanda kurgulanan tiplerde oryantalist bakış açısının yansımaları mevcut. Otoriter, özgürlüğü kısıtlayan, güven vermeyen, kadını önemsemeyen, cahil, bencil, kaba bir erkek ve görmezden gelinen, haksızlığa uğrayan, sessiz kalan, cinsel obje olarak görülen bir kadın. Diğer taraftan kadının karşılaştığı Fransızlar olumlu özelliklere sahiptir. Güler yüzlü, iyi niyetli, nazik, hümanist, aklı kullanmaya önem veren insanlardır. Kadının toplum içinde yaşadığı tedirginlik/rahatsızlık kendinden kaynaklanmaktadır. Başta giyim şekli olmak üzere bir çok açıdan farklılığı bunun başlıca nedenidir.

Kocasının gölgesinde silik hâlde yaşayan kadının hayatı karşı komşularının kapısı önünde bulduğu bir kitapla değişmeye başlar. Kitap, Immanuel Kant’ın (1724-1804) "Aydınlanma Nedir?" adlı eseridir. Okuma bilmeyen kadın kocasından korkuyla sakladığı kitabı kızının öğretmenine götürerek merakını gidermeye çalışır. Aynı dili bilmemeleri iletişim kurmalarına engel olmuştur. Yetersiz de olsa kızının öğrendiği Fransızca sayesinde kitabı okumaya başlamışlardır: “‘Separe aude.’ Aklını kullanma cesaretini göster! Bu söz şimdi Aydanlanma’nın parolası olmaktadır.”. Akla yapılan vurgu kadının bakış açısını değiştirmiştir. Bir birey olarak var olmayı, kabul edilmeyi, önemsenmeyi arzulamaktadır. Aydınlanma düşüncesi ekseninde gelişen hikâyeye kadının bir mağazada görüp hayran kaldığı kırmızı bir elbise eşlik ediyor. Kadın elbiseyi çok beğenmiştir fakat almış olsa bile giyebilme ihtimali bulunmamaktadır. Sadece evde, kapalı kapılar ardında giyebilecektir. Ona da kocası izin verirse. Yazar analoji yaparak dekolteli kırmızı elbiseyi özgürleşmenin simgesi olarak kullanıyor. Özgürlüğe ulaşmak içinse aklın harekete geçirilmesi gerektiği mesajını Immanuel Kant üzerinden veriyor. Kendi kültürüyle büyük bir çatışma yaşayan kadının giderek değiştiği (yazara göre aydınlandığı) görülüyor. O eski ürken, korkan, çekinen kadının yerine cesur, aklını kullanan, kararlı birisi geliyor. İçinde yaşamaya başladığı kültürün özelliklerini benimsemeye başlayan kadına hediye olarak gelen ‘Kutsal Kitap’ ve yanında gelen mektuptaki Hıristiyanlık güzellemesi meselenin özeti oluyor. Oysa Aydınlanma, Hıristiyanlık’a karşı aklı temel alarak başlatılan bir harekettir. Sanırım yazar hümanizm adına burayı atlıyor.

Romanda gözlemci ve tanrısal konumlandırılmış ‘o’ anlatım tekniği bir arada kullanılmış. Yazar, bir gözlemci gibi aktarıyor lakin olaylardan düşüncelere kadar her şeyi biliyor ve yönlendiriyor. Bunun dışında leitmotive ya da iç monolog gibi yöntemlere bolca yer verilmiş. Kant, Aydınlanma, çarşaf, kırmızı gibi kelimeler leitmotive’e örnek olarak verilebilir. Ayrıca sembolizmden de oldukça fazla yararlanıldığı görülüyor. Özellikle kırmızı rengiyle özel bir anlam dünyası oluşturulmuş. İç monoloğun kullanılması az da olsa romana psikolojik düzey katmış.

Olay hikâyesinden ziyade durum hikâyesi şeklinde kurgulanan romandaki akış kısa kısa kesitlerden oluşuyor. Modern dönemde geçmiş olsa da kesin bir zamansal düzlemden bahsedilemez. Mekan olarak ise yazarın yaşadığı Fransa seçilmiş. Roman karakterleri özenle kurgulanmış. İnsani değerlerden uzak Müslüman bir koca, birey olmaya çalışan Müslüman bir kadın, kadına yardımcı olmaya çalışan öğretmen, kırmızı elbisenin satıldığı mağaza çalışanı ve kadının dönüşümündeki en önemli faktör kocasının zıttı özelliklere sahip erkek komşu…

Kitabın sonunda bazı Aydınlanma dönemi düşünürlerinin eserlerinden alıntılar bulunuyor. Din, akıl, insan, kadın konuları hakkındaki yazılar dönemin konulara bakışını yansıtıyor diyebiliriz.

Her ne kadar kapaktaki tanıtım yazısında “Paris’te yaşayan göçmen bir kadının özgürlük mücadelesi” denilse de Kant ve Kırmızı Elbise kitabı günümüz oryantalist bakış açısının tüm özelliklerini taşıyor. Bir yandan kültür ve din konularında Batı’nın bilinçaltını açığa çıkıyor. Diğer yandan da insani değerleri önemsemeyen kültürlerde ıslah edilmesi gereken yanların olduğu görülüyor. Bu bağlamda din anlayışı, kadın-erkek ilişkileri ve kültür eleştirisi konularında yazarın haklı olduğu konuların olduğu su götürmez bir gerçek. Fakat diğer taraftan metne göre özgürlüğün yolu asimilasyondan geçiyor. Ötekileştirilen birey kendine yabancılaştırılarak uyumlu hâle getirilerek sisteme entegre ediliyor. Özgürleşme ile başlayan süreç başka bir bağımlılık ile son buluyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Mart 2018 Cuma

Bir liberalin Kemalizm eleştirisi

Sıradışı bir karakter olan Fikret Başkaya’nın ufuk açıcı eseri Paradigmanın İflası’nı okuduğumda epeyce şaşırmıştım. Kitap, resmi tarihin sistemi meşrulaştırmak için oluşturulmuş, mitler, hurafeler ve efsanelerden oluştuğunu ortaya koyuyordu. İlkelerini ve icraatlarını sol (ideoloji) üzerinden kurgulayan devlet mekanizmasını solcu birisinin bu kadar sert eleştirmesi alışıldık bir şey değildi. Alışıldık olan, söylemlerini mitlerle bezeyen ‘muhafazakârların’ kuru hamaseti ve kendini solcu diye takdim eden şiddet temelli örgütlenmelerin militanlarınca yapılan ‘saldırılardı’. Daha kötüsü, kanıksanmış olanıydı ki o, bu hezeyanları eleştiri sanmaktı. Sistem eleştirisi ciddi bir iştir fakat bizde bu kültür de gelişmediği için sulandırılır, magazinleştirilir, hamasete ve sığ düşünceye kurban edilir. Oysa Fikret Başkaya eleştirisini belirli bir disiplin çerçevesinde fikir temelli yapıyor ve sistemin açıklarını, çelişkilerini ve ‘yalanlarını’ sol bir tavırla ortaya koyuyordu.

Bir yerden sonra Türkiye’deki sistem eleştirisi üzerine okuma yapmak zül gelse de farklı açılımlar sunma ihtimali olan çalışmaları es geçmemek gerekiyor. Şansımı, Atilla Yayla’nın Liberte Yayınları tarafından yayınlanan Kemalizm adlı yüz on iki sayfalık eseriyle denedim. Liberal Açıdan Bir Tahlil alt başlığını taşıyan kitapta Yayla’nın daha önce farklı yerlerde kamuoyuna sunduğu yedi yazısı bulunuyor. Bu yazılardan gazete yazısı olan üçü haricindeki yazılar oldukça doyurucu diyebilirim. Hatta gazete yazıları olmasa kitap daha makbul olurmuş.

Atilla Yayla’ya göre şiddet ile entelektüellik arasındaki ilişki gibi Kemalizm ile entelektüellik arasındaki ilişki de zıt yönlüdür. Buna göre şiddet ve Kemalizm arasındaki ilişki otomatikman örtüşmektedir. Kemalizm derinliği olmayan şiddet eğilimli bir (ideoloji değil) ideolojimsidir. İdeoloji ve totaliter rejimler bağlamında Kemalizm konjonktürel olarak faşist ve nasyonal sosyalist yapılarda benzeşmektedir. Bu benzeşim Kemalizm’in demokrasiyle olan (ters) ilişkisini de ortaya koymaktadır. Bir baskı aygıtı olan Kemalizm tarihi tahrif ederek güç devşirmektedir. Oysa Kemalizm’i o tahrif ettiği tarih doğurmuştur.

Türkiye’nin bürokratik olarak Osmanlı’nın mirasçısı ve dolayısıyla devamı olduğunu söyleyen yazara göre kurulan yeni devlet Osmanlı bürokrasisinin tüm özelliklerini taşımaktadır. Bu açıdan ‘istibdatçı’ olan Kemalizm’in refleksleri yüzünden donuklaşan düşüncel yapı nedeniyle sağlıklı bir Kemalizm eleştirisi yapılamazken Kemalizm övgüsü olabildiğince abartılmaktadır. Ayrıca bir Kemalizm kazanımı olarak addedilen cumhuriyet rejimine içeriğine bakılmadan aşırı anlam yüklenmektedir. Oysa içinde demokratik değerler bulunmayan cumhuriyet rejimi insanlık için sorunludur ve demokrasi üzerinden değerlendirildiğinde Türkiye’deki cumhuriyet olgusu çelişkiler barındırmaktadır.

Yayla’ya göre dinsel bir form kazandırılan Kemalist düşüncenin ürettiği tek parti mantığı ve Ebedi Şef, Milli Şef, Altı Ok gibi tanımlar sistemin otoriter olmasından ziyade totaliter özellikler taşıdığının göstergeleridir. Bu durumu propaganda yöntemleriyle savunan Kemalistler ise anakronizm yaşayan birer muhafazakâra dönüşmüştür. Oysa (söylemde) Kemalizm pozitivist unsurlar taşımaktadır ve dini reddeden bir eğilim gösterir. Yayla’ya göre bu durum, “Marksizm’in reddettiği Hıristiyanlığın özelliklerine bürünmesine” benzemektedir. Diğer yandan, Kemalizm’in pozitivizmi yani akıl ve bilimi önceleyen tavrı da sorunludur. Bilimsel olan tartışılabilir, kanıtlanabilir ya da yanlışlanabilir olandır. Fakat Kemalizm tam tersidir, dogmatiktir.

Atilla Yayla, Kemalizm’in neden ideoloji ya da fikir sistemi olamayacağı üzerinde duruyor ve Kemalizm’in savunduğu ilkelerin evrensellik taşımamasının olağan olduğunu belirtiyor. Çünkü yapısal olarak herhangi bir özgünlüğü bulunmayan Kemalizm, zaman açısından konjonktürel, mekân açısından ise (yerli değil) yereldir. Zira tümüyle ithal edilmiştir. Cumhuriyet tarihine bakıldığında darbeler ile Kemalizm arasında doğrusal bir ilişki bulunduğunu belirten yazar, bir meşrulaştırma biçimine dönüştürülen Atatürkçülük ile Kemalizm arasındaki ayrıma dikkat çekiyor. Muasır medeniyet retoriği geliştiren Kemalizm bağlamında medeniyet/uygarlık sorgulaması yaparak medeniyetler sınıflandırması üzerinden Türkiye’nin neden medenileşemediğine cevap arayan Yayla’ya göre Batı, medeni ve gayri medeni öğeleri bir arada barındırmaktadır.

Kemalizm’in özelliklerini ve işleyiş mantığını anlamaya yardımcı olan eser okuyucuyu yakın tarihe dair kısa bir gezintiye çıkarıyor. Bu açıdan Türkiye tarihinin (bir anlamda iktisadi ve özgürlükçü) bir yorumlaması olarak ele alınabilir. Kitaptaki tüm değerlendirmeler, eleştiriler, çözüm önerileri liberalizm güzellemesi üzerinde gerçekleşiyor. Bunda elbette yazarın katı liberal kimliği etkilidir fakat bazı bölümlerde aşırı liberalizm övgüsü kekremsi bir tat veriyor diyebilirim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

3 Şubat 2022 Perşembe

Bir aptal bir aptala

“Bireysel ve kolektif tarihimizin gerçek ve ahlaki yüzü, ayrılıklar ve birleşmeler, trajedi ve komedinin sahnelendiği büyük oyundan başka bir şey değildir.”
- Maxime Rovere

Her gün onlarca insanla karşılaşıyoruz ve herhangi bir hukukumuzun olmasına gerek kalmadan hemen hemen hepsi hakkında bir fikrimiz oluşuyor. Dahası, yaşadığımız çağda artık bu karşılaşmaların yüz yüze ya da kanlı canlı olması gerekmiyor. Kitle iletişim araçları, internet teknolojileri, sosyal medya uygulamaları derken gerçek ile sanalın iç içe geçtiği büyük bir curcunanın içinde buluyoruz kendimizi. Pragmatizm eksenli zaaf ve eğilimlerimize zamanın ruhu da eklenince bu karşılaşmaların sonucunda yüzeysel fikirlerin yumağı hâline geliyor zihnimiz. Pragmatik yönümüz (bunu ahlaki ve/veya etik tutum şeklinde yorumlayanlar olacaktır) insanlar hakkındaki bütün fikirlerimizi uygun ortam olduğuna kanaat getirmediğimiz sürece açığa vurmamayı salık veriyor. Biz de öyle yapıyoruz. Esasında bu düşüncelerimizin genelinin ham fikir olduğunu söyleyebiliriz. Zira birden belirmiş ve zihinsel süreçlerden geçerek işlenmeden oluşmuştur. Dolayısıyla bunlar fikirden ziyade yargı, hatta birçoğu önyargıdır. Peki, hemen yukarıda paranteze alınan, sırtımızı dayayıp kendimizi temize çektiğimiz ahlak ya da etik bu işin neresinde?

Kolektif Kitap’tan çıkan "Aptallarla ne Yapmalı?" meselenin tam da bu yönüne eğiliyor ve felsefi açıdan sorguluyor. Kitap aptallığın felsefi boyutuna değinmesine değiniyor fakat felsefe tarihinin, aptallığın karşıtı olarak konumlandırdığı akıl üzerinden oluştuğu için filozofların aptallarla uğraşamayacak kadar yoğun olduklarının da altını çiziyor. Felsefenin ya da filozofların laftan anlamayana bir şeyler anlatmaya çalışarak zamanını boşa harcamayacağını söylüyor. Filozoflar açısından aptallık aklı kullanmayanların içinde bulunduğu teknik bir durumdur. Gelelim en önemli kısma: Bu teknik durumu derinlemesine analiz eden yazar Maxime Rovere, çalışmasını “etkileşimsel etik” şeklinde tanımlıyor. Henüz ahlakı ve etiği zihinsel açıdan hazmedememiş ‘etkileşenler güruhu’ için ne kadar da uç bir tanımlama demekten başka bir şey gelmiyor elden. Bununla birlikte yazarın nihai amacını alt başlıkta net olarak anlıyoruz: Rovere, “onlardan biri olmamak için” diyerek okurun içine bir kurt düşürmüyor değil. Ki, kurt’un akıbeti kitap bittiğinde ortaya çıkıyor. Psikoloji ve sosyoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanıyla iç içe olan yüz altmış sayfalık kitap Türkçeye Servet Ugan’a tarafından çevrilmiş.

Aptallarla ne Yapmalı gerek isim gerekse içerik açısından ilk bakışta eğlenceli gibi görünüyor -ki öyle olmadığını söyleyemeyiz- fakat ilerledikçe aslında insanın kendisiyle yüzleşmesine neden oluyor. Öncelikle söylemek gerekir ki, çalışmanın üzerine inşa edildiği ‘aptal’ kelimesinin günlük hayattaki karşılığı biraz muğlak. Sözlük karşılığı üzerinden hareket edildiğinde uzlaşılan bir anlam bulunabiliyor fakat birini işaret etmeye kalkışıldığında sorunlu hâle geliyor. Basitleştirerek söylersek yazarın şöyle bir tespiti var: Aptallık birini işaret ettiğinde öznel bir tabir olduğundan işaret edenle sınırlı kalıyor. Bir anlamda göreceli bir duruma dönüşüyor ve herkes herkesin aptalı olmaktan uzak değil. Birisini aptal olarak niteleyen bir başkasının aptalı konumunda olabiliyor. Dolayısıyla aptallık net ve nesnel bir konumlanma bulamıyor. Bütün bu söylediklerine rağmen bir tanım getirmekten geri durmayan Rovere göre aptal, “Başkalarına saygı göstermeyip sıradan sağduyu ilklerini bile hiçe sayarak birlikte yaşamanın koşullarını ortadan kaldıran kişidir.

Yazar aptallardan kurtulmanın mümkün olmadığını, onlarla mücadele etmenin ise çok zorlu olduğunu belirtiyor. Zira bir aptalla mücadele etmeye kalkışmak aptallaşmanın adımlarından biridir. Aptallık bulaşıcıdır ve muhatabını aklın atıl bırakıldığı bataklığa çeker. Aptallaşmaya neden olan bir diğer tutum başka birini aptal olarak nitelemektir. Çünkü birini aptal olarak nitelemek öznel bir yargıyla hiyerarşik bir konumlanmayı beraberinde getirir ve niteleyenin kendisinin üstün olduğu düşüncesine dayanır. Tipik aptal tavrının arka planında da bu vardır. Bu tehlikelerden sakınabilmenin yolu aptalları tanımaktan geçmektedir. Rovere göre aptallar herhangi bir şeyi kabul etmez, fikri sabittir, inatçıdır, ne olduğuna bakmadan savaş ister, şiddet yanlısıdır, yıkıcıdır, bilinç dışı hareket eder, kolay olanı seçer, uyumsuzdur, diyalogdan uzaktır, iletişime kapalıdır… Rovere bu aşamada bazı önerilerde bulunuyor. Kişinin aptalların yaptıklarını salt manada kötülük olarak ele almayıp iyilikle yaklaşması, kendisiyle yüzleşip duygularını kontrol ederek meydan okuması ve üstün olduğu düşüncesiyle ahlaki ders vermekten kaçınması aptallarla mücadele etmenin işe yarar yöntemleri olabilir. Görünüşte basit öneriler fakat insanın doğası bu basit önerilere uymaya izin verir mi, orası tartışılır. Zira kötülük konusu, tahammül eşiği, ahlaki görelilik son derece kaygan bir zemine sahip.

Aptallarla ne Yapmalı’da aptallığın iradi olup olmadığı, ahlaki durumu, etik boyutu, genetik yönü ile psikolojik, sosyolojik ve felsefi bağlamına dair kapsamlı analizler yer alıyor. Buna göre aptallık hukuki değil, olgusal bir şeydir ve yaptırım açısından ancak toplumsal değerler çerçevesinde bir karşılığı olabilir. Dolayısıyla hukuk ve ahlak gibi normlar aptallığı yok etmede yetersizdir. Diğer yandan toplum zorunlu olarak aptal üretir, devlet otoritesi için aptalı ister. Ne aptal ne de aptallık bitirilemez, yok edilemez. O hâlde aptallarla yaşamaya alışmak zorundayız fakat aynı zamanda aptallığın hayatı zorlaştırmasına da izin vermememiz gerekir. Bu da aptallarla nasıl mücadele edileceğini bilmek ve aptallık tuzağına düşmemenin yollarını bulmaktan geçer. Kitap tam olarak buradaki farkındalığın izini sürüyor ve mümkünlüğünü arıyor. Hülasası, aptallardan kurtulmak mümkün olmadığına göre, etkisini azaltmayı deneyebiliriz diyor. Fakat sonsöz kesinlikle bu değil çünkü içe düşen ‘kurt’ boş durmuyor. Kitaba göre istisnasız her insanın takındığı bir tavır olarak bir başka insanı aptal olarak nitelemesi aptallık ise, aptal olmadığında ısrar edecek birileri çıkar mı?

Ya da hiç kimse aptal değil!

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

16 Haziran 2020 Salı

Şiir insanları birleştirmez, onları ayırır*

“Terleyecek kan yürek kağıda boncuk boncuk,
Ve şiir bitince rahme düşen her çocuk
şair olacak!"
- Süleyman Çobanoğlu, Şiirler Çağla

Bir şiir kitabını alıp baştan sona okumayalı on yılı geçmiştir. Bir dönem sadece şiirle hemhâl olan biri için pek anlaşılabilir bir durum değil. Kendi adıma edebiyatı şiirle sınırlandırdığım o dönemler mısraların ciddi manada heyecanlandırdığı demlerdi. Dünyanın gerçekten değiştirilebileceği düşüncesinin sihrine bugün bile şaşırıyorum. Sonraları şiir adasından uzaklaştığımı fark eden bir ahbabım bunun sebebini sorduğunda -kısaca- ‘şiirin gerçeklikle örtüşmeyişi’ demiştim. Şiirin, idealden avuntuya dönüşmesi hâlâ düşündüğüm meselelerden. Öyle ki şiir hayat içerisinde nerede duruyor sorusu havada asılı duruyor. Mevzuyu Adornovari (T. W. Adorno, 1903-1969) bir abartıya bulayıp kişisel kaygıyla meşrebime yontarak mağduriyet hıncı devşirecek değilim fakat şiir bir şey vaat ediyorsa o şeyin ne realizmle ne de rasyonalizmle alakasının olmadığını açıkça söyleyebilirim. Dahası, ‘barbarlık’ şiire gelinceye kadar insanlığı kaç infaza uğratıyor saymak abes olur.

Bir yandan salt ütopya olduğunu düşündüğüm şiirin hayatın gerçekleriyle örtüşmediği hissine her gün biraz daha kâni olurken öte yandan şiir konusunda Cemil Meriç (1916-1987) kadar da katı düşünmüyorum. Sadece şiirin özü itibariyle hakikatin nabzını tutabilme ihtimalini zayıf görüyorum. Moderniteyle birlikte hayatın değişen dinamiklerinin bunun başlıca nedeni olabileceğine dair düşüncem elbette tartışmaya açık.

Cemil Meriç şiire meyilli toplumların duyguya ağırlık verdiklerini ve düşünmeyi gerektiren felsefe alanında yetersiz kaldıklarını iddia ediyor. Ona göre felsefe yani düşünce yerine hisse yönelik bu durum ilerlemeyi engelleyen ortamı doğuruyor. Doğu toplumlarında pek rastlanmayan (epistemolojik) ‘düşünme’ ilerlemenin temel dinamiğidir ve felsefeye yatkınlık Batı dünyasının başarısının neredeyse temel özelliğidir. Bu görüşün kökeni Antik Yunan felsefesine kadar gidiyor. Örneğin Platon, şairlerin mimesis (taklit) yoluyla gerçeği perdelediğini ileri sürüyor. Platoncu görüş, sanıyorum, romantizm temsilcileri dışında tüm zamanlarda destekçi bulmuştur. Bunun en bariz göstergesi, Platon’un (MÖ 4 veya 5. yy) şiir ve şair hakkındaki görüşlerinin benzerini Rousseau’ya ve (1712-1778) Hegel’e (1770-1831) kadar uzanan bir yol çizmesi diyebiliriz. Bu düşünceye göre şair gerçeği anlatmaz, kurgucudur. Okuma müptelası Cemil Meriç’in zihin dünyasının şekillenmesinde özellikle ilk dönem için Batılı filozofların ve dolayısıyla Batı felsefesinin payı büyük. Şiir ve şair ile ilgili kanaatinde bunun etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yazının başına dönersek, uzun yıllar sonra baştan sona okuduğum şiir kitabı Süleyman Çobanoğlu’nun geçen yıl Ötüken Neşriyat’tan çıkan Tamgalar’ı oldu. Çobanoğlu’nun Şiirler Çağla ile hafızamda ‘özge’ bir yeri var. Unutmak adlı şiirindeki “Hafıza mı, ölüm mü, hangisi daha kolay?” dizesi ara ara yankılanır zihnimde. Sadece anlamsal uzamı değil tınısı da içimi yumuşatır. Şiirin yapabileceği en uç noktanın bu olacağı kanaatindeyim. Şiir, hissi estetize edebilir en fazla, gerisi yanılsama.

Tamgalar, Süleyman Çobanoğlu’nun üçüncü şiir kitabı. Ötüken Neşriyat bir güzellik yapıp 2009’da yayınlanan Hudayinabit ve ilk baskısı 1997’de yapılan Şiirler Çağla’yı da Tamgalar ile birlikte edebiyat dünyasının sularına bırakmış oldu. Şair ve yayıncı üzerine düşeni yaptığına göre eğer yolu varsa, şiir yola buradan sonra okurla devam edecek denebilir.

Süleyman Çobanoğlu okuyucusu onun iki konuda hassas davrandığını ‘hassaten’ bilir. Bunlardan biri Türkçe yani dil, diğeri İslam yani dindir. Şair, Tamgalar ile bu ikiliye üçüncü bir halka eklemiş görünüyor. Anane, kültür ya da gelenek diyebileceğimiz bu olguyu en ‘öz’ anlatan kelime ‘töre’ olabilir. Buradaki üçüncü halkanın Çobanoğlu için yeni bir şey olmadığının da altını çizmek gerekiyor elbette. Önceki çalışmalarında bunun göstergeleri fazlasıyla mevcut. Yalnız, Tamgalar’da bu özellik biraz daha öne çıkmış izlenimi verdi bana. Bu sebepten Tamgalar’daki vurguyu ‘Türklük’ şeklinde yorumlayanlar da çıkabilir lakin bu tavrın anlamı daraltmaktan başka bir işe yaramayacağı kanaatindeyim. Tüm ‘özcü’ duruş sergileyen şairlerde olduğu gibi, aşırı yoruma maruz bırakıp kısıtlamak şiiri şiir olarak değerlendirmeye engel olacaktır.

Şiir konusunda teknik detaylara girmek niyetinde değilim. Zira vardığı nokta şiir bitti/bitmedi şeklinde kısır bir yer oluyor. Onun yerine gerçek şiir kendini her şartta belli eder deyip Tamgalar’da dikkatimi çeken birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Yukarıda değindiğim gibi, şair iki konuyu; dil ve dini şiirinin omurgası yapıyor. Önceki eserlerinde de bu durum göze çarpıyordu fakat Çobanoğlu’nun Tamgalar’da kullandığı dile ayrı bir özen gösterdiği hemen belli oluyor. Bugün günlük dilde pek yer bulamayan sözcükler bir hayli fazla. Türkçenin etkilendiği diller bir yana, öz varlığından örnekler bulunduğundan okurun eli iki de bir sözlüğe kayıyor. Eserdeki üslup gereği öncekileri göre anlatım epey kısaltmış fakat bu yönelim anlamı daraltmayarak derinleştirmiş diyebiliriz. Dilin yanı sıra ‘töre’ (gelenek, kültür) fazlaca yer alıyor şiirlerde. Bu bağlamda şair yörüklüğünün de verdiği ayrıcalığı ziyadesiyle kullanıyor. Eserde yer alan dinsel ögelerde efsane, destan, mitoloji ve pagan detaylar epeyce mevcut fakat ana damarı ilim ve irfanı bir araya getiren rivayete dayalı geleneksel İslam inancı oluşturuyor.

Tamgalar’ı okurken en çok hissettiğim şey yaşanmadan yazılamayacak ifadeler oldu. İsyan da şükür de, tıpkı insanın zatında olduğu gibi bir arada hatta aynı anda bulunuyor. Kimi politik tepki kimi ahlaki duyarlılık taşıyan öfke yüklü sözler satıhtan zihne çarparak dağılıyor. Yerleşik hayatın hayatı dumura uğratışı, kaybedilen değerlerin telafisizliğinin keyfiyeti düşüncelere salıyor okuru. Süleyman Çobanoğlu Tamgalar’la kadim bir kültürün içinden topladığı düş(ünce)lerden aidiyetini belli eden bir ‘iz’ bırakıyor okurun zihnine.

*Tamgalar, T. S. Eliot’tan (1888-1965) yapılan bu alıntıyla başlıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

29 Temmuz 2018 Pazar

Ateizm bir dindir!

Genel itibariyle herhangi bir meseleyi ilkesel ya da metodolojik olarak ele almayı kurumsallaştıramadığımız için konuşma, tartışma ve değerlendirmelerimiz hamasete kurban gidiyor. Bunun üzerine bir de yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre olan yatkınlığımız eklenince düşünce dünyamız daha da sığlaşıyor. Elbette istisnalar olabilir fakat istisnaların bozmadığı kaide yerinde sapasağlam duruyor. Hâsılı, gerek düşünsel gerekse fiili faaliyetlerimiz üslup ve/veya usûl açısından ihtiyaç duyulan yeterliliği sağlayamıyor. Tabiri caizse çok konuşuyor ama boş konuşuyoruz. Söze gelince her şeyi çok iyi biliyoruz ama icraat hanesine yazılacak bir şeyimiz olmuyor.

Toplum olarak en çok konuştuğumuz şeylerden birisi din olunca hâliyle ateizm de bu durumdan nasibini alıyor. Meselenin tam bu noktasında kültürel bir açmazımız olan “vusûlsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” anlayışı kendini gösteriyor. Ateizm konusunda en önemli tepkimiz ya aşağılama oluyor ya da mantık kriterlerinin yanından geçmeyen ama büyük ilmi karşılık verilmiş izlenimine sahip saçmalıklar.

Bir teist için bilinçli bir ateistle tartışmanın ortalama bir teistle tartışmaktan çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ne demek istediğimi sosyal medyanın sanal âlemi tekeline almadan önceki forum dönemini tanık olanlar daha iyi anlayacaktır. Günlük hayatta görecekleri tepki yüzünden kendilerini çok belli etmeyen ateistler internet sayesinde çok rahat bir konuşma alanı bulmuşlardı. Aralarında teist bağnazları aratmayanları da vardı elbette fakat çoğunluğunu belirli bir birikim sahibi olanlar oluşturuyordu. Forum dönemi kısa sürmüş olsa da herhangi bir konuyu (sanal ortamda) derinlemesine konuşmanın (sorgulamanın/tartışmanın) bugünkünden çok daha mümkün olduğu bir dönemdi. Bu yazıya konu olan Tanrısız Din bana o dönemi hatırlattı. Olvido Kitap tarafından neşredilen yüz yirmi sayfalık kitap Ronald Dworkin (1931-2013) imzasını taşıyor. İsmet Birkan’ın oldukça başarılı çevirisi yazıya sohbet havası vermiş. Ateizm ile ilgili ağır bir metni okumaktan ziyade yazarın konuşmasını dinliyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Karşınızda teorik kavram ve/veya kısır tartışmaya boğan bir metin olmayınca keyifle okumak düşüyor.

Genel olarak, ateizmin dini özellikler gösterdiği ve bir düşüncenin dini özelliklere sahip olması için illa tanrı düşüncesine ihtiyaç olmadığı iddia edilen çalışma dört bölümden oluşuyor. Ronald Dworkin dinin ne anlama geldiğini ele aldığı ilk bölümde din-tanrı ilişkisine değiniyor. Dworkin’e göre din, üstün yaratıcı bir varlığa ihtiyaç duymayan bir yapıdadır. Dolayısıyla din, tanrı kavramından aşkın bir konuma ya da anlama sahiptir. Bu düşüncenin temsilcisi olarak tanımlanabilecek -yazar dinsel ateizm diyor- ateizmin dünyaya dair değer atfetmesi bunun kanıtıdır. Daha da önemlisi bu durum teistler ile ateistlerin ortak noktasıdır. Tek fark ateist düşüncede “öte dünya” anlayışının olmayışıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateizm tarih boyunca ahlaksızlık ile ilişkilendirilmiş ve din/tanrı düşmanı kabul edilerek düzen bozucu gibi gösterilmiştir. Tanrı fikrine sahip iktidar destekli dindarların ateistlere karşı yaptırımı da bu minvalde acımasızca olmuştur. Oysa din kavramı teizme indirgenmek zorunda olmamalıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateist düşüncenin bağlıları da tıpkı teistlerin inançlarına bağlılığı gibi dindar bir görünüm arz ederler. Ateizme dindarca bağlıdırlar. Dworkin teist ve ateist düşüncenin dünyaya dair değer üretiminin kaynağının ne olduğunu ve değerlerin nasıl üretildiğine dair çıkarımlarını tanrısız din anlayışına sahip düşünürlerin görüşleriyle birlikte analiz ediyor. Farklı tanrı görüşlerinin yanı sıra tanrısız görüşlerin de olabileceğini belirtiyor. Bu bağlamda ahlak, hakikat, doğrulanabilirlik, duygu, bilim ve matematik gibi olguların öneminin altını çizen yazar konuya bilimsel bir biçim vermeye çalışıyor.

Ronald Dworkin ikinci bölümde teist ile ateist insanın düşünce yapısının analizini yapıyor. Yaptığı analizi doğa ve doğanın güzelliği üzerinden ortaya koyan yazara göre teist, varlığı üstün bir yaratıcı tarafından programlanmış, planlı bir oluşum şeklinde değerlendirirken ateist kaos ve rastgelelik formülüyle açıklamaya çalışmaktadır. Teizmdeki kaderciliğe benzeyen bu anlayış tipik bir determinizmdir ve her şey olması gerektiği gibi meydana gelmiştir. Gelecekte de bu hâlde devam edecek bu sürecin başka türlüsü olamayacağından varlığa aşırı anlam yüklenmemelidir. Doğal ve basit olan güzeldir. Ronald Dworkin bu bölümde hayatı ve varlığı fizik kuramlarıyla açıklamaya çalışan bilim insanlarının görüşlerine yer veriyor. Her şeyi teoriyle açıklamaya çalışan fizikçiler (bir anlamda bilim) bir yerden sonra ‘tahmin’ yürütmeye başlamaktadır. Örneği “Big Bang” üzerinden veren yazar varlık için düşünce dünyasının bir kanıt teşkil edemeyeceğini söylüyor. Zira Big Bang’in büyük bir kısmını tahminler yani kanıtı olmayan düşünceler oluşturuyor. Dworkin, fizikçilerin her şeyi teoriyle açıklamaya çalışmalarının sorunlu olduğunu, bazı durumların metafizik alana girdiğini ve ateist düşüncenin bu bilinmezi dini bir anlatım şekliyle ve fakat tanrıya yer vermeden açıklayabileceğini iddia ediyor. Yazar varlığın/doğanın üzerinden güzellik ve simetri etkisini göstermeye çalışıyor. Bu bağlamda güzellik ile hakikat ve simetri ilişkisinin üzerinde durarak simetrinin fiziki anlamda ele alınabileceğini belirtiyor. Ona göre simetri fiziki varlığın karşılığı olan mekânda vardır fakat metafizik bir zemin olan zamanda simetri bulunmamaktadır. Bu durumda fiziki anlatım yetersiz kalmaktadır.

Yazar, üçüncü bölümde din özgürlüğünün anayasal çerçevesini ele alıyor. Bu çerçeveye göre din özgürlüğünün olduğu söylenen bir organizasyonda (devlette) ateistler de teistlerin faydalandığı tüm kazanımlardan/ayrıcalıklardan faydalanmalıdır ve hangi din/inanç olursa olsun pozitif ayrımcılığa tabi tutulmamalıdır. Dünyadaki mevcut uygulamanın din özgürlüğünü ihlal ettiğini belirten yazara göre her devlet kendine uygun bir resmi dinsel anlayış üreterek toplumun bir kesimini üstün tutmaktadır. Ateistler ise bu sıralamada en sonlarda yer alarak büyük bir haksızlığa uğramaktadır. Oysa ateistlerin durumu ya da talepleri herhangi bir dine mensup olanlar gibi yani dindarlık adı altında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla devletin laiklik statüsü ateizmi de bir din şeklinde algılayarak ateistlere buna uygun şekilde yaklaşmalıdır. Bunun için öncelikle dinsel özelliğinden soyutlanması gereken kamusal hayata kültürel bir form kazandırılmalıdır. Bu süreçte devlet herhangi bir dini gruba pozitif ayrıcalık tanımamak için dini simge denilebilecek her türlü obje ve aksesuar (giysi de dâhil) kısıtlama hakkına sahip olmalıdır. Yalnız bu uygulamada son derece dikkatli davranılmalı, laiklik baskı aracına dönüştürülmemelidir.

Ronald Dworkin son bölümde ateizm için bir anlam ifade etmeyen ölüm sonrası hayatı ele alıyor. Ölüm sonrası için yapılan yorumlar ya da beklentiler mantık dışıdır. Çünkü dinlerin ölüm sonrası için ortaya koyduğu hususlar (kanıta dayanmayan) fantastik bir kurgudan farklı değildir. Her şeyi bilen ve belirleyen bir tanrının varlığı ve insanların korkudan dolayı itaat etme zorunluluğu çok da anlamlı değildir. Kaldı ki, dünyada insani değerlere sahip olarak yaşamak için illa bir tanrıya ve yönlendirmelerine gerek yoktur. Ateizm insanları ölümü hatırlatmak yerine hayata değer atfederek ölümsüzlüğe çağırmaktadır.

Ronald Dworkin “tanrısız din” kavramını ele alırken bu kavrama bir yandan teolojik bir zırh giydiriyor bir yandan da felsefe, hukuk ve bilim açısından düşüncesini gerekçelendirmeye çalışıyor. Her ne kadar değerlendirme modern Batı düşüncesi etrafında şekillense de buradaki sorunun modern insanın sorunu olmanın ötesinde tarihsel bir mesele olduğu görülüyor. Dworkin’in metninde teist biri için itiraz edilecek, şerh düşülecek ve anlamsız gelecek açılımlar oldukça fazla fakat tartışma üslubu ve yöntemi açısından öğrenecek çok şey bulunuyor. Öyle ki yazarın bir teistten çok daha özgüvenli ve saygılı yaklaşımının takdir edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Tanrısız Din, din felsefesi meraklıları için farklı pencereler açacak bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

12 Temmuz 2019 Cuma

Hepimiz birer Kutu Adam’ız

“Hakikaten Kutu Adam denen insan kozasından, nasıl bir yaratığın çıkacağı hususunda benim bile en ufak fikrim yok.”
- Kobo Abe, Kutu Adam

Bu blogda Kobo Abe’nin (1924-1993) eserleriyle ilgili birkaç değerlendirmem bulunuyor. O değerlendirmelerimde Kobo Abe’nin Franz Kafka (1883-1924) ile ‘özdeşleştirilmesinin’ sadece Abe’ye değil Kafka’ya da haksızlık olarak gördüğümü belirtmiştim. Gizemli, sıradışı ve kasvetli üsluptan dolayı böyle bir indirgemeye gidilmesinin edebiyata dair anlam ve yorum dünyasını zenginleştirmek yerine daralttığını düşünüyorum. Kategorize etmek, benzerliklere vurgu yaparak farklılıkları gözardı etmenin yöntemidir. Oysa zenginliğin ölçütü farklılıklardır. Sınıflandırmak ya da etiketlemek bilimsel olguları açıklamada işe yarayabilir lakin edebiyat gibi soyut uzamı uçsuz olan bir alanda kısıtlayıcıdır. Zaman, mekân, dil, din, kültür, yaşam şartları ve en önemlisi düşünce evreni olarak Kafka ve Abe’nin benzerlikten çok farklılık barındırdığı kanaatindeyim. ‘Kafkaesk’ deyip çıkmak kolaycılık oluyor.

Kobo Abe okuyucuyu zorlayan bir üsluba sahip. Yazdığı metinler anlaşılması zor ve hem gerçeküstü hem de gerçekdışı tuhaflıklar içeriyor. Onun eserlerinin ilgimi çekmesinde kurgudaki giriftliğin ve felsefi sorgulamalarının önemi büyük. Bunun neticesi olarak Türkçe’ye kazandırılan eserlerini kaçırmamaya özen gösteriyorum. Geçen yıllarda arka arkaya üç kitabını neşreden Monokl Yayınları’ndan beklediğim hareketi Sel Yayıncılık yaparak Kobo Abe’nin Kutu Adam’ını (yeniden) yayınladı. Devrim Çetin Güven’in çevirisini yaptığı kitap iki yüz dört sayfadan oluşuyor. Abe’nin diğer eserleri gibi sıradışı bir hikâyesi olan Kutu Adam aşırı kapalı anlatıma sahip. Bu özelliği metni olabildiğince gizemli hâle getiriyor. Bunun yanında metindeki diyalogların çevirisinde konuşma diline yer verilmiş. Okurken biraz sırıtsa da orijinalindeki özelliğinden dolayı böyle bir tercih yapılmış diye düşündürüyor. Kurguya ara ara ‘o’ anlatıcı yöntemi serpiştirilmiş fakat genel olarak ‘ben’ anlatıcı tekniği uygulanmış. Yalın bir dil kullanıldığını söyleyemeyiz. Kapalı anlatıma ek olarak oldukça detaylı ve imgelem dünyasına uzanan betimlemeler okuru zorlayacak nitelikte. Kutu Adam, yazarın Türkçe’ye çevrilmiş diğer eserlerindekinden çok daha dağınık bir yapıya sahip. Kopuk kopuk oluşturulan kurgudaki bağlamları yakalamak oldukça zor. Bu özellik Abe’nin üslubuna aşina olmayanların yadırgayacağı bir durum. Diğer yandan eser, Kobo Abe okurlarının alışık olduğu karamsarlığı fazlasıyla içeriyor.

Kutu Adam’ın hikâyesi Tokyo’da geçiyor. Metindeki değinilerden dönem olarak yirminci yüzyılın ortaları olduğunu anlıyoruz. Sık sık Kobo Abe’nin -her zamanki gibi- modernizm anlayışına yaptığı eleştirel bakışına tanık oluyoruz. Kutu Adam bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkıyor. Toplumdan soyutlanmış bir bireyin hakikat ile hayali olanın düş(ünce) dünyasındaki yansımalarını görüyoruz. Buradaki soyutlamanın bireyden mi toplumdan mı kaynaklandığı tam olarak kestirilemiyor. Şizofrenik ve sosyopat davranışları Kutu Adam’ın kişilik bozukluğu yaşayan biri olduğunu düşündürüyor. Bu durum metnin anlaşılmasını daha da zor hâle getiriyor ve hikâye tam anlamıyla çözümlenemiyor. Sistem tarafından ehlilleştirilemeyen Kutu Adam marjinalize olduğu ve/veya edildiği görülüyor. Sahte kutu adamla mücadele ederek varolmaya çalışıyor ve bu varolma mücadelesi sırasında Kutu Adam’ın içsel gerilimlerine tanık oluyoruz. Kitapta hayata dair detayların insan psikolojisi üzerine etkisinin hikayeleştirildiğini söyleyebiliriz. Bir başınalık hissinin yol açtığı psikolojik bunalım bireyin yalnızlığının daha da içine gömülmesine yol açıyor. Bu durum modern insanın en büyük açmazlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Kutu Adam sosyal hayattan tecrit yaşamaktadır. Üzerine geçirdiği bir kutuyla hayatına devam etmektedir. Tek başınadır ve çaresi yalnızlığının, düş(ünce) dünyasının daha da içine gömülmektir. Onun yaşam alanı artık o kutunun içidir ve dışarıyla ilişkisi görmek için açtığı iki delikten ibarettir. Kutu Adam olarak yaşamak zamanla öğrenilmektedir. İçinde yaşacak kutunun nasıl hazırlanacağı, hangi durumda nasıl davranılacağı, kalınacak yer, yiyecek temini, kutunun içinin dizaynı, birlikte taşınması gerekli malzemelerin neler olduğu gibi meseleler yaşayarak çözülmektedir. Dışarısıyla irtibatını kesen Kutu Adam için zaman hissi felç olmuştur ve Kutu Adam olmadan önceki yaşanmışlıklar unutulmuştur.

Kutu Adam için tam anlamıyla bir eleştiri metni diyebiliriz. Modern insan gerekli olup olmadığını hesaba katmadığı şeylerin müptelası olmuştur. Birbirine benzeşerek farklı oldukları zehabına kapılmışlardır. Psikolojik boyutlarıyla birlikte değerlendirildiğinde modern insanın eğilimlerini sorgulayan yönü açıkça göze çarpıyor. Toplumsal yapıya da yansıyan bahsi geçen eğilimler yer yer psikolojik sorunların ortaya çıkışı şeklinde açıklanabilir. İnsan eğilimlerinin esiridir. Örneğin dikizlemek bu eğilimlerden biridir. Görülmeden görmek/izlemek üzerine kurulu olan dikizleme isteği insanı cezbetmektedir. Bu eğilimin tersinden yansıması ise teşhirciliktir. Dikizleme isteği dikizlenme isteği şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Kutu Adam dışarıyı görmek için kutuya açtığı delikleri dikizlemek için kullanmaktadır. Hayatı, insanları o görüntü üzerinden yeniden anlamlandırmaktadır. Kobo Abe anti-kahramanı aracılığıyla güzellik, çirkinlik, çıplaklık gibi konuları kendi içinde felsefi bir analize tabii tutuyor. Kutu Adam’ın değerlendirmeleri günümüz insanının ‘dikizleme’ ve ‘teşhircilik’ anlayışıyla karşılaştırıldığında anlamlı sonuçların ortaya çıkacağı muhakkak.

Kutu Adam’da gerçek ile gerçekdışı, hayal ile hakikat birbirine girmiş durumda. Hayatın hangisi olduğu veya hayatın bir sanrı olup olmadığı müphemliğini koruyor. Kutu Adam’a göre hayat zihindekinin dayatmasıdır. Bizler de bugün hakikatten bağımsız olarak kendi gerçekliklerimizin içine gömülerek ve bu gerçekliklere gerekçeler uydurarak yaşıyoruz. Kutu Adam, sergilemiş olduğumuz bu keyfiliği kendi keyfiyetince muhatabına gösteriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Temmuz 2021 Cuma

Algı her şeydir! - IV

Hakikat çok yönlüdür lakin çoğul değildir. En yalın ifadeyle, o meşhur anektodda olduğu gibidir: Filin farklı yerlerine dokunan görme engellilerin fili tarif etmesi istenir. Dokundukları her bir uzuv onlar için fildir. Tarifler tek başına yanlış gibi gözükse de, bu hâlleriyle eksiktir ve fakat büyük resimde hepsi de doğrudur denilebilir. Burada sorun çıkaran nokta, tariflerden herhangi veya her birinin tek doğrunun, yani hakikatin kendi tarifi olduğu iddiası olacaktır. İster dini, ister seküler olsun insanın meselesi de bu duruma benziyor. Tarih boyunca hakikat olgusunun insanı içine alan ama insanüstü (aşkın) bir duruma/güce işaret ettiğini söyleyebiliriz. Modern dönemde de etkisini sürdüren bu anlayışa göre hakikate sahip olmak güce sahip olmakla eşdeğerdir. İnsanın, hakikatin sahibiymiş gibi davranmasının sebebi de muhtemelen bu.

Bu kabul postmoderniteyle birlikte etkisini kaybetmeye başlamışsa da anlamsal açıdan konumunu sürdürdüğü bir gerçek. Öyle ki, hakikat denildiğinde, postmodernitenin çoklu gerçekliğe yol açan tüm rölativizmine rağmen insanların zihninde ‘gerçek olanın kendisine’, ‘tüm gerçekliklerin üzerinde bir gerçeğe’ işaret eden anlam kaybolmamıştır. Oysa bugünün dünyasında hakikat olgusunun geleneksel konumu ve işlevini yitirmesi nedeniyle etki alanının ortadan kalktığı görülüyor. Post-truth çağ olarak tanımlanan bu dönemde hakikatin önemsizleştiği, değersizleştiği, anlamsızlaştığı yeni bir yaşam biçiminin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu evrede her şey doğru, her şey gerçek, her şey hakikat. Her şeyin doğru, gerçek veya hakikat olduğu bir ortamda nihai anlamda gerçek, doğru ya da hakikatin hükmü kalmıyor.

Bir süredir Batı’da kapsamlı bir tartışma konusu olan post-truth olgusu Türkiye’de kısmi bir etkileşime sahip. Konu, hem bireysel hem de akademik açıdan ilgi duyanların dışında tüm sosyal bilim konularında olduğu gibi yüzeysel bir geçiştirmeye tabi tutuluyor. Yapılan değerlendirmeler, iyi bir çevirmene denk geldiyse nitelikli çeviri dışında Batı düşüncesi ekseninde yapılan birkaç teknik analizden öteye gidemiyor. Maalesef yine tiren kaçıyor ve biz oralı değiliz.

Tüm teorik ya da kavramsal çalışmalarda olduğu gibi post-truth konusunda da Batılı düşünce evrenini hâkim ama o evrenden azade, özgün bir bakış açısına ihtiyaç var. Devamının gelmesi şartıyla, Mahya Yayıncılık’tan çıkan Post-Truth Durum’u bu kaygının küçük bir adımı olarak nitelendirebiliriz. Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’da değer ve anlam kaybına uğrayan hakikat olgusunu tarihsel açıdan ve multidisipliner bir bakış açısıyla ele alıyor. Felsefeden siyasete, sosyolojiden teknolojiye, bilimden kültüre kadar geniş bir alanı iletişim süreçleri bağlamında irdeleyen çalışmaya temel teşkil eden metin master tezi olduğu için akademik bir üsluba sahip. Sosyal Medya Çağında Bilgi ve Doğruluk alt başlığını taşıyan kitap yüz altmış altı sayfadan oluşuyor. Postmodernizm olgusunu felsefi tartışma alanına taşıyan Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) Postmodern Durum’undan mülhem kitaba verilen isim aynı zamanda konunun önemine de atıf yapıyor. Post-truth olgusu planlı bir sürecin değil, modernite ve postmodernitenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan kaçınılmaz bir durum.

Mehmet Sebih Oruç, Post-Truth Durum’u üç ana bölümde ele almış. Birinci bölümde moderniteden başlayarak post-truth duruma yol açan sürecin felsefi arka planı üzerinde duruyor. Bu anlamda, Kartezyen düşünceden başlayarak Aydınlanma ile en üst seviyeye çıkan akılcı/bilimci paradigma irdelenerek postmodeniteye nasıl geçildiği izah edilmeye çalışılmış. Akıl ve bilim takıntısının aşırı yorumu olan pozitivist anlayış yerine rölativist anlayışın ikamesi felsefi açıdan özetlenmiş diyebiliriz. Yazarın özet değerlendirmesinde Batı düşüncesindeki varlık/varoluş felsefesinin modern biçiminden postmodern biçimsizliğe evrilişinin izleğini sürmek mümkün. Sonuç itibariyle, modernden postmoderne geçen tarihsel sürecin post-truth anlayışı ortaya çıkaran faktörleri doğurduğu vurgulanıyor. Dahası, Oruç’a göre post-truth olgusu anlaşılmak isteniyorsa modernite ve postmodernite süreçlerinin anlaşılması şart.

İkinci bölümde konu biraz daha spesifik hâle getirilerek post-truth olgusu iletişim süreçleri ve medya bağlamında ele alınıyor. Diğer yandan buradaki kapsam daralması konunun anlamsal uzamını daraltmıyor. Zira konu medyanın etkileşim içinde olduğu siyasi, ekonomik, sosyolojik ve kültürel açılımlarla birlikte ilerliyor. Bu bölümde özellikle teknolojinin determinist etkisine ve bu görüşü eleştiren teorik çalışmalara değinilerek kültürel değişim bu zaviyeden değerlendiriliyor. Ayrıca bir önceki bölümde felsefi zemininin nasıl oluştuğu anlatılan post-truth durumun kalıcılığını sağlayan ve etkisini arttıran teknik/teknolojik altyapı tartışılarak ortaya çıkan tekno-kapitalist kültürün çerçevesi çizilmeye çalışılıyor.

Oruç, tekno-kapitalizm bağlamında post-truth olgusunun neoliberal politikalarla derin bir ilişkisinin bulunduğunu belirtiyor. Ona göre genelde medya ama özellikle yeni medya uygulamaları neoliberal politikaların hem kitlelere yayılmasını hem de kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasını sağlıyor. Sürece en önemli katkıyı zaman ve mekân olgusunu ortadan kaldıran internet ve iletişim teknolojilerinin sağladığını söyleyebiliriz. Sosyal medya sayesinde görünür olmanın cazibesine kapılan bireyin, bu konumu kaybetmemek için herhangi bir kıstas gözetmeden her yola başvurması post-truth kültürün doğal bir yansıması olarak değerlendiriliyor. İnsanların gönüllü olarak bu kültüre eklemlenmesi sonucunda kontrol ve yönetim mekanizmasının işleyişi kolaylaşıyor. Diğer yandan her anını internete yazı ve görsel olarak yükleyen birey sayesinde mahremiyet olgusu tamamen yok oluyor. Toplumu veri hâline getiren sistem her şeyi kâr malzemesine dönüştürüyor ve elbette bu süreci en iyi yöneten ve asıl kazananı ekonomik ve siyasi yapılar oluyor.

Üçüncü bölümde ABD başkanı Donald Trump örneğinden hareket edilerek post-truth durumun pratikteki yönüne dikkat çekiliyor. Böylece ilk iki bölümde analiz edilen teorik tartışmaya hayatın içinden somut bir karşılık verilmeye çalışıldığı görülüyor. Bu bölüm aynı zamanda günümüz insanının hakikat ile kurduğu sorunlu ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Gerçek olmadığı bilinse bile yalana duyulan ilginin tutarlı bir izahı bulunmuyor. Modernite ve Aydınlanma sonrası metafiziksel anlayıştan materyalist anlayışa dönüşen dünya görüşünün postmodernite ile eskiyi redde dayalı radikal yorumunun yanında rekabete dayalı kapitalist sistem ve onu destekleyen neoliberal felsefenin oluşturduğu değer aşındırıcı kültürel ortam en mantıklı açıklama gibi gözüküyor. Diğer yandan post-truth durumu anlamak için bu kültürel anlayışın amiral gemisi diyebileceğimiz ABD’nin iyi analiz edilmesi gerekiyor. Zira dünyayı ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan mobilize eden Amerikan devleti ve toplumunun siyasi ve sosyolojik analizi diğer toplumlara kolaylıkla teşmil edilebilir. Sağduyulu bir değerlendirmeyle içinde yaşadığımız toplumun da benzerliklerini görmek mümkün.

Post-Truth Durum, postmodernitenin geldiği son evreyi anlaşılır kılmayı deneyen bir çalışma. Diğer yandan postmodernitenin anlaşılması aynı zamanda modernitenin anlaşılmasına bağlı. İster modernitenin devamı olarak görülsün, isterse başka bir paradigma olarak değerlendirilsin, bütün bir tarihsel süreci anlamanın yolu meselenin arka planını görebilmekten geçiyor. Post-truth’u doğuran Batı medeniyetinin felsefe açıdan geçirdiği aşamaları, yani meselenin arka planını görmeyi kolaylaştırıyor. Kitapta, hayatın vazgeçilmez bir parçası olan iletişim olgusunun amacı dışında kullanıldığı ve siyasi ve ekonomik güç odakları tarafından araçsallaştırıldığı vurgulanıyor.

Oruç, çözüm bahsinde, farkındalığın ötesinde post-truth durumu ortaya çıkaran felsefi, siyasi, sosyolojik ve kültürel süreçleri ıslah edecek İslami bir bakış açısına ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

11 Ekim 2019 Cuma

Tedâvülden kalkmayan kitaplar

Burada hayatım boyunca okuduğum, karıştırdığım, bir şekilde elime alıp oyalandığım kitaplardan söz etmiyorum. Herkes gibi ben de bir dünyanın içinden geliyorum. Herkes gibi beni de inşâ eden, yapılandıran, hatta çoğumuza ters gelse de kurgulayan bir arka plan var... / ... Burada hayatımızın hangi kesitinde, ne tür kitaplarla karşılaştığımızı anlatmaya çalışıyorum.
- Necdet Subaşı, Tedavüldeki Kitaplar

Kitapla ilişkimiz her ne olursa olsun onunla karşılaşmamızın mutlaka bir hikâyesi vardır. Kitap ya da okuma kimimiz için hiçbir anlam ifade etmezken kimimiz çocukluğumuzdan itibaren bunu uğraş hâline getirerek yaşamımızın önemli bir parçası yaparız. Bir kısmımız diğer işlerimiz arasında elden geldiğince okumayı devam ettirmeye çalışırken çok azımız okumayı hayatının merkezine koyarak diğer işlerini ona göre şekillendirme şansını yakalar. Okumanın, özellikle kitap okumanın ‘zul’ addedildiği toplumumuzda her ne kadar yeterince okumadan yapılıyor olsa da, yazarlık ve akademisyenlik evvela birer okuma işidir.

Duran Boz’un editörlüğünü yaptığı Okuma Hikâyeleri’nde yazarlığı ile tanınan (İslami değerleri önceleyen) isimlerin kitapla karşılaşmaları anlatılır. Eserde yer alan yazarların kendi kaleminden okumaya nasıl başladıklarını, neler okuduklarını, imkân(sızlık)larını ve sonrasında okuma eğilimlerinin neye evrildiğini öğreniriz. Aşağı yukarı benzer süreçlerden geçmiş, hemen hemen aynı kitapları okumuşlardır. Çok azı kitabın bol olduğu, bu konuda çevresinden destek aldığı bir ortamın içine doğmuştur. Çoğunluk ise kitaba lüks demenin bile tasavvurların ötesindeki bir yaşamın içinden gelmektedir. Yazılar kısa kısadır lakin vermek istenilen mesaj oldukça nettir: ‘Okuma uğraşı bu insanların hayatlarının şekillenmesinde çok önemli bir role sahiptir.’ Onlar okumanın hayatı nasıl değiştirdiğinin canlı görüntüsü olarak karşımızda durur. Yaptıkları çalışmalar, ulaştıkları başarılar bunun kanıtıdır.

Benzer yazıların tek kişilik ve uzun versiyonları da bulunuyor. Necdet Subaşı’nın okuma serüvenini anlatan Tedâvüldeki Kitaplar onlardan biri. Tedâvüldeki Kitaplar için müellifin hangi dönemde ne tür kitapların hayatına girdiğini anlattığı bir anı/eleştiri kitabı diyebiliriz. 2015’te Tezkire Yayıncılık’tan “Kritik Öyküler” alt başlığıyla baskısı yapılan eser kısa süre önce Mahya Yayıncılık tarafından beş yeni yazı eklenerek tekrar yayınlandı. Toplamda yirmi üç yazının yer aldığı kitap yüz yetmiş beş sayfadan oluşuyor. Her birinin sonuna tarih düşülen yazıların yeni eklenenler hariç (on sekizinin) 2015 yılının yaz döneminde kaleme alındığı görülüyor. Necdet Subaşı o yıl ‘tatilini’ yazarak renklendirmiş sanırım. Edebiyata ilgisinin en baştan beri var olduğunu belirten müellifin Türkçeye hakimiyeti çalışmayı üst seviyede tutuyor. Akıcı dili, geniş kelime haznesi, kapsamlı anlatımı bunun göstergesi diyebiliriz. Elbette sosyolog gözlemini de unutmamak gerekiyor.

İmam hatipli ve ilahiyat çıkışlı olan Necdet Subaşı din sosyolojisi alanında uzmanlaşmış bir akademisyen. Dolayısıyla yazılarında sadece teolog kimliğinin değil sosyolog kimliğinin de yansımaları görülüyor. Çocukluk döneminden başlayarak üniversite günleri de dâhil öğrencilik yıllarında yoluna çıkan kitapları dönemin ruhuyla birlikte ele alıyor. İsminin Tedâvüldeki Kitaplar oluşunun sebebi bu olsa gerek. Zira muhatabını 1970’li ve 1980’li yıllara götüren yazıları okurken o yılların hâlet-i rûhiyesini din referanslı bir perspektiften görebiliyorsunuz. Yalnız, geçen zamana inat söz konusu kitapların birçoğunun kullanımına devam edildiğinin de altını çizmek gerekiyor.

Necdet Subaşı’nın okuma serüveni babasının sayılı kitaplarını dizdiği küçük bir dolaptan hatırı sayılır kişisel kitaplığa kadar uzanıyor. Çocukluk dönemindeki okuma algısı üzerinde duran Subaşı, babasının tesiriyle okuma adabını edindiğini söylüyor. Kitaba ulaşma imkânının kitaba olan ilgi gibi az olduğu dönemler olmasına karşın yazarın çevresinde nitelikli ve ciddi bir okuma çabası olduğu anlaşılıyor. Yazarın babasının da aralarında olduğu bir grup genel anlayışın dışına çıkmaya çalışmaktadır. Toplumun geneli kitaba ve Kur’an’a geleneksel din algısıya bakmaktadır ve onlara göre kitap Kur’an ve ilmihâlle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla okumak da Kur’an ve ilmihâl okumakla sınırlıdır. Necdet Subaşı babası sayesinde bu algının dışında kalmış nispeten daha geniş bir kitap listesine ulaşabilmiştir. Ama henüz yolun çok başında olduğunu daha sonra anlayacaktır.

Kitapta, genelde Anadolu insanının özelde dindar kesimin maruz kaldığı uygulamaların tümüne rastlamak mümkün. Konjonktürel olarak siyasi ve ekonomik politikaların ötesinde ötekileştirilen, aşağılanan, yadsınan bu kesim kendi imkânlarıyla var olmaya ve direnmeye çalışıyor. Subaşı gibi din eksenli eğitime yönelenler (ya da yöneltilenler) bu direncin açığa çıkışıdır belki de. Diğer yandan resmî tarih kurgusuna uygun olarak şekillendirilen pedagojik uygulamaların söz konusu direnci güçlendirdiğini söylemek de mümkün. Yalnız bu direnç kısıtlıdır çünkü toplumun çoğunluğu söz konusu pedagojik tornadan geçtiğinde sistemin istediği karaktere dönüşmektedir. Yeri gelmişken, resmî tarih kurgusunun karşısında kutsal tarih kurgusunun olduğunu belirtmek gerekiyor sanırım. Hamaset ve retorikten ibaret kutsal tarih anlayışıyla hareket eden bu kesimin temsilcileri bugün iktidarın nimetlerinden faydalanarak kapitalist sistemden nemalanma yarışını sürdürüyor. Yazar hem resmî tarih kurgusuna hem de karşıt tez olarak kutsal tarih kurgusuna yer verilen kitapların toplumsal etkilerine değiniyor. Buradaki birbirine karşıt anlayışların ürettiği ideolojik holiganizm her iki yöntemin sığlıkta yarıştığını gösteriyor.

Necdet Subaşı, 1970’lerden 1980’lere gelinceye kadar geçen süreç içinde hem aldığı eğitim hem de yaptığı okumalar sonrasında içinde büyüdüğü ve yaşadığı İslami anlayışın bazı sorunları olduğunu gözlemliyor. Müdahale etmenin pek mümkün olmadığı bu sorunlu anlayışa karşı yapılan radikal çıkışlar problemi daha da büyütmektedir. Yeterli bilgi ve gerekli sağduyuya sahip olmadan dini metinlerin içine dalanlar ifrat ve tefrit batağına saplanarak en yakınlarına bile sert tepki vermekten çekinmemektedir. Çözüm sunmaktan bahsedenler başka sorunları ortaya çıkarmıştır. Radikal çıkışların özellikle Seyyid Kutub gibi eyleme dönük yazarları ‘eksik anlamadan kaynaklı hatalı yorumlamaya’ bağlayan Necdet Subaşı, bu tür kitapların belirli bir metodolojiye göre okunması gerektiğini belirtiyor. Yöntemsizlik savrulmalara neden olmuştur. Toplum bu süreçte sağ-sol, gelenekçi-modern gibi ayrıştırıcı çatışmaların içine girmiştir. Taklitçi seküler aydınlanma hareketinin sonuçlarıyla karşı karşıyadır. İlmi olarak eksik ve hatalı uygulamaları din olarak yaşayan eskilerin yaşadığı huzur ve dine bağlılığı bilgiyle donanmış ve hataları fark edebilen yeni neslin bulamayışı ilginç bir detay olarak değiniliyor. Necdet Subaşı’nın konuyu ele alışı, dinin geleneksel yorumuyla yaşanan döneme hitap eden modern-teolojik yorumunu dengelemeye çalıştığı izlenimi verdi bana.

Kitapta dönemin İslami söyleminde kendine yer bulan yerli ve yabancı isimlere oldukça geniş bir yer ayrılıyor. Bu topraklarda öne çıkan isimlerin ‘İslami açıdan özgül ağırlığı’ okuyucunun zihinsel endazesine bırakarak örneklendirirsek; Necip Fazıl Kısakürek, Necmettin Erbakan, Kadir Mısıroğlu, Ahmed Davudoğlu, İsmet Özel, Hayrettin Karaman ve Mehmet Şevket Eygi’yi sayabiliriz. Bizzat arafta olduğunu söyleyen Cemil Meriç de listede yerini alıyor. Mehmed Said Hatiboğlu, Süleyman Uludağ, Süleyman Ateş gibi isimler meselenin akademik tarafında konumlanıyor. Dini söylemin akademik alanına, Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği gibi, itirazlar edilse de Şerif Mardin dâhil edilebilir. Bunların dışında imam hatip ve İslam enstitülerinde ders veren isimler de bulunuyor fakat Subaşı’nın anlattıklarından onların etkinliğinin ders verdikleriyle sınırlı kaldığı anlaşılıyor. Birçoğunun ismi sıralanıyor fakat cümle bittiğinde unutulmuş oluyor. Diğer tarafta İslam coğrafyasında ses getirmiş isimler var. Bazılarının ‘Çeviri Müslümanlığı’ diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı alanın temsilcileri arasında Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Muhammed İkbal, Ali Şeriati ilk akla gelenler oluyor. Elbette daha teknik konularda söz söyleyen isimler de var fakat tabana inemediğinden olsa gerek gündemi diğerleri kadar meşgul edemediği anlaşılıyor. Sanırım en ilginç örnek, İslam enstitülerinde ders veren Pakistan asıllı Muhammed Hamidullah ve Üsküp göçmeni Tayyip Okiç. Yalnız dini alandaki yerli otoriteler tarafından Hamidullah’a gösterilen tepki nedense Okiç’ten esirgeniyor! Ve tasnifde kendine bir yer bulamayan Ercümend Özkan… Sanırım Ercümend Özkan hep ‘güzide’ bir yere sahip olacak.

Teolojik çalışmaların yanında edebi eserlere de değinen müellif Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Günbay Yıldız gibi ‘hidayet romancılığı’nın önde gelen yazarlarını anmadan geçmiyor. Siyasi hesaplaşmalar nedeniyle neredeyse ilmi eserler kadar sorunlu bir yayın süreci yaşayan edebi eserlerin İslami kesimin düşün dünyasında oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.

Okur, Tedâvüldeki Kitaplar’da kendi okuma sürecine dair okunan kitaplardan ziyade hissiyat açısından benzerlikler bulacaktır diye düşünüyorum. Her ne kadar ayrıştığım noktalar olsa da benim için öyle oldu. Tedâvüldeki Kitaplar’a kısmen de olsa bir eleştiri hatta özeleştiri metni diyebiliriz. Kitapların gerçekliği perdeleyen birer engelleyici mi yoksa yol gösteren birer kılavuz mu sorularına cevap arama çabası olarak değerlendirmek de mümkün. Hangi dönemde ne tür kitapların okunduğunu göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi çıktıları bakımından analiz yapmaya olanak sağlaması. Necdet Subaşı’nın değindiği kitaplara bir bütün olarak baktığımızda, dönemsel olarak Müslümanların zihin haritasını oluşturan, şekillendiren ve en azından etkileyen tüm ‘değişkenleri’ görmek mümkün. Dolayısıyla 1970 ve 1980’lerde İslami kesimin fikir dünyasını ören kitapların neye yol açtığını, Müslümanların dini algılama ve yaşama biçimlerininin değişim aşamalarını ve günümüze yansımalarını gözlemlenebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

30 Ekim 2019 Çarşamba

Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeyler

İyi bir sinema izleyicisi değilimdir. Hangi filmi kim yönetir, hangi filmde kim oynar pek bilmem. Buna karşın ara sıra bir yerde okuduğum veya birinden duyduğumda ilgimi çeken filmler de olmuyor değil. Sanırım bu konudaki tek ölçütüm hâkim sinema endüstrisinin dışında olması.

Müntesibi olduğu toplumu, kültürü, geleneği, coğrafyayı, dini temsil eden ‘dil’ ilgimi çekiyor. Nedeni üzerine düşünmedim ama zihnimde Doğu Avrupa ve İran sineması kendiliğinden ayrışarak sinema endüstrisinin (karşısında olmasa bile) dışında yer alıyor. Türkiye’nin bu konuda pek başarılı olmadığı, özgün örnekler çıksa da ekserisinin kendi sınırlarını aşamadığı ve dolayısıyla evrensele ulaşamadığı kanaatindeyim. İyi yetişmiş nadir sanat tarihçilerimizden Sezer Tansuğ’un (1930-1998) 1969 yapımı olan heyecan verici çalışması "Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü" adlı animasyon filmi tam bu konuma yerleştirdiğim bir ‘numune’. Geleneği anlamlandırma noktasında başarılı bir örnek. Daha da ileri giderek eserini malum sınırların dışına taşırabilenlere rastlamak mümkün. Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken’i bu sınırları aşarak evrensel bir sentez oluşturduğu kanaatindeyim. Zaim’in, Cenneti Beklerken’de, ‘minyatür’ üzerinden ele aldığı Doğu’nun geleneksel görsellik algısını, Batı’nın görüntü anlayışını oluşturan ‘modern resim’ olgusuyla meczederek simgesel bir şölen oluşturduğunu düşünüyorum. Keza, Nokta adlı filmi aynı kompozisyonunun devamı niteliğindedir ve bu kez mesajını hat sanatı üzerinden vermektedir. Diğer yandan onun tüm filmlerinin aynı kaygıyla bu topraklara ait özgün bir dil kurma çabasının göstergesi olduğunu söylemek gerekiyor sanırım.

‘Numune’ çoğaltılabilir elbette lakin konunun özü olarak söylemek istediğim; bu coğrafyaya dair ‘özgün’ sözü olan her çalışmayı önemsiyorum ve önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mevzuyu biraz uzak olduğum sinema dünyasından alarak daha aşina olduğum alana, kitaplara getirmek istiyorum. Belki yukarıdaki örneklerin karşısında biraz iddialı olacak ama Tuhafiyedeki Hafiye benim için bu kategoride yer alıyor. Bize aitliği konusunda mütereddit olan bir dilin beslediği muhayyileden temerküz eden kurgu olabildiğince özgün bir hikâyeyle buluşturulmaya çalışılmış. Buradaki (dilsel) tereddütün yazara değil bir türlü kurumsallaşamamış kimliğimize ait olduğunu da söylemek gerekiyor. Yazar romana zamanın ruhunu da katarak teknolojiye ağırlıklı bir yer vermiş. Timaş Yayınları’nın neşrettiği eser iki yüz otuz beş sayfadan müteşekkil. Tuhafiyedeki Hafiye bir Ahmet Turan Köksal romanı. Aslında kendisi bir mimar ama malum kentleşme ağrımızdan bildiğimiz mimar örneklerine pek uymayan bir ‘mimar’. Zira estetiğe, sanata ve edebiyata meftun biri olduğu görülüyor. Zaten kendi olmasa bile ismi buna zorunlu kılardı! Ayrıca o müteşebbis bir akademisyen. Buralar kesmemiş, Amerikalara kadar gitmiş.

Tuhafiyedeki Hafiye’de hasbelkader tuhafiyeci olan Aziz’in başından geçenler anlatılıyor. Yazar asıl hikayeye geçemeden önce okura Aziz’in karakterini çiziyor. Aziz ailenin tek çocuğudur ve yirmili yaşlarına gelmesine rağmen çocukluğundan kalma şımarıklığı devam etmektedir. Bunun yanında kendini hayattan soyutlamış ve teknolojinin ürettiği sanal ortamla sınırlandırmış silik biridir. Liseyi zar zor bitirmiş, başarısız sınav sonuçlarıyla Türkiye’deki üniversitelere giremediği için babasının çektiği banka kredisiyle Kıbrıs’a okumaya gitmiştir. Üniversiteyi bitiremeyeceği anlaşılınca babasının zoruyla evine dönerek iş aramaya başlamıştır. Girdiği işlere en fazla birkaç gün dayanabilmiş ve her defasında soluğu odasındaki bilgisayarının başında almıştır. Babası da çok sevmektedir lakin ona ölümüne düşkün olan annesidir. O ise ailesinin bu zaafını kullandığının farkında bile değildir. Dünyanın gerçekliğinden uzak, hazırı tüketen düşüncesiz biridir.

Birgün babası Aziz’e bir dükkân kiraladığını, orada çalışmak zorunda olduğunu ve kendisi ölürse annesine yük olmamasını ister. Ayrıca oturdukları evi de bir yardım kuruluşuna bağışlamıştır. Onların ölümü durumunda Aziz’in kalabileceği tek yer dükkândır. Aslında bu bir vasiyettir çünkü Aziz kısa süre içinde önce babasını sonra da annesini kaybeder. Şimdi tek destekçisi ve dayanağı bir akademisyen olan ve aynı zamanda büyük şirketlere danışmanlık yapan dayısıdır. Bir yıllık kirası peşin olarak ödenen başını sokabildiği tuhafiye dükkânı vardır ayrıca.

Aziz yaşadığı travma sonucu hayattan daha da soyutlanarak tuhafiyeye kapanmıştır. Dışarı çıkıp hayata karıştığında kendini kaybetmektedir. Kısacası agorafobiye yakalanmıştır. Tek durabildiği, kendine gelebildiği, sakin kalabildiği yer tuhafiyedir. Yalnız tuhafiyenin bazı gizemli yanları vardır. Örneğin cep telefonları çekmemektedir. Çevirmeli telefonu bulunan dükkanda herhangi bir internet bağlantısı yoktur. Sahibi kâğıt üzerinde bellidir fakat kendisi görünmemektedir. Satışların kirayı karşılayamayacak durumda olduğu çok açıktır ama dükkan yıllardır bu şekilde idere etmektedir. Muhasebe kayıtları usulüne, resmî işlemleri kanuna uygundur. Bilinmeyen bir esrarı vardır tuhafiyenin. En ilginci burada kalmaya başladığından beri eşyaların ve yaşayan canlıların yeri Aziz’e malum olmaktadır. Kaybolan bir eşyanın ya da nerede olduğu bilinmeyen birinin yeri sorulduğunda hemen söyleyebilmektedir. Kısa sürede ünü yayılmıştır. İnsanlar bulamadıkları hayvanlarını, kaybettikleri eşyalarını, merak ettikleri yakınlarını sormaya gelmektedir. Soru sorulduğunda kendini hâkim olamayarak birden söyleyiveren Aziz’in bu yeteneğini kontrol edememesi başına işler açmaya başlamıştır. Tehdit edilmiş, öldüresiye dövülmüş, karakolluk olmuş ve nihayetinde kendini istihbari teşkilatların çatışmasının ortasında bulmuştur. Tüm bunlar olurken tuhafiye dükkânı ‘kablosuz bağlantı ağı adı’ (SSID) aracılığıyla irtibat kurmaktadır. Herhangi bir kablosuz internet ağının çekmediği bu yerde birden ağ ismi belirerek Aziz’e mesaj verilmektedir. Dayısıyla birlikte bu durumu gözden geçiren Aziz her ne kadar babasının vasiyeti de olsa dükkândan çıkmaya karar verir. Aziz’in tuhafiyeyi boşaltmaya yönelik tüm girişimleri bir şekilde engellenmektedir. SSID üzerinden verilen mesajlardan karşı tarafın her şeyin farkında olduğunu göstermektedir. Mesajı veren kimdir, peşine düşen teşkilatlar necidir, kendi de dâhil olayın içindeki herkes ne yapmaya çalışmaktadır? Aziz tuhafiyede hafiyeliğe soyunmuştur fakat soruları cevapsız kalmaktadır.

Tuhafiyedeki Hafiye farklı bağlamlardan okumaya müsait çok katmanlı bir metin. Siyasi, kültürel, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve yer yer dini açıdan gözleme dayalı analizler içeriyor. Örneğin örtük bir sistem eleştirisi ya da toplumun psikanalitik durumuna dair değerlendirme veya dönüşen mahalle kültürüne yönelik nostaljik bir içerleme şeklinde okumak mümkün. Bunların üzerine mistisizmi ekleyen yazar, seküler dünyanın telaşına kapılmış insanın unuttuğu bir şeyi işaret ediyor sanki. Kaybettiğimiz ‘hikmet’ olgusu olabilir mi? Romanı yazarından bağımsız okursak, belki!

Ahmet Turan Köksal, günlük hayatta gördüğümüz, duyduğumuz hatta yaşadığımız onlarca detayı, gizemli hatta fantastik diyebileceğimiz olayları kurgusunun içine yerleştiriyor. Olmaz öyle şey diyeceğiniz sırada olabilen şeylerin çokluğuna maruz kalıyorsunuz. Sürreal bir durumun gerçeklikle bu denli iç içe anlatılışı gerçekten takdire değer. Romanın dili son derece yalın ve merak uyandıran kurgu oldukça akıcı. Ben anlatıcı tekniğini kullanan yazar hikâyeyi başkarakterin gözüyle anlatıyor. Eser boyunca kimi aleni kimi gizlenmiş onlarca ‘göndermeyle’ karşılaşıyor okur. Köksal göndermelerini ‘kör kör parmağım gözüne’ yerine usturuplu bir yöntemle yaparak yaptığı gözlemlerin hakkını vermiş. Aksi durumda ortaya kaba-saba ve itham edici bir üslup çıkardı. Yapılan kelime oyunları, etimolojik değerlendirmeler, ufak tefek aforizmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kurulan ilişki ve Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) analizi hoş bir lezzet katıyor romana. Bu arada yazarın satır aralarına kendisinden izler bıraktığı da görülüyor. Metindeki bazı lüzumsuz detaylar ve akışı bozan zaman kipi sorunlarının okuru yorması dışında son derece keyifli bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bir şeyin altını çizmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu keyifle okunan roman ‘matrak’ gibi görünse de alt metin son derece hüzünlü. Hasılı, Tuhafiyedeki Hafiye duygusal bir tuhaf roman.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

4 Ocak 2019 Cuma

Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur

“Yeryüzünde sayısız kapı dururken araladığınız kapının Düş Yiyiciler Sirki’ne açılmasından daha talihsiz bir hikâye yoktur.”
- Memed Osman, Düş Yiyiciler Sirki

Kitap yukarıdaki alıntıyla başlıyor. Yapılan ironi okuyucuyu içine çeken bir anafora dönüşüyor adeta. Sonra direkt meseleye giriyor yazar. Kaçışı, göçüşü yok. Bu kapıdan girdiyseniz, çarkların arasındaki yerinizi, yani ezilmeyi göze almalısınız demeye getiriyor. Yaşamak öyle değil midir zaten.

Ve Yayınevi’nin en başta söylenmesi gereken ilginç bir özelliği var. Yayınladığı eserleri numaralandırarak ‘ilgilisine’ koleksiyonluk bir ‘eser’ sunuyor. Yayınevinin yayın listesini genel olarak şiir kitabı oluşturuyorsa da araya roman serpiştirmeyi ihmal etmiyor. O romanlardan biri de Düş Yiyiciler Sirki. Memed Osman (asıl adı bu değil ama buna yakın) imzasını taşıyan eser seksen sayfadan oluşuyor. Öyle seksen sayfa olduğuna bakmayın. Düş Yiyiciler Sirki son derece yoğun bir metin. Duygu yoğun, dil yoğun, tepki yoğun, düş yoğun… Ne derseniz artık. Ya da ne dilerseniz…

Düş Yiyiciler Sirki benim gibi karamsar mizaçlı ve depresif ruhlu okurlar için birebir. Bizler, “Beni bu güzel havalar mahvetti,” mısrasının içinde biteviye yankılandığı kişileriz. Herkesin Güzel Havalar’ı başkadır sanıyorum. Örneğin benim için güzel hava güneşsiz havadır. Soğuk, rüzgârlı, yağışlı havaları güvenli belleyenlerdenim. Düş Yiyiciler Sirki beni böylesi bir diyarda dolaştırdı. Kasvetli bir dünya… Tıpkı gerçeği gibi. Güneşli havaları gerçekçi bulmam. Kitabı okurken çok keyif aldığımı söylemeliyim.

Hikâyenin başkahramanı Na!, hayatını kabuslarının işgâlinden kurtarmak için hunharca çare arayanlardan. Kendisi ilaç mümessilliğinden emekli. Hangi ilaç neye iyi gelir, biraz biliyor. ‘Kötü’ yaşıyor. Rehabilitasyona ihtiyacı var. Çocukluğuna iniyor. İçinden çıkmak ne mümkün! Geçmişiyle hesaplaşıyor; borçlu çıkıyor. Alternatif iyileşme yöntemleri deniyor. Çaydanlığa bitki atıp ocağa koyuyor. Hayatı su kaynatıyor. Nafile çabalar. Durmadan aynı kabusu görüyor ve uyanıyor. Kabusu gün gibi hatırlıyor. Hatırlamasa da önemli değil. İçine uyandığı hayat zaten kabusun devamı niteliğinde. Na!, kalabalıktan kaçan yalnız bir adam. Ayrıca o sık sık ölümle burun buruna gelen bir panik ataklı. Bilen bilir.

Düş Yiyiciler Sirki’nin masalsı bir üslubunun olduğunu görüyoruz. Yazar, ‘ben’ ve ‘o’ anlatıcı tekniğini dönüşümlü olarak kullanıyor. Na!’nın ‘kuralları’ ve “yaşamak intikam almaktır” söylemi eserdeki leitmotive örneği diyebiliriz. Romandaki bol imgelemli dil metne melankolik bir şiirsellik katıyor. Öte yandan mitik ve fantastik ögeler havada uçuşuyor. Gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışı birbirine giriyor. Toplumsal gerçeklik absürdizmle yoğrularak işi çığırından çıkarıyor. Sonra aniden sıradışı akış gündelik hayatın basit bir görünümüyle duraklıyor. Her şey normale dönüyor sanıyorsunuz ama boşa heveslenmeyin. Dil açısından muhayyileyi zorlayacak dercede zengin bir metinle karşı karşıya kalıyor okuyucu. Yazar yazmaktan ziyade kelimelerle bir görsel oluşturuyor. Okuyucu izlemekle yetiniyor. Tıpkı bir sirk izleyicisi gibi.

Memed Osman, hayatın, düş yenilerek tüketilen bir yer olduğuna dikkat çekiyor. İnsanlar birbirinin düşlerini yiyerek duyarsızlaşmaktadır. Dolayısıyla ortaya tekdüze, programlanmış, duygusuz bir yaşam biçimi çıkmaktadır. Bu yönüyle eser modern dönem eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Geçmişe yapılan atıfta, uygarlar tarafından ilkel diye tabir edilen anlayışın manipüle edilişi gösterilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, ilkel ile gerçek arasındaki uyum, modern ile gerçek arasındaki uyumdan çok daha ileridedir. Yazar, insanların gösteri izlerken kendinden geçtiği sirkin bir eğlence yeri olup olmadığını soruyor. Hayatı sirk analojisiyle açımlayan alt metinde ise insanın sığlığının iktidarı sorgulanıyor. Düş Yiyiciler Sirki psikolojik yönü ağır bir metin. Na!, günümüz insanının gerçeklerden soyutlanarak gizlenen aciz tarafı olarak değerlendirilebilir. Ya da soft bir sistem eleştirisi.

Düş Yiyiciler Sirki, gerçek ile düşün (gerçeküstü ve/veya gerçek dışının) diyalektik çözümlemesini içeren bir roman. Fantastik bir modern zamanlar sorgulaması da diyebiliriz. Az da olsa Michael Ende’nin (1929-1995) Momo’sunu hatırlattı bana. Sanırım bu kadar kasvet yeter. Hayat her ne kadar ‘düşlerin yenilerek tüketildiği bir sirk’ olsa da romanın son cümlesi insanın var olduğu yerde ümidin tükenmeyeceğini vurguluyor: “Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur.

Düşmesini bilene…

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Nisan 2020 Perşembe

Yalnızlığın paradoksu

Rahmet ve özlemle andığım babam 12 Eylül döneminde yaktığı kitaplardan bahsederken hayıflanırdı. Altın yaldızlı olanların yanarken kağıdın yanıp yaldızların kor hâlde harf harf dökülüşünü anlattığı esnada o anı yaşar gibi olurdu. Kitapları saklamayıp yaktığı için kendine kızar, bir yere gömebilirdim derdi. Elbette sıkıyönetimin saldığı korku terörü yaptırmıştı bunu fakat asıl ilginç olan evinde silah olmayan insanların kitapla yakalanmaktan bu denli korkmasıydı. Dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi darbe yönetimlerinin evlerde silahla birlikte aradığı şey kitaptır. Silahla kitabın bu bahiste bir araya gelmesi ironik olduğu kadar manidar. Zira kitabı silah kadar tehlikeli gören zihniyet tarih boyu varolmuştur. Anlaşılan o ki olmaya da devam edecek. Tarihsel süreçte bu zihniyetin tezahürü istisnasız dünyanın her yerinde görülmüştür. İskenderiye Kütüphanesi’ni yok eden barbarlık bir zaman sonra Bağdat’ı yakılan kitapların dumanıyla boğmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise kılığıyla kitaba yapılan düşmanlığın kılıfı modern zamanlarda ideolojik saplantılar olmuştur.

Kültürel iktidarı da elinde bulundurmak isteyen siyasal iktidarın kitapla arasının iyi olmaması tuhaf bir durum. Silahla mücadelenin iktidar açısından makul gerekçeleri ileri sürülebilir fakat kitaba düşmanlığın çok daha derin anlamları olmalı. Birçok eserde bu konu farklı açılardan ele alınıyor fakat, sanıyorum, hiçbirinde 451 Fahrenheit’ta olduğu kadar nahif işlenmemiştir. İktidar toplumun kitapla ilişkisini kesmek için kitap yakma ekipleri oluşturmuştur. İstihbari faaliyetler neticesinde fiziki olarak kitap bulunduranlar cezalandırılmaktadır. Tabi kitaplar da... Karşı tarafta kitapları ezberleyerek bu sorunu aşmaya çalışan küçük bir grup vardır. Mesaj açıktır; insanların sahip olduğu fiziki kitaplar yok edilebilir fakat zihinlere girilmesini engellemek mümkündür.

Kitap medeniyete işaret eden bir kültür göstergesidir ve müdahale edilmesi toplumun kültür dünyasını dizayn etmeye yöneliktir. Çek yazar Bohumil Hrabal (1914-1997) otobiyografik eseri Gürültülü Yalnızlık’ta kitaplardan yola çıkarak modern paradigmanın hayatı nasıl yıkıma uğrattığını anlatıyor. Hrabal, yirminci yüzyılın ilk yarısının zorlu koşullarında Avrupa’da ‘biriken’ toplumsal psikolojiyi haritalandırıyor. İki büyük savaşın neden olduğu maddi-manevi yıkımla birlikte teknolojik gelişmelerin meydana getirdiği mekanik tahakkümün hayatı kuşatarak insanları nasıl harcadığına dikkat çekiyor. İktidarların bunda etkisi tartışılmazdır elbette. Notos Kitap’tan çıkan yüz on sekiz sayfalık roman Elif Göktepe tarafından tercüme edilmiş. Tercümenin yetkinliği bir yana Göktepe’nin ara ara kullanılmamaktan üzeri tozlanmış kelimeleri seçmesi zihinde hoş bir tat bırakıyor.

Bohumil Hrabal zorlu geçen hayatından kesitlerle oluşturduğu kurguya özgün bir üslup katarak edebi eserlerde kullanılabilecek bir çok tekniğe yer vermiş. Metafor, analoji, aforizma, sembolizm, atıf, alıntı, sürrealizm, fantastik anlatı… Yalnız Hrabal’ın sürreal-fantastik anlatısının son derece soft olduğunu söylemek gerekiyor. Onun üslubu Latin Amerika Edebiyatında gördüğümüz saldırgan-mitolojik dilden çok uzak. Hrabal sürreal-fantastik anlatısını oluştururken içinde yaşadığı toplumun kültürel varlığından faydalanıyor. Alıntı ve atıfların çokluğu bir yandan düşünceyi derinleştirirken bir yandan da farklı kaynaklara yönlendiriyor. Metinde olaylar ve düşünceler arasında kopukluk varmış gibi görünen geçişler yazarın üslubunun bir parçası olarak değerlendirilmeli. Buna neden olan şey için (tam olmasa da) ‘bilinçakışı’ tekniğine yakın iç ses anlatısı diyebiliriz.

Çekya’nın başkenti Prag’da geçen roman İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasındaki süreci konu ediniyor. İşi presçilik olan roman kahramanı hurdaya ayrılmış kâğıtların geri dönüşüme gönderilmeden önce preslenerek balyalar hâline getirildiği bir işyerinde çalışmaktadır. Büyük bir aşkla yaptığı işine olan sevgisini preslediği balyaların etrafını reprodüksiyonlarla süsleyerek gösterir. Hatta daha da ileri giderek her balyaya felsefe tarihinin önde gelen düşünürlerinin eserlerini sıkıştırır. Ağır bir işte çalışan sıradan bir işçi değil de sanatını icra eden bir sanatçı gibidir. Yaşadığı yoksun, yalnız hayata ve çalıştığı bodrum katındaki kötü şartlara inat kitaplardan bir dünya kurar kendine. Kitaplara olan ilgisi boş yer bırakmayacak duruma getirir evini. Kitapların fazlalığı zaman zaman korkularının nedeni olsa da hayata bakışını onlar şekillendirir. Ona göre her şey zıddıyla var olabilmektedir ve dünya hayatı hep aynı şeye varan döngüsel bir bütündür. Yaşamın özü karşıtlıkların egemenliğidir.

Kitabın ana temalarından biri ekonomi diyebiliriz. Anlatılanlar günümüzdeki refah seviyesinin henüz oluşmadığı dönemlerde Avrupa’daki çalışma hayatını yansıtıyor. Eski yöntemlerin yavaş yavaş terk edilmeye başlandığı zamanlarda iş dünyasındaki teknik gelişmeler ve duygulardan soyutlanmış profesyonelleşmeyle ilgili detaylarda bugünün küreselleşmesinin ipuçlarını görmek mümkün. Romanın satır aralarında işçi haklarının gözetilmediği zaman sanayinin ne kadar acımasız olduğu görülüyor.

Gürültülü Yalnızlık’ta birçok konuyu işleyen Hrabal sosyal ve kültürel yapıyı yansıtarak seçkinler arasında yer alamayan toplumun alt katmanlarının görmezden gelinişinin altını çiziyor. Teolojik açıdan çoğunlukla Hıristiyanlık olmak üzere Yahudilik ile ilgili eleştirel söylemlerde bulunurken tarihsel açıdan Antik Yunan’ı yücelten sözleri dikkat çekiyor. Ahlak kavramını filozoflardan yaptığı alıntı ve onlara yaptığı atıflarla yeniden yorumluyor. Ayrıca Hitler dönemi ve uygulamalarına bir parantez açmak gerekebilir. Faşizan Nazi politikalarıyla sadece Yahudilerin değil çingenelerin de hedef alındığını belirtiyor.

Kâğıt presçiliği de dâhil hayatını farklı işlerde çalışarak kazanmış olan yazar bir anlamda yaşadıklarını aktarıyor. Önceleri emek yoğun işlerde çalışan Bohumil Hrabal’ın biyografisinde kitaplarını ellili yaşlarında yayınlamaya başladığı görülüyor. Kitabın sonunda yer alan yazarla ilgili değerlendirmede ise genç yaştan beri yazdığı fakat yayınlama girişiminde bulunmadığı ancak dostlarının baskısıyla yayınlamaya razı olduğu belirtiliyor. Bu anlatılanlardan Hrabal’ın kendisi için yazdığı ve baskılara dayanamayarak yayınladığı anlaşılıyor. Buna rağmen sansür uygulamalarına takılması oldukça ilginç bir detay. Kitaplarının 1970-76 ve 1982-85 yılları arasında iki kez yasaklandığı görülüyor. Birey ve toplum açısından kitabın önemine dikkat çeken eserlere iktidarın sansür uygulaması oldukça manidar gözüküyor.

Hrabal romanın kurgusunu kitaplarla ilişkilendirerek oluşturuyor. Eserin otobiyografik yanını da dikkate alırsak yazarın öznel görüşlerini aktardığını söyleyebiliriz. Bunlar arasında okumanın inceliği, gerçek okurluk, kitap kültürü gibi başlıklar bulunuyor. Yazarın yaptığı değerlendirmeleri yaşam ve kitap olgularını anlamsal açıdan buluşturmaya çalışmak olarak özetleyebiliriz. Aslında Hrabal’ın bütün yaptığının varlık/ varoluş sorgulaması olduğunu söylemek en doğrusu olabilir. Preslenmiş kitaplar yasaklara dikkat çeken bir mesaj olarak değerlendirilebilir. Söz konusu yasaklar kültürü preslemektedir aslında. Her balyada insan preslenmekte, hayat ve canlılık yıkıma uğratılmaktadır. Romanın, yazarın ‘her şeyin aynı yere döndüğü’ düşüncesine de atıf olarak yorumlanabilecek ‘sıradışı’ sonucu açısından kendi bedeniyle kültürel preslenme arasında bağ kurduğunu söyleyebiliriz.

İsmi bir paradoksu işaret eden roman insan için yalnızlığın mümkün olup olmadığını sorgulatıyor. İnsan dış dünyadan kendini soyutlamış da olsa yaşanmışlıklarını ve içindeki dünyadayı yok sayamaz. Özellikle içinde yaşadığımız (post)modern zamanlarda bu mümkün değildir. Dolayısıyla yalnız kalamamak konusunda iç seslerinin gürültüsü bile yeterlidir. Romana daha yakışacak bir ifadeyle söylersek; yaşam aslında birikmiş yalnızlığın ortaya çıkardığı rahatsız edici bir gürültüden başka bir şey değildir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

27 Mayıs 2019 Pazartesi

İnsanlık tarihi ve distopya uygarlığı

Distopyanın bir edebiyat türünden öte insanlık tarihinin geldiği aşamanın bir göstergesi olduğu kanaatindeydim. Abartı gibi gözüküyor olabilir lakin yaşamın içinde yer alan distopik detayların çokluğu beni bu düşünceye sevkediyor. İnsanlık tarihi distopya uygarlığından ibaret.

Distopya deyince akla ilk gelen 1984 oluyor sanırım. George Orwell’ın konuyu başarıyla işlemesi ona bu ayrıcalığı veriyor. Orwell gerçekten iyi bir yazar. Onca yıla rağmen okuyucu tarafından gösterilen teveccüh, gerek kurgu gerekse deneme türü yazılarında işinin ehli olduğunun ispatı diyebiliriz. Yalnız, onun iyi bir yazar olması hakkındaki dedikoduların/iddiaların dikkate alınmasına engel değil. Örneğin ilk defa 1945 yılında yayınlanan Hayvan Çiftliği’nin Sovyet Rusyası’na yönelik antipropaganda faaliyeti olarak kullanılmak üzere sipariş edilen bir CIA projesi olduğu dillendirilir. Kitaptaki olay örgüsü ve akış 1917 Ekim Devrimi ile karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutulduğunda mesele biraz daha netleşir. Karakterler ve olay tamamen örtüşmektedir. Bu elbette eseri değersizleştirmiyor. Sadece para ve ideoloji karşılığı kurgulandığı ve/veya kullanıldığı ihtimali edebiyat dünyasında işlerin nasıl döndüğünü göstermeye katkı sunuyor. Üstelik Orwell ile ilgili spekülasyonlar Hayvan Çiftliği ile sınırlı değil. Orwell 1984’ü 1948 yılında tamamlar ve 1949 yılında yayınlanır. Benzer iddialar 1984 için de geçerlidir. Fakat benim üzerinde durduğum şey biraz daha farklı. 1984 romanından epeyce önce, 1921’de Yevgeni Zamyatin’in (1884-1937) Biz’i, sonra sırasıyla 1932’de Aldoux Huxley’nin (1894-1963) Cesur Yeni Dünya’sı; 1937’de Katharine Burdekin’in (1896-1963) Swastika Geceleri ve 1940’ta Karin Boye’un (1900-1941) Kallocain’ı yayınlanır. 1984 romanı için bu eserlerden esinlenme iması yapılır. Elbette içerik olarak hikâye hikâyeye benzer fakat burada dikkat çekilen nokta teknik detaylardır. Özellikle, metin içinde oluşturulan yapay kavramlar ve dil oyunlarının buradaki ‘esinlenmeyi’ açıkça gösterdiği söylenir. 1984’ü diğerlerinden önce okumuş biri olarak, Orwell’ın önceki distopya örneklerini iyi analiz ederek ortaya başarılı bir ‘sentez’ sunduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Açıkçası bu eserlerden habersiz olduğunu söylemek zor. Diğer yandan bu durum Orwell hakkındaki ‘iyi yazar’ görüşümü kesinlikle değiştirmediği gibi 1984’ün distopik eserler içerisinde en iyisi olduğu kanaatimi de etkilemiyor. Zaten Orwell bir yazar olarak kalitesini diğer eserleriyle de ortaya koyuyor.

Yukarıda kronolojik olarak sıralanan distopik eserlerin dördüncüsü olan Kallocain çok bilinmeyen bir roman. Profil Kitap tarafından yayınlanan kitabı Modern İsveç edebiyatının önde gelen isimlerinden Karin Maria Boye (1900-1941) kaleme almış. Yüz doksan sayfalık eserin çevirisi Erman Fermancı’ya ait. Kallocain’ı öne çıkaran iki faktör olduğunu düşünüyorum. İlki, Swastika Geceleri’nde olduğu gibi Kallocain’ın yazarının da kadın olması. Bu durum diğer iki esere göre daha yumuşak bir üslup katıyor. Yalnız, Kallocain’da Swastika Geceleri’ndeki kadar feminist vurguya rastlanmıyor. Karin Boye her ne kadar kadını ikinci plana iten eril düşünceyi eleştiriyorsa da romanı bir erkek karakterin ağzından anlatarak meseleyi patriyarkal düzlem yerine insani bir temelde aktarmaya gayret ediyor. İkincisi ise eserin kendi içinde güçlü bir felsefesi olması diyebilirim. Söylemin sert olmayışı Kallocain’ı diğer distopik eserlerin gerisinde bırakıyor gibi görülebilir lakin romanın kurgusu ve hikâyenin içeriği oldukça sağlam. Dolayısıyla Kallocain başarılı bir distopik eser olarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Bu başarıda romanın dilindeki akıcılığın etkisini de hesaba katmak gerekiyor. Ne mutlu ki, çeviri bu akıcılığı yansıtabilmiş.

Roman tutsak edilmiş bir kimyagerin geçmişte yaşadıklarına dönük düşündüklerini yazmasıyla başlıyor. Yazmayı hem sorgulama hem de rahatlama yöntemi olarak seçen kimyagerin yaşadığı ülke izole edilmiş durumdadır. İktidarın izin verdiğinin dışında bilgi akışı kesinlikle yasaktır. Hayatın her anına yayılan propaganda faaliyetlerinde devletin durumunun çok iyi olduğu, düşmanların ise zor durumda olduğu söylenmektedir. Her şey devletin kontrolü altında gerçekleşmektedir. Günlük hayattaki görevlendirmelerden evlenecek çiftlerin kimler olacağına, kimin nerede yaşayacağından çocukların nerede ve nasıl eğitim alacağına kadar devlet karar vermektedir. Zaten evlilik Düzen’e ‘eleman’ kazandırma kurumudur. İktidarın propagandasının yapıldığı toplantılar yapılmakta ve törenler düzenlenmektedir. Bu faaliyetlere belirlenen kişilerin katılımı zorunludur. Seyahat kısıtlanmıştır. Gündelik hayat militarist bir disiplinle yaşanmaktadır.

İktidarın uyguladığı sıkı denetim bir korku atmosferi oluşturmuştur. Fiili güvenlik tedbirleriyle yetinmeyen iktidar her yere kurduğu kamera ve mikrofonlar vasıtasıyla toplumu gözetlemekte ve dinlemektedir. Konuşmaktan çekinen insanların oluşturduğu suskun ve pasif bir toplum oluşturulmuştur. İktidar her eve yardımcı adı altında bir ‘muhbir’ yerleştirmiştir ve insanlar sürekli raporlanmaktadır. Bu sayede iktidar için herhangi bir sorun çıkaracak durum henüz oluşmadan saptanarak ortadan kaldırılmaktadır.

Kallocain tutuklu kimyagerin üzerinde çalıştığı bir projedir. İnsan vücuduna zerk edilen bir kimyasal karışım (Kallocain) bireyin düşüncelerini açıklamasına sebep olmaktadır. Bu esnada birey bilincini kaybetmemekte fakat otokontrolünü kaybetmektedir. Dolayısıyla birey gizlediği düşüncelerini açıklarken neyi açıkladığının farkındadır fakat buna engel olamamaktadır. Projenin amacı suçluların suçlarını inkar etmelerini engelleyerek cezalandırılmalarını sağlayarak daha yaşanılası bir toplum oluşturmaktır. Bu sayede herkes doğruları söylemeye mecbur olacaktır. Yalnız hesaba katılmayan şey, suç işlemeyen kişilerin de bu teste tabi tutulması sonucunda zihinlerindeki her şeyi açıklamak zorunda kalacak olmalarıdır. Fiiliyata geçmemiş, belki de hiç açığa çıkmayacak düşünceler yüzünden insanlar suçlu durumuna düşebileceklerdir. Yazar bu söylemle modernitenin düşünceyi suç kategorisine sokmasını eleştiriyor diyebiliriz.

Kallocain psikolojik yönü oldukça baskın bir roman. İlk başlarda ürettiği kimyasalın ideal yaşamın oluşmasına katkı sunacağına dair büyük bir inanca sahip olan başkarakter zamanla duygu karmaşası yaşamaya başlıyor. Bunda ücret karşılığı gönüllü deneklik yapan kişiler üzerindeki deneylerin etkisi büyük oluyor. Deneklerin ve yakınlarının tavırları kimyagerin düşüncelerini değiştiriyor. Kimyager, Kallocain ile mahrem bilgilere ulaşmanın mümkün olduğu bir denetim mekanizması oluşturularak özel hayat tümüyle yok edildiğini fark ediyor. İnsanların düşüncelerini bile denetim altına alan bir sistemin amaçlandığını görüyor. Bu yöntem sadece düşünceleri açığa çıkarılan insanlarla sınırlı kalmadığını, onların en yakınlarını da potansiyel suçlu konumuna soktuğunu gözlemliyor. Öyle ki, düşünce suçu işleyen yakınını şikayet etmemek düşünce suçuna yardım ve yataklık olarak değerlendirilerek cezalandırma yoluna gidiliyor. Hiç kimsenin hiç kimseye güvenmediği bir ortam oluşturuluyor.

Kallocain tutuklu bir kimyagerin iç muhasebesi yaparak hayatı anlamlandırmaya çalıştığı bir metin. Bilimin araçsallaştırılması yoluyla oluşturulan distopik yapının başkarakterin iç dünyasındaki yansımalarına tanık oluyor okuyucu. Yazar, eserindeki psikolojik boyut ile insanın ruh hâlini çözümlemeye çalışıyor. Diğer yandan yazıldığı dönemin totaliter devlet anlayışını açığa çıkarıyor ve suni politikalar ile oluşturulan korku atmosferi içinde bireylerin nasıl etkisiz hâle getirildiğini gösteriyor. Üslubunun sert olmayışı anlatılanları gerçekliğe yakınlaştırıyor diyebiliriz. Kısacası Kallocain distopya sevenleri memnun bırakacak bir roman.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp