Mehmet Kaplan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Kaplan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2025 Cuma

Mehmet Kaplan ve yazarak düşünmek

Okuyucuya ulaşmanın daha güzel ve tesir edici yollarını aramak; her yazarın, yazı eylemiyle iç içe geçmiş görevlerinden biridir. Yazar, düşüncelerini derleyip toplarken pek çok usulden faydalanabilir, kendi düşünce âleminden yararlanabilir, sevdiği diğer yazarlara ve düşünürlere başvurabilir. Bunların her biri makul ve çok kullanılan yöntemlerdir hiç şüphesiz. Ancak bir yazarın gönlünde ve zihninde, mutlaka başka bir yazarın diğerlerine göre ayrı bir yeri, daha açık söylemek gerekirse üstünlüğü vardır. Mehmet Kaplan denince de akla gelen yegâne isim bellidir: Alain. Esas adıyla Emile-Auguste Chartier (1868-1952).

Mehmet Kaplan, İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında tanışır Alain’in metinleriyle. Hatta onu kendi dilinden okumak için Fransızcasını da geliştirir. Bu bakış ve dil uyuşmasıyla birlikte Alain, artık Mehmet Kaplan’ın düşünce ve yazı hayatında bir yol gösterici olur. Sadece sınıf arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na yazdığı mektuplara bile bakılacak olursa, Alain’in Kaplan’ın hayatında nasıl bir yer kapladığı görülecektir. Zeynep Kerman’ın ifadelerine göre Kaplan, “Mizacına hâkim olan bedbinlikten, sıkılganlıktan, başta Alain olmak üzere, okuduğu büyük yazarlar ve eserler vasıtasıyla elde ettiği irade felsefesi sayesinde kurtulur, başka bir ifadeyle ıztırap verici maddî şartları kültür vasıtasıyla aşar ve şahsiyetini bulur”. Lise yıllarından itibaren okuduğu tasavvuf, psikoloji ve felsefe kitapları ona geniş yollar açmıştır. Ancak her geniş yol, ilerledikçe derinleşir ve giderek karmaşıklaşır. Bunun üstesinden kişinin tek başına gelebilmesi güç olduğu için tasavvufta nasıl bir mürşide ihtiyaç varsa, yazar ve düşünür için de bir üstada, hocaya, rehbere ihtiyaç vardır. Fuad Köprülü’den, Nurettin Topçu’dan, Mümtaz Turhan’dan olabildiğince beslenen, onların ilmi görüşlerinden ve disiplinlerinden yararlanan Kaplan, “Eserlerini ezberlercesine okuduğum Alain ve asistanı olduğum Ahmet Hamdi Tanpınar, bende dengeli bir dünya ve insan görüşü yarattı” der. Burada Yunus Emre ismini de mutlaka zikretmemiz gerekiyor. Zira “hemşerim” dediği Yunus Emre’nin divanı da Kaplan’ın daima masasının üzerinde durur. Nisan 1955’te Türk Yurdu’nda yayınlanan bir yazısında Alain ile Yunus’umuzu cem eder: “Maddi kâinatta hiçbir şey insanın içindeki büyük boşluğu, sonsuz iştiyakı doyurmuyor. Alain'in deyimi ile, büyük ve muhteşem sarayının ortasında kralın canı sıkılıyor. Ve kral gönlünü eğlendirmek için ziyafetler tertib ediyor, sürek avlarına çıkıyor, içiyor, insanları soytarı haline getiriyor. Bunlar da deli gönlünü oyalamazsa harp açıyor. Kahveden kahveye, sinemadan sinemaya, caddeden caddeye, komşudan komşuya, beldeden beldeye dolaşan, bu kâinat sarayının taçsız hükümdarları sizin de canınız sıkılmıyor mu? Siz de içten içe bu madde âleminden nefret etmiyor musunuz? Siz de ebedi sevgiliye ‘Bana seni gerek seni’ diye haykırmıyor musunuz?

Psikolojiyle olan yoğun ilişkisi Freud ve Jung ile derinleştikçe, Mehmet Kaplan insanın içinde bir ‘iç ben’ olduğunun iyice farkına varır. İnsan, ömrünün her deminde ve attığı her adımda bu ‘iç ben’e ulaşmak zorundadır. Yolunu yürürken, kendine dönerken, ilmi ve sevgiyi yanından asla ayırmamalı, bunun için de gayreti ve hayreti zevk edinmelidir. Zaten derdin ve ıstırabın harman olduğu hayatta, yegâne zevk düşüncenin kuyusuna dalıp çıkmaktadır. Rüyalar, sanat eserleri ve fikirler bu kuyuda insanın görünmez arkadaşlarıdır. İnsan; kaderin karşısında seçimleriyle yahut iradesiyle nasıl bir tavır takınabilir? Sartre’ın Bulantı’sındaki Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksinti ve Camus’nün ‘başkaldıran insan’ modeli arasında Mehmet Kaplan için Alain; aksiyon, irade, yaratma kavramlarını yerine oturtan isimdir. Edebiyatımızın İçinden kitabında buna değinir: “Alain zannettiğim gibi büyük adam değilmiş. Çok büyük adammış. Alain’i tesadüfî olarak tanıdım. Benim hastalığımla karşı karşıya geldi ve beni kurtardı. Ben malumat değil, felsefe değil, muharrik istiyordum. O tahrik etmedi, hareket prensibini verdi. Onun bizim evvelce sevdiğimizi sandığımız Gide’le, Bergson’la, insanı ulvî, kör kuvvetlere bağlayan insanlarla zıt olduğunun bugünkü gibi farkında değildim. Onu tekrar tekrar okumakla daha fazla anladım. Hâlâ tükettiğimi sanmıyorum. Daha dün on kere okuduğum bir sahifede harikulade fikirler keşfettim. Alain düşünceyi ‘abuser’ etmeyen, fakat Sokrat gibi bizzat okuyucunun kafasında doğurtan bir muharrir.

Burada Kaplan ‘abuser’ kelimesiyle, yazarların ve düşünürlerin sıkça yaptığı bir hatadan bahseder. İnandıkları düşünceyi okura mutlak doğru gibi kabul ettirme çabaları. Aksine yönelik tüm eleştirilerin ve iddiaların önünü kapatmak istemeleri. Okuru kendilerinden başka bir yazara, kendi fikirlerinden başka düşüncelere götürmemeleri. Oysa yazarın ve düşünürün belki de en büyük başarısı, okurun zihninde yeni fikirlerin doğmasına vesile olmasıdır. Doğan bu fikirlerle beraber okurun bir insan olarak hâlini gözden geçirmesi, yeni eylem planları yapabilmesi, düştüğü çukurda bocalamak yerine bir halat bulabilecek noktaya gözünü dikmesidir. Bu da bir irade meselesidir. Okurun ihtiyacı olan şey kendinde saklı duran o iradenin yeniden farkına varmak, güç bulmak ve bir an önce harekete geçmektir. Bu nedenle Kaplan’ın irade konusundaki tercihi ne Sartre’dır ne de Camus. Sevgi ve İlim kitabında şöyle der: “Alain, Sartre’dan farklı olarak: ‘Biz hiçbir şeyi seçmeyiz. Her şey bizden önce seçilmiştir, fakat bu, bizim hayatımıza çekidüzen vermemize ve mesut olmamıza mâni değildir’ der. Alain’in bu fikri bana Sartre’ınkinden daha doğru gelir. Zira hiç kimse ne doğduğu yeri, ne anne ve babasını, ne konuşacağı dili, ne de içinde yaşadığı sosyal tabaka ve çevreyi seçmiştir. Bunlar bize önceden verilmiştir. Kimse doğuştan getirdiği vücut yapısını değiştiremez. Fakat bu asla bizi kaderci bir hayat felsefesine götürmemelidir. Bize verilen bir ham taştır. Biz ondan bir heykel yapabiliriz. Şahsiyet denilen de zaten bundan başka bir şey değildir.

Mehmet Kaplan, Âli Ölmezoğlu’na yazdığı pek çok mektubunda Alain’den bahseder. Her bahsedişinde aynı coşkuya sahip olması, hem mektubun muhatabına hem de bizlere bir ses gibidir. Sesi takip ettiğimizde Kaplan’ın Alain’de ne bulduğunu yakalayabiliyoruz: “Etrafın derme çatma düşüncelerinden, hatta hadiselerin hırpalamalarından ona sığınıyorum. İnanır mısın, ne zaman ona döndümse, beni rahatça barındırdı. Onda, insanlığın perişanlığını vâhiliğini, kendimi ve bunun kurtuluş çarelerini buluyorum. O bana hakikat görünüyor. Beni yaşamaya, sevmeğe, çalışmağa, uyumağa ve bütün insanlıkla beraber olmaya teşvik ediyor. Sen bir zamanlar yalnız ona saplanmamamı söylüyordun. İlkin ona saplanıyordum. Onu anlayıp hazmedinceye, mağlup edinceye kadar onunla beraber kalacağım. Fakat Âli, Alain bana yalnız gelmiyor, bana dünyayı, fikir ve edebiyat adamlarını getiriyor. Daha doğrusu beni oralara gitmeğe teşvik ediyor. Alain’e bağlanışım serbest bir dine benziyor. Bu bağlanış ve bu serbestlik beni kurtarıyor. Alain bana sırların sırrını, bağlanmayı öğretiyor.

İnsanoğlu için düşünmek, yeni düşünceler üretmek hayati olsa da, tek başına düşünerek geçitler açması mümkün değildir. O geçitlerden ilerlemek için fikirlerle eylemi cem etmek gerekir. Realite bunun için önemlidir. Bütün düşler, düşünceler, hevesler ve planlar; gerçekle uyumlu oldukları müddetçe değerlidir. Çünkü düşünce ancak bu şekilde bir yaşam alanı bulabilir. Alain, Kaplan’a bulutları oradan oraya götürenin rüzgâr olduğunu, yani hiçbir şeyin gelişigüzel yaşamadığını göstermiştir. İnsanın kendisini bir şeylere bırakması, teslim etmesi, şahsiyetine karşı bir hareket, hatta hakarettir bu yüzden. Kendi deyimiyle taşradan çekingen, içe dönük bir tip olarak İstanbul’a gelen Mehmet Kaplan, ‘hayatın anlaşılmaz bir trajedi olarak etrafında uğuldadığı’ o sancılı zamanlarda Alain ile istikamet bulmuştur. Kendi içine doğru bir yürüyüşe çıkar. Artık bütün dağınıklığı toplama zamanıdır. İnsanın kendi içinden alacağı kuvvet mutlaka dışarıya yansıyacaktır. Elbette mizacı doğrultusunda. Neden mizaç? Çünkü insanın kendi içinden çekip çıkaracağı kuvvet, o ‘iç kale’, mizaca göre serpilip gelişecektir. Yeryüzünden geçip gitmiş insan nefesleri adedince mesleğin ve meşgalenin olması bundan dolayı hiç şüphesiz. Herkes kendi zevkine göre değil, mizacına göre hareket ediyor, düşünüyor, çabalıyor, rüya ya da kâbus görüyor. Kaplan, Alain ile bunları keşfediyor.

Talebeleri tarafından az konuşan, az tepki veren, ölümü abartmayan, olayları büyütmeyen, hemen hemen her şeye aynı biçimde reaksiyon gösteren Mehmet Kaplan -psikanaliz bunların her birine ne hastalıklar uydurur, affedersiniz bulurdu kim bilir?- için sükûnet her şeydir, huzur her şeydir. Hayatı boyunca da bunları aramıştır, üstelik her türlü maddî zorluğa rağmen. Durmadan okuması ve durmadan yazması bundandır. O hiç durmadan, merak ettiği her konuya dair okumuş ve yazmıştır. Üstelik talebelerine, hatta talebelerinin talebelerine de bunu aşılamıştır. Bir yazarın, bir düşünürün sadece belirli konular etrafında dönüp durması onu zihnen, fikren öldürecektir mutlaka. Yolun sonunda zaten ölüm varken, yaşamın içinde pek çok gizem, öğrenilecek yığınla şey varken, bu aklın ve ruhun, kalbin, öğrenebilme ve kendini geliştirebilme kapasitesinin mutlaka hakkını vermek gerekir. Yaşam, canla başla çalışmaktan başka bir şey değildir. Alain’in ‘yazarak düşünmek’ fikri de Mehmet Kaplan’da işte böylesi bir disiplin hâline gelmiştir. Kaplan, zihninde uçuşan fikirleri Alain’in ‘propos’ (sohbet tipi metinler) metoduna benzer denemelerle kaleme almış, okurlara sunmuştur. İyi bir fikir üretebilmek ve bunu yazıya geçirebilmek için tıpkı Alain’in vurguladığı gibi durmak, düşünmek gerekir. Yani sükûnet, iç huzuru şarttır. Yine, Âli Ölmezoğlu'na yazılmış mektuplardan 18.12.1940 tarihli olanından bir bölüm, Kaplan’daki bu arayışın izlerini de bizim için belirginleştirir: “Yanımda horuldayanı uyandırmaya cesaret edemediğimi bilirsin. Başkasının horuldamaya hakkı olup da, benim uyandırmaya olmadığını sanıyorum. Bu horultuyu hayatın her sahasına tatbik edebilirsin; kendime karşı yüze gülerek, hile ile veya alenen yapılan haksızlıklara çıkışmak kabiliyeti bende neden eksik? Dünyada hiçbir düşmanım olmadığını ve olmayacağını zannediyorum. Bu iyi bir şey değil. Fakat kırmak, müdahale etmek elimden gelmiyor, daha doğrusu beni üzen hareketlerden ancak kaçabiliyorum; o da mümkün olursa. Bu karakterimi herhâlde bilirsin. Bütün bunlarla pek sevdiğim sükûnete, rahatlığa, huzura çok ihtiyacım olduğunu anlatmak istiyorum.

Sivrihisar’da doğmuş Mehmet Kaplan’ı batıdan Alain, doğudan Yunus Emre beslemiş, böylece edebiyat tarihimizde ‘her dem yeniden doğan’ bir kalem ortaya çıkmıştır. Bu kalem, bugün hâlâ okurlar, araştırmacılar, deneme, tahlil gibi metotlara ilgi duyanlar için hocalığını, rehberliğini sürdürmektedir. O, Sivas'ta halı ören bir kızdan işittiği “Her yanlış bir nakış" sözünü, Alain’in yazılarında sık sık dile getirdiği bir fikrin Türkçesiyle bağdaştırır: Şahsiyet hatayı meziyet haline getirir. Usta denemecilerin meziyeti de buradadır: Havadaki fikri yere kondurmak, yerdeyken de okura yaklaştırmak. Okurun yakınlaştığı bu fikri benimseme süreci ise ‘iç ben’iyle ve daha önce değindiğimiz mizacıyla ilgili hiç şüphesiz. Nesillerin Ruhu’ndan bir paragrafla yazımı sonlandırmak isterim: “Gençliğimden beri benimsediğim bir düşünme metodu vardır: Kafamı işgal eden bir konu üzerinde açık ve seçik fikirlere ulaşmak için onları yazarım, Alain'in deyimi ve tavsiyesi ile yazarak düşünürüm. Hiçbir mesele benim için kapanmış, son şeklini almış değildir. Muayyen bir konuda daha önce yazdıklarımı unutur, eğer beni yeniden alakadar ediyorsa tekrar kaleme sarılırım.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

14 Kasım 2024 Perşembe

İlim sevgiden doğar

Fuzuli aşktan yanıp kavrulduğunda o meşhur beytini tüm insanlık adına haykırdı: "Aşk imiş her ne var âlemde / ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak."

Bizler, Allah’ın kelamından doğan ilmin, binlerce yıllık emek ve birikimin meydana getirdiği teknik bilginin, insanoğlunun tecrübe ve tekabül ettiği her mananın kendine yer tuttuğu yaşamın fertleriyiz. Yalnızca bu fani alemin ferdi olmanın, içerisinde zerre kadar yer tutmanın, aleme gelişimizin esası olmadığını idrak etmeli ve dünyaya gelişimizin nafile olmadığını ispat etmeliyiz. İspata kalkıştığımız, kendimizi ve etrafımızı sevgiden yoksun bırakmadığımız ve yalnızca maddi dünyanın soğuk komut ve gereklerini yerine getirmediğimizde Fuzuli’nin bu beytinin anlamını kavramış ve yolumuza ışık tayin etmiş oluruz. Yalnızca maddiyatın soğukluğu bizleri mutlu etmeye, yaşamı yaşanılır kılmaya yetmez. Manevi olan, hislerle örülen ve aşkla söylenen bizi doyurur ve ruhumuza yol çizer.

Müellif Mehmet Kaplan’ın aşkın evrenselliğine dikkat çektiği kitapta şu ifadeleri hepimizi düşündürmelidir; “bütün dünya masallarının konusu aşktır. Romanların, tiyatroların, filmlerin, operaların da böyle değil mi? Sevilenler mesut, sevilmeyenler bedbahttır. Sevilmeyenlerin trajedisi, kıskançlık, sevişenlerin hemen yanı başında biten karaçalıdır. O karaçalı insanın içini bürümeye görsün, dünya insana zindan olur. Aşk ise “üniversal” bir benzetmeye göre hayat ve kâinatı aydınlatan bir güneştir.” Müellifin aşkı benzettiği güneş tüm insanlığı aydınlatır ve yaşatır. Öyleyse aşk, insanlıktan zerre kadar nasibini almış her ademin imtihanı ve yaşam kaynağıdır. Kendini bilen insanın modern dünyada kaybolmayacağı açıktır. O insan için tüm yollar bilindik, tüm sokaklar tanıdıktır. Medeniyetine yabancı değil bilakis bizatihi medeniyetinin vücut verdiğidir. Taşa şekil veren de musikiye ruh veren de bu medeniyetin kodlarıdır. Saadettin Ökten arabayı biz icat etmiş olsaydık içine ayakkabılarımızı çıkarıp binerdik.” Demişti. Bu söylemin içerisinde bizim kimliğimiz ve hayata bakışımız saklıdır. Belki arabayı icat etmedik ancak şehirlerimize, zihinlerimize kazandırdığımız her eserde imzamız olarak kimliğimize yer verdik. Bugün duvarların üstüne geldiği, sokakların kendisini çıkmazlarda hapsettiği, gidişinin nereye olduğunu, amacının ne olduğunu bilemeyen modern dünya insanının kurtuluşu, kimliğini tekrar kazanmasında yatmaktadır. Süleymaniye’nin ve Selimiye’nin büründüğü şeklin bir medeniyet imzası olduğunu anlamak ve İslam’ın taşa olduğu kadar insana da şekil vermek gayesi taşıdığını bilmek modern dünyanın bunalımlarından sıyrılmamıza vesile olacaktır. Müellifin 1967 yılında Hisar dergisinde yayınlanan ve kitapta da yer alan cümlelerinde bu meselenin izahı bulunmaktadır; “Anadolu dağlarla, taşlarla, madenlerle doludur. Onlara şekil vermesini bilebilseydik Türkiye’de binlerce yıldır devam edecek bir medeniyet kurabilirdik. Dört yüz yıldır İstanbul ufuklarını süsleyen Süleymaniye’den ders aldığımız gün Türkiye’nin çehresi değişecektir.” Müellif şekilden yola çıkarak din ile sanat arasındaki intibaya dikkat çeker ve her ikisinin de kaynağının bir olduğunu işaret eder. “Din şekle ne kadar hürmet ederse, sanat da o kadar hürmet gösterir. Şekilde, bize kendisini empoze eden, anarşik ruha nizam ve saadet veren bir taraf vardır.” Bu tesirden yola çıkan müellif din ile sanatın kaynaklarını bir tutmuş, sanat ve dini iç içe geçirmiştir.

Kitapta müellifin türlü fikir ve hisleri kendini bilmenin, zamana ve çağa rağmen muhafaza etmenin kodlarını taşır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir eserinde söylediği “gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız.” Sözüyle örtüşen bir muhafazadan bahsetmek gerekir. Milletçe bizim olanı, bize ait olanı muhafaza etmek ve buradan kudret alarak taşa, musikiye, madene şekil vermek ve ilerlemek. İlerlemenin esası da müellifin yazılarında işaret ettiği gibi milletçe her bölgede kalkınmak ve bunu yaparken kimliğimizi korumaktan geçmektedir. İnanıyoruz ki varlığımız tesadüfi değildir. Varlığımız amaçsızlık veyahut boşluk sebebiyle de değildir. Bir gayemiz var ancak yaşam boyunca bu gayenin ne olduğunu tartışmak ve çeşitli fikirlere kapılıp belirli dönemlerde bunların izinden gitmek insanın, insan olma çabasının sonucudur. Sevgi ve İlim de bu çabanın meydana getirdiği fikir ve hislerin bir araya gelişidir. Fikirlerin dahi bir nizama oturduğu ve insanın şekillendiği evreler yaşamımızın en önemli evreleridir. Müellif “insanoğlunun en büyük düşmanı gayrimuayyenlik, karışıklık ve müphemiyettir.” Derken karışıklık ve belirsizliği insana en zararlı durumlar olarak belirtmekte ve “Din, sanat, medeniyet, tabiat hep bir nizama, bir disipline, bir kanun ve kaideye bağlıdır” diyerek nizamın her şeyin özü olduğuna işaret etmektedir.

Müellif akla ve bilime inandığını bunun yanında medeniyetinin, milletinin inancına mensup olduğunu ve değerlerine sahip çıktığını sıkça dile getirmiştir. Ona göre insan akla ve bilime inanmalı, aklın ve bilimin açacağı yolda sevginin yani ilahi kudretin kalplere aşıladığı duygunun ışığıyla hareket etmelidir. Evet medeniyetin maddi yanı ilerlemiştir. Bugün maddiyatın meydana getirdiği medeniyet hiç olmadığı kadar ileride ve söz sahibidir. Bilimin ve teknolojinin meydana getirdiği bu ilerleme yanında medeniyetin özünü oluşturan maneviyatın zayıflamasını ve karışıklığı getirmiştir. Teknik imkanlar arttıkça karışıklıklar ve kaos azalmamış bilakis artmaya devam etmiştir. İnsanın özünü ve ruhunu doyurmayan her şey insanı daha fazla açlığa ve çılgınlığa sevk etmiştir. İşte bu açlık ve çılgınlık ancak sevginin tokluğu ve dinginliği ile ortadan kalkabilir. Müellif bu dengeye ve ahenge inanmaktadır. İnsanın meselelerinin yine insanda başladığı ve bittiği gerçeği müellifin de kabul ettiği bir gerçektir. Hemşehrim dediği Yunus Emre Hazretlerinden misal vererek aktardığı kısımda “Yunus Emre, 'seni deli eden şey yine sendedir sende' diyordu. Şu muhakkak ki insanoğlunun çılgınlıklarının sebebi, tabiat ve eşyada değil, yine kendi içindedir. Yunus doğruyu söylemiştir. Fakat insan nedir? Her şey, sonunda insan denilen muammaya gelip dayanır.” diyerek insana ve insanda yatan sırra dikkat çekmiştir.

İnsan ki birbirinden farklı, muammalarla dolu, her biri ayrı alemdir. İnsan ki biraz kemik ve bolca endişedir. Akıl sır erdiremediğimiz, düşünce ve davranışlarında kimi zaman mantık ve izahat bulamadığımız insan, bu derinlikle ve bilinmezlikle eşref-i mahluktur. Allah, insanı yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmış ve düşünebilmeleri için akıl, sevebilmeleri ve yaratıcılarını bulabilmeleri için aklın yanında kalp ihsan etmiştir. Müellifin konu ettiği, alimlerin kelam ettiği, insanların denge ve ahenginde gidip geldiği ilim ve sevgi budur. Mevlâna Hazretleri buyurmuştur ki “Biz aşktan doğduk.” Allah’ın bize bahşettiği, bizim çeşitli teknik ve tecrübelere dayanarak bir araya getirdiğimiz ve ilgilenen her kula “Allah artırsın” diye dua etmeyi eksik etmediğimiz ilim, sevgiden doğmuş ve sevgi ile vücut bulmuştur. Çünkü kâinat, insan ve dua aşkla var olmuştur.

Velhasıl kelam Sevgi ve İlim, Fuzuli’nin beytinin etrafına örülmüş, müellifi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi, edebiyat tarihçisi, tenkitçi ve müellif Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın türlü meseleler hakkındaki fikir ve hislerinden meydana gelmiştir. Kitapta yer alan yazılar çeşitli mecmualarda yayınlanmış ve müellifin çeşitli kitaplarında da kendine yer bulmuştur. Söz konusu fikir ve hisler edebiyat, şekil, gerçek, din, ilim, tarih, kültür gibi birçok kavram ve disipline dairdir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan sohbet ederek kısa kısa yazdığı ve kendi deyimiyle “düşünce temrinleri” olarak nitelendirdiği bu teknikle yazılarında bolca değindiği “şekil” kavramı için uğraş vermekte, yazılarını şekle sokmayı amaçlamaktadır. Hayatta güzel ve nizami olan her şeyin bir şekiller sistemi olduğuna kanaat getiren müellifin, böyle bir arayışla teknik geliştirmesi ve yazın dünyasına kazandırması oldukça kıymetlidir.

Müellifin “yazarak düşünün” tavsiyesini bilen her okur fikir ve hislerin zihinlerde toparlanacağı ve yeni ufuklar kazandıracağı anlayışına uzak olmasa gerektir. Muhtevası bu kadar geniş olan bir eseri sindirerek okumak, mevzu bahis meseleleri şahsi gayretlerle irdelemek ve bir de kendimizce düşünmek biz okurlara büyük katkı sağlayacaktır efendim.

Erdi Oran
oranerdi@gmail.com

30 Eylül 2024 Pazartesi

Mehmet Kaplan’da Yunus Emre ve Jung

Zamanın geçmişe nazaran çok daha hızlı geçişi, kendimizi yalnızlığın ve sessizliğin gölgesinde bir türlü dinlendiremeyişimiz, keza bu tür mekânların, kuytuların sayısının giderek azalması, kimsenin kimseyi dinlemeye teşne olmayışı, artan kalabalık, artan içi boş sohbetler, hayatı ve insanları anlamada güçlük, giderek anlamsızlığın yeryüzünü kaplayışı… Bu karamsar gibi görünen girişi şunun için yapıyorum aslında: işini bilen, makul bir olgunluk seviyesine kavuşmuş insanlar neyi nerede bulabileceklerini iyi bilirler. Kimlerle sohbet edileceğini, kimlere muhabbet besleneceğini, nerelerde sakin kalıp dinlenilebileceğini, her şeyin geçici oluşunun verdiği ulvi lezzeti, kuru gürültüden kaçış yollarını, kaybolmanın içinde saklı olan lezzetleri bilirler.

Bunların yanı sıra kültür-sanat üzerine ciddi merakları, uğraşları olanlar neyi okuyacaklarını, neyi izleyeceklerini, neyi dinleyeceklerini de bilirler. Bu çaba onları Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste’de söylediği “Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın” güzelliğine götürür. Sonra iş, daha da derinleşir ve Tanpınar’ın talebesi olmakla yetinmemiş, talebelik ceketini asmış ve aşmış, yazdığı denemelerle insan ufkunu açan, ömrünü fikir-aksiyon disiplinine adamış bir başka isme götürür, götürmeli: Mehmet Kaplan. O da Yaşadığıma Dair adlı kitapta yer alan mektuplarındaki bir ifadeyle şu hayati çağrıyı yapıyor: “Onca alelâdenin içinde bir istirâhatgâhınız olsun.

Mehmet Kaplan'ın herhangi bir kitabını, herhangi bir denemesini ya da tahlilini okurken; Türk kültürüne nasıl bir aşkla bağlı olduğunu hissetmek mümkün. Bu hissi size de aktarıyor, yakıtınız azaldıysa dolduruyor. Böylesi büyük ruhlara çok şey borçluyuz. Hülasa çalışmamız, hiç durmadan çalışmamız gerekiyor. Bu büyük ruhların kitaplarını yeniden ve yeniden okumaktan aldığımız haz bir yerde durmamalı. O hazzı başkalarının yaşaması için de gerekiyorsa vesile olmalıyız, anlatmak ve paylaşmak için tembellik etmemeliyiz. Bu topraklarda yaşıyorsak çıkış yolu bulmakta zorlanma hakkımız yok. Bazen hangi patikadan başlayacağımızı bilemeyebiliriz, burası doğal. Ancak her patika bizi ulu bir dergâhın kıyısına, hikmet fısıldayan bir şairin yamacına, düşünce ve sessizlikle ömrünü tezyin etmiş aziz bir insanın civarına düşürecektir. Kaplan, Nesillerin Ruhu kitabında bahseder: Yıllar geçmiştir. Nice şarkılar girmiştir kulaklarından. Bazen mutlu evlerin pencerelerinden, bazen bir meyhaneden gelmiştir o şarkı. Bazen bir külhanbeyi şarkısı, bazen güzel bir kadının tutturduğu nağme kulağını süslemiştir. Kimine ağlayıp kimine güldüğü bu nağmelerde sövgü de vardır, ruhu okşayış da. Ama Kaplan, “Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yunus'un, Yunus’ların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus, çoğalmış, köyler Yunusla dolmuş hissi ile uyandım…” diyor. Mehmet Kaplan’ın, Fransız filozof Alain'den ne kadar beslendiği ve etkilendiği hakkında pek çok yazı vardır. Ancak Orhan Okay ve İnci Enginün gibi hocaların tespit ettikleri bir gerçek bizler için daha ayrı bir yerde durmalı. O da Kaplan’ın içindeki Yunus aşkı, Yunus sevgisi. Kitaplarına yayılmış denemelerinde sayısız defa Yunus’umuza başvuruyor Kaplan. Bazen bir dizesinden yola çıkıp düşüncelerini dile getiriyor. Bazen de Yunus’un asırlar evvelinden dile getirdiği, şimdilerde kaybettiğimiz nice değeri günümüze taşımaya çalışıyor.

Dil zevkiyle harmanlanmış bu zengin metinler Dergâh Yayınları tarafından vaktiyle Yunus Bir Haber Verir adıyla neşredilmişti. Kitapta Kaplan’ın denemelerine başlamadan evvel iki önemli yazı okuru karşılıyor. Merhum Orhan Okay hoca, “Kaplan, zaman zaman şimdiye kadar belki de kimsenin dikkatini çekmeyen bir Yunus mısraını almış, onu benimsemiş, bütün gün sokakta, derste, çarşıda onunla beraber dolaşmıştır. Böylece, öyle zannediyorum ki, Yunus’un o mısralarıyla bir çeşit ayniyet kazanmış, Yunus’un yaşadığı mistik tecrübeyi yaşamıştır” diyerek Kaplan’ın sadık bir Yunus dervişi olduğunu dile getiriyor. İnci Engünün hoca ise Mehmet Kaplan’ın dilinden Yunus Emre’nin hiç eksik olmadığını, divanının daima masasının üzerinde durduğunu, onun öğrencileri olarak Yunus Emre’yi aslıyla Mehmet Kaplan’dan öğrendiklerini anlatıyor. Onun güncel meseleleri açıklamak, zorlu düğümleri çözmek için Yunus Emre mısralarına başvurması bugünün insanı için çok değerli bir ilham kaynağı, yol haritası.

Mehmet Kaplan’ın Yunus Emre’yle kurduğu bağ esasında bir çatı. Bu çatının altında Türkiye, tarih, kültür, edebiyat, felsefe, şiir, mimari, musıki, insanımız, şehirlerimiz, maarif meselemiz, siyasi tavrımız, varoluş sorgulamalarımız, hakikat arayışımız, değerler sistemimiz ve aidiyet ihtiyacımız var. “Hiçbir şeye bağlı olmayanın hâli fecidir” diyor Kaplan. Bu cümlesi aslında şu düşüncelerinin bir şerhi: “Biz bir abesler dünyası içinde yaşıyoruz. Madde, varlık, bugünkü insanlığı bir hapishane duvarı gibi çevirmiştir. Bundan müthiş bir iç sıkıntısı doğuyor. Egzistansiyalizmin iç sıkıntısına bu kadar ehemmiyet vermesi mânasız değildir. Çünkü o bu asrın en büyük hastalığıdır. Hiçbir şey bu iç sıkıntısını gideremiyor. Asrımızın eğlence düşkünlüğüne bakınız. İnsanlık, öyle sanıyorum ki hiçbir çağda asrımızda olduğu kadar eğlenmemiştir. Fakat eğlenceyi tetkik ediniz, arkasında korkunç can sıkıntısını bulacaksınız.

Bu satırlar bize Yunus’umuzun hangi mısraını hatırlatmalı? Elbette: Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı. Kaplan, çağın bütün hastalıklarının, sıkıntılarının bu mısrayla okunabileceğini yakalıyor. Maddi varlık planına bağlı kalan, yani ister iktisadi olsun ister felsefi, kendini varlığa zincirleyen insanın sıkıntıdan kurtulamayacağını, bunun da eğer talihliyse çok geç farkına varabileceğini söylüyor. Tüm bu maddeci tavrın Yunus’un düşünceleriyle terbiye edilebileceğine dair inancı, bir çıkış yeri arayan insan için ilk büyük adım. Her şeyden önce ve daima insana saygı. Bunun için Yunus’un “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil / yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” mısraı her an hatırımızda durmalı. Sonra, insanın içindeki o aziz hakikati. Ona ulaşmak için kendini defalarca, gerekiyorsa en sert biçimde açması, soyması gerçeği: Bir ben vardır bende benden içeri. Kaplan’ın psikoloji okumaları, Freud’dan ve bilhassa Jung’dan çekip çıkardıkları her seferinde insanı şaşkınlığa uğratıyor. Teknik kavramlar içinde fazla boğulmadan, insanın bugünüyle ve hakikatiyle ilgili en özel meseleleri seçip onlara dikkat çekmesi, bir deneme yazarının nasıl bir hünere sahip olması gerektiğini de gösteriyor. Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketip kavramları, insanın iç haritasını ortaya seren rüya ve sembol çalışmaları Kaplan’da önemli bir yer bulmuş. Şu ifadeye dikkat buyurun: “Jung’un eserleri Türkçeye çevrildikten sonra Türk okuyucusu Yunus ve Mevlânâ’nın ne kadar aktüel olduklarını anlayacaktır.

Tanpınar’ın Gül adlı şiirini yorumlarken, “Zen Budistlerinin murakabelerine benzer bir hal” yakalar Kaplan. “Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden / sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden / doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası / gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyâsı!” dizeleriyle sona eren şiir hakkında “Kendi içine dalan insan dış âlemle münasebetini keser; açık ve seçik olarak kavrayamadığı birtakım hayallerle karşılaşır.” diyerek açıklamasına başlar Kaplan. Jung’un “içeriye bakan uyanır” sözünün insan varlığına dair derin anlamlar taşıdığını dile getirdikten sonra bir konuya özellikle dikkat çeker: kimi zaman da insan yücelere dış âlem üzerinden ulaşır. Bunu da Yunus Emre’nin “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” dizesiyle hatırlatır. “Yunus Emre, birçok şiirlerinde Tanrı’ya dış âlemden yükselir. Kâinatın sırlarını ilmî usullerle araştıran ilim adamı da, objektif varlıklarından hareket eder.” diyen Kaplan, bu derinliği ölüme ve ölüm duygusuna getirir. Korkunç olarak bilinen ve görünen ölümün ancak ebedî hayat vaadiyle yenilebileceğini söyler. Jung da bilhassa rüya analizleriyle ruhun ebediliğine inandığı pek çok şeyi dile getirmiştir. O zaten inanç yokluğunun pek çok ruhsal rahatsızlığı getireceğine de inanıyordu. İnanç, tek başına sağaltım etkisi yaratan bir şeydi. Ruh kendini mutlaka bu ebedi daireye, varoluşsal vakuma sokmak istiyordu. Yunus Emre’miz tek bir mısraya sığdırıyor hakikati: Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın.

Jung’un arketip nazariyesi, Kaplan’ın sanata ve sanatçıya bakışını derinleştirmiştir, burası pek çok denemede görülebiliyor. Özellikle Nesillerin Ruhu adlı kitabında sanatçılar dünyasında “insanlığın hayatını idare eden birtakım gizli kuvvetler”in daha sıkı görüldüğünü ifade etmesi, bunu da en iyi açıklayan şeyin Jung’un arketipleri olduğunu söylemesi çok kıymetli. Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş adlı kitabında “Düşünü gördüğümüz ‘diğer kimse’ bizim ne dostumuzdur ne komşumuz; içimizdeki diğer yandır; buna kendimizi yeğ tutarak şöyle deriz: ‘Tanrım, sana şükürler olsun ki beni böyle yaratmamışsın!’. Kuşkusuz düşler ahlaki düşüncelerden yoksundur ama yine de bize eski bir deyişi anımsatır: Ağaçlar güçlü köklerini göğe uzatmazlar, tersine toprağın derinliklerine gizlerler.” der. Büyük sanatçıların kuru fikirlerle değil, beynelmilel hislerle, hayallerle, güçlü köklerle son derece berrak ve canlı olarak dile getirdikleri, okuyanın da bunları bir yaşantı hâline getirmesine vesile olur. Mehmet Kaplan, bu konuyla ilgili olarak Yunus’umuzun “Hak bir gönül verdi bana / ha demeden hayran olur” mısraını hatırlatır. Sanatçı; hayran olan, duyan, seven ve sövendir. Bunu nefsiyle değil kâinatın bütününü kaplayan akıl (akl-ı küll) yoluyla yaptığında, ortaya çıkan da sanattır. Jung’ta bilinçaltı, “kuşaktan kuşağa aktarılan bir miras”tır, Kaplan buna “insanları ölüler idare eder” diyerek şerh düşer ve şöyle söyler: “Maziyi bilmemek ve tebcil etmemek cehaletten ve boş gururdan ileri gelir. Dikkatle bakarsak ebediyetin bizde yaşadığını görürüz. Sonsuzluk seyyahı Yunus bunu ne güzel anlatır.

Mehmet Kaplan, ilim yoluyla ortaya konan gerçeğin izini sürmüş, burada Alain kadar Freud’dan Jung’dan Simone Weil’den ve daha nice isimden güzellikler devşirmiştir. Ancak bütün düşünce harcını Yunus Emre ile mayalamış; aşksız bir ilmin ancak bir yere kadar götürebileceğine inanmış, aşkın mutlaka izhar edilmesi gereken bir hakikat olduğunu dile getirmiş, böylece insanlığa “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” sırrının aşılacağına kanaat getirmiştir. Allah-âlem-insan üçgeninin merkezi, Kaplan için gönüldür. Yunus’umuz için de gönül, Çalab’ın tahtıdır. Ondan sonrası da apaçıktır: Bana seni gerek seni…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

11 Temmuz 2023 Salı

Bir yüzük bir de kitap

Üsküdar’da bir kitapçı vardı, hala var. Lise yıllarında okul biter, ben de orada biterdim. O zaman kurduğumuz hayallerin birçoğu, gerçekleşemeden Bağlarbaşı’ndan Çamlıca’ya, yani yukarıya doğru süzüldü süzüldü ve gözden kaybolup yitti; ama kitap daha bitmedi. Bitmeyen kitabın peşinde hala o eski/mez kitapçıya uğrarım. Yeni çıkan kitaplardan ziyade ilk açıldığı günlerden kalanlarını bile görmenizin mümkün olduğu o eski kitapları ararım. Bulurum da. Eslafın “kenz-i lâ yenfâ” (tükenmez hazine) sıfatı ile sıfatlandırdıklarına denk bir bereketin muhatabı olan ne hazineler çıkar oradan. Mehmet Kaplan’ın Âli’ye Mektuplar’ının, 1992 yılında, Dergâh Yayınları tarafından neşredilen ilk baskısını da orada bulmuştum. Kaplan’ın, Orhan Okay’a yazdığı mektupları içeren Mehmet Kaplan’dan Hatıralar Mektuplar adlı kitabı tamamladıktan ya bir ya da iki gün sonra idi. Bu zaten böyledir. Kitap kitabı çağırır. Âli’ye Mektuplar uzun süre odamda, Mehmet Kaplan’ın diğer eserlerinin olduğu yerde bekledi. Kitapla ünsiyeti olanlar bilirler; her kitap temin edilir edilmez okunmaz. Bazı kitaplar okunur; lakin her kitap okunmaz. Önce size, sonra ise kütüphanenize alışır. Kitaplar da vakt-i merhunlarının olduklarını bilirler. Âli’ye Mektuplar ile de az bakışmadık. Bu sene başında okumaya başladım. Mehmet Kaplan’ın okul arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na 1939 ila 1953 arasında yazdığı mektuplar ile 1953 yılının çeşitli günlerinde tuttuğu günlüklerden oluşan eseri okurken ta bitirene dek muhayyilemden biteviye bir şarkı sesi geliyordu: Mazi Kalbimde Bir Yaradır.

Mehmet Kaplan’ın mektupları yazdığı günlerin şehir, ekonomi ya da muhit nostaljisi değildi bu şarkıyı dinleten. Henüz yirmi beş yaşındaki bir ilim adamının kendi iç alemine, hayata, varlığa, edebiyata, felsefeye ve daha birçok şeye dair derin tefekkür kabiliyetini okudukça her harf sanki bir notaya dönüştü. 1940’ların İstanbul’unda bir yandan İstanbul Üniversitesi’nde Darulfünûn heybetindeki hocaların arasında tutunmaya çalışırken bir yandan da Behice Kaplan ile bir yuva kurma telaşının anaforundaki Mehmet Kaplan, arkadaşı Âli’ye şöyle yazıyor: “Para hususunda derdimi hiç sorma. Yiyecek, içecek ateş pahasına çıktı. Borçlar falan. Sabah, öğle zeytin, peynir yemekten canım çıkmak üzeredir.” “Grande Ristretto Bianco” içmeden düşünemeyen düşünürlere selam olsun mu? Peynir, ekmek yemekten “canı çıkmak üzere” olan Mehmet Kaplan’ın aklı iki yârde asılı kalmıştır. Onlar hiç ayrılmazlar: Behice Hanım ve kitap. Dönemin meşhur kitapçısı Haschette, Mehmet Kaplan’ın uğrak yeridir. Lakin parası yoktur. Bir gün kitapçıda Fransız edebiyatı tarihine dair bir eser görür: Histoire De La Litterature Française de 1789 a nos jours. Albert Thibaudet. Mesleği için “istifadeli” gördüğü bu kitabı alamaz. Bir yerden 80 lira alacağı vardır. Bu para ile borcunu ödeyecek ve tezini daktilo ettirecektir. Geri kalanını nasıl değerlendireceğini ise şu şekilde ifade eder: “Sevgiliye ve kendime birer yüzükle, kitap alacağım.” Ne kadar ince. Zaten Mehmet Kaplan’ın ince ruhu katmerleşmiş enselerine akademik ünvanlarını dağlayanlardan da mustariptir. Profesörlüğünün tasdikten çıkmasının akabinde aldığı ünvanın başkalarının kendisine bakışını değiştireceğinin bilincindedir. Kaplan hoca, ünvanların birer maske olduğunun farkındadır ve kendisini takanı en yakından gören yine maske değil midir? “Ben yine aynıyım. (…) Beni alakadar eden unvan değil, insandır.” diyen bir akademisyen görmediyseniz eğer, Mehmet Kaplan’ın aktarılan cümlesi üzerinde düşünebilirsiniz. Kapısının ziline, arabasının plakasına, kartvizitine, sosyal medya biyografisine, mezarının taşına, gözlerinin akmayan yaşına, boynuna, koluna, sevgilisinin yoluna unvanlarını yazanların habitatında yaşayanlar için çok naif değil mi? Mehmet Kaplan’ın naifliği, meslek namusu ile at başı gider: “Fakat Dr. İşaretinin namusunu muhafaza için bir hayli uğraşıyorum.” diyen Kaplan Bey, bir anlamda akademisyenliği bir fütüvvet teşkilatı ahlakı içinde yaşar. Okuyanlar hatırlayacaklardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Günlükler'inde şöyle anlatır:

Kaplan, talebeye benim ‘raks’ şiirimle Yahya Kemal’in ve Fikret’in manzumelerini vazife olarak vermiş ve münakaşa etmelerini istemiş. (…) Kaplan’ın çok iyi hoca olduğunu söyledim. Benden sabun köpüğü, ondan bilgi kalır dedim. Aynen düşüncem de budur.

İlk baskısı Âlî’ye Mektuplar olarak yayımlanan, yeni baskısı ise Yaşadığıma Dair – Günlükler ve Âlî Ölmezoğlu’na Mektuplar başlığı ile arz-ı endam eden eser okunduğu zaman görülecektir ki Mehmet Kaplan, kendisini uzmanlık alanına hapsetmeyen, farklı alanlarda okumalar yapan, okuduklarını hazmeden, öğreten ve belki de en önemlisi yazan bir hocadır. Yazma hususunda tembellik yapan arkadaşıa devamlı yazmasını tavsiye eder. Özellikle yazı üzerine düşünenlerin dikkata alması gereken mektuplardır bunlar.

Kitap üzerine yazılanlar kitabın bütütünü vermemelidir, veremezler de zaten. Kaplan Hoca’nın dikey hayatına ait bir çok soruyu, tereddütü, sevgiyi, nefreti izleyebileceğiniz mektuplar içerisinde, zamanın edebiyat, siyaset ve kültür dünyasının önemli simaları hakkında çarpıcı detaylar bulacaksınız. Kitapta Atsız’dan, Necip Fâzıl’a; Nurettin Topçu’dan Abdülbâkî Gölpınarlı’ya kadar geniş ve ehemmiyetli bir kadroya dair hatıralar var.

Ben bu kitabı çok sevdim. Sizinle de paylaşmak istedim. Dua olsun. Bir yâriniz olsun, bir de kitabınız. Yârin de terketmeyeninden olsun. Kitap zaten terketmez.

Kitapta geçen bir kitap: André Gide, Pastoral Senfoni.

Mehmet Bilal Yamak
twitter.com/mehmedbilal__