7 Mart 2025 Cuma

Mehmet Kaplan ve yazarak düşünmek

Okuyucuya ulaşmanın daha güzel ve tesir edici yollarını aramak; her yazarın, yazı eylemiyle iç içe geçmiş görevlerinden biridir. Yazar, düşüncelerini derleyip toplarken pek çok usulden faydalanabilir, kendi düşünce âleminden yararlanabilir, sevdiği diğer yazarlara ve düşünürlere başvurabilir. Bunların her biri makul ve çok kullanılan yöntemlerdir hiç şüphesiz. Ancak bir yazarın gönlünde ve zihninde, mutlaka başka bir yazarın diğerlerine göre ayrı bir yeri, daha açık söylemek gerekirse üstünlüğü vardır. Mehmet Kaplan denince de akla gelen yegâne isim bellidir: Alain. Esas adıyla Emile-Auguste Chartier (1868-1952).

Mehmet Kaplan, İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında tanışır Alain’in metinleriyle. Hatta onu kendi dilinden okumak için Fransızcasını da geliştirir. Bu bakış ve dil uyuşmasıyla birlikte Alain, artık Mehmet Kaplan’ın düşünce ve yazı hayatında bir yol gösterici olur. Sadece sınıf arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na yazdığı mektuplara bile bakılacak olursa, Alain’in Kaplan’ın hayatında nasıl bir yer kapladığı görülecektir. Zeynep Kerman’ın ifadelerine göre Kaplan, “Mizacına hâkim olan bedbinlikten, sıkılganlıktan, başta Alain olmak üzere, okuduğu büyük yazarlar ve eserler vasıtasıyla elde ettiği irade felsefesi sayesinde kurtulur, başka bir ifadeyle ıztırap verici maddî şartları kültür vasıtasıyla aşar ve şahsiyetini bulur”. Lise yıllarından itibaren okuduğu tasavvuf, psikoloji ve felsefe kitapları ona geniş yollar açmıştır. Ancak her geniş yol, ilerledikçe derinleşir ve giderek karmaşıklaşır. Bunun üstesinden kişinin tek başına gelebilmesi güç olduğu için tasavvufta nasıl bir mürşide ihtiyaç varsa, yazar ve düşünür için de bir üstada, hocaya, rehbere ihtiyaç vardır. Fuad Köprülü’den, Nurettin Topçu’dan, Mümtaz Turhan’dan olabildiğince beslenen, onların ilmi görüşlerinden ve disiplinlerinden yararlanan Kaplan, “Eserlerini ezberlercesine okuduğum Alain ve asistanı olduğum Ahmet Hamdi Tanpınar, bende dengeli bir dünya ve insan görüşü yarattı” der. Burada Yunus Emre ismini de mutlaka zikretmemiz gerekiyor. Zira “hemşerim” dediği Yunus Emre’nin divanı da Kaplan’ın daima masasının üzerinde durur. Nisan 1955’te Türk Yurdu’nda yayınlanan bir yazısında Alain ile Yunus’umuzu cem eder: “Maddi kâinatta hiçbir şey insanın içindeki büyük boşluğu, sonsuz iştiyakı doyurmuyor. Alain'in deyimi ile, büyük ve muhteşem sarayının ortasında kralın canı sıkılıyor. Ve kral gönlünü eğlendirmek için ziyafetler tertib ediyor, sürek avlarına çıkıyor, içiyor, insanları soytarı haline getiriyor. Bunlar da deli gönlünü oyalamazsa harp açıyor. Kahveden kahveye, sinemadan sinemaya, caddeden caddeye, komşudan komşuya, beldeden beldeye dolaşan, bu kâinat sarayının taçsız hükümdarları sizin de canınız sıkılmıyor mu? Siz de içten içe bu madde âleminden nefret etmiyor musunuz? Siz de ebedi sevgiliye ‘Bana seni gerek seni’ diye haykırmıyor musunuz?

Psikolojiyle olan yoğun ilişkisi Freud ve Jung ile derinleştikçe, Mehmet Kaplan insanın içinde bir ‘iç ben’ olduğunun iyice farkına varır. İnsan, ömrünün her deminde ve attığı her adımda bu ‘iç ben’e ulaşmak zorundadır. Yolunu yürürken, kendine dönerken, ilmi ve sevgiyi yanından asla ayırmamalı, bunun için de gayreti ve hayreti zevk edinmelidir. Zaten derdin ve ıstırabın harman olduğu hayatta, yegâne zevk düşüncenin kuyusuna dalıp çıkmaktadır. Rüyalar, sanat eserleri ve fikirler bu kuyuda insanın görünmez arkadaşlarıdır. İnsan; kaderin karşısında seçimleriyle yahut iradesiyle nasıl bir tavır takınabilir? Sartre’ın Bulantı’sındaki Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksinti ve Camus’nün ‘başkaldıran insan’ modeli arasında Mehmet Kaplan için Alain; aksiyon, irade, yaratma kavramlarını yerine oturtan isimdir. Edebiyatımızın İçinden kitabında buna değinir: “Alain zannettiğim gibi büyük adam değilmiş. Çok büyük adammış. Alain’i tesadüfî olarak tanıdım. Benim hastalığımla karşı karşıya geldi ve beni kurtardı. Ben malumat değil, felsefe değil, muharrik istiyordum. O tahrik etmedi, hareket prensibini verdi. Onun bizim evvelce sevdiğimizi sandığımız Gide’le, Bergson’la, insanı ulvî, kör kuvvetlere bağlayan insanlarla zıt olduğunun bugünkü gibi farkında değildim. Onu tekrar tekrar okumakla daha fazla anladım. Hâlâ tükettiğimi sanmıyorum. Daha dün on kere okuduğum bir sahifede harikulade fikirler keşfettim. Alain düşünceyi ‘abuser’ etmeyen, fakat Sokrat gibi bizzat okuyucunun kafasında doğurtan bir muharrir.

Burada Kaplan ‘abuser’ kelimesiyle, yazarların ve düşünürlerin sıkça yaptığı bir hatadan bahseder. İnandıkları düşünceyi okura mutlak doğru gibi kabul ettirme çabaları. Aksine yönelik tüm eleştirilerin ve iddiaların önünü kapatmak istemeleri. Okuru kendilerinden başka bir yazara, kendi fikirlerinden başka düşüncelere götürmemeleri. Oysa yazarın ve düşünürün belki de en büyük başarısı, okurun zihninde yeni fikirlerin doğmasına vesile olmasıdır. Doğan bu fikirlerle beraber okurun bir insan olarak hâlini gözden geçirmesi, yeni eylem planları yapabilmesi, düştüğü çukurda bocalamak yerine bir halat bulabilecek noktaya gözünü dikmesidir. Bu da bir irade meselesidir. Okurun ihtiyacı olan şey kendinde saklı duran o iradenin yeniden farkına varmak, güç bulmak ve bir an önce harekete geçmektir. Bu nedenle Kaplan’ın irade konusundaki tercihi ne Sartre’dır ne de Camus. Sevgi ve İlim kitabında şöyle der: “Alain, Sartre’dan farklı olarak: ‘Biz hiçbir şeyi seçmeyiz. Her şey bizden önce seçilmiştir, fakat bu, bizim hayatımıza çekidüzen vermemize ve mesut olmamıza mâni değildir’ der. Alain’in bu fikri bana Sartre’ınkinden daha doğru gelir. Zira hiç kimse ne doğduğu yeri, ne anne ve babasını, ne konuşacağı dili, ne de içinde yaşadığı sosyal tabaka ve çevreyi seçmiştir. Bunlar bize önceden verilmiştir. Kimse doğuştan getirdiği vücut yapısını değiştiremez. Fakat bu asla bizi kaderci bir hayat felsefesine götürmemelidir. Bize verilen bir ham taştır. Biz ondan bir heykel yapabiliriz. Şahsiyet denilen de zaten bundan başka bir şey değildir.

Mehmet Kaplan, Âli Ölmezoğlu’na yazdığı pek çok mektubunda Alain’den bahseder. Her bahsedişinde aynı coşkuya sahip olması, hem mektubun muhatabına hem de bizlere bir ses gibidir. Sesi takip ettiğimizde Kaplan’ın Alain’de ne bulduğunu yakalayabiliyoruz: “Etrafın derme çatma düşüncelerinden, hatta hadiselerin hırpalamalarından ona sığınıyorum. İnanır mısın, ne zaman ona döndümse, beni rahatça barındırdı. Onda, insanlığın perişanlığını vâhiliğini, kendimi ve bunun kurtuluş çarelerini buluyorum. O bana hakikat görünüyor. Beni yaşamaya, sevmeğe, çalışmağa, uyumağa ve bütün insanlıkla beraber olmaya teşvik ediyor. Sen bir zamanlar yalnız ona saplanmamamı söylüyordun. İlkin ona saplanıyordum. Onu anlayıp hazmedinceye, mağlup edinceye kadar onunla beraber kalacağım. Fakat Âli, Alain bana yalnız gelmiyor, bana dünyayı, fikir ve edebiyat adamlarını getiriyor. Daha doğrusu beni oralara gitmeğe teşvik ediyor. Alain’e bağlanışım serbest bir dine benziyor. Bu bağlanış ve bu serbestlik beni kurtarıyor. Alain bana sırların sırrını, bağlanmayı öğretiyor.

İnsanoğlu için düşünmek, yeni düşünceler üretmek hayati olsa da, tek başına düşünerek geçitler açması mümkün değildir. O geçitlerden ilerlemek için fikirlerle eylemi cem etmek gerekir. Realite bunun için önemlidir. Bütün düşler, düşünceler, hevesler ve planlar; gerçekle uyumlu oldukları müddetçe değerlidir. Çünkü düşünce ancak bu şekilde bir yaşam alanı bulabilir. Alain, Kaplan’a bulutları oradan oraya götürenin rüzgâr olduğunu, yani hiçbir şeyin gelişigüzel yaşamadığını göstermiştir. İnsanın kendisini bir şeylere bırakması, teslim etmesi, şahsiyetine karşı bir hareket, hatta hakarettir bu yüzden. Kendi deyimiyle taşradan çekingen, içe dönük bir tip olarak İstanbul’a gelen Mehmet Kaplan, ‘hayatın anlaşılmaz bir trajedi olarak etrafında uğuldadığı’ o sancılı zamanlarda Alain ile istikamet bulmuştur. Kendi içine doğru bir yürüyüşe çıkar. Artık bütün dağınıklığı toplama zamanıdır. İnsanın kendi içinden alacağı kuvvet mutlaka dışarıya yansıyacaktır. Elbette mizacı doğrultusunda. Neden mizaç? Çünkü insanın kendi içinden çekip çıkaracağı kuvvet, o ‘iç kale’, mizaca göre serpilip gelişecektir. Yeryüzünden geçip gitmiş insan nefesleri adedince mesleğin ve meşgalenin olması bundan dolayı hiç şüphesiz. Herkes kendi zevkine göre değil, mizacına göre hareket ediyor, düşünüyor, çabalıyor, rüya ya da kâbus görüyor. Kaplan, Alain ile bunları keşfediyor.

Talebeleri tarafından az konuşan, az tepki veren, ölümü abartmayan, olayları büyütmeyen, hemen hemen her şeye aynı biçimde reaksiyon gösteren Mehmet Kaplan -psikanaliz bunların her birine ne hastalıklar uydurur, affedersiniz bulurdu kim bilir?- için sükûnet her şeydir, huzur her şeydir. Hayatı boyunca da bunları aramıştır, üstelik her türlü maddî zorluğa rağmen. Durmadan okuması ve durmadan yazması bundandır. O hiç durmadan, merak ettiği her konuya dair okumuş ve yazmıştır. Üstelik talebelerine, hatta talebelerinin talebelerine de bunu aşılamıştır. Bir yazarın, bir düşünürün sadece belirli konular etrafında dönüp durması onu zihnen, fikren öldürecektir mutlaka. Yolun sonunda zaten ölüm varken, yaşamın içinde pek çok gizem, öğrenilecek yığınla şey varken, bu aklın ve ruhun, kalbin, öğrenebilme ve kendini geliştirebilme kapasitesinin mutlaka hakkını vermek gerekir. Yaşam, canla başla çalışmaktan başka bir şey değildir. Alain’in ‘yazarak düşünmek’ fikri de Mehmet Kaplan’da işte böylesi bir disiplin hâline gelmiştir. Kaplan, zihninde uçuşan fikirleri Alain’in ‘propos’ (sohbet tipi metinler) metoduna benzer denemelerle kaleme almış, okurlara sunmuştur. İyi bir fikir üretebilmek ve bunu yazıya geçirebilmek için tıpkı Alain’in vurguladığı gibi durmak, düşünmek gerekir. Yani sükûnet, iç huzuru şarttır. Yine, Âli Ölmezoğlu'na yazılmış mektuplardan 18.12.1940 tarihli olanından bir bölüm, Kaplan’daki bu arayışın izlerini de bizim için belirginleştirir: “Yanımda horuldayanı uyandırmaya cesaret edemediğimi bilirsin. Başkasının horuldamaya hakkı olup da, benim uyandırmaya olmadığını sanıyorum. Bu horultuyu hayatın her sahasına tatbik edebilirsin; kendime karşı yüze gülerek, hile ile veya alenen yapılan haksızlıklara çıkışmak kabiliyeti bende neden eksik? Dünyada hiçbir düşmanım olmadığını ve olmayacağını zannediyorum. Bu iyi bir şey değil. Fakat kırmak, müdahale etmek elimden gelmiyor, daha doğrusu beni üzen hareketlerden ancak kaçabiliyorum; o da mümkün olursa. Bu karakterimi herhâlde bilirsin. Bütün bunlarla pek sevdiğim sükûnete, rahatlığa, huzura çok ihtiyacım olduğunu anlatmak istiyorum.

Sivrihisar’da doğmuş Mehmet Kaplan’ı batıdan Alain, doğudan Yunus Emre beslemiş, böylece edebiyat tarihimizde ‘her dem yeniden doğan’ bir kalem ortaya çıkmıştır. Bu kalem, bugün hâlâ okurlar, araştırmacılar, deneme, tahlil gibi metotlara ilgi duyanlar için hocalığını, rehberliğini sürdürmektedir. O, Sivas'ta halı ören bir kızdan işittiği “Her yanlış bir nakış" sözünü, Alain’in yazılarında sık sık dile getirdiği bir fikrin Türkçesiyle bağdaştırır: Şahsiyet hatayı meziyet haline getirir. Usta denemecilerin meziyeti de buradadır: Havadaki fikri yere kondurmak, yerdeyken de okura yaklaştırmak. Okurun yakınlaştığı bu fikri benimseme süreci ise ‘iç ben’iyle ve daha önce değindiğimiz mizacıyla ilgili hiç şüphesiz. Nesillerin Ruhu’ndan bir paragrafla yazımı sonlandırmak isterim: “Gençliğimden beri benimsediğim bir düşünme metodu vardır: Kafamı işgal eden bir konu üzerinde açık ve seçik fikirlere ulaşmak için onları yazarım, Alain'in deyimi ve tavsiyesi ile yazarak düşünürüm. Hiçbir mesele benim için kapanmış, son şeklini almış değildir. Muayyen bir konuda daha önce yazdıklarımı unutur, eğer beni yeniden alakadar ediyorsa tekrar kaleme sarılırım.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder