Kitaplarla olan ilişkimizin sıra dışı tarafları var. Mesela yıllarca gittiğimiz o kitapçıda gözümüze çarpsa da hiçbir kitabının arka kapağına bile bakmadığımız o yazarlar. “Hiç duymadım” ya da “Birkaç kere gördüm ama hiç dikkatimi çekmedi” diyerek geçiştirdiklerimiz. Bu tip durumlarda yazarın ismi kadar kitaplarının ismi ve hatta kapakları da etkili oluyor. O günkü duygu durumumuz karar veriyor bazı şeylere. Neşemiz yerindeyse ‘solgun’ bir ifadeye uzak duruyoruz. Bir şeyleri unutmaya yönelmişken ‘tortu’larla uğraşmak istemiyoruz. Halbuki ‘güz gelmeden’ bir yerlere gitmenin, ‘kış yolculuğu’ yapmanın hayalini kurduğumuz da oluyor. Ama işte duygu durumumuz, heveslerimiz, meraklarımız; bazı yazarları çok sonralara bırakmamıza neden olabiliyor.
Güçlü adımlarla bir okuma serüveni kurmuş iyi okurların, başkalarının kitap tavsiyelerine ihtiyacı olmadığı söylense de bu biraz tartışılabilir bir durum. Benzer yollardan geçtiğimiz okurların önerileri mutlaka bizde bir karşılık buluyor. Hiçbir okur, “Bu tam sana göre bir kalem” ya da “tam senin ruhuna uygun bir yazar” sözlerine karşılıksız kalmaz. Hiç değilse aklına yazar, bir gün mutlaka okur. “Hiç okudun mu?” sorusuna muhatap olup içindeki merak fitilini ateşlemiş nice okur var, iyi ki de var. Başka yazarları, başka ruhları keşfetmenin, onların derin dünyasına nüfuz etmenin ilk adımı bu. Sonrası günlükler, hatıralar ve mektuplar.
15 yaşında günlük tutmaya başlamış Selçuk Baran. Henüz o yaşta "Yazacağım, çünkü ruhumu temizlemek istiyorum" demiş. Bir defteri bitirip diğer deftere başlarken kendini soğan misali soymuş. Ne kadar şeffaf olabilirse o kadar, ne kadar acımasız olabilirse o kadar. Bu ikisi arasında daima gerçeği arayan bir insan görüyoruz. Fakat gerçeği ararken, aslında ne aradığımızı biliyor muyuz? Arayıp bulacağımız şeye gerçek demeye dünden mi hazırız? Hayatı, ödememiz gereken bedel ne olursa olsun kendi tercihlerimiz ve yürekliliğimizle mi yoksa toplumun, etrafın çizdiği sınırlar içinde mi yürüyeceğiz? Hep bu sorularla meşgul olmuş. Bu sorularla meşgul olanın içi/dışı dalgalı deniz olmasın da ne olsun. Ama o, tıpkı Jung’un meşhur sözünde olduğu gibi “dışarıya bakıp rüya görmektense içeriye bakıp uyanmak” derdine düşmüş. İbn Arabî’nin “kendine kendine seyir” olarak izah ettiği insanın tekâmül serüvenini çok erken yaşta, belki melankolisinin ve sık sık tercih ettiği yalnızlığının yardımıyla keşfetmiş. Bir gün şöyle yazmış günlüğüne: “İç dünyayı yaratan şey, kutsallık duygusudur. Saklanılmak istenen bir şeydir kutsallık. Kendi içimizden başka hiçbir sığınağa güvenemeyiz.”
Baran’ın çok fazla kitabını okumadım aslında fakat Bir Solgun Adam ve Tortu'dan sonra kimi okuduğumu merak etmeye başladım. Neden her iki kitapta da -hatta diğer tüm kitaplarında da- güvenle huzursuzluk, korkuyla zevk arasında koşturuyordu? Yaşamdan neleri söküp attı, neleri kaderine dahil etti? Merak ettim. Derken günlüklerinin sahneye çıkması ve benim üç hafta süren okumam. Tek kelimeyle nefisti. Günlük okumanın en etkileyici taraflarından biri, tam ihtiyacınız olan anlarda ihtiyacınız olan cümlelerle karşılaşmak. Mesela şöyle: “Allah'tan bana görmek ve duymak istemediklerimi, görmemek ve duymamak hassasını vermesini niyaz ediyorum. Kendim temiz kaldığım gibi gözlerim ve kulaklarım da temiz kalsın.”
Okuduğuna inanan, tesadüfe inanmaz. Bir taraftan Sandor Marai’nin İşin Aslı, Judit ve Sonrası adlı romanını diğer taraftan Selçuk Baran’ın günlüklerini okumak nasıl desem, edebi bir şölendi. Yalnız edebi değil, felsefi bir coşku aynı zamanda. Kendini düşün, sonra insanları düşün. Yalnızlığa çekil, sonra kalabalığa karış. Bir şeyleri bırak, başka şeylere kavuş. Arzu, ıstırap, tatmin, can sıkıntısı. Bu satırları okurken aklınıza Andre Comte-Sponville’in o meşhur anlatımı geldi mi? Schopenhauer tarafından yazılmış cümleyi, felsefe tarihinin en üzücü -yani en gerçek- cümlesi olarak görüyor: Tüm hayatımız bir sarkaç gibi gidip gelir; sağdan sola, ıstıraptan sıkıntıya. Istırap? Çünkü insan kendisinde olmayan şeyi arzu eder. O şey yoksa ıstırap duyar. Sıkıntı? Çünkü insan arzu ettiği şeye kavuştuğu anda kademeli olarak bir boşluğa düşer. Daha önce arzunun doldurduğu o boşlukta artık sıkıntı vardır. Andre Comte-Sponville işsizin ıstırabıyla çalışanın sıkıntısını hatırlatıyor hemen. Bir yanda işsizin geçim ve gelecek kaygısı (ıstırap), diğer yanda çalışanın her gün aynı şeyi yapıyor olması (can sıkıntısı). Dinleyenler bu örnek karşısında şen şakrak, gülüyorlar. Sıra diğer örnekte. Bir yanda yitirdiği aşkın yasını tutan insan (ıstırap), diğer yanda bütün ilişkilerde kolaylıkla görülebilecek problemler (can sıkıntısı). Salona bir anda sessizlik hâkim oluyor. “Bu sizi daha az güldürdü” diyor Andre Comte-Sponville. İşte Selçuk Baran’ın günlüklerin içine sızan yaşamöyküsü de bütünüyle böyle. Belki ıstırap ve can sıkıntısı doğru tanımlamalar olmayabilir ama umuda aç olduğu kadar umutsuzluğa da muhtaç bir ruh o. Çünkü ikisinden de besleniyor. Gün geliyor; insanı sevmenin, her şeyi olan haliyle kabul etmedeki güzelliğin, kalbin ancak bir şeylerden heyecan duydukça akla üstün gelebileceğinin öneminden bahsediyor. Başka bir gün geliyor; “İçimdeki boşluğu dolduracak olan ilimdir. İleride karşıma çıkacak bir yığın münasebetsiz hadiseleri, müşkülleri bertaraf edecek yine ilimdir. Arkadaş, sırdaş hiçbir şey istemiyorum. Kitaplar bana en iyi dosttur. Sonra hepsinden mühim ve müessir Allah var.” diyor.
İnanç evet, Selçuk Baran’ın en büyük kavgalarından biri. 17 yaşında Sâmiha Ayverdi ile tanıştıktan sonra "Tasavvuf beni müthiş cezbediyor. Yavaş yavaş bu yola yöneldiğimi fark ediyorum. Evvelce ağladığım şeyler artık beni müteessir etmiyor. Kalbim büyük bir huzur içinde. Lakin beynim? O karmakarışık, durmadan değişiyor" diye yazmış günlüğüne. Ayverdi onu, kalbindeki tohumdan haberdar etmiş. Anlaşılan o ki Selçuk Baran için bir heyecan dalgasına kapılmak hevesle izah edilecek bir durum değil. Kalbiyle uyumlu olan, istediği, düşlediği bir şey onu bu heyecan dalgasının tam içine çekiyor. Beklediği gerçekleşiyor. Ama esas beklediğine ulaşabiliyor mu? Kalbi huzur içinde olmaya bile tahammül edemiyor. Hep bir yükseliş ve düşüş, hep haykırışlar ve susuşlar. Böyle bir hayat fotoğrafı var Baran’ın. Nihayet, birkaç yıl sonra şöyle yazıyor: "Allahım, sen bile artık eski yerinde değilsin, ellerimle sana sımsıkı yapışmaya uğraşıyorum, boşuna gayret, her gün biraz daha benden gidiyorsun. Hakikati, kurtuluş yolunu sende boşuna aradım, miskince bir teselliden başka bir şey bulamadım."
Günlüklerin tutulduğu son defterlere doğru ilerlerken Selçuk Baran’ın okuduğu yazarlarla karşılaşıyoruz. Laf aramızda, sırf şu bile ayrı yazı konusu. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u gidiyor, Kazancakis’in Zorba’sı geliyor. Bir köşeciğe Bektaşi nefesi not edilmiş, peşi sıra Andre Gide’in Günlükler'i, sonra sık sık atıf yaptığı Dünya Nimetleri. Okurun özgürlüğü: Selçuk Baran ve Andre Gide tanışsa neler olurdu? Yahut şöyle uzaktan mektuplaşsalar. Nurullah Ataç’ın “Kendini en iyi incelemiş olan adam” dediği Gide, kendi günlükleri için “Kendi kendisi olmak isteyen bir adamın çabaları” yorumunu yapmış. Selçuk Baran, bir kadının kendi kendisi olamayacağını söylese de ancak bir erkeğin gözlerinde kendisini görebileceğini, bir erkeğin sevgisinde kendisini bulabileceğini dile getiriyor. Sevmek yoksa, hayali gerçek gibi kabul etme illüzyonu gerçekleşir. Bu düşünce dalgalanmalarını hiç bırakmıyor Baran: "Erkeğin hayattan beklediğini kadın aşktan bekler, demiştim. Artık ayaklarımın dibine hiçbir şey serilmeyeceğini ve bana kimsenin özenle, çabayla, sevgiyle hiçbir şey sunmayacağını biliyorum.”
Bir mevlit sesiyle duygulanan, inanç kapılarını kapatan ama sonra tekrar açan, ölüm korkusuyla Allah’a güvenmek arasındaki bağı sorgulayan, kaç kez önemsiz dese de sadece sevgiye inanan, arzuları ve tutkuları arasında bocalamaktan kaçınmayan, hasar gördüğünde bunu bir güçsüzlük olarak görmeyen, sırf yeni olduğu için değil kalbini harekete geçirdiği için anlamlı olanın peşine düşen, öfke yerine hüznü ve nefret yerine affı tercih eden (Tortu’dan: "Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır."), başkasını yargılamaktansa susmayı tercih eden (Bergman), 60 yaşına doğru yaşamdan sadece sessizlik dileyen bir yazarı okumak bize neler kazandırır? Bir şey kazanmak için okumuyorsak en başta dinginlik, doygunluk kazandırır. Onun yaşam boyu aradığı gibi.
Bir Solgun Adam’da “Bütün bunlar boş... En iyisi yeni bir kitaba başlamak.” diyen hangi karakterdi? Selçuk Baran’ın ta kendisiydi. 28 Temmuz 1965’te şöyle yazmış günlüğüne, öyle bitirelim: “Velhasıl bilmiyorum, insani ilişkiler üzerine bu kadar kafa yormaya değer mi? En iyisi okumak, okumak… Kafamı olumlu şeyler üzerinde işletmeliyim. Geriye fazla gürültü etmeden yaşamak ve sevmek kalmalı.”
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf