Büyük tutkuların ardında nelerin saklı olduğu; edebiyatın, felsefenin, psikolojinin konusu olmuştur daima. Tutku denilen şeye yaşamdan alınacak payı eksilterek mi ulaşılır yoksa tam aksine yaşama sıkı sıkı yapışarak mı? Belki biri, belki her ikisi. Sözlükte “Bir şeye karşı duyulan aşırı düşkünlük, şiddetli arzu, iptilâ” karşılığını buluyor tutku. Yap(a)madığımız takdirde zamanımızı zehir edecek kadar etkiler bizi tutkumuz. Böyle düşündüğümüzde acaba bir alışkanlık mı yoksa bağımlılık mı sorusu da geliyor elbette. Bu kez belki biri, belki her ikisi diyemeyeceğim çünkü ikisi de değil. Tutku başka bir şey. Olmazsa olmaz, vazgeçilmez, her şeyin önüne geçen, herkesten daha çok kıymet verilen, uzletin de vuslatın da yegâne sahibi. Evet bir aşk kokusu geliyor sanki. Yaralarım aşktandır demiş şair, tutkularımız da.
Yazarların nasıl yazdıklarına, gün içindeki ritüellerine, okuma alışkanlıklarına, hayatlarıyla eserlerine arasındaki ilişkiye dair çok güzel çalışmalar yapıldı son dönemde. Mesela hemen, Sema Uğurcan’ın makalelerini bir araya getiren Biyografik Okumalar’ı ve editörlüğünü Mehlika Karagözoğlu Aslıyüksek’in yaptığı Yazanların Okuma Kültürü’nü söyleyebilirim. Fakat bir kitap daha var ki okumaya ve yazmaya hayatında apayrı bir yer ayıranların, yani bunları tutku hâline getirenlerin uzun bir süre başucunda kalmaya layık: Yazma Dersleri. Edebiyatımızın herkesçe sevilen, sayılan, eserleri döne döne okunan yazarlarının nasıl, hangi şartlarda, ne tür ruh durumları arasında yazdığını anlatan bir çalışmada Necip Tosun imzası var. Okur, pek çok merakının giderileceği, yine pek çok sorunun karşılığını bulabileceği bir kitapla baş başa artık: İnsandaki yaratma duygusunu en çok ne harekete geçirir? Bir şair en çok hangi duygusunun esiridir? Hiçbir şeyin yazılamadığı o kasvetli zamanla nasıl baş edilir? Hayatı boyunca maişet meselesi yakasını bir türlü bırakmamış bir yazar ne kadar üretken olabilir? Etkilenme endişesi yazma eylemi içinde nerede durur? Aşklar ve ayrılıklar üretime mâni midir?
Yazma Dersleri’nde Ahmet Mithat Efendi’den Tomris Uyar’a kadar edebiyatımızın köşelerini tutmuş yahut sık sık kendi sessizliğine çekilip oradan kendi kelimeleriyle gürültü çıkarmış nice yazar var. Birkaçını -başka türlü sevdiklerimize kıyak geçerek- zikredelim: Halid Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Abdülhak Şinasi Hisar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, İsmet Özel, Orhan Pamuk. Ve hemen sondan başlayalım yazarların dersleri arasında gezinmeye.
Orhan Pamuk, yaşadığı şehirle yazma eylemi arasında hüzünlü bağlar kurmuş bir yazar diye düşünüyorum. İçinde yalnızlığın, sıkıntının, türlü nefs oyunlarının, keşiflerin, hayal kırıklıklarının, aşkların ve terk edilmelerin olduğu bir hüzün bu. Hep bir adım geride durmayı bilerek ve dolayısıyla gözlem yeteneğini geliştirerek kendi sürecini kendi kurmuş bir yazma planı. Günün ilk ışıklarıyla uyanan şehrin temposuna ayak uydurmadan ama onun ayak seslerini işiterek. Çevreye katılmadan ama çevrenin yüklerini de omuzlama cüreti göstererek. İçedönük, çareyi evvela kendi gayretinde ve sükunetinde bulmaya çalışarak. Babamın Bavulu kitabında, kendisine “neden yazıyorsun?” diye sorup peş peşe sıraladıklarına bir bakalım Orhan Pamuk’un: İçimden geldiği için. Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için. Herkese kızdığım için. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için. Unutulmaktan korktuğum için. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için. Yalnız kalmak için. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için. Böyle diyor. Elbette bunun bir ruh planı da var. Onu da Manzaradan Parçalar’da bulabiliyoruz. Pek çoğumuzun “İşte ben!” dediğini duyar gibiyim şimdiden: “Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakalemle bağlılığımı bilir, ama gene de “Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!” diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca istediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim.”
Şimdi de Orhan Pamuk’un İstanbul adlı kitabında “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” diye takdim ettiği yazarlardan birine gelelim. “İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir” diyerek aslında kendi yazma dürtüsünü aşikâr eden Ahmet Hamdi Tanpınar’a. “Büyük insan sevgisi, her olaya önyargısız bakışı, hürriyet aşkı; kuşatıcı Doğu-Batı bilgisi; hüzünle coşku arasından dünyayı yorumlayışı, geleceğe umutla sarılışı; geçmişe, birikime vefası; sanatçılık ve düşünce adamlığının aynı kişide toplanması; bilinç akışıyla masalın birleştiği bir anlatım tarzı; Dede Efendi ile Beethoven’a aynı derinlikte nüfuz edişi; boğulmaya çalışan bir sanatçı imgesi, tüm saldırılarda edebiyata sığınan eşikteki adam…” diyerek pek güzel takdim ediyor onu Necip Tosun. O her ne kadar şair olarak tanınmayı, bilinmeyi istese de yazar kimliğiyle hatırlandı daima. Şiirleri asla romanları, denemeleri kadar yer edemedi edebiyatımızda. Ama kim itiraz edebilir ki Huzur’un edebiyatımızın en büyülü şiirlerinden biri olduğuna? Kim mesela Beş Şehir’i öylesine bir şehir hatıratı olarak tanımlayabilir? Tanpınar, öyle kolay izah edilebilir mi? Yarım kalan aşklarıyla, ‘beş parasız’lığıyla, annesini aradığı rüyalarıyla, ihtiyarlardan işittiği masallarıyla, İstanbul’un kendini besleyen sokaklarıyla; müzik, resim, mimari gibi sanatın pek çok alanına derin dalışlarıyla, kendinden büyük bir estet çıkarmış bu kültür adamı nasıl yazardı acaba? Önce öncüleri tanıdı: Proust, Valery, Bergson, Freud, Jung, Bachelard, Yahya Kemal, Haşim. Sonra düşünce ortamlarına, arkadaş gruplarına dahil oldu. Edebiyat kavgalarının içine düştü. Sükût suikastı yaşadı. Çok sevdiği, çok tartıştığı dostluklar kurdu: Nurullah Ataç, Hasan Âli Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Necip Fazıl, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi Hisar. Yazdı, daima yazdı. Ne siyaset, ne maişet, ne de yâren eksikliği gölgeledi onun yazıya olan aşkını. “Hayatımda en mesut olduğum anlar sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır” diyen bu adam, “Her şey yerli yerinde” diyerek düzensizliğin içinde kendine ait bir hayat kurduğunu da anlatmaya çalıştı. Günlük tuttu, bir gün okunacağını bilerek. Hikayeler yazdı, edebiyat tarihleri çalıştı. 14 Eylül 1960’ta günlüğüne yazdıkları, onun hâlâ neden sıra dışı bir yerde durduğunun, neden daima ona dönüldüğünün bir izahı sanki: “Ben bir psikolojik halitayım, bir yığın izah, düşünce veya benzeri, birbirine dolaşmış birtakım duygular bende beni, müphem şekilde teşkil ediyorlar... Hasretlerim, azaplarım, sevinçlerim. Bunların yanı başında keşiflerim, sezişlerim...”
Yazarlık tecrübesinin ardında bir hayat tecrübesi var. Tecrübe nedir? Bazen yenilgilerimizin bazen de vazgeçemediğimiz şeylerin toplamı. Bu ikisi arasında yazar kendi mizacına uygun biricik bir yol inşa eder. Kendi gibi biricik. Adanmışlığı, sabrı, çileyi cem edip hayal gücünü, sezgilerini, kimi zaman rüyalarını katık eder. İlhama yanaştığı da olur yalnızca mesaiye inandığı da. Ama bir aşk ilişkisi yaşar kalemiyle daima. Aşkın hem iyileştirici hem de kahredici tarafını tanıdıkça yazarlık tecrübesi de zenginleşir. Necip Tosun’un Yazma Dersleri işte bu zenginliği teferruatıyla bize anlatıyor. Okumaya ve yazmaya olan tutkumuzu cilalıyor.
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder