5 Mart 2025 Çarşamba

Yalan olmayan bir yaşam mümkün mü?

Adına hayat dediğimiz bu muammalarla dolu döngünün sırrı, acaba her gün geride bıraktığımız tortularda mı saklı? Daha doğrusu, o tortuları birer tecrübe olarak kabul edersek, yeniden yüzleşme sınavı mıdır hayat daima? Şimdi bu cümleleri elimin aracılığıyla dökerken zihnim, tortuyla tecrübe kelimelerini bir araya neden getirdiğimi düşündüm. Uzun sürmedi ama, hemen hatırladım. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Siz tecrübe kelimesinin hakiki manasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir.” diyordu Tanpınar. Bazı sözlerin zihnimize attığı kıymık, bir başka kitabın derdini, hikâyesini anlamamıza imkân sağlıyor kimi zaman. Buna edebiyatın tesellisi diyoruz, demeliyiz. O zaman tepsiyi toparlayalım: tortu, tecrübe, teselli.

Selçuk Baran’ın Tortu’su, birbirine halat uzatmış beş öyküden oluşuyor. Romanın anlatıcısı ve başkahramanı olan Halim, ilk öyküde bize ablasını anlatıyor. Burada, insanın büyüdükçe masumiyetinden ve samimiyetinden neler kaybettiğine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Halim, henüz duygularını yerine oturtmakla meşguldür. Ben, öteki, bağlanma, kopma konusunda tecrübesiz; ama ablasının her an yanında oluşu, onu her an dinleyişi karşısında da yüreği geniş bir çocuktur. Büyüyecektir ama, hatta büyüdüğünün de farkındadır. Ablası odasına eskisi gibi sık gelmemeye başlar, o koyu sohbetler yerini sessizliğe bırakmaya teşnedir artık. “Dediğim gibi konuşacak sözümüz de yoktu. Büyümek bize yaramamıştı. Birden hüzünlü insanlar oluvermiştik.” derken Halim, hem ailesiyle hem de yaşadığı kasabayla olan bağını açıklar. Bu bir mecburiyet gibidir ona göre, alınyazısı, kader. Abla, gördüklerinin bilincine varmış, kasabada huzuru bulamayacağının bilincinde, kalbini harekete geçirecek düşüncelerin ve duyguların süzgecini taşımak ister hep elinde. Hayatı öyle damıtmak ister, öyle demlemek. Oya işlemeyi bırakmak ister, gitmek, kaybolmak, kendince yaşamak. Kimsenin doğrusuna yanlışına bakmadan, oluruna olmazına aldanmadan. Halim ona oya işlemeyi bırakmasan daha iyiydi derken, biriktirdiklerini ortaya döküverir: “Yok, yok… Dayanamazdım sonra. Sözgelimi çayır-çimen işliyorsun. Oyanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Elinde koyu yeşil iplik, açık yeşil boncuklar… Oh, ne güzel çayırlık, çimenlik diyorsun. Çıplak ayaklarla otlara basmak… koşmak koşmak… Ama oya bitiyor, hiçbir şey olmuyor, ötekine başlıyorsun. Gene bir şey olmuyor. Bütün çevre bitiyor sonra. Sen yalnız istediğinde kalıyorsun. Hem nerde çayır, nerde çimen? Hani nerde? Oya işlemezsen aklıma ne çayırlar ne al güller ne de yüzümü bile kızartmayan o ayıp şeyler gelir… Bir gün yağmur yağsa diyorum… Tam ben sokaktayken. Etime kadar ıslansam… Eve öyle dönsem. Kimseler görmeden odama çıksam… Yatağıma uzansam. Üstümü filan çıkartmadan, öylece ıslak ıslak…

Ablasının tavrı ve akabinde hayatına verdiği yeni yön, Halim’in başka hayatları görmesine, başka duyguları bilmesine imkân sağlar. Abla, üç çocuklu ve boşanamayan bir çiftçiye kaçar. O hayattan memnun, koşuşturmalar ve dinlenmeler eşliğinde ruhu daha dingindir. Halim bunu fark eder. Bu, aynı zamanda, “Başka bir hayat mümkünmüş” fikrini de yaşatır ona. İkinci öyküde, Arif Hikmet Bey gerçeğiyle karşılaşır ve o da başka bir hayatın içine çekiliverir. Artık çalışmak, para kazanmak, patronun ve büyüklerin gözüne girmek, birikim yapmak, güçlenmek, kendini tanımak, heveslerini sezmek derdindedir. O da artık memleketten ayrılanlar sınıfına yazılır. Zaten askerden dönmüş, canı da sıkkındır. Ablasına olan sevgisi ve özlemi diridir ama hayatın yakıcılığını da sezmiştir artık: “Gidenler, geride bıraktıklarına her zaman para gönderirlerdi. Onlar gelmezlerdi ama para hep gelirdi. Gurbette ölecek olsalar bile gelirdi. Geride kalanların geçimlerini sağlayan ya da geçimlerine katkıda bulunan bu para her şeyden önemliydi. Hayatta kalabilmek için para gerekliydi insanlara. Oğul, kardeş, amca sevgisiyle yaşanmaz, ekmekle yaşanırdı çünkü. Geride kalanlar zamanla bu duruma alışır, özlemlerini unuturlardı. Sevgi unutuluyor, gereksinilir bir şey olmaktan çıkıyor demek kimi durumlarda.

Acaba sahiden öyle mi? Üçüncü öyküde Halim’in içine girdiği konak hayatını seyrediyoruz. Arif Hikmet Bey’in kurduğu fabrika imparatorluğunda çalışmanın da ahlakın da nizamı bizzat kendisi tarafından çizilmiş. Öncelik daima hemşerilerinde. Ne kadar güven kazanıp ne kadar işine ve emirlere saygılı olursan o kadar kazanıyorsun, geleceğin o kadar garanti altına alınıyor. Böylece fabrika mabede dönüşüyor. Arka bahçesi olan ve herkes tarafından merak edilen, önemsenen konaksa Halim için insanları tanıyıp bilme laboratuvarına dönüşüyor. Ablasıyla mektuplaşmayı sürdürüyor. Onun soruları ve sorgulamaları, Halim için bir düşünce atlası aynı zamanda: Hayatlarımızı farklı kılan şeyler neler? Parasızlık büyük bir sorun mu? İnsanın yaşamını asırlık töreler ve birileri tarafından kontrol mekanizması haline getirmiş ahlak kaideleri mi belirliyor? İnsanlar çocuklarına gülmeyi öğretememekten korkmuyorlar mı? Gülmek ayıp mı? Herhangi bir gün, olasıya yorulmadan geçemez mi? Geleceği güven altına almak, bir yanılgı olamaz mı? Ve nihayet: “Ama başka türlü bir hayat vardır elbette. Gerçek hayatı anlat bana. Herkesin her şeyi bildiği dünyada hayat nasıldır? Buralarda yaşlılar hayat bir düştür, dünya yalandır, derler. Yalan olmayan bir dünya buldun mu orada? Düş olmayan, gerçek olan bir hayat… Anlatsana…

Halim için bir gerçek hayat, sahiden yeni bir hayat varsa onun adı, aynı zamanda dördüncü öykünün adı olan Zekiye’dir. Fişe takılı gibi yaşayan bu insanlar arasında aşk ve sevgi, Halim’in göğsüne hem yangınıyla hem de gölgesiyle geliverir. Evvela Zekiye’nin Arif Hikmet Bey, çevresi, fabrika, konak ve hayat üzerine, etrafının tam zıddı yaklaşımları şaşırtmıştır Halim’i. Bunca sert nizamın, katı kuralın içinde Zekiye nasıl bu kadar “dik başlar, erkek haykırışlar” edasıyla yaşar, konuşur ve hatta susar? Böylece ablasının merak edip sorduğu başka bir hayat, Zekiye’nin bakışlarında, tavırlarında açılıverir Halim’e. Zekiye’nin ona ilk “sen” deyişi, Halim’e artık öteki’yle gönülden bağlantı kurmak adına da bir seyir defteridir. Bu seyirde, Furuğ’un “Ve yalnızlık, içinde çürümekte olan bir şeye ulaşmaktır” dizesinin meramını bulabiliriz belki de. Halim, Zekiye’nin coşkun kavanozunda duran ve neredeyse tanımadan kaybedeceği aşk denen bala parmağını daldırıverir artık. Yalnızlığı, ona yaşamın en kıymetli süsünü takdim eder. Birlikte düşecekleri kuyudan, şaşırtıcı bir beraberlikle çıkıverirler. Halim için hayat, aslında şimdi başlar: “Gücümü ölçebiliyordum. Kime, nasıl ve ne kadar karşı çıkabileceğimi seziyordum hiç değilse. Geleceğimiz elbette bulanıktı ama parlak düşlerle, başkaldırma masallarıyla ya da bizim olmayan ve hiçbir zaman bize verilmeyecek olan bir yaşam görüntüsüyle renklendirilmemişti hiç değilse.

Tortu, son öykü. Buraya kadar sıcak bir iklimde okuduğumuz kitap, Tortu’yla birlikte buzlaşır. Anlatıcı artık Halim midir? Bahsedilen bu yeni ama soluk, kimliksiz, dışlanmış, tutkusuz hayat onun hayatı mıdır? Zekiye yanında mıdır? “Adsızın biriyim ben beyim. Hiç kimseyim. O ‘garson’ diye çağrılan ve belli bir saygınlığı hak etmiş kişilerden bile değilim.” diyerek, cesaret ve umutla çıktığı yolda, en başa mı dönmüştür yoksa? Ona bu hayatı yaşatanları bağışlamış mıdır peki? Hem cevap, hem son söz: “Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. (…) Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Rüyayla gerçeğin arasında bir bulmaca roman

İyi bir yazar, okuruna zekâsını hissettirebilendir. Kurmaca hayatı anlatır ama farklı bir formda gerçekleştirir bunu. İyi bir kurmacada okur kendini yazarın karşısında yenik hisseder: Yazar, okurun yazamayacağı şekilde yazabilmiştir.

Milorad Paviç tam olarak böyle bir yazardır. Büyülü gerçekçiliğin balkan temsilcisidir. Onun romanını okurken daha önce hiç karşılaşmadığınız bir evrenle, dille, eserle karşılaşmışsınızdır ve bir daha da asla karşılaşmayacağınızı bilirsiniz. Üstelik Paviç bu ustalı her eserinde sergiler. Hazar Sözlüğü ile Eşsiz Parça / Mavi Kitap birbirinden apayrı deha gösterisidir. Şimdi de Çayla Boyanmış Manzara çıktı, üstelik Kadir Daniş’in eşsiz çevirisiyle. Çayla Boyanmış Manzara yine eşine rastlanılmayacak türde bir eser. Bulmaca roman özelliği taşımakta ve bulmacayı okur çözmek zorunda! Yani Paviç okumak için iyi ve dikkatli bir okur olmak yetmemekte, onun dehasına dokunabilmeyi de başarmak zorunda her okur!

Belgrad’dan İstanbul’a, Aynaroz keşişlerinden Osmanlı padişahlarına, Nazilerden Sovyetlere hiç hız kesmeden ve soluk almadan yapılan bir yolculuk ve mekân ise rüyayla gerçeğin ara formu, muğlâk ve girmeden bilinemeyecek bir âlem.

Kurmaca gerçeği, kendi gerçekliğinde var ederek aktarır, hatta gösterir. Fakat kurmacanın gerçekliği, zahiri gerçeklikten daha zengindir veya imkân olarak daha geniş bir havzada yer alır. Gizem, gerçeküstü, rüyalar alemi, hayal dünyası, fantastik vb birçok öğe kurmacanın gerçekliğinde bizatihi gerçek olarak yer alır. Gerisi yazarın dehasına, özgünlüğüne kalmıştır. Yazar dehasını konuşturamazsa veya doğrudan dahi değilse, o zaman ortaya çıkardığı evren gerçeklik kazanamaz, bilakis öylesine yapay kalır ki iyi bir metin hüviyeti elde edemez. Paviç gibi yazarlar ise kelimenin tam anlamıyla dahi olduklarından kendi var ettikleri gerçek, okurun gerçekliği ve gerçek kavramını yeni baştan ele almasını sağlayabilir, gerçeğe karşı bakışını değiştirebilir.

Oyun içeren metin sayısı epey çoktur ama Paviç metinleri okurun da metne tam anlamıyla dahil olmasını, okurun da metnin içine girmesini ve yazarla birlikte devam ettirmesini ister. Paviç’in romanını mutlak manada okumuş olmak için okurun bulmacayı çözmesi gerekir. Çözemezse? Okuduğu yine de onu büyülemeye yeter. Ama bu özelliği esere bir özellik kazandırır: Eser iki kapak arasında başlayıp biten bir metin değildir.

Paviç’in romanını okuyan okur, roman bittikten sonra dahi romanı zihninde okumayı sürdürür. Düşündükçe yeni noktalar keşfeder, roman kendini açmaya devam eder, belki bir tur da zihninden okutur kendini. Okur romana eğildikçe yeni bir yönünü daha fark eder. Paviç romanı okur tarafından okunmaz, idrak edilir!

Çayla Boyanmış Manzara’da da bulmacanın zenginliği göz kamaştırır, görünen her metnin ardında bir de görünmeyen mana kısmı vardır, metnin alt metni de bir o kadar zengindir ve okur dikkatini en ufak derecede kaybetse alt metin de kaybolacaktır. Alt metin kaybolduğunda da metin zenginliğini sürdürmektedir, bu da dehanın göstergesidir. Aynı zamanda okurluk okuludur doğal olarak, her romanında okur kurmaca okuma seviyesini geliştirmektedir.

Çayla Boyanmış Manzara kesintisiz akan bir nehir ama çağıltıyı duymak için kulaklarınızı dış dünyaya kapatmak zorundasınız!

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

Küçük yalanlar dev olur

Zanib Mian, ülkemizde Planet Ömer serisiyle tanınıyor, Gülce Timaş İlk Genç bu sefer yazarın, “İkiz Dedektifler: Yalanlar, Gerçekler ve Kurabiyeler” kitabını Türk okurlarıyla buluşturdu. Yazarımız İngiltere’nin ramazan havasını, geleneksel Hint sofrasının vazgeçilmezi Samosa’ların eşliğinde, heyecanlı bir maceranın içine sokuyor. Ele avuca gelmeyen Nisa Malik ve kardeşi Musa Malik ile birlikte kırılan kurabiyelerin peşinde koşuyoruz. Onlara, ipuçları peşinde koşarken, bir duvar ötesinde oturan sevgili dostları Norman da ekleniyor.

On bir ayın sultanını heyecanla bekleyen İngiltere’de yaşayan Müslümanlar ayın görünmesiyle birlikte oruç tutmaya başlıyorlar, Kur’an kursunda ise hummalı bir çalışma vardır, çocuklar kendi tasarladıkları kurabiyeleri sergileyeceklerdir ve en güzel kurabiye en yüksek fiyata satılacaktır. Gecelerini gündüzlerini katarak tasarladıkları kurabiyeleri, sergilemek üzere mescitlerine götürürler. Orada iftar odasında sabahı olmasını bekleyen kurabiyelerin başına bir haller gelir ve sabah hepsi kırılmış bulunur. Yerde bulunan bir şal ise en büyük ipucudur. Nisa ve diğer cemaat de çok üzülür, kimin yaptığını merak ederler ama bir iz yoktur. Kim caminin içinde ki kurabiyelere zarar vermek istemiş olabilir?

Galler gezisi için bütün umudunu buna bağlayan Nisa Malik ve kardeşi bu işin peşini bırakmaz ve suçlunun peşine düşerler. Onun için bir ölüm kalım meselesidir. Tabii ki olay sâdece bundan ibaret değildir, küçük haylaz Nisa Malik, izin verilmeyen Galler gezisi ile ilgili, arkadaşlarının alay konusu olmaması için küçük bir yalan söyler. Ama bu yalanın kocaman bir deve dönüşüp başını belaya sokacağını elbette bilemez. Kendisi ile ilgili söylediği “her zaman uslu olmaya çalışan ama başına talihsiz şeyler gelen birine söylenecek en kötü şey bu!” dediği şey ise uslu olmaktır. Ona en büyük desteği veren ise kardeşi Musa’dır. Sınıfta hayal kurarken yakalanmasında, sınıf arkadaşı Selma’nın yüzüne fırlayan solucanlar (solucan kutusunu açmaya çalışan Selma dengesini kaybettiği için fırlamıştır, Nisa’nın suçu yoktur) ve Hz. Nuh yerine balık demesinde olsun, ona destek olan kardeşi Musa’dır. Bu kadar olayın neticesinde çok istediği Galler gezisine gidememesi tamamen talihsizliktir. Kim bilir ikisi bu durum için bir çare düşünmüştür? İşte bu sebeple kurabiyeleri parçalayanı bulmak onlar için mühimdir, bir de şu kontrolden çıkan yalanının açtığı sorun var, onun da çözümünü bulmak zorundalardır.

Evet, bu kadar olayın içinde yazar bize, ramazanın güzelliğini, sahurun kıymetini, dürüstlüğü, yardımseverliği, dostluğu anlatmayı ihmal etmiyor. Meraklı Norman, Ramazan ile ilgili birçok şeyi bilmek istiyor, arkadaşları ile birlikte teravih namazı kılıyor, iftar yapıyor. Onunla birlikte biz de birçok şeyi öğreniyoruz. Misal abdesti ne bozabilir? Günde kaç namaz var? Teravih nedir? Sahur nedir, iftar nedir?

Bugün annemin içi içine sığmıyordu, çok heyecanlıydı. Çünkü ay, hilal şeklinde göründüğünde Ramazan başlar. O da ya bu gece ya da yarın Ramazan başlıyor demek oluyor.

Önümüzde kutsal bir ay var. Dualarla, güzel bir şekilde başlayalım bu ata” dedi annem saçımı okşayarak.

Olayların arka planında ramazan ayı ele alınıyor, çocuklara; eğlenerek okurken, güzel dinimizin birçok şeyi de aktarmış oluyor. Bu anlamda, yan komşunun Müslüman olmayan bir çocuğun seçilmiş olması dikkat çekici olmuş. Birbirini anlayan, düşman olmayan bir dostluk içinde, hoşgörüyü hikâyenin içine sarılmış. Ama asıl mesaj; güzellikle dostlukla Müslümanlığı anlatılacağını bizlere iletiyor olmasıdır. Ayrıca Urduca ve Hind izlerini de takip edebiliyoruz.

Dedelerinin yerel kıyafetinde taktığı, komşularının arkaya attığı şal, yerel yemek Samosa, Urduca baba demek olan Abu’nun kullanılması, yazarın kendi kimliğine sahip çıktığını ve aktarmayı hedeflediğini de göstermektedir.

En azından evdeki ramazan havası günlerimi renklendiriyordu. İftira geri sayım, birlikte namaz kılmak ve hepsinden iyisi samosalar…

Yazar, Zyaan Kocagöbek karakteri ile bize hayata pozitif bakmamızı, kimsenin hakkımızdaki negatif düşüncelere takılmamızı anlatmayı başarmış. Bu karakterin kendisi ile olan barışık halleriyle, bize alay edilmemek gibi şeyler için yalana dolana sarılmamız gerektiğini aktarmış. İnsanların kusur görmek isterse cennette bile göreceği sözünü akla getiren bir karakter olmuş.

Hey Nisa, duydum ki arkadaşların seninle alay etmesin diye bir söylenti uydurmuşsun. Soyadımdan öğrendiğim bir şey varsa o da insanlar daima alay edecek bir şeyler bulur. Bu yaşamın bir parçası. Önemli olan bunlara aldırmaman. Sen aldırmazsan seninle alay etmelerinin hiçbir önemi kalmaz. Bu yüzden fazla ciddiye alma.

Ramazanın affediciliği, kibarlığı, nezaketi, komşu ilişkilerini işlerken bir Müslümanın nasıl bir karakterde olması gerektiğinin altını çizmiştir. Kyan Cheng, basit sade kafa karıştırıcı olmayan direkt mesajı veren çizgilere sâhip resimlerle kitaba ayrı bir hava vermiş, onu daha ilgi çekici hâle getirmiş. ‘Bu kadar güzel kitabın bir eksik yönü var mı?’ sualini soracak olursak. Sözümüze şöyle başlamak doğru olacaktır.

Belki zamanın getirisi ile belki kendi milletlerinde bunun bir önemi olmaması sebebiyle olsa gerek Cami ve Kâbe şeklinde kurabiyeler yapılması, çocuklarının adlarını peygamberin adı diye anarken ayağını düzelten, Kâbe’den yüksek minare dikmeyi edep dışı bulan Türk irfanının yapısına uzak olduğunu ilâve etmek gerekir. On bir ayın sultanına sayılı günler kala çıkan İkiz Dedektifler, orucun güzelliğini dostluğu, dürüstlüğü, önyargıyı düşünmeden inanmamayı anlatan sıcacık bir kitap olmayı başarmış. Okuyanı bol olsun. Ramazan şerif hayırlar getirsin.

Hoş geldin Ya Şehri Ramazan diyelim yeniden…

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

27 Şubat 2025 Perşembe

Filistin meselesinin kökleri

Filistin işgalden ve soykırımdan kurtulana ve özgürleşene dek her zaman gündemimizde en ön sırada yer tutmaya devam edecek. Bir Müslüman esaret altındaysa tüm Müslümanlar esaret altındadır. Bir Müslümana kaldırılmış tokat bütün Müslümanlara kaldırılmıştır.

Ve savaş çok cepheli bir savaştır. Bazıları cephede savaşır, cephede olmayan işgali dillendirir, boykot eder, her zaman gündemde tutmaya çalışır. Yazarlar, edipler ise işgali kitaplaştırarak dünya tarihinde unutulmamasını, yer tutmasını sağlarlar. Kitap kalıcılığı ile bir zulmü ileriki nesillere taşır ve böylece Müslümanlar her zaman diri kalır, unutmayarak yarınını hazırlar, geleceğin taşlarını tecrübelerle örer.

Ömer Rıza Doğrul’un Filistin Meselesi adlı kitabı 1947 Arap-İsrail savaşının cereyan ettiği dönemlerde yazılmış olması itibarıyla ayrı bir önem taşımakta. Doğrudan devrin izlerinden, gözlemlerinden beslenmiş olması bugünden bakıp da dünü anlamaya yönelik bir izlek. “Ufak büyük ciddi her meselenin, sükûnetle incelenip temelinden bilinip kavranarak, gerekli tedbirlerin yıllar öncesinden ve fazlasıyla alınmadıkça, çaresinin bulunmayacağına kesin olarak eminim.” Ömer Rıza Doğrul’un kitabın önsözünde belirttiği bu düşüncesi bizim söylemeye çalıştıklarımızın özeti mahiyetinde ve kitabın neden önemli olduğunun da birinci ağızdan aktarımı.

Büyük mücahid Şeyh Şamil’in torunu merhum Said Şamil Bey’in 1960’lı yıllarda Medine’de dile getirdiği şu sözleri de meseleyi derinden kavramanın önemini ortaya sermektedir: “Yahudi bir beladır. Onunla harbe girerseniz, arkasındaki büyük devletlerle savaşırsınız. Haydi üç beş günde savaş bitti diyelim. Fakat sulh müzakereleri üç sene, beş sene bitmez. Yetmiş bin tane yalan söyler. Her gün yeni bir şart koşar. Uzata uzata karşısındakini o hale getirir ki, ‘Allah belasını versin, ne olacaksa olsun da şu işten kurtulalım!’ dedirtir. Müzakerelerin başında topunu birden reddettiğiniz şartları kabul etmek zorunda kalırsınız. Müzakereden çekilemezsiniz ama devam da edemezsiniz. Öyle bir beladır. ‘Amerika’ya da ne oluyor? Neden bu kadar İsrail’e destek çıkıyor?’ diyorsunuz. Bunda şaşacak bir şey yoktur. Daha önce de söyledim. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in bir vilayetidir! Geçen asrın baş belası İngiltere, onun emrinde idi; bu asırda da Amerika’yı kendilerine hizmetçi yaptılar.

Ömer Rıza Doğrul’un da “Siyonistlik baştanbaşa tecavüzdür” cümlesini hemen sonuna ilave edelim. Bugün yaşadığımız, tanık olduğumuz gelişmeler bu meselenin yeni olmadığını, eskiye dayandığını ve bir devamlılık sonucu gerçekleştiğini zaten göstermişti. Mesele bu devamlılığın nasıl ilerlediği, olayların başlangıç noktasına giderek bugünlere nasıl gelindiği meselesidir.

Toplam 57 yazıdan oluşan eser Filistin meselesinin nasıl başladığını, neler yaşandığını ayrıntılarıyla ve okuru boğacak ayrıntılara girmeyerek sunuyor. Modern dünyanın Müslümanlara biçtiği akıbeti aşikâr ediyor ve okuru adeta tokatlıyor.

Filistin hepimizin meselesidir. Mescid-i Aksa esir tutulduğu müddetçe hiçbir Müslüman özgür değildir. Dolayısıyla bu konuya dair yazılmış her kitap başucu mahiyeti taşır. Okumak, okutmak, yaymak ve önermek de vazifedir.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

25 Şubat 2025 Salı

Yumurta mitlerinden teknoloji krallığına: Kore

Günümüz Kore çılgınlığının alıp gittiği bir dönem. Sadece müzikleri ile değil dizi ve filmleriyle de, popüler kültürde dünyada hâkimiyeti ele geçirdiler. Japonya’nın taklit edilmesiyle başlayan pop kültürleri, bugün hükümdarlığını îlân etmiş durumdadır. Bir dönem Çin ve Tokyo bu yayılmacılığı önlemek için yasaklar getirmişlerdir. Gençlerin, bilhassa genç kızların hayallerini süsleyen idollerinin endüstrisinden bahsediyoruz. Duvarları süsleyen posterler, çantalar, kıyafetler... Ve gözlerden kaçmayan bir durum estetikle uzak doğulu olma çabası.

Koreliler, yüzyıllar boyunca içine kapanık, geleneklere bağlı bir toplum olarak yaşamış. Joseon döneminde 1592 yılında Japonya işgali onlarda derin izler bırakmıştır. İkinci dünya savaşı, Amerika ve Rusların paylaşımlarıyla, 38.paralel sınır kabul edilir. Böylece soğuk savaş döneminin efendileri tarafından ikiye bölünürler. Kore, sömürge olmasına rağmen Cihan harbinden Almanya gibi bölünen bir millet olmuştur. Ruslar ve Amerikalılar arasında tampon bölgedirler. Ardından iki tarafın kışkırtmaları güç gösterileri yüzünden başlayan iç savaş ise kardeşleri savurur birbirine düşman eder. Tek millet iki hasım devlet olarak yerlerini alırlar. Güney Kore çalkantılı darbeci demokrasi yıllarının ardından, kısa bir sürede dünya üzerinde teknoloji, internet, gösteri dünyasın da hegemonyasını kurmayı başarır. Aslında bu başarının temeli baskıcı yıllarda kurulan âdeta kölelik sistemi olan uygulamadır. Halkın ezelde çalışkanlığı giymiş olan toplum azimle çalışır ve dünyanın ekonomisi güçlü devletleri arasına girmeyi başarır.

Bu azim şifresini bulabilmek için öncelikle onun binlerce yıllık tarihini az çok bilmek gerekir. Şunu da eklemeyi unutmayalım, günümüzün en iyi kültür kuramcısı da Byung-Chul Han, Seul doğumludur, Güney Kore menşeli Almanya vatandaşıdır. Anlaşılan odur ki 21.yy kültürünü şekillendirecek olan güç Uç Asya’dan çıkmıştır, çıkacaktır. Yüzyıllar boyunca Batının ilgisinden uzak, kendi kabuğunda yaşayanlar, fedakârlıkla yıkık bir ülkeden devleşmeyi başarmışlardır. Japonya mûcizesi diye yıllardır dillendirdiğimiz hakîkat aslında Bir Asya mucizesidir. 21.yy, Kore’nin, Çin’in, Singapur gibi Asya ülkelerinin yükselişine şâhit olmuştur. Bir soykırımın ardından, yükselenin sâdece Japonya olmadığını, dünya markaları ile filmleri ve müzikleriyle ispatlayan bir Asya vardır. Güney Kore bunların içinde sıyrılıp gençlerin gönlüne girmeyi de başarmıştır. İşte onu ayıran en önemli özelliği belki de budur. Ülkelerini inşâ ederken, sınai, ekonomi, yükselmenin yanında insanların gönlünü fethetmenin de, kültür politikasının önemini kavramış olmalarıdır. kpop denilen müziğin ve idollerin kılık kıyafetleri, efemiye duruşları bize ters görünse de, dizi ve sinema filmlerini izlemekle kalmayıp, kopyala yapıştır yöntemiyle izleyici ile buluşturan bizler, iktidarı çoktan, Goryeolara kaptırmış durumdayız. Kaptırmaktan başka seçeneğimiz de yoktu. Çünkü Güney Kore devleti kültürel iktidarın önemini kavramış, bu alana gerekli yatırımı yapmıştır. Bunun uğuruna bir nevi kölelik sistemi geliştirip uygulamıştır. Kpopçular, uzun meşakkatli askerî eğitimi anımsatan bir hayat içindedirler. İşte bu disiplin içinde kendi iktidarını dünya üzerinde kabul ettirmişlerdir. Kore bizlere yabancı değil, dedelerimizin kanlarının aktığı şehit düştüğü topraklardır. Bunun için de kardeş ülke olarak akıllarımızda ve gönlümüzde yer etmiştir. Kore savaşında cesaret ve kahramanlık örneği ile onların da gönlünde ayrı bir yerde olduğumuzu, 2002 yılındaki Dünya kupasında görmüştük. Aramızdaki bağı 70 yıl ile sınırlamak doğru olmayacaktır çünkü Mançurya sınırlarında başlayan mâcerâlarında komşularından biri de Türklerdir. Evet, aramızdaki ilişki Göktürklere, Hunlara dayanmaktadır, Kül Tigin Kağanın cenazesine gelen Şilla (Kore devletlerinden) elçisi ve topraklarındaki üç günlük yastan tarihçiler bahsetmektedirler. Hun devletinin başına geçen Uwe Shan Yu (Disney’in, Mulan çizgi filmindeki kötü karakteri, ana düşman olarak çizmiştir) kutlamak için elçilerin geldiği de ana kaynaklardan olan Han Yo Gong’ta yazmaktadır. Renmin Üniversitesi öğretim görevlisi Chen Xujing, Hunların ve Goryeoların akraba olduğunu söylemektedir. Bu akrabalık soy olduğu kadar evlilik yoluyla da gerçekleştiğini ilâve etmiştir. Göktürk devleti 6.yy’da kurulduğu vakit Kore topraklarında üç devlet mevcuttur. Kuzey bölümündeki Goryeo tahtında (bugün Kuzey Kore sınırları içinde) Yangwon Wang bulunmaktadır ve ilişkileri Türklerle iyidir. Neredeyse iki bin yıla dayalı ilişki ağının tarih araştırmalarında daha çok yer kaplaması gerekirken, bugün Türk araştırmacıları bu konuya fazla eğilmemektedir. Belleten dergisinin arama motoruna Kore yazdığınızda sadece Cezmi Eraslan’ın “On the Similarity of Colonialist Policies Implemented Against the Ottoman Empire and the Far East: The Bargains Over Korea After the Shimonoseki Agreement” isminde bir makale çıkmaktadır. Yayınevleri ise yeni yeni bu konuya ilgi duymaktadır. Genellikle Kore sineması diye bilinen Hallyuu dalgası üzerine kitaplar çıkarılmaktadır. Kronik Kitap bu açığı görmüş olacak ki Michael J. Seth'in Kısa Kore Tarihi kitabını basarak, bir nebze olsun bizleri bu kadim topraklar hakkında bilgilendirmişlerdir. Fakat bu kitapta Türklerle olan bağ es geçilmiştir.

Kitap, herkesin anlayabileceği dil ile yazılmıştır. Korelilerin serencamı düzen içinde akmış kafa karışıklığına, sayfalara arası dönmelere neden olmamıştır. Michael J. Seth Hawaii üniversitesinde doktorasını yapmış 1998 yılından beri Kore ve Asya ile ilgili dersler veren bir profesör. Giriş bölümünün ilk başında, Japonya ve Çin’in gölgesinde kalmış, doğu Asya dışında pek bilinmeyen küçük bir ülke olmasından bahsetmektedir. Kore hakkında ilk İngilizce kitap onu hiç görmemiş Kore’yi gören hiçbir batılıyı bile tanımayan, Japonya’da yaşayan William Griffis’e aitmiş. Seth’e göre Güney Kore yoksulluktan refaha nefes kesici bir hızla döner, Kuzey Kore’yi ise çılgın yöneticisi sâyesinde tanımayan kimse kalmamıştır. Korelilerin coğrafyalarının kuzey doğusunun uzun kulaklarını oluşturduğu bir tavşan benzettiklerini, nüfusunun Güney Kore’de elli milyon Kuzey Kore’de 25 milyon olduğu yazmaktadır. Toplamda 75 milyonluk nüfusuyla ülkemizle neredeyse başa baş diyebileceğimiz bir oran çıkmaktadır. Coğrafyası ile ilgili bilgileri özetlersek; muazzam bir dağ silsilesine sâhip, karayoluyla seyahati engelleyecek ölçüde engebeli bir yapıya sahiptir. Ülkedeki nehirlerin çoğu Sarı Nehir’e akmaktadır, nereye giderseniz gidin karşınızda dağları görülmektedir. Bu yüzden Koreliler dağ yürüyüşlerine önem vermekteler. Asya anakarasına bağlı ama onunla bütünleşmemiş bir bölgedir. Bugün Kore denilen bölgenin sınırları altı asır önce oluşmuştur. Kışları sert yazları ise tropik buhar banyosu şeklinde geçmektedir. Bize bu bölümde, Paektu dağı ve ondan çıkan iki nehir, Doğu Denizine dökülen Tumen nehri, Sarı denize dökülen Yalu nehrini sınırları ile gösteren bir haritayı ekleyerek, coğrafyayı daha iyi anlamamıza neden olmuştur. Yine, Kore yazısının Latin alfabesine dönüştürülme zorluğuna dikkat çekilmiştir. Amerikalılar Kore dilini çevirmek için McCune - Reischaur sistemini geliştirmişler bu ilmi alanda kabul gören bir uygulama olmuş. Kore dili Avrupa dillerinden farklıdır (Altay dil gurubuna âit olduğu için Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece ve Japonca ile akrabadır, kitap bu bilgiyi yazmamıştır) bu yüzden Latinceye aktarmak zordur. Giriş bölümünden sonra bölümler şu şekilde sıralanmaktadır,

1. Kökenler
2. Budist Kore
3. Konfüçyüsçü Kore
4. Krallıktan Sömürgeciliğe
5. Kore İki Devlet Oluyor
6. Kuzey Kore’nin Yükselişi
7. Kuzey Kore’nin Mücadelesi
8. Güney Kore’nin Ortaya çıkışı
9. Müreffeh Güney Kore
10. Her Taraftan Meydan Okuma

Kore’nin mit kökenlerine baktığımız zaman karşımıza; yumurta, ayı, sarımsak çıkmaktadır. 5000.yıl önceye dayanan mite göre tanrı Hwanung gökyüzünden bir dağa iner, orada bir dişi kaplan ve dişi bir ayı ona yaklaşır. İnsan olmak istediklerini söyler. Hwanung ot ve sarımsak verir. Yüz gün boyunca güneşten uzak kalmasını söyler. Ayı başarır ama kaplan başaramaz. Dişi ayı kadın olur ve tanrı Hwanung onunla ilişkiye girer, 3 Ekim’de oğulları Dangun dünyaya gelir. Ve Gojosen adı verilen ilk Kore devletini kurar. (Paektu dağı Kuzey Kore) bu hikaye göre kökenleri Mançurya sınırındadır. Yazar bu mitin ilk olarak Moğol istilası sırasında yazıldığını söyler. Bu anlaşılır bir durumdur, eğer Yunus’unuz yok ise, yakıcı bir istilanın karşısında halkı ancak bu şekilde diri tutabilirsiniz. Mançurya; Batısında İç Moğolistan, güneydoğusunda Kore bulunan bir bölgedir. İç Moğolistan’da Hun damgalarının bulunduğu bilinmektedir.

Kitapta, Çinli Shang Hânedanına mensup imparator Gija’nın bu bölgeye sığındığında, tarımı, ipek böcekçiliğini, edebiyatı ve medeniyetinin bütün inceliklerini Korelilere öğrettiğini, medenileşerek tarihlerinin başladığı savına da yer verilmiş. Lâkin Bu mit Kore milliyetçileri tarafından kabul görmez. Ama ileride Silla Kralı tek başına hâkimiyet için Çin geleneklerini saraya sokacaktır. Japonya’ya uzanan ve Budizm ve Konfüçyüslüğe kapı açacaktır.

Dangun, Kore Halkının kuzeydoğu Asya’daki dağlar, ormanlar ve düzlüklerle ilişkisini; Gija onların kültürünün şekillenmesinde Çin’in muazzam etkisini temsil eder.” Çin istilası Dördüncü yüzyılda bitince, üç devlet kurulur; Kuzeyde Goguryeo, güneybatı da Baekje ve güneydoğuda Silla. Bu üç krallığın en eski olanı Goguryeo Krallığıdır (Bu isimlere TRT’de 2000'li yıllarda yayınlanan Sarayın incisi, İmparatoriçe Ki, gibi dizileri izleyenler ile yabancı değildir).  Bu krallıklar birbiriyle kıyasıya bir mücâdeleye girer. Yumurta efsanesi de böyle çıkar.

Yuhwa adlı güzel bir kadın Güneşin ışıklarından hâmile kalır ve bir yumurta doğurur. Kral bunun üzerine şüphelenir korkar ve yumurtayı hayvanlara atar ve onlar yemek yerine kırılana kadar onu korurlar. Ondan okçulukta yetenekli Jumong doğar. Üvey kardeşleri onu öldürmek istediklerinde kaçar, muazzam bir nehir yanına geldiğinde, karşısına kaplumbağalar çıkar. Onlar, dar bir geçit olacak şekilde dizilirler ve nehri geçmesine yardımcı olurlar. Jumong nehri geçtikten sonra Goguryeo’yu kurar. Ama bu kral yer yer zâlim bir yönetici olarak tasvir edilir, bunun nedeni Kuzeyde Goguryeo, Silla ise ari ırkı temsil eder ve güneyde (Seul) olmasıdır. Yazar hikâyenin tutarsızlığı, ilgili tarihin yanıltıcılığının altını çizer. 4.yy başlarında bir kabileler birliği vardır. Hikâyeye göre, ikinci devlet Bakje’yi Jumong'un oğlu kurar, Pak Hyeokgeouse, Silla’yı kurulmuştur. Geleneğe göre, üç kralın en eskisi Pak Hyeokgeouse’dir. O, bir beyaz atın önünde diz çöktüğü yumurtadan doğmuştur. Bir bilge tarafından yetiştirilen kral ejderhanın kaburgasından doğmuş Leydi Aryeongu kendisine eş yapar.

Pişmiş pirinç demek olan “bap” yemek mânâsını da gelmektedir. Kore toplumu pirinç üretimiyle başlar, üç öğünde ana yemek olarak yerini alır. Onunla yenen yemeklere ise “banchan” denir. Kore mutfağının olmazsa olmazı pirinç, yumurta, sarımsaktır. Üç yiyeceğin Kore mitleriyle olan bağlantısını bu kitapta ayrıntılı olarak öğrenmekteyiz. Yazar üç devlet olan eski Korenin Silla ile birleşmesini, Moğol döneminde süre gelen acılara zalimliklere de yer verir. Karşımızda, birçok acıya göğsünü germiş, mahâretli bir millet vardır. Budist döneminde rahat olan kadınların Konfüçyüsçülükle başlayan eve kapanışları ve toplumdışına itilişleri, Moğolların antlaşma gereği, cariye olarak verilmesini, Japonların ikinci dünya savaşında Rahatlatıcı Kadınlar diye, küçük büyük demeden birçoğunu kullanmasına yer vermektedir. Kore dizilerine beğenen, Asya tarihine merak duyanlar alıp okumalı. Biz yazımızı mitleri ve bizle olan yakın teması üzerine kurduk, kitapta bu temasa hiç değinilmemiş.

Kore ile ortak yönlerimizin çok olmasına rağmen ilişkilerimiz kısır döngüde kalmış, misyonerlerin kol gezip üçte birini Hristiyanlaştırdığı bu ülkenin en büyük eksiği bir Yunusların olmayışıdır. Hep batıya bakan bizlerin acılar içinde bir çıkış arayan kadim dostlarımızı keşke zamanında duyabilseydik. O zaman Sarı Saltuklar gibi âşıklar onların susuzluğunu giderebilirdi. Bugün Misyonerlerin kol gezdiği yerde Yunuslar hasıl olurdu. Geç kalmış sayılmayız. Her ne olursa olsun Işık doğudan yükselecektir.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Modern çağın sorunlarına irfani çözümler

“Hak geldi, batıl yok olup gitti; batıl her zaman yok olmaya mahkumdur.”
- İsra:81

Rene Guenon, modern çağı dünya için bir bunalım dönemi olarak görmektedir. Nakıb El- Attas'a göre ise bugünün modern Batı uygarlığının ileriye sürdükleri çağlar boyunca insanlığın karşı karşıya kaldığı en ciddi ve tahripkâr tehdittir. Merkezin Tanrı’dan insana kaydırıldığı, geleneğin sürekliliğinin kırıldığı, ruhani arayışın gölgelediği ve bunun sonucunda insan uygarlığının çöküşünü başlattığı için, hümanizm temelinde, estetik ve din dışı bilimlerle meşgul Batı modernizmi psikolojik olarak yozlaşmış, entelektüel ve manevi olarak iflas etmiştir. İslami ilimler uzmanı ve mütefekkir Seyyid Hüseyin Nasr’da, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı adlı eserinde; Modern çağın ortaya çıkardığı sorunları, bu sorunların çözümlenmesinde günümüz insanının içinde bulunduğu durumun açıklanmasını ve modern uygarlığı meydana getiren tüm ögelerin uzlaşımcı kurallara veya duygusal tercihlere göre değil de hakikate göre yargılanmasına olanak verecek İslami öğretileri uygulama yollarını arıyor.

1933 yılında Tahran’da doğan Seyyid Hüseyin Nasr, ilk öğrenimini İran’da tamamlamasının ardından üniversite eğitimi için Amerika’ya gitti. Massachusetts Institute of Technology’de matematik ve fizik okudu. Batılı filozofların bilimi fiziksel gerçekliğin doğasını keşfin vasıtası olarak görmediklerini öğrenmesi onu Batı felsefesi ve bilim tarihi çalışmaya yönlendirdi. Karşılaştırmalı dinler alanındaki araştırmalarında René Guénon’un eserleriyle karşılaşması ise onun için bir dönüm noktası oldu. Doktorasını Harvard Üniversitesi’nde İslam kozmolojisi ve bilim alanında yaptığı araştırmasıyla tamamladı. Bir dönem ülkesi İran’a dönen Nasr, Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde bilim tarihi ve bilim felsefesi dersleri verdi. Bu sırada İslâm geleneksel düşüncesi alanında Seyyid Muhammed Kazım Asrar, Seyyid Ebü’l-Hasan Kazvinî ve Muhammed Tabatabâî’nin verdiği derslere katıldı. 1979 yılında Amerika’ya dönen Seyyid Hüseyin Nasr 1984 yılında bu yana George Washington Üniversitesi’nde İslami Araştırmalar profesörü olarak görevini sürdürmektedir. Gelenekselci ekolün önde gelen isimlerinden olan Seyyid Hüseyin Nasr karşılaştırmalı din, din-bilim ilişkileri özelinde İslam bilimi ve bilim felsefesi alanlarında çalışmalarına devam etmektedir.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın beş bölümden oluşan çalışması ilk olarak modern Batı insanın bugünkü durumuna odaklanıyor ve Batı’nın insanı Merkez’den ve varlık dairesinin ekseninden uzaklaştıran konulara değiniyor. Yazar bunun temel sebebinin: “Semavi olana isyan etmiş olan modern insanın İslam’da olduğu gibi Kalbi Aklın (Intellect) ışığına değil de duyuların verilerini elekten geçiren insan aklının gücüne dayalı bir bilim görüşünü benimsemesi” olduğunu söylüyor. Yalnızca akla dayanan bilimin ve ürettiği bilginin insanı asli olana ulaştırmasının mümkün olmadığını savunuyor. Schuon’un deyimiyle: “Modern bilim, öznede rasyonalist, nesnede materyalist tavrı ile bizim durumumuzu açıklamaya çalışır. Ama ilahi manada ve hakiki alem hakkında hiçbir şey söyleyemez. Mekân, zaman, madde, enerji gibi kavramların ilahi derinliklerine dalmaya çalışan profan bilimler, bunların içeriğindeki “hikmet”i unutur.” Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerimde: “Onların kalpleri vardır onlarla aklederler”. der. (Hac, 46) Seyyid Hüseyin Nasr “kalb” kelimesini buradaki anlamıyla insanın kavrama, bilme ve algılama sağlıklı hüküm verme yeteneği olan “akıl” manasına gelen tanımını kabul ediyor ve ancak asli bilgiye bu yolla ulaşılabileceğine inanıyor. İbnü’l Arabi’nin de dediği gibi: “Bilgi kalpten gelen edinime muhtaçtır; bilen kalptir, bilinen de kalbin edindiğidir."

Sonrasında ise bu kez yönünü bugünün dünyasında yaşayan Çağdaş Müslüman’a çeviriyor ve günümüz Müslümanlarının çıkmazlarını ele alıyor. Müslümanların modern Batı insanından farklı olarak hala aşkın boyutu kaybetmemiş olan toplumlarda yaşamına devam ediyor olmasına karşın, modern dünya karşısında Batı’ya kıyasla geleneksel olandan çok daha fazla şey kaybetmesi sonucunda Doğu’da meydana gelen yıkım çok daha hızlı ve yıkıcı olduğunu belirtiyor. İslam öğretilerinin anti tezi olan modern Batı’nın dünya görüşü karşısında düşünce, eğitim, görsel ve işitsel sanatlar gibi birçok alanda düştüğü bunalımı anlatan Nasr, bu okumayı yapan tüm Müslümanların aklına düşen o soruyu da sormaktan çekinmiyor: “Müslümanların hayatında bu açmaz var olmak zorunda mıdır?” “Neden Müslümanlar modern medeniyeti kendi geleneklerinin ilkelerine göre değerlendirip, bu ilkelere aykırı olan yönlerini reddetmiyorlar?"

Çalışmasında felsefe ve metafizik açısından bir Doğu ve Batı karşılaştırması da yapan Nasr, hikmetin ortak dilinin yitirildiği modern dünyada anlamlı bir karşılaştırma yapabilmek için ilk şartın Doğu’nun ve Batı’nın dini ve metafizik geleneklerinin yapılarını ve anlam düzeylerini bütünüyle tanımaktan geçtiğini belirtiyor. Batı’nın Hikmet’ten soyulmuş salt akla dayalı ve fiziki bir nitelik olarak insanı merkeze alan felsefesi ile İmam Gazzali’nin; “Aklın varlık alemindeki seyrinin bir diğer adı” olan Doğu felsefesi arasında derinlemesine yapılacak karşılaştırmalı bir çalışmanın modern dünyayı oluşturan yaygın yanılgılar karışımını sileceğini düşünüyor. Aksi takdirde farklı ilham düzeylerinin tamamıyla karıştırıldığı Tolstoy ile Mahatma Gandi’nin ya da Nietzsche ve Mevlâna Celaleddin Rumi’nin aynı kefeye konduğu karmakarışık bir hal alan sığ ve kolaycı sentezlerle karşı karşıya kalabiliyoruz.

Mahmud Erol Kılıç’a göre “Günümüzün modern insanının en büyük problemi 'bağlantısı' olmamasıdır. Modern düşünce 'bağlantısız' sayarak insanı çırılçıplak halde, ortada bırakmıştır. Oysa insanın varlığın birliği ve bütünlüğü dahilinde çok önemli bir bağlantı içinde var olması gerekir. Bu ise ilahi bir bağlantıdır. Seyyid Hüseyin Nasr da “Semadan inmiş bulunan ve kaynaklarında İlahi olanın özel bir tezahürüyle özdeşleşen ilkeler dizisini ve bu ilkelerin farklı zaman birimlerinde ve farklı koşullarda belli bir insan topluluğuna indirilmesi ve uygulanması” olan geleneğin; “Kim olduğunu unutmuş ve kendi varlık dairesinin kenarında yaşayan modern insan için Merkez’den neşet eden ve insanın kenardan Merkez’e dönmesini sağlayabilecek yegâne çağrı olduğunu” savunuyor kitabında. Gelenek özelinde ise tasavvufu modern insan için bir yol gösterici olarak tanımlıyor, zira tasavvuf hayatın amacını, gayesini gösteren ve anlamını bulmanın yoludur. Mahmud Erol Kılıç’ın da dediği gibi: “Mananın kendisi Allah’tır; hayata anlam veren Allah’tır ve O’nsuz mana olamaz. Manadan O çıkarılmaya çalışılırsa hayatın anlamı kopar gider, insan da doğa da kendini kaybeder, tamamen rayından çıkar. Bu yüzden manadan uzak bir anlayışın hüküm sürdüğü modern zamanlarda kendimizi bulmanın yolu gelenekten geçer."

Kitabın bir bölümünde modern insanın en büyük sorunlarından birisi olarak gördüğü düşünce ve eylemi birbirinden ayıran, eylemin düşünceye olan üstünlüğünün kabulü konusu üzerine eğilen Seyyid Hüseyin Nasr’ın düşüncelerinden istifade ettiği Rene Guenon bir adım daha ileri gidiyor: “Olayların bugünkü durumunda Doğu- Batı karşıtlığının, Doğu’nun derin düşünmeyi eylemden üstün tutmasından, buna karşılık modern Batı’nın da eylemin derin düşünmeye olan üstünlüğünü kabul etmesinden ibaret olduğunu” söylüyor. “Her fırsatta eylemin üstünlüğünü açıklamakla yetinmeyen Batı, eylemi tek kaygı yapacak ve gerçek mahiyetini bilmediği ya da bilmezlikten geldiği düşüncenin bütün değerlerini inkar edecek bir noktaya ulaşmıştır. Onlar bilgi konusunda, yansımalı bilgi diyebileceğimiz sadece akli ve istidlali bilgiyi, yani dolaylı ve eksik bilgiyi göz önünde bulunduruyorlar ve giderek bu aşağı seviyeli bilgiye bile ancak pratik amaçlarına yararlı olduğu ölçüde değer veriyorlar. Eylemin içine eylemi aşan her şeyi inkar edecek derecede girdiklerinden, bizzat eylemin ilke yokluğundan, önemsiz olduğu kadar verimsiz bir telaşa dönüştüğünü fark etmiyorlar. İşte modern çağın en çok göze çarpan özelliği de budur: Ardı arkası kesilmeyen bir telaş, sürekli değişim ve bizzat olayların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan hız gereksinimleri..." Bu durumun meydana getirdiği denge yitimi insanı kendi varlık dairesinden uzaklaştırıp, eylemlerini anlamsız ve kopuk bir hale getiriyor. Yazar bu sorunun İslamiyet'teki düşünce ve eylem arasındaki ahenk ile giderilebileceğini öne sürüyor ve İslami öğretilerde düşüncenin üstünlüğü açık bir biçimde kabul ederken, eyleme de layık olduğu yeri veren örnekler sunuyor.

Seyyid Hüseyin Nasr, günümüz İslam dünyasında İslam’ın durumuna göz atarken Çağdaş Arap dünyası ve kendi doğup büyüdüğü topraklar olan İran’da İslam’ın dünü ve bugünü üzerinden örnekler vermekle yetiniyor. Sonrasında çeşitli İslam ülkelerinde modernleşmiş olmalarına rağmen, hala İslam’la ve tarihiyle ilgisini koparmayan Müslümanların zihinlerinde modernizmin doğurduğu daha spesifik sorunlara göz atıyor. Bunun içinde modernleşmiş Müslüman’ın din ve tarihi bir gerçeklik olarak İslam’ın bütünü karşısında takındığı tavrı yansıtan üç sözcük üzerine odaklanıyor; “çöküş”, “sapma” ve “yeniden doğuş”. Modern Batı’ya göre İslam dünyasının “çöküş” olarak adlandırdığı dönemi ele alarak başlayan yazar, bu çöküşün neye göre ve hangi ölçüye göre uygulandığını sorguluyor zira bu belirlemeler yapılırken yalnızca Batı’nın değerler sisteminin kullanıldığını ve bunun açtığı sorunlar ile yok saymaları sıralıyor. “Yeniden doğuş” un ise Rönesans’a atıfta bulunularak her alanda fütursuzca kullanıldığını, halbuki bu söylemin yani İslami Rönesans’ın insan tarihinin belli bir anında moda olmuş herhangi bir şeyin doğuşu veya yeniden doğuşu değil, gerçekten İslami nitelikteki ilkelerin yeniden uygulanmasıyla olacağını savını öne sürüyor.

Ve son olarak, modern Batı’nın çağdaş Müslüman’a karşı zihni ve manevi düzlemde meydan okuyuşlarına ve bu meydan okuyuşlara karşılık vermede İslam geleneğinin oynayabileceği role değiniyor ve şöyle bitiriyor: “Her şeyden önce, İslam ve İslam medeniyetini korumak için, İslam geleneğinin bilinçli ve zihni düzeyde savunması yapılmalıdır. Bunun yanı sıra, modern dünya ve taşıdığı yanlışlıklarla eksiklikler, tam bir zihni eleştiriden geçirilmelidir. Bugünkü değişim temposunun hızı nedeniyle, eğer Müslümanlar aynı çıkmaz sokağa, hatta daha da kötüsüne girmek istemiyorlarsa, Batı’nın izlediği yolda gitmeyi hiçbir zaman ümit etmemelidirler. Müslüman aydınlar tam bir güvenle Batı’nın bu kitapta sözünü ettiğimiz ve daha başka pek çok meydan okuyuşuna göğüs germelidirler."

Bugün Seyyid Hüseyin Nasr’ın bu çalışmayı kaleme almasının üzerinden tam yarım asır geçti. İlk yazılışından çeyrek asır sonra gerek İslami coğrafyada yaşanan değişimler gerekse Batı’nın Doğu’ya meydan okuyuşlarındaki değişimlerden dolayı yazar kitabın yeni baskısında gerekli değişiklikleri yaptığını hatta kitapta yer alan iki bölümü yeniden kaleme aldığını belirtiyordu. Üzerinden geçen yıllarda entelektüel sezgiyi tanımayan ve inkar etmekte ısrar eden gerçek manada bir “gelenek”ten yoksun, şüphe ve iç çelişkisi içerisindeki Batı kültür ve uygarlığının doymak bilmeyen, açgözlü ve sınırı olmayan yolculuğuna hız kesmeden devam ederken, günümüzdeki meydan okuyuşlarına karşı yeni sözlere ihtiyacımız olduğu aşikardır.

Neslihan Erarslanoğlu
x.com/nerarslanoglu

21 Şubat 2025 Cuma

Tarihi belgeleriyle ve tüm gerçekleriyle 31 Mart Vakası

Yakın tarihimizin önemli ve en netameli konularından birisi, meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra meydana gelen 31 Mart Vakası'dır. Bu hadisenin karmaşık olmasının ve hakkında bir çok kafa karışıklığının bulunmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi, sonucunda 2. Abdülhamid'in hal edilerek padişahlığının son bulmasıdır. 2 Abdülhamid'i tanımayan, tanımak gibi derdi olmayan, tanıdığını zanneden fakat bilgisi zandan öteye geçmeyen ve 2. Abdülhamid'den günümüze siyasi çıkarımlar yapan günümüz popülizm kurbanlarına göre Abdülhamid'in hal edilmesi ile birlikte tarihte yeni bir sayfa açılmıştır ve padişahın hallinde en büyük günahkar (!) İttihat ve Terakki Cemiyeti'dir. Bu tarafgirlerin anlatımlarına ve algılarına göre, 2. Abdülhamid'in hal edilmesiyle birlikte imparatorluk çökmüş, İTC'nin yönetimi devralmasıyla imparatorluk parçalanmaya başlamış hatta parçalanmıştır. Sanki asırlardır toprak kaybeden, savaşlarda yenilgi yüzü gören Osmanlı İmparatorluğu değilmiş gibi veya her şey yolundayken imparatorluk, Meşrutiyet'in ilanı ve İTC imparatorluk yüzünden yıkılmıştır.

Ne yazık ki mesele bu kadar basit ve sıradan değildir. Denklemin birden fazla bilinmeyeni, oyunun birden fazla kurucusu ve hayatın kendi akışı vardır. 31 Mart Hadisesi'nin ve yorumlarının birden fazla ve farklı cephesi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hadisenin sonunda hal edilecek olan Sultan 2. Abdülhamid'dir. İTC'ye göre padişah, meşrutiyeti sekteye uğratmaya yönelik bir girişim olan hadiseyi desteklemiş ve arkasında durmuştur. Böylece meşruti yönetime tekrar son vererek mutlaki rejime dönmeyi ve gücünü toplamayı amaçladığı düşünülmüştür.

Bu taraflardan bir diğeri İTC'dir ve bu tarihi vakada parmağı olduğuna yönelik iddialar ve ithamlar bulunmaktadır. İTC muhaliflerine göre, tertiple birlikte padişahın hal edilmesi amaçlanmış ve bu amaca ulaşılmıştır. Bu iddialara göre, İTC'nin meşrutiyetin ilanımdan sonra 2. Abdülhamid'i hal düşüncesi kafasındadır, İTC'nin 2. Abdülhamid'le asla geçinemediğine yönelik hayali bir tablonun varsayımcıları ve savunucuları, bu olayla birlikte sultanın hal edilmesine gidecek yolun taşlarının İTC tarafından döşendiği iddiasındadır. Meşrutiyetin ilan edilmiş olması, İTC'nin de siyasal hayata alışmaya ve söz sahibi olmaya çalıştığı gerçeği göz önüne alınmadan ve vaka neticesinde oluşan karışıklık ile İTC mensubinine yönelik hareketler değerlendirilmeksizin İTC'ye yönelik bu ithamların haksız olduğu anlaşılacaktır. Bir diğer cephe ise Derviş Vahdeti, Volkan Gazetesi ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'dir. Özellikle günümüzün meşhur İTC anlatımlarında 31 Mart Vakası'na yönelik yazılan bir kitaba atılan başlık (sonradan başlıktan bu kısım çıkarılmıştır) bu grubun meydana gelen hadisede parmağının olduğuna yönelik inancı güçlendirmiştir. Genel olarak İTC taraftarı olan grupların da söylemleri, İMC'nin bu olayda parmağının bulunduğu, hazırlayıcısı ve kurucusu olduğu yönündedir. Özellikle laiklik üzerinden rakiplerini alt etmek isteyen grupların okumalarında bu cephe geniş yer tutar. Kemalist ve laik gruplar için 31 Mart Vakasının günah galerisinde bu isimler, gazete ve cemiyet bulunmaktadır.

Bir diğer taraf ise "dış güçler, yabancı mihraklar" olup, iddialar bunların olayda parmağı olduğu, planlayıcısı olduklarına yöneliktir. Meydana gelen hadisede yaralanan her iki tarafın imparatorluk askeri ve vatandaşı olduğu, imparatorluğun güçsüz düştüğü ve kendi içerisinde açmazlarının olduğu, aynı zamanda olaydan sonra ilan edilen sıkıyönetimin meşruti darbeye ciddi anlamda darbe vurup sekteye uğrattığı gözetildiğinde bu hadisenin oyun kurucularının imparatorluk topraklarında gözü olan dış güçler olduğu ihtimali de zikredilir. Bir günah keçisi aranır aranır bulunamayınca, içinden çıkılamayan hallerde yapılacak en son çare olarak bu kapıya gelinir. Bugüne kadar yaptığım okumalarda, 31 Mart Hadisesi'nin tam olarak ne olduğunu gösteren net bir fotoğraf çizen çalışmaya rastlamadım. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, tarafgirlik ve yazılanların hakikatten ziyade birilerinin çıkarına hizmet etme gayretiydi. Diğeri de zandan öteye gitmeyen veya muğlak ve müphem ifadeler içeren, sonuca varmayan yorumlardı. Aklıselimle meseleyi dışarıdan, tarafgir olmayan bir tutumla anlatacak, yazacak birilerine ihtiyaç vardı. Kimselerin sözcüsü olmadan ve sonuca varacak bir çalışma lazımdı 31 Mart Hadisesi'ne ilişkin. Elbet bu da bir yoruma dayanacaktı ve eleştirilebilir olacaktı ama en azından mevcut boşluğu dolduracaktı. Ender Korkmaz hocanın kitabı işte tam böyle bir zamanda yayınlandı. Üzüm yemeyi amaç edinen ve üzüm yeme gayretinde olan, bağcıyla pek işi olmayan ve birilerini de dövmeye kalkmayan kitabını çıkardı.

Dumanı üstünde bir kitap; 31 Mart Vakası. 3 ana başlıktan oluşuyor: İsyan yoluna döşenen taşlar, 31 Mart Askeri İsyanı, Vaka Sonrası ve Vakanın Tahlili. Giriş kısmında Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başlıyor hikayemiz. Kamil Paşa Hükümeti'nin kurulmasını müteakip, İTC'ye karşı oluşan muhalefet ve 31 Mart Hadisesi'ne giden yolda döşenen taşlar anlatılıyor. Muhalefetin oluşumu burada önemli bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Çünkü meşrutiyet ilan edileli çok olmamış, meşrutiyetin tanımı da tam olarak oturmamış, belirsizlikler üstüne kurulu bir siyasi hayat söz konusu ve İTC'nin siyasi deneyiminin olmayışı ve siyaset bilgisinin zayıflığı bütün hadiselerin üzerine tuz biber olmaktadır. Meşrutiyetin ilanı sonrasında halk ne yapacağını bilmez haldedir, genel anlamda bir gevşeklik baş göstermiştir. Bütün bunlara otorite yokluğu da eklenince, ne yazık ki imparatorluk bir çalkantı içerisine girmiştir. İTC'ye karşı muhalif oluşumlar bu sırada baş göstermektedir. Bir kısım düşünür ve muhalif, meşrutiyetin ilanı ile birlikte kendilerine acılar çektirdiklerini düşündüğü padişahın hal edilmesini istemektedir. İTC ise bu tavrın ve görüşün karşısındadır. "Sabahaddin Bey ve çevresindekilerin İTC ile yaşadığı temel fikir ayrılıklarından biri, Sabahaddin Bey ve çevresinin Meşrutiyet'in ilanının ardından Sultan 2. Abdülhamid ile uzlaşmaya yanaşmamalarıydı. Sabahaddin Bey ve taraftarları Sultan 2. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Hatta Sabahaddin Bey'e göre kendisinin ve taraftarlarının bu görüşü İttihatçılar tarafından hainlik sayılmaktaydı. Dolayısıyla bu tür fikir ayrılıkları zaten zayıf bağlarla bir arada bulunan iki grup arasında bir bölünmeyi kaçınılmaz kılıyordu." (syf. 41)

Bu alıntı ve bu ayrım önemli bir hususu "İTC'nin 2. Abdülhamid'e karşı nefretinin veyahut onun padişahlık görevine son verilmesinin söz konusu olmadığı" hususunu okuyucuya göstermektedir. İTC'nin 2. Abdülhamid ile geçinemediği, onu hal etmek için bahane aradığı ve bu bahaneyi de bu vakayla elde ettiği varsayımı tarihi gerçeklere uygun düşmemektedir. Padişahın dahli olmamakla birlikte vaka sonucunda hal edilmesi ise tarihin bir cilvesidir. Bu, planlanmış ve vaka sonrasında herkesin ellerini cebine atarak "Hadi padişahı hal edelim" dediği bir vaka değildir. Padişah hakkında, vakanın başlangıcında hal edilmeyeceğine ve padişaha karşı herhangi bir harekete girişilmeyeceğine yönelik garantiler de verilmiştir. Hadise öncesinde, bir yandan muhalif oluşumlar, bir yandan Derviş Vahdeti ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyet'i ve söylemleri; asker arasındaki huzursuzluk, başıboşluk; Hasan Fehmi cinayeti; hükümet bunalımları; sürgüne gönderilen ve Meşrutiyetin ilanı ile dönenler ve bir çok mesele adeta gelmekte olanı haber vermiştir.

Kitabın ikinci bölümünde, isyanın başlamasıyla birlikte gün gün farklı cephelerden isyanın gelişimi, yaşananlar ve yazarın değerlendirmelerine yer verilmiştir. İsyan, alaylıların mekteplilere yönelik baskını ile başlamıştır ve isyan ateşi yanmıştır. İsyan ateşi, toplu bir hareketten ziyade başıboş ve düzensiz bir oluşumdur. İsyan patlak verdikten sonra planlı olması halinde etkisinin çok büyük olması ve kargaşa düzeyinde kalmaması söz konusu olabilecekken bu aşamalara geçememiştir. İsyanın nihai bir gayesinin varlığından da söz edilemez.

"Tanin'in olağanüstü olarak Selanik'te basılan 26 Nisan tarihli özel sayısında o gün yaşadıklarını anlatan Bağdat Mebusu Babanzade İsmail Hakkı Bey, meclise giren askerlerin şeriatın uygulanmasını, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa'nın, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa'nın, Hassa Ordusu (I. Ordu) Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa'nın, II. Fırka Kumandanı Cevad Paşa'nın, Taşkışla Kumandanı Esad Bey'in görevden alınmasını istediklerini aktarır. Meclis-i Mebusan Reisi Ahmed Rıza Bey'in istifası ve olaylara karışan askerlerin affedilmeleri de askerlerin taleplerinin arasındaydı. Muhalefetten Mahir Said Bey'in ve iktidar partisinden İsmail Hakkı Bey'in askerin talepleri hakkında verdiği birbirinden farklı iki rivayetin muhtemelen ikisi de doğruydu. Bu durum isyancı askerler arasında bir söylem birliği olmadığını dolayısıyla hareketin politik motivasyonunun düşük olduğunu gösterebilir." (syf.97)

Kitabın en uzun kısmında, hareketin başlamasından sonra tarafların tepkilerine yer verilir. Kimileri hareketin karşısında yer alır, çareyi saklanmakta ya da kaçmakta bulurken, matbaalar dağıtılır, mebus öldürülür, kimileri de bunları onaylar nitelikte yazılarla yeni bir "inkılaptan" söz eder. Kişiler, cemiyet ve gruplar açıklamalarıyla saflarını almaya başlarlar. Ayaklanmanın başlangıcında, isyancıların durumu göz önüne alınarak rüzgarı arkasına almış hareketten yana tavır koyulur. Fakat gün geçtikçe ve Rumeli birlikleri İstanbul'a yaklaşıp müdahale edince rüzgar yine yön değiştirir ve galibe göre yeni söylemler benimsenir. Bu, bizim siyasi geleneğimizin de vazgeçilmezlerindendir. Güce karşı konumlanan bir anlayış, bulunduğu yere değer katmaktan ve inandığı hakikatleri savunmaktansa gücü arkasına alarak gücün rüzgarına inanarak yükselmek, yön tayin etmek. Memleket, yüz yıl öncesinde de aslında bugünden farklı değildir. İkinci kısım gerek tarihi vakaları aktarması gerek bu vakaların yorumlanmasıyla okuyucusuna yol gösterir. Aktarılan vakalar, geniş kaynakça, günlük ve hatırat alıntıları sadece alıntılanmakla yetinilmeden, eleştiriler ile zenginleştirilir. Katılınan ve katılınılmayan noktalar okuyucuya sunulur. Eserin geniş kaynakçası incelendiğinde de eserin emek mahsulü olduğu ortaya çıkacaktır. En nihayetinde Rumeli'den gelen Hareket Ordusu İstanbul'a gelir, olaya müdahale eder ve isyan kontrol altına alınır. Hiç bitmeyecek bir sıkıyönetimin ilanı, padişahın halli ve Selanik'e gönderilmesi, Reşat Efendi'nin padişahlığının ilanıyla birlikte bu bölüm bitirilir.

Kitabın son bölümü, vaka sonrası yaşananlar ve vakanın tahliline ayrılmıştır. Okuyucunun en merakla beklediği, yazarın ise muradının anlatılacağı yere gelmiş bulunmaktayız. Vaka sonrası neredeyse imparatorlukta, cumhuriyete kadar devam edecek bir sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu sıkıyönetimi takip eden ise yargılamalar ve cezalandırmalar olmuştur. Bu cezalandırmalardan olayın müsebbibi sayılan basın, İMC, Volkan Gazetesi, Derviş Vahdeti, İkdam ve Ali Kemal Bey, Mevlânzâde Rifat, 2. Abdülhamid'in yakınları, askerler ve pek çok isim nasibini almıştır. Bu cezalandırmaların ve yargılamaların ne kadar hukuki ve hakkaniyet uygun olduğu elbette soru işaretlerini içerir. Olağanüstü dönemlerin olağan yargılamalarından bahsedilmesi mümkün değildir. Olması gerekir ama olmaz.

"Vaka sonrası sıkı bir cezalandırma politikası izlendi. Bu politikanın İTC için olası iki faydası vardı. Bunlardan birisi Meşrutiyet'in ilanından sonra oluşan kafa karışıklığı sırasında iyiden iyiye zayıflayan kamu düzeninin tekrar sağlanmasıydı. İkincisi ise elde edilen fırsattan istifadeyle İTC'nin eleştirilemez ve muhalefet edilemez bir siyasi yapı haline getirilmesidir." (syf.289-290)

"Divan-ı Harplerin faaliyeti bir yönüyle eski dönemle yarım kalmış bir hesaplaşmanın da tamamlanması çalışmasına dönüşmüştü. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul adalarında ikamete mecbur edilen, Sultan 2. Abdülhamid'in yakın çevresindeki tartışmalı isimler de Divan-ı Harp tarafından yargılandı." (syf.296)

Kitabın en can alıcı noktasına gelir okuyucu sonunda: Vakanın Tahlili. Bu kitap bu sayfalar için yazılmış da denebilir aslında. Buraya kadar yorum, tarihi aktarım birlikteliği el eleyken buradan itibaren vakanın değerlendirilmesine geçilir. Öncelikle irtica kavramına değinilir. İrtica, aradan geçen yüz yıldan fazla bir süreye rağmen hala ülke gündeminden düşmemiştir, akademik çevrelerde, siyasi partilerde ve sokakta konuşulur. Herkes bir yerinden tutar kavramı, çekiştirir kendince. Vakayla ilişkilendirenlerin irticadan anladıkları şey ise "şeriatçı bir ayaklanma" başlığında da görüleceği üzere vakayı din ve dini hareketler ile ilişkilendirip, laiklik üzerinden cumhuriyete, cumhuriyetten günümüze ulaşan bir okumadır. Burada en önemli tespit, "1909 yılında kamuoyunda laiklik gibi bir baskın gündem olmadığı için laik-antilaik çatışmasından söz edilemeyeceğidir." Tarihi kendimize göre çekiştirip, kendi penceremizden karşı tarafa taş atmak için kullanmak olsa olsa bizi komik duruma düşürür ama ne yazık ki yıllar boyunca ülkede bu tezler işlenmiş hala da işlenmektedir. Bu ayaklanmanın neden laik çıkarımla okunamayacağı ya da irticadan neyin anlaşılması gerektiği detaylıca anlatılır.

"Aslına bakılırsa vakadan sonra iktidarı daha güçlü bir şekilde ellerine alan ve 1912'deki yaklaşık 5 aylık bir kesinti hariç ellerinde bulunduran İTC, laikleşme şöyle dursun İmam Hatip Liselerinin temeli olan Medreset'ül Eimme ve Huteba adli okulları açarak, Medresetül Kuzat'ı kurup medreseleri yüksek öğretim sistemine dahil ederek ve Hukuk-ı Aile Kararnamesi gibi bir İslam hukuku metnini kanunlaştırarak devletin dini niteliğini tahkim etmişti. Dolayısıyla İTC'nin dine yönelik tavrını Fransız Devriminde ortaya çıkan ve Katolik Kilisesini adeta Fransa'dan silen Jakoben grupların dine yönelik tavrına benzetmek klasik mantık terimiyle "kıyas-ı batıl"dır." (syf.308)

İkinci değerlendirme Sultan 2. Abdülhamid'e yöneliktir. Yukarıda açıklanan gerekçelerle Sultan'ın vakada parmağı olabileceğine yönelik kamuoyunda güçlü bir algı oluşturulmuş, oluşturulan bu algı sebebiyle de Sultan vaka sonunda hal edilmiş, tahtından olmuş, Selanik'e gönderilmiştir. Saldırının Meşrutiyet'e yönelik olduğu inancı nedeniyle Sultan şüphelilerden birisi olarak görülmüşse de bu varsayımın hatalı olduğu da bugün ortaya çıkmıştır.

Vakada diğer taraflar Ahrar Fırkası, İTC, Derviş Vahdeti ve dış güç İngiltere'nin de parmağının olup olmayacağı mantıklı ve tutarlı bir şekilde değerlendirilmiştir. Bunların da vakanın arkasında yatan ve ayaklanmanın çıkış nedeni olamayacağı izah edilmiş ama vakanın tarihi seyri içerisinde şiddetli ve hafif etkileri, vakanın ilerleyişinde hataları ve günahları olabileceği de göz ardı edilmemiştir. Vakanın müsebbipleri değillerdir doğrudan. Vakanın değerlendirilmesinde en dikkat çekici ve çarpıcı, aynı zamanda ayakları yere basan yorum şu şekildedir: "31 Mart askeri isyanı iyi organize edilmiş veya titizlikle planlanmış bir darbe girişiminden ziyade, spontane gelişen bir ayaklanmaydı." (syf. 321) Devamında gelen tespit de can alıcı olup önem arz eder: "Muhtemelen bazı birlikler bir süredir nasıl isyan edeceklerini tasarlıyorlardı. Ancak talepleri 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra görülen askeri huzursuzluk örneklerinde olduğu gibi hoşlanmadıkları subayların değiştirilmesi, rütbelerinin yükseltilmesi ya da erken terhis gibi şeylerdi. ... Vakanın en karışık günü olan ilk gününde bile isyancılar sadece meclis önünde beklemişlerdi. Ne istedikleri kendilerine sorulduğunda derli toplu bir cevap bile verememiş, talepleirni iletmesi için Hoca Rasim Efendi'yi Meclise göndermişlerdi" (syf. 322)

Kitabın savunduğu ana tema bu yorumlarda saklıdır. 31 Mart Vakası, organize ve planlı bir grup tarafından eyleme geçirilen bir isyan yahut ayaklanma değildir. Bu vakanın temelinde merkez- taşra çatışması ve memnuniyetsiz askerler, halk bulunmaktadır. Toplumda Meşrutiyet'in ilanına yüklenen büyük anlamdan doğan büyük hayal kırıklıkları ve halkın devletten istifadesinin istenilen düzeyde olmaması isyanın başlangıcında etkilidir. İsyan başladıktan sonra yan unsurların desteği olmuşsa da bunların müsebbip oldukları ve bunlar tarafından tertiplenen büyük bir organizasyondan söz edilemez. Çatışmanın ana odağı merkez-çevre, Balkanlar-Anadolu ekseninde ekmeği biraz da biz yiyelim, ya da kim yesin, devletin nimetlerinden faydalansın, devlete sırtını yaslasın da saklıdır ve bu tartışmaya yöneliktir. Birden fazla politik, sosyal aktörün şekillendirdiği ayaklanmanın anlaşılmasında bu yorum ayakları yere basan mantıklı ve akla yatkındır. Elbette bu da bir yorum nihai bir sonuç veya mutlak bir hakikat değildir.

31 Mart Vakası kitap içerisinde; öncesi ve hazırlayıcıları bölümüyle incelenmeye başlamış, meydana gelişi gün gün tarafların gözünden anlatılarak aydınlatılmış, sonuç kısmında ise ana sebep ve yan etkenler üzerinden okuma gerçekleştirilmiştir. Ayaklanmanın anlatımında tarafgirlik yapılmadan olanların anlatılarak yorumlanması ve her cepheden değerlendirilerek ulaşılan nihai sonuç ortaya konulmuştur. 31 Mart Vakasının fotoğrafı anlatım itibarıyla etraflıca çekilmiş, analizler ve yorumlar anlaşılır ve ayağı yere basan mantık çerçevesinden tahlil edilmiştir. Okuyucusuna hem okuma keyfi sunan eser aynı zamanda farklı ve yeni bir yorumla 31 Mart Vakası'nın anlaşılmasına katkı sağlamıştır.

"Sonuç olarak 31 Mart Vakası ne dinci ne de tümden Meşrutiyet karşıtı bir ayaklanmaydı. 31 Mart Vakası, devrimle birlikte ortaya çıkan yüksek beklentilerin gerçekleşmemesi sonucu sıradan insanların yaşadığı hayal kırıklığının, devrim sonrası gerçekleştirilen tensikat ve tasfiye uygulamalarıyla çıkarları zedelenen askerî ve bürokratik kesimlerin memnuniyetsizliğinin ve İTC'nin siyasi acemiliğiyle tek partili bir yapı oluşturmaya çalışmasının yarattığı gerilimlerin birleşiminden doğan kitlesel bir patlamaydı. İsyancılar menfaat duygusunun bir araya getirdiği bir grup olmakla beraber, menfaat bir isyan için geçerli ve kabul edilebilir bir sebep değildi. Bu yüzden isyancılar dönemin en saygın toplumsal mefhumu olan dini, isyanlarını meşru göstermek için bir araç olarak kullanmıştı. Bunu yaparken de (dönemin İslamcılarının ekseriyetinin İTC saflarında bulunmalarına karşın) bazı sivil ve subayların dine karşı lakayt davranışlarını İTC'ye mal ederek kendi davalarına haklılık kazandırmaya çalışmışlardı. İsyancıların ağzındaki “şeriat isteriz” sözü Fransız ihtilalinde binlerce insanı “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” söylemi altında katleden Jirondenlerin ya da Irak'a demokrasi götürmek için gittiğini iddia eden ABD'nin kullandığına benzer samimiyetsiz bir meşruiyet kılıfından başka bir şey değildi. Zira isyancılar "şeriat” kavramını başka amaçlarla giriştikleri bir isyan hareketini meşrulaştırmak için kullanmışlardı. Bu açıdan isyancıların "şeriat" söylemiyle ilişkileri; Cumhuriyet dönemindeki kimi anti-demokratik güç odakları tarafından, askerî darbelerin ve parti kapatmaların meşrulaştırılması için “Atatürkçülük, demokrasi ve özgürlük” kavramlarının araçsallaştırılmasına benzerlik arz etmektedir.

İsyanın temel nedeni II. Abdülhamid döneminde körü körüne bir sadakatle temayüz etmiş vasıfsız insanların -alt ve orta düzey memurların kaybettikleri menfaatlerin intikamını almak üzere giriştikleri yine de organize olmaktan uzak fesat hareketleri, taşra kökenli eğitimsiz asker grubunun ordudaki disiplinin sarsılmasından dolayı kendilerinde bir güç vehmetmeleri, muhaliflerin bu gerginlikten ve uygun ortamdan istifade etmeye çalışmaları, siyasi cinayetlerle birlikte siyaset ve toplumda artan şiddet eğilimi, basındaki ölçüsüz çatışma dili gibi dinamiklerin bir araya gelmesiydi. Bu durum yüzyıllardır süregelen ve Tanzimat sonrasında daha da güçlenen merkeziyetçi devlet anlayışının Türk insanını üretken bir topluma dönüşmekten alıkoymasının bir sonucu olarak, Ziya Gökalp'in anlattığı şekliyle Türk milletinin memurluğa ve çiftçiliğe hapsedilmesinden kaynaklanan, bireylerin kendi kendilerine değil ancak devlete bağımlı olarak var olabildikleri toplumsal düzenin o günkü çıktısıydı.
" (syf.342-343).

Muhammed Hüseyin Güneş
muhammeddgunes@gmail.com