Adına hayat dediğimiz bu muammalarla dolu döngünün sırrı, acaba her gün geride bıraktığımız tortularda mı saklı? Daha doğrusu, o tortuları birer tecrübe olarak kabul edersek, yeniden yüzleşme sınavı mıdır hayat daima? Şimdi bu cümleleri elimin aracılığıyla dökerken zihnim, tortuyla tecrübe kelimelerini bir araya neden getirdiğimi düşündüm. Uzun sürmedi ama, hemen hatırladım. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Siz tecrübe kelimesinin hakiki manasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir.” diyordu Tanpınar. Bazı sözlerin zihnimize attığı kıymık, bir başka kitabın derdini, hikâyesini anlamamıza imkân sağlıyor kimi zaman. Buna edebiyatın tesellisi diyoruz, demeliyiz. O zaman tepsiyi toparlayalım: tortu, tecrübe, teselli.
Selçuk Baran’ın Tortu’su, birbirine halat uzatmış beş öyküden oluşuyor. Romanın anlatıcısı ve başkahramanı olan Halim, ilk öyküde bize ablasını anlatıyor. Burada, insanın büyüdükçe masumiyetinden ve samimiyetinden neler kaybettiğine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Halim, henüz duygularını yerine oturtmakla meşguldür. Ben, öteki, bağlanma, kopma konusunda tecrübesiz; ama ablasının her an yanında oluşu, onu her an dinleyişi karşısında da yüreği geniş bir çocuktur. Büyüyecektir ama, hatta büyüdüğünün de farkındadır. Ablası odasına eskisi gibi sık gelmemeye başlar, o koyu sohbetler yerini sessizliğe bırakmaya teşnedir artık. “Dediğim gibi konuşacak sözümüz de yoktu. Büyümek bize yaramamıştı. Birden hüzünlü insanlar oluvermiştik.” derken Halim, hem ailesiyle hem de yaşadığı kasabayla olan bağını açıklar. Bu bir mecburiyet gibidir ona göre, alınyazısı, kader. Abla, gördüklerinin bilincine varmış, kasabada huzuru bulamayacağının bilincinde, kalbini harekete geçirecek düşüncelerin ve duyguların süzgecini taşımak ister hep elinde. Hayatı öyle damıtmak ister, öyle demlemek. Oya işlemeyi bırakmak ister, gitmek, kaybolmak, kendince yaşamak. Kimsenin doğrusuna yanlışına bakmadan, oluruna olmazına aldanmadan. Halim ona oya işlemeyi bırakmasan daha iyiydi derken, biriktirdiklerini ortaya döküverir: “Yok, yok… Dayanamazdım sonra. Sözgelimi çayır-çimen işliyorsun. Oyanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Elinde koyu yeşil iplik, açık yeşil boncuklar… Oh, ne güzel çayırlık, çimenlik diyorsun. Çıplak ayaklarla otlara basmak… koşmak koşmak… Ama oya bitiyor, hiçbir şey olmuyor, ötekine başlıyorsun. Gene bir şey olmuyor. Bütün çevre bitiyor sonra. Sen yalnız istediğinde kalıyorsun. Hem nerde çayır, nerde çimen? Hani nerde? Oya işlemezsen aklıma ne çayırlar ne al güller ne de yüzümü bile kızartmayan o ayıp şeyler gelir… Bir gün yağmur yağsa diyorum… Tam ben sokaktayken. Etime kadar ıslansam… Eve öyle dönsem. Kimseler görmeden odama çıksam… Yatağıma uzansam. Üstümü filan çıkartmadan, öylece ıslak ıslak…”
Ablasının tavrı ve akabinde hayatına verdiği yeni yön, Halim’in başka hayatları görmesine, başka duyguları bilmesine imkân sağlar. Abla, üç çocuklu ve boşanamayan bir çiftçiye kaçar. O hayattan memnun, koşuşturmalar ve dinlenmeler eşliğinde ruhu daha dingindir. Halim bunu fark eder. Bu, aynı zamanda, “Başka bir hayat mümkünmüş” fikrini de yaşatır ona. İkinci öyküde, Arif Hikmet Bey gerçeğiyle karşılaşır ve o da başka bir hayatın içine çekiliverir. Artık çalışmak, para kazanmak, patronun ve büyüklerin gözüne girmek, birikim yapmak, güçlenmek, kendini tanımak, heveslerini sezmek derdindedir. O da artık memleketten ayrılanlar sınıfına yazılır. Zaten askerden dönmüş, canı da sıkkındır. Ablasına olan sevgisi ve özlemi diridir ama hayatın yakıcılığını da sezmiştir artık: “Gidenler, geride bıraktıklarına her zaman para gönderirlerdi. Onlar gelmezlerdi ama para hep gelirdi. Gurbette ölecek olsalar bile gelirdi. Geride kalanların geçimlerini sağlayan ya da geçimlerine katkıda bulunan bu para her şeyden önemliydi. Hayatta kalabilmek için para gerekliydi insanlara. Oğul, kardeş, amca sevgisiyle yaşanmaz, ekmekle yaşanırdı çünkü. Geride kalanlar zamanla bu duruma alışır, özlemlerini unuturlardı. Sevgi unutuluyor, gereksinilir bir şey olmaktan çıkıyor demek kimi durumlarda.”
Acaba sahiden öyle mi? Üçüncü öyküde Halim’in içine girdiği konak hayatını seyrediyoruz. Arif Hikmet Bey’in kurduğu fabrika imparatorluğunda çalışmanın da ahlakın da nizamı bizzat kendisi tarafından çizilmiş. Öncelik daima hemşerilerinde. Ne kadar güven kazanıp ne kadar işine ve emirlere saygılı olursan o kadar kazanıyorsun, geleceğin o kadar garanti altına alınıyor. Böylece fabrika mabede dönüşüyor. Arka bahçesi olan ve herkes tarafından merak edilen, önemsenen konaksa Halim için insanları tanıyıp bilme laboratuvarına dönüşüyor. Ablasıyla mektuplaşmayı sürdürüyor. Onun soruları ve sorgulamaları, Halim için bir düşünce atlası aynı zamanda: Hayatlarımızı farklı kılan şeyler neler? Parasızlık büyük bir sorun mu? İnsanın yaşamını asırlık töreler ve birileri tarafından kontrol mekanizması haline getirmiş ahlak kaideleri mi belirliyor? İnsanlar çocuklarına gülmeyi öğretememekten korkmuyorlar mı? Gülmek ayıp mı? Herhangi bir gün, olasıya yorulmadan geçemez mi? Geleceği güven altına almak, bir yanılgı olamaz mı? Ve nihayet: “Ama başka türlü bir hayat vardır elbette. Gerçek hayatı anlat bana. Herkesin her şeyi bildiği dünyada hayat nasıldır? Buralarda yaşlılar hayat bir düştür, dünya yalandır, derler. Yalan olmayan bir dünya buldun mu orada? Düş olmayan, gerçek olan bir hayat… Anlatsana…”
Halim için bir gerçek hayat, sahiden yeni bir hayat varsa onun adı, aynı zamanda dördüncü öykünün adı olan Zekiye’dir. Fişe takılı gibi yaşayan bu insanlar arasında aşk ve sevgi, Halim’in göğsüne hem yangınıyla hem de gölgesiyle geliverir. Evvela Zekiye’nin Arif Hikmet Bey, çevresi, fabrika, konak ve hayat üzerine, etrafının tam zıddı yaklaşımları şaşırtmıştır Halim’i. Bunca sert nizamın, katı kuralın içinde Zekiye nasıl bu kadar “dik başlar, erkek haykırışlar” edasıyla yaşar, konuşur ve hatta susar? Böylece ablasının merak edip sorduğu başka bir hayat, Zekiye’nin bakışlarında, tavırlarında açılıverir Halim’e. Zekiye’nin ona ilk “sen” deyişi, Halim’e artık öteki’yle gönülden bağlantı kurmak adına da bir seyir defteridir. Bu seyirde, Furuğ’un “Ve yalnızlık, içinde çürümekte olan bir şeye ulaşmaktır” dizesinin meramını bulabiliriz belki de. Halim, Zekiye’nin coşkun kavanozunda duran ve neredeyse tanımadan kaybedeceği aşk denen bala parmağını daldırıverir artık. Yalnızlığı, ona yaşamın en kıymetli süsünü takdim eder. Birlikte düşecekleri kuyudan, şaşırtıcı bir beraberlikle çıkıverirler. Halim için hayat, aslında şimdi başlar: “Gücümü ölçebiliyordum. Kime, nasıl ve ne kadar karşı çıkabileceğimi seziyordum hiç değilse. Geleceğimiz elbette bulanıktı ama parlak düşlerle, başkaldırma masallarıyla ya da bizim olmayan ve hiçbir zaman bize verilmeyecek olan bir yaşam görüntüsüyle renklendirilmemişti hiç değilse.”
Tortu, son öykü. Buraya kadar sıcak bir iklimde okuduğumuz kitap, Tortu’yla birlikte buzlaşır. Anlatıcı artık Halim midir? Bahsedilen bu yeni ama soluk, kimliksiz, dışlanmış, tutkusuz hayat onun hayatı mıdır? Zekiye yanında mıdır? “Adsızın biriyim ben beyim. Hiç kimseyim. O ‘garson’ diye çağrılan ve belli bir saygınlığı hak etmiş kişilerden bile değilim.” diyerek, cesaret ve umutla çıktığı yolda, en başa mı dönmüştür yoksa? Ona bu hayatı yaşatanları bağışlamış mıdır peki? Hem cevap, hem son söz: “Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. (…) Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır.”
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf