Tamgalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tamgalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2022 Perşembe

O öksüzler ki onların dostu Allah’tır

Baba; koruyan, sırtını yasladığın ulu bir çınar ise anne; usulca uçusan yaprakları, her nefeste seni serinleten, ferahlatan yeşillik. Öksüzlük bir yaraymış, hiç dinmeyen. Üstelik o yaranın merhemi de yokmuş. Kulun başına gelen imtihanların en çetini, merhemine belki ahrette cennet gölgeliğinde kavuşulacak bir yara.

Herkesin yarası var, yaraları… Kimilerini sevdikleriyle paylaştığı, kimilerini sade kendisinde sakladığı… Ben kimseye anlatmadım diye, kanamadı hiç yaram. Oysa şair anlattı. Şair anlattıkça üstümüze üstümüze kanattı yarasını, silemedik. İnsan şiir okuduğu için ağlar mı? Ben ağladım. Okuduklarım şiir olsaydı ağlamazdım. Şiir değildi. Yaraydı. Bir baktım gözlerimden yanaklarıma doğru kanamış yarası şairin.

Şair, Süleyman Çobanoğlu. Tamgalar kitabı çıktı. Çıkar çıkmaz aldık. Kaç kez okudum ne ben bilirim, ne şair. Şairin zaten benden haberi yok. Ya ben? Ben şairin yarasını daha da deşmiş olur muyum bu yazıyı yazarak? Yazmasam göğsüm dürtüklüyor beni, yazarken de vicdanım tırmalıyor, kanı ve yarayı hatırlatıyor bana.

Ben esaslı şairlerin şiirlerini yazarken sekr haline büründüklerini düşünmüşümdür hep. Tasavvufta vardır, cezbe hali. Tabii doğrudan bir benzetme yapmıyorum. Şunu demeye çalışıyorum: Şair, şiir yazarken planlamıyor. Yazdıkları, aslında yazmak istedikleri ya da istemedikleri değil. Yüreği, kalemini yönlendiriyor ve şiir yazılmış oluyor. Merhem bulamadığı ne kadar yarası varsa, şiirlerinde deşiyor şair. Merhem aramak veya bulmak için değil. Yarasını sarıp sarmalamak için.

Annesini iki yaşında kaybeden şair, elbette şiirlerinde annesini anlatacaktı hep. Öksüzlüğün yaşı olmaz ki. Öksüzlük, geçmez ki. Öksüzün, sığındığı duvar olur mu Allah’tan başka? Şairin en hassas noktasıdır. Şair, beni affetsin.

Dedim ya, planlanmıyor, yazılıyor kendiliğinden diye. Ondan soruyor manisinde şair:

Niçin büyük harf ile
Öksüz yazdı Süleyman.

Bilmem. Kendisinin de bildiğini sanmıyorum. O sorunun cevabını sadece Allah biliyor ve o sorunun cevabını şaire, cennette annesi verecek. Bunu biliyorum.

Tamgalar’ı okuyorum, bilmem kaçıncı kez. Parasız yatılıda kalan bir çocuğun öfkesiyle karşılaşıyorum. Neye öfkeli? Bakıyorum:

Öfke arkadaşım, kırmızı yanak
benimle geziyor oldum olası
saçının altında cılk yaralar var
okulda yatıyor, yoktur anası sessizken duyarım haykırışını
sade soluması adım atarken
birini sövüyor, anlamıyorum
duası bitip de sağa yatarken

Kime sövüyor? Karışılmaz. Ayıptır. Bir öksüzün ettiği duaya, yatılı yurtta kalan çocuğun gece yastığına döktüğü gözyaşının sebebine, öfkesine, küfürlerine karışılmaz. O, o an Allah ile konuşuyordur.

Öksüz şiiriyle karşılaşıyorum. Yutkunuyorum. Yutkunmam geçmiyor. Sığırtmaca ana diyen bir çocuğa ben ne diyebilirim? Ona dünyanın bütün insanları bir araya gelse ne diyebilir? Onun umurunda olur mu? Bakıyorum:

Evlerinde kedi var
Keme yemez beni yer
Öksüz işte, n’olacak
Sığırtmaca ana der
Duvara baksam duvar
Özleyecek kimse yok
Kursağım sızım sızım
Ama sağ ol, karnım tok


Yutkunmam ne zaman geçiyor? El ayak çekilince. Çünkü erkek adam herkesin içinde ağlamaz.

Daha yazsam ben bunu
Nereye postalasam
Çekilse de el ayak
Uzun uzun ağlasam.
Şiirlerin ana ekseni


Şairin üç yönü vardır ki, duruşundan hiçbir zaman taviz vermemiştir: Yörüklüğü, Muhammediliği, Türklüğü. Şiirlerinin ana ekseni genelde bu üçlüdür. Ancak hangisi olursa olsun, öksüzlük her zaman kenardan burnunu çekmekte, gözlerini sımsıkı yummaktadır.

Rusların, Stalin’in katlettiği Türkleri anlattığı şiirin ismi “Ana”dır mesela. Ana kelimesiyle biter şiir. Katledilen masumları bir anneyi merkeze alarak anlatır:

Ölü doğurduğun çocuk sana bakıyordu
Kan aktı gözlerinden ve sızlayan memenden


*

Taş kesilmiş bir oğlun Pamir’in ayazında
Akmescit’te öteki trende delik deşik
Tan atacak birazdan yüzünü tamam yıka
Vurulacak aşlar var, ırlanacak bir beşik


*

Baştan başla ninnine, yüze kan gelir gibi
Doğrul katı uykudan, ana, ey kadın ana!

Yine “Vatan” şiirinde Kıbrıs Harekatı’nı bir annenin gözünden anlatır. Oğlu asker olan annelerin kahramanlığını anlatır ve şiiri şöyle bitirir:

Yalnız o kadınlardı köyünden hiç çıkmadan
Koca denizi aşıp adayı vatan yapan
Şairin kendi yarasını anlattığı şiirler


Yazıyı başladığım bağlamda bitirmek istiyorum. Şairin Türklük, Yörüklük, Muhammedilik kokan şiirlerinin yanında elbette kendi yaralarını anlattığı şiirleri var kitapta. Sığırtmaca ana diyen çocuk yok sadece. Annesini kaybettiğinde daha bebek olan, kaç yaşına gelirse gelsin annesine demek istedikleri olan, diyemediklerini biriktiren bir çocuk da var. Elli yaşına gelmiş bir insan, annesine ne demek ister? Neyi diyememek onun yarası olmuştur? Bunu biz bilemiyoruz. Bunu sadece öksüzler biliyor. O öksüzler ki onların dostu Allah’tır, onları anneleri cennette bekleyecektir. Şairin yarasından bakıyoruz yine:

Annesi yürür
Yolu gururla geçen
Her erkeğin içinde ben aksayarak
iki büklüm, çelimsiz
bu yüzdendi belki de


Ne denilebilir ki? Böyle anlarda dil susar, göz başlar. Devam ediyor şair:

yine de gittim
en uzağa, en zora
tastamam elli sene


En zordur, elli sene de geçse boğazda birikenler yutulmamıştır, dinmemiştir o susuzluk, geçmemiş açlık, uzatılan el havada boşlukta kalmıştır. Dinmemiştir heves. Eksiktir. Eksiktir elli yıl. Elli yıl da olsa eksiklik hâkim duygudur. Nasıl mı? Kulak veriyoruz:

seni aradım
ki şöyle diyecektim:
yürüyorum bak, anne!...


Ey mübarek kadın! Ey Allah’a yakın dost! Ey, cenneti ayaklarına altına alan! Ey, şairin ulu anacığı! Oğlun, yürüyor. Biz şahidiz. Oğlun yürüyor, Yunus’un gittiği yolu gözleyerek… Bizi de çağırıyor. Bize el ediyor. Biz hiçbir şey anlamadan, pervasızca soruyoruz: Niçin büyük harf ile öksüz yazdın Süleyman? 

16 Haziran 2020 Salı

Şiir insanları birleştirmez, onları ayırır*

“Terleyecek kan yürek kağıda boncuk boncuk,
Ve şiir bitince rahme düşen her çocuk
şair olacak!"
- Süleyman Çobanoğlu, Şiirler Çağla

Bir şiir kitabını alıp baştan sona okumayalı on yılı geçmiştir. Bir dönem sadece şiirle hemhâl olan biri için pek anlaşılabilir bir durum değil. Kendi adıma edebiyatı şiirle sınırlandırdığım o dönemler mısraların ciddi manada heyecanlandırdığı demlerdi. Dünyanın gerçekten değiştirilebileceği düşüncesinin sihrine bugün bile şaşırıyorum. Sonraları şiir adasından uzaklaştığımı fark eden bir ahbabım bunun sebebini sorduğunda -kısaca- ‘şiirin gerçeklikle örtüşmeyişi’ demiştim. Şiirin, idealden avuntuya dönüşmesi hâlâ düşündüğüm meselelerden. Öyle ki şiir hayat içerisinde nerede duruyor sorusu havada asılı duruyor. Mevzuyu Adornovari (T. W. Adorno, 1903-1969) bir abartıya bulayıp kişisel kaygıyla meşrebime yontarak mağduriyet hıncı devşirecek değilim fakat şiir bir şey vaat ediyorsa o şeyin ne realizmle ne de rasyonalizmle alakasının olmadığını açıkça söyleyebilirim. Dahası, ‘barbarlık’ şiire gelinceye kadar insanlığı kaç infaza uğratıyor saymak abes olur.

Bir yandan salt ütopya olduğunu düşündüğüm şiirin hayatın gerçekleriyle örtüşmediği hissine her gün biraz daha kâni olurken öte yandan şiir konusunda Cemil Meriç (1916-1987) kadar da katı düşünmüyorum. Sadece şiirin özü itibariyle hakikatin nabzını tutabilme ihtimalini zayıf görüyorum. Moderniteyle birlikte hayatın değişen dinamiklerinin bunun başlıca nedeni olabileceğine dair düşüncem elbette tartışmaya açık.

Cemil Meriç şiire meyilli toplumların duyguya ağırlık verdiklerini ve düşünmeyi gerektiren felsefe alanında yetersiz kaldıklarını iddia ediyor. Ona göre felsefe yani düşünce yerine hisse yönelik bu durum ilerlemeyi engelleyen ortamı doğuruyor. Doğu toplumlarında pek rastlanmayan (epistemolojik) ‘düşünme’ ilerlemenin temel dinamiğidir ve felsefeye yatkınlık Batı dünyasının başarısının neredeyse temel özelliğidir. Bu görüşün kökeni Antik Yunan felsefesine kadar gidiyor. Örneğin Platon, şairlerin mimesis (taklit) yoluyla gerçeği perdelediğini ileri sürüyor. Platoncu görüş, sanıyorum, romantizm temsilcileri dışında tüm zamanlarda destekçi bulmuştur. Bunun en bariz göstergesi, Platon’un (MÖ 4 veya 5. yy) şiir ve şair hakkındaki görüşlerinin benzerini Rousseau’ya ve (1712-1778) Hegel’e (1770-1831) kadar uzanan bir yol çizmesi diyebiliriz. Bu düşünceye göre şair gerçeği anlatmaz, kurgucudur. Okuma müptelası Cemil Meriç’in zihin dünyasının şekillenmesinde özellikle ilk dönem için Batılı filozofların ve dolayısıyla Batı felsefesinin payı büyük. Şiir ve şair ile ilgili kanaatinde bunun etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yazının başına dönersek, uzun yıllar sonra baştan sona okuduğum şiir kitabı Süleyman Çobanoğlu’nun geçen yıl Ötüken Neşriyat’tan çıkan Tamgalar’ı oldu. Çobanoğlu’nun Şiirler Çağla ile hafızamda ‘özge’ bir yeri var. Unutmak adlı şiirindeki “Hafıza mı, ölüm mü, hangisi daha kolay?” dizesi ara ara yankılanır zihnimde. Sadece anlamsal uzamı değil tınısı da içimi yumuşatır. Şiirin yapabileceği en uç noktanın bu olacağı kanaatindeyim. Şiir, hissi estetize edebilir en fazla, gerisi yanılsama.

Tamgalar, Süleyman Çobanoğlu’nun üçüncü şiir kitabı. Ötüken Neşriyat bir güzellik yapıp 2009’da yayınlanan Hudayinabit ve ilk baskısı 1997’de yapılan Şiirler Çağla’yı da Tamgalar ile birlikte edebiyat dünyasının sularına bırakmış oldu. Şair ve yayıncı üzerine düşeni yaptığına göre eğer yolu varsa, şiir yola buradan sonra okurla devam edecek denebilir.

Süleyman Çobanoğlu okuyucusu onun iki konuda hassas davrandığını ‘hassaten’ bilir. Bunlardan biri Türkçe yani dil, diğeri İslam yani dindir. Şair, Tamgalar ile bu ikiliye üçüncü bir halka eklemiş görünüyor. Anane, kültür ya da gelenek diyebileceğimiz bu olguyu en ‘öz’ anlatan kelime ‘töre’ olabilir. Buradaki üçüncü halkanın Çobanoğlu için yeni bir şey olmadığının da altını çizmek gerekiyor elbette. Önceki çalışmalarında bunun göstergeleri fazlasıyla mevcut. Yalnız, Tamgalar’da bu özellik biraz daha öne çıkmış izlenimi verdi bana. Bu sebepten Tamgalar’daki vurguyu ‘Türklük’ şeklinde yorumlayanlar da çıkabilir lakin bu tavrın anlamı daraltmaktan başka bir işe yaramayacağı kanaatindeyim. Tüm ‘özcü’ duruş sergileyen şairlerde olduğu gibi, aşırı yoruma maruz bırakıp kısıtlamak şiiri şiir olarak değerlendirmeye engel olacaktır.

Şiir konusunda teknik detaylara girmek niyetinde değilim. Zira vardığı nokta şiir bitti/bitmedi şeklinde kısır bir yer oluyor. Onun yerine gerçek şiir kendini her şartta belli eder deyip Tamgalar’da dikkatimi çeken birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Yukarıda değindiğim gibi, şair iki konuyu; dil ve dini şiirinin omurgası yapıyor. Önceki eserlerinde de bu durum göze çarpıyordu fakat Çobanoğlu’nun Tamgalar’da kullandığı dile ayrı bir özen gösterdiği hemen belli oluyor. Bugün günlük dilde pek yer bulamayan sözcükler bir hayli fazla. Türkçenin etkilendiği diller bir yana, öz varlığından örnekler bulunduğundan okurun eli iki de bir sözlüğe kayıyor. Eserdeki üslup gereği öncekileri göre anlatım epey kısaltmış fakat bu yönelim anlamı daraltmayarak derinleştirmiş diyebiliriz. Dilin yanı sıra ‘töre’ (gelenek, kültür) fazlaca yer alıyor şiirlerde. Bu bağlamda şair yörüklüğünün de verdiği ayrıcalığı ziyadesiyle kullanıyor. Eserde yer alan dinsel ögelerde efsane, destan, mitoloji ve pagan detaylar epeyce mevcut fakat ana damarı ilim ve irfanı bir araya getiren rivayete dayalı geleneksel İslam inancı oluşturuyor.

Tamgalar’ı okurken en çok hissettiğim şey yaşanmadan yazılamayacak ifadeler oldu. İsyan da şükür de, tıpkı insanın zatında olduğu gibi bir arada hatta aynı anda bulunuyor. Kimi politik tepki kimi ahlaki duyarlılık taşıyan öfke yüklü sözler satıhtan zihne çarparak dağılıyor. Yerleşik hayatın hayatı dumura uğratışı, kaybedilen değerlerin telafisizliğinin keyfiyeti düşüncelere salıyor okuru. Süleyman Çobanoğlu Tamgalar’la kadim bir kültürün içinden topladığı düş(ünce)lerden aidiyetini belli eden bir ‘iz’ bırakıyor okurun zihnine.

*Tamgalar, T. S. Eliot’tan (1888-1965) yapılan bu alıntıyla başlıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp