Selçuk Baran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Selçuk Baran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mayıs 2025 Pazartesi

"Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum"

Kitaplarla olan ilişkimizin sıra dışı tarafları var. Mesela yıllarca gittiğimiz o kitapçıda gözümüze çarpsa da hiçbir kitabının arka kapağına bile bakmadığımız o yazarlar. “Hiç duymadım” ya da “Birkaç kere gördüm ama hiç dikkatimi çekmedi” diyerek geçiştirdiklerimiz. Bu tip durumlarda yazarın ismi kadar kitaplarının ismi ve hatta kapakları da etkili oluyor. O günkü duygu durumumuz karar veriyor bazı şeylere. Neşemiz yerindeyse ‘solgun’ bir ifadeye uzak duruyoruz. Bir şeyleri unutmaya yönelmişken ‘tortu’larla uğraşmak istemiyoruz. Halbuki ‘güz gelmeden’ bir yerlere gitmenin, ‘kış yolculuğu’ yapmanın hayalini kurduğumuz da oluyor. Ama işte duygu durumumuz, heveslerimiz, meraklarımız; bazı yazarları çok sonralara bırakmamıza neden olabiliyor.

Güçlü adımlarla bir okuma serüveni kurmuş iyi okurların, başkalarının kitap tavsiyelerine ihtiyacı olmadığı söylense de bu biraz tartışılabilir bir durum. Benzer yollardan geçtiğimiz okurların önerileri mutlaka bizde bir karşılık buluyor. Hiçbir okur, “Bu tam sana göre bir kalem” ya da “tam senin ruhuna uygun bir yazar” sözlerine karşılıksız kalmaz. Hiç değilse aklına yazar, bir gün mutlaka okur. “Hiç okudun mu?” sorusuna muhatap olup içindeki merak fitilini ateşlemiş nice okur var, iyi ki de var. Başka yazarları, başka ruhları keşfetmenin, onların derin dünyasına nüfuz etmenin ilk adımı bu. Sonrası günlükler, hatıralar ve mektuplar.

15 yaşında günlük tutmaya başlamış Selçuk Baran. Henüz o yaşta "Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum" demiş. Bir defteri bitirip diğer deftere başlarken kendini soğan misali soymuş. Ne kadar şeffaf olabilirse o kadar, ne kadar acımasız olabilirse o kadar. Bu ikisi arasında daima gerçeği arayan bir insan görüyoruz. Fakat gerçeği ararken, aslında ne aradığımızı biliyor muyuz? Arayıp bulacağımız şeye gerçek demeye dünden mi hazırız? Hayatı, ödememiz gereken bedel ne olursa olsun kendi tercihlerimiz ve yürekliliğimizle mi yoksa toplumun, etrafın çizdiği sınırlar içinde mi yürüyeceğiz? Hep bu sorularla meşgul olmuş. Bu sorularla meşgul olanın içi/dışı dalgalı deniz olmasın da ne olsun. Ama o, tıpkı Jung’un meşhur sözünde olduğu gibi “dışarıya bakıp rüya görmektense içeriye bakıp uyanmak” derdine düşmüş. İbn Arabî’nin “kendine kendine seyir” olarak izah ettiği insanın tekâmül serüvenini çok erken yaşta, belki melankolisinin ve sık sık tercih ettiği yalnızlığının yardımıyla keşfetmiş. Bir gün şöyle yazmış günlüğüne: “İç dünyayı yaratan şey, kutsallık duygusudur. Saklanılmak istenen bir şeydir kutsallık. Kendi içimizden başka hiçbir sığınağa güvenemeyiz.

Baran’ın çok fazla kitabını okumadım aslında fakat Bir Solgun Adam ve Tortu'dan sonra kimi okuduğumu merak etmeye başladım. Neden her iki kitapta da -hatta diğer tüm kitaplarında da- güvenle huzursuzluk, korkuyla zevk arasında koşturuyordu? Yaşamdan neleri söküp attı, neleri kaderine dahil etti? Merak ettim. Derken günlüklerinin sahneye çıkması ve benim üç hafta süren okumam. Tek kelimeyle nefisti. Günlük okumanın en etkileyici taraflarından biri, tam ihtiyacınız olan anlarda ihtiyacınız olan cümlelerle karşılaşmak. Mesela şöyle: “Allah'tan bana görmek ve duymak istemediklerimi, görmemek ve duymamak hassasını vermesini niyaz ediyorum. Kendim temiz kaldığım gibi gözlerim ve kulaklarım da temiz kalsın.

Okuduğuna inanan, tesadüfe inanmaz. Bir taraftan Sandor Marai’nin İşin Aslı, Judit ve Sonrası adlı romanını diğer taraftan Selçuk Baran’ın günlüklerini okumak nasıl desem, edebi bir şölendi. Yalnız edebi değil, felsefi bir coşku aynı zamanda. Kendini düşün, sonra insanları düşün. Yalnızlığa çekil, sonra kalabalığa karış. Bir şeyleri bırak, başka şeylere kavuş. Arzu, ıstırap, tatmin, can sıkıntısı. Bu satırları okurken aklınıza Andre Comte-Sponville’in o meşhur anlatımı geldi mi? Schopenhauer tarafından yazılmış cümleyi, felsefe tarihinin en üzücü -yani en gerçek- cümlesi olarak görüyor: Tüm hayatımız bir sarkaç gibi gidip gelir; sağdan sola, ıstıraptan sıkıntıya. Istırap? Çünkü insan kendisinde olmayan şeyi arzu eder. O şey yoksa ıstırap duyar. Sıkıntı? Çünkü insan arzu ettiği şeye kavuştuğu anda kademeli olarak bir boşluğa düşer. Daha önce arzunun doldurduğu o boşlukta artık sıkıntı vardır. Andre Comte-Sponville işsizin ıstırabıyla çalışanın sıkıntısını hatırlatıyor hemen. Bir yanda işsizin geçim ve gelecek kaygısı (ıstırap), diğer yanda çalışanın her gün aynı şeyi yapıyor olması (can sıkıntısı). Dinleyenler bu örnek karşısında şen şakrak, gülüyorlar. Sıra diğer örnekte. Bir yanda yitirdiği aşkın yasını tutan insan (ıstırap), diğer yanda bütün ilişkilerde kolaylıkla görülebilecek problemler (can sıkıntısı). Salona bir anda sessizlik hâkim oluyor. “Bu sizi daha az güldürdü” diyor Andre Comte-Sponville. İşte Selçuk Baran’ın günlüklerin içine sızan yaşamöyküsü de bütünüyle böyle. Belki ıstırap ve can sıkıntısı doğru tanımlamalar olmayabilir ama umuda aç olduğu kadar umutsuzluğa da muhtaç bir ruh o. Çünkü ikisinden de besleniyor. Gün geliyor; insanı sevmenin, her şeyi olan haliyle kabul etmedeki güzelliğin, kalbin ancak bir şeylerden heyecan duydukça akla üstün gelebileceğinin öneminden bahsediyor. Başka bir gün geliyor; “İçimdeki boşluğu dolduracak olan ilimdir. İleride karşıma çıkacak bir yığın münasebetsiz hadiseleri, müşkülleri bertaraf edecek yine ilimdir. Arkadaş, sırdaş hiçbir şey istemiyorum. Kitaplar bana en iyi dosttur. Sonra hepsinden mühim ve müessir Allah var.” diyor.

İnanç evet, Selçuk Baran’ın en büyük kavgalarından biri. 17 yaşında Sâmiha Ayverdi ile tanıştıktan sonra "Tasavvuf beni müthiş cezbediyor. Yavaş yavaş bu yola yöneldiğimi fark ediyorum. Evvelce ağladığım şeyler artık beni müteessir etmiyor. Kalbim büyük bir huzur içinde. Lakin beynim? O karmakarışık, durmadan değişiyor" diye yazmış günlüğüne. Ayverdi onu, kalbindeki tohumdan haberdar etmiş. Anlaşılan o ki Selçuk Baran için bir heyecan dalgasına kapılmak hevesle izah edilecek bir durum değil. Kalbiyle uyumlu olan, istediği, düşlediği bir şey onu bu heyecan dalgasının tam içine çekiyor. Beklediği gerçekleşiyor. Ama esas beklediğine ulaşabiliyor mu? Kalbi huzur içinde olmaya bile tahammül edemiyor. Hep bir yükseliş ve düşüş, hep haykırışlar ve susuşlar. Böyle bir hayat fotoğrafı var Baran’ın. Nihayet, birkaç yıl sonra şöyle yazıyor: "Allahım, sen bile artık eski yerinde değilsin, ellerimle sana sımsıkı yapışmaya uğraşıyorum, boşuna gayret, her gün biraz daha benden gidiyorsun. Hakikati, kurtuluş yolunu sende boşuna aradım, miskince bir teselliden başka bir şey bulamadım."

Günlüklerin tutulduğu son defterlere doğru ilerlerken Selçuk Baran’ın okuduğu yazarlarla karşılaşıyoruz. Laf aramızda, sırf şu bile ayrı yazı konusu. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u gidiyor, Kazancakis’in Zorba’sı geliyor. Bir köşeciğe Bektaşi nefesi not edilmiş, peşi sıra Andre Gide’in Günlükler'i, sonra sık sık atıf yaptığı Dünya Nimetleri. Okurun özgürlüğü: Selçuk Baran ve Andre Gide tanışsa neler olurdu? Yahut şöyle uzaktan mektuplaşsalar. Nurullah Ataç’ın “Kendini en iyi incelemiş olan adam” dediği Gide, kendi günlükleri için “Kendi kendisi olmak isteyen bir adamın çabaları” yorumunu yapmış. Selçuk Baran, bir kadının kendi kendisi olamayacağını söylese de ancak bir erkeğin gözlerinde kendisini görebileceğini, bir erkeğin sevgisinde kendisini bulabileceğini dile getiriyor. Sevmek yoksa, hayali gerçek gibi kabul etme illüzyonu gerçekleşir. Bu düşünce dalgalanmalarını hiç bırakmıyor Baran: "Erkeğin hayattan beklediğini kadın aşktan bekler, demiştim. Artık ayaklarımın dibine hiçbir şey serilmeyeceğini ve bana kimsenin özenle, çabayla, sevgiyle hiçbir şey sunmayacağını biliyorum.

Bir mevlit sesiyle duygulanan, inanç kapılarını kapatan ama sonra tekrar açan, ölüm korkusuyla Allah’a güvenmek arasındaki bağı sorgulayan, kaç kez önemsiz dese de sadece sevgiye inanan, arzuları ve tutkuları arasında bocalamaktan kaçınmayan, hasar gördüğünde bunu bir güçsüzlük olarak görmeyen, sırf yeni olduğu için değil kalbini harekete geçirdiği için anlamlı olanın peşine düşen, öfke yerine hüznü ve nefret yerine affı tercih eden (Tortu’dan: "Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır."), başkasını yargılamaktansa susmayı tercih eden (Bergman), 60 yaşına doğru yaşamdan sadece sessizlik dileyen bir yazarı okumak bize neler kazandırır? Bir şey kazanmak için okumuyorsak en başta dinginlik, doygunluk kazandırır. Onun yaşam boyu aradığı gibi.

Bir Solgun Adam’da “Bütün bunlar boş... En iyisi yeni bir kitaba başlamak.” diyen hangi karakterdi? Selçuk Baran’ın ta kendisiydi. 28 Temmuz 1965’te şöyle yazmış günlüğüne, öyle bitirelim: “Velhasıl bilmiyorum, insani ilişkiler üzerine bu kadar kafa yormaya değer mi? En iyisi okumak, okumak… Kafamı olumlu şeyler üzerinde işletmeliyim. Geriye fazla gürültü etmeden yaşamak ve sevmek kalmalı.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

5 Mart 2025 Çarşamba

Yalan olmayan bir yaşam mümkün mü?

Adına hayat dediğimiz bu muammalarla dolu döngünün sırrı, acaba her gün geride bıraktığımız tortularda mı saklı? Daha doğrusu, o tortuları birer tecrübe olarak kabul edersek, yeniden yüzleşme sınavı mıdır hayat daima? Şimdi bu cümleleri elimin aracılığıyla dökerken zihnim, tortuyla tecrübe kelimelerini bir araya neden getirdiğimi düşündüm. Uzun sürmedi ama, hemen hatırladım. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Siz tecrübe kelimesinin hakiki manasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir.” diyordu Tanpınar. Bazı sözlerin zihnimize attığı kıymık, bir başka kitabın derdini, hikâyesini anlamamıza imkân sağlıyor kimi zaman. Buna edebiyatın tesellisi diyoruz, demeliyiz. O zaman tepsiyi toparlayalım: tortu, tecrübe, teselli.

Selçuk Baran’ın Tortu’su, birbirine halat uzatmış beş öyküden oluşuyor. Romanın anlatıcısı ve başkahramanı olan Halim, ilk öyküde bize ablasını anlatıyor. Burada, insanın büyüdükçe masumiyetinden ve samimiyetinden neler kaybettiğine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Halim, henüz duygularını yerine oturtmakla meşguldür. Ben, öteki, bağlanma, kopma konusunda tecrübesiz; ama ablasının her an yanında oluşu, onu her an dinleyişi karşısında da yüreği geniş bir çocuktur. Büyüyecektir ama, hatta büyüdüğünün de farkındadır. Ablası odasına eskisi gibi sık gelmemeye başlar, o koyu sohbetler yerini sessizliğe bırakmaya teşnedir artık. “Dediğim gibi konuşacak sözümüz de yoktu. Büyümek bize yaramamıştı. Birden hüzünlü insanlar oluvermiştik.” derken Halim, hem ailesiyle hem de yaşadığı kasabayla olan bağını açıklar. Bu bir mecburiyet gibidir ona göre, alınyazısı, kader. Abla, gördüklerinin bilincine varmış, kasabada huzuru bulamayacağının bilincinde, kalbini harekete geçirecek düşüncelerin ve duyguların süzgecini taşımak ister hep elinde. Hayatı öyle damıtmak ister, öyle demlemek. Oya işlemeyi bırakmak ister, gitmek, kaybolmak, kendince yaşamak. Kimsenin doğrusuna yanlışına bakmadan, oluruna olmazına aldanmadan. Halim ona oya işlemeyi bırakmasan daha iyiydi derken, biriktirdiklerini ortaya döküverir: “Yok, yok… Dayanamazdım sonra. Sözgelimi çayır-çimen işliyorsun. Oyanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Elinde koyu yeşil iplik, açık yeşil boncuklar… Oh, ne güzel çayırlık, çimenlik diyorsun. Çıplak ayaklarla otlara basmak… koşmak koşmak… Ama oya bitiyor, hiçbir şey olmuyor, ötekine başlıyorsun. Gene bir şey olmuyor. Bütün çevre bitiyor sonra. Sen yalnız istediğinde kalıyorsun. Hem nerde çayır, nerde çimen? Hani nerde? Oya işlemezsen aklıma ne çayırlar ne al güller ne de yüzümü bile kızartmayan o ayıp şeyler gelir… Bir gün yağmur yağsa diyorum… Tam ben sokaktayken. Etime kadar ıslansam… Eve öyle dönsem. Kimseler görmeden odama çıksam… Yatağıma uzansam. Üstümü filan çıkartmadan, öylece ıslak ıslak…

Ablasının tavrı ve akabinde hayatına verdiği yeni yön, Halim’in başka hayatları görmesine, başka duyguları bilmesine imkân sağlar. Abla, üç çocuklu ve boşanamayan bir çiftçiye kaçar. O hayattan memnun, koşuşturmalar ve dinlenmeler eşliğinde ruhu daha dingindir. Halim bunu fark eder. Bu, aynı zamanda, “Başka bir hayat mümkünmüş” fikrini de yaşatır ona. İkinci öyküde, Arif Hikmet Bey gerçeğiyle karşılaşır ve o da başka bir hayatın içine çekiliverir. Artık çalışmak, para kazanmak, patronun ve büyüklerin gözüne girmek, birikim yapmak, güçlenmek, kendini tanımak, heveslerini sezmek derdindedir. O da artık memleketten ayrılanlar sınıfına yazılır. Zaten askerden dönmüş, canı da sıkkındır. Ablasına olan sevgisi ve özlemi diridir ama hayatın yakıcılığını da sezmiştir artık: “Gidenler, geride bıraktıklarına her zaman para gönderirlerdi. Onlar gelmezlerdi ama para hep gelirdi. Gurbette ölecek olsalar bile gelirdi. Geride kalanların geçimlerini sağlayan ya da geçimlerine katkıda bulunan bu para her şeyden önemliydi. Hayatta kalabilmek için para gerekliydi insanlara. Oğul, kardeş, amca sevgisiyle yaşanmaz, ekmekle yaşanırdı çünkü. Geride kalanlar zamanla bu duruma alışır, özlemlerini unuturlardı. Sevgi unutuluyor, gereksinilir bir şey olmaktan çıkıyor demek kimi durumlarda.

Acaba sahiden öyle mi? Üçüncü öyküde Halim’in içine girdiği konak hayatını seyrediyoruz. Arif Hikmet Bey’in kurduğu fabrika imparatorluğunda çalışmanın da ahlakın da nizamı bizzat kendisi tarafından çizilmiş. Öncelik daima hemşerilerinde. Ne kadar güven kazanıp ne kadar işine ve emirlere saygılı olursan o kadar kazanıyorsun, geleceğin o kadar garanti altına alınıyor. Böylece fabrika mabede dönüşüyor. Arka bahçesi olan ve herkes tarafından merak edilen, önemsenen konaksa Halim için insanları tanıyıp bilme laboratuvarına dönüşüyor. Ablasıyla mektuplaşmayı sürdürüyor. Onun soruları ve sorgulamaları, Halim için bir düşünce atlası aynı zamanda: Hayatlarımızı farklı kılan şeyler neler? Parasızlık büyük bir sorun mu? İnsanın yaşamını asırlık töreler ve birileri tarafından kontrol mekanizması haline getirmiş ahlak kaideleri mi belirliyor? İnsanlar çocuklarına gülmeyi öğretememekten korkmuyorlar mı? Gülmek ayıp mı? Herhangi bir gün, olasıya yorulmadan geçemez mi? Geleceği güven altına almak, bir yanılgı olamaz mı? Ve nihayet: “Ama başka türlü bir hayat vardır elbette. Gerçek hayatı anlat bana. Herkesin her şeyi bildiği dünyada hayat nasıldır? Buralarda yaşlılar hayat bir düştür, dünya yalandır, derler. Yalan olmayan bir dünya buldun mu orada? Düş olmayan, gerçek olan bir hayat… Anlatsana…

Halim için bir gerçek hayat, sahiden yeni bir hayat varsa onun adı, aynı zamanda dördüncü öykünün adı olan Zekiye’dir. Fişe takılı gibi yaşayan bu insanlar arasında aşk ve sevgi, Halim’in göğsüne hem yangınıyla hem de gölgesiyle geliverir. Evvela Zekiye’nin Arif Hikmet Bey, çevresi, fabrika, konak ve hayat üzerine, etrafının tam zıddı yaklaşımları şaşırtmıştır Halim’i. Bunca sert nizamın, katı kuralın içinde Zekiye nasıl bu kadar “dik başlar, erkek haykırışlar” edasıyla yaşar, konuşur ve hatta susar? Böylece ablasının merak edip sorduğu başka bir hayat, Zekiye’nin bakışlarında, tavırlarında açılıverir Halim’e. Zekiye’nin ona ilk “sen” deyişi, Halim’e artık öteki’yle gönülden bağlantı kurmak adına da bir seyir defteridir. Bu seyirde, Furuğ’un “Ve yalnızlık, içinde çürümekte olan bir şeye ulaşmaktır” dizesinin meramını bulabiliriz belki de. Halim, Zekiye’nin coşkun kavanozunda duran ve neredeyse tanımadan kaybedeceği aşk denen bala parmağını daldırıverir artık. Yalnızlığı, ona yaşamın en kıymetli süsünü takdim eder. Birlikte düşecekleri kuyudan, şaşırtıcı bir beraberlikle çıkıverirler. Halim için hayat, aslında şimdi başlar: “Gücümü ölçebiliyordum. Kime, nasıl ve ne kadar karşı çıkabileceğimi seziyordum hiç değilse. Geleceğimiz elbette bulanıktı ama parlak düşlerle, başkaldırma masallarıyla ya da bizim olmayan ve hiçbir zaman bize verilmeyecek olan bir yaşam görüntüsüyle renklendirilmemişti hiç değilse.

Tortu, son öykü. Buraya kadar sıcak bir iklimde okuduğumuz kitap, Tortu’yla birlikte buzlaşır. Anlatıcı artık Halim midir? Bahsedilen bu yeni ama soluk, kimliksiz, dışlanmış, tutkusuz hayat onun hayatı mıdır? Zekiye yanında mıdır? “Adsızın biriyim ben beyim. Hiç kimseyim. O ‘garson’ diye çağrılan ve belli bir saygınlığı hak etmiş kişilerden bile değilim.” diyerek, cesaret ve umutla çıktığı yolda, en başa mı dönmüştür yoksa? Ona bu hayatı yaşatanları bağışlamış mıdır peki? Hem cevap, hem son söz: “Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. (…) Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf