5 Mart 2025 Çarşamba

Yalan olmayan bir yaşam mümkün mü?

Adına hayat dediğimiz bu muammalarla dolu döngünün sırrı, acaba her gün geride bıraktığımız tortularda mı saklı? Daha doğrusu, o tortuları birer tecrübe olarak kabul edersek, yeniden yüzleşme sınavı mıdır hayat daima? Şimdi bu cümleleri elimin aracılığıyla dökerken zihnim, tortuyla tecrübe kelimelerini bir araya neden getirdiğimi düşündüm. Uzun sürmedi ama, hemen hatırladım. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Siz tecrübe kelimesinin hakiki manasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir.” diyordu Tanpınar. Bazı sözlerin zihnimize attığı kıymık, bir başka kitabın derdini, hikâyesini anlamamıza imkân sağlıyor kimi zaman. Buna edebiyatın tesellisi diyoruz, demeliyiz. O zaman tepsiyi toparlayalım: tortu, tecrübe, teselli.

Selçuk Baran’ın Tortu’su, birbirine halat uzatmış beş öyküden oluşuyor. Romanın anlatıcısı ve başkahramanı olan Halim, ilk öyküde bize ablasını anlatıyor. Burada, insanın büyüdükçe masumiyetinden ve samimiyetinden neler kaybettiğine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Halim, henüz duygularını yerine oturtmakla meşguldür. Ben, öteki, bağlanma, kopma konusunda tecrübesiz; ama ablasının her an yanında oluşu, onu her an dinleyişi karşısında da yüreği geniş bir çocuktur. Büyüyecektir ama, hatta büyüdüğünün de farkındadır. Ablası odasına eskisi gibi sık gelmemeye başlar, o koyu sohbetler yerini sessizliğe bırakmaya teşnedir artık. “Dediğim gibi konuşacak sözümüz de yoktu. Büyümek bize yaramamıştı. Birden hüzünlü insanlar oluvermiştik.” derken Halim, hem ailesiyle hem de yaşadığı kasabayla olan bağını açıklar. Bu bir mecburiyet gibidir ona göre, alınyazısı, kader. Abla, gördüklerinin bilincine varmış, kasabada huzuru bulamayacağının bilincinde, kalbini harekete geçirecek düşüncelerin ve duyguların süzgecini taşımak ister hep elinde. Hayatı öyle damıtmak ister, öyle demlemek. Oya işlemeyi bırakmak ister, gitmek, kaybolmak, kendince yaşamak. Kimsenin doğrusuna yanlışına bakmadan, oluruna olmazına aldanmadan. Halim ona oya işlemeyi bırakmasan daha iyiydi derken, biriktirdiklerini ortaya döküverir: “Yok, yok… Dayanamazdım sonra. Sözgelimi çayır-çimen işliyorsun. Oyanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Elinde koyu yeşil iplik, açık yeşil boncuklar… Oh, ne güzel çayırlık, çimenlik diyorsun. Çıplak ayaklarla otlara basmak… koşmak koşmak… Ama oya bitiyor, hiçbir şey olmuyor, ötekine başlıyorsun. Gene bir şey olmuyor. Bütün çevre bitiyor sonra. Sen yalnız istediğinde kalıyorsun. Hem nerde çayır, nerde çimen? Hani nerde? Oya işlemezsen aklıma ne çayırlar ne al güller ne de yüzümü bile kızartmayan o ayıp şeyler gelir… Bir gün yağmur yağsa diyorum… Tam ben sokaktayken. Etime kadar ıslansam… Eve öyle dönsem. Kimseler görmeden odama çıksam… Yatağıma uzansam. Üstümü filan çıkartmadan, öylece ıslak ıslak…

Ablasının tavrı ve akabinde hayatına verdiği yeni yön, Halim’in başka hayatları görmesine, başka duyguları bilmesine imkân sağlar. Abla, üç çocuklu ve boşanamayan bir çiftçiye kaçar. O hayattan memnun, koşuşturmalar ve dinlenmeler eşliğinde ruhu daha dingindir. Halim bunu fark eder. Bu, aynı zamanda, “Başka bir hayat mümkünmüş” fikrini de yaşatır ona. İkinci öyküde, Arif Hikmet Bey gerçeğiyle karşılaşır ve o da başka bir hayatın içine çekiliverir. Artık çalışmak, para kazanmak, patronun ve büyüklerin gözüne girmek, birikim yapmak, güçlenmek, kendini tanımak, heveslerini sezmek derdindedir. O da artık memleketten ayrılanlar sınıfına yazılır. Zaten askerden dönmüş, canı da sıkkındır. Ablasına olan sevgisi ve özlemi diridir ama hayatın yakıcılığını da sezmiştir artık: “Gidenler, geride bıraktıklarına her zaman para gönderirlerdi. Onlar gelmezlerdi ama para hep gelirdi. Gurbette ölecek olsalar bile gelirdi. Geride kalanların geçimlerini sağlayan ya da geçimlerine katkıda bulunan bu para her şeyden önemliydi. Hayatta kalabilmek için para gerekliydi insanlara. Oğul, kardeş, amca sevgisiyle yaşanmaz, ekmekle yaşanırdı çünkü. Geride kalanlar zamanla bu duruma alışır, özlemlerini unuturlardı. Sevgi unutuluyor, gereksinilir bir şey olmaktan çıkıyor demek kimi durumlarda.

Acaba sahiden öyle mi? Üçüncü öyküde Halim’in içine girdiği konak hayatını seyrediyoruz. Arif Hikmet Bey’in kurduğu fabrika imparatorluğunda çalışmanın da ahlakın da nizamı bizzat kendisi tarafından çizilmiş. Öncelik daima hemşerilerinde. Ne kadar güven kazanıp ne kadar işine ve emirlere saygılı olursan o kadar kazanıyorsun, geleceğin o kadar garanti altına alınıyor. Böylece fabrika mabede dönüşüyor. Arka bahçesi olan ve herkes tarafından merak edilen, önemsenen konaksa Halim için insanları tanıyıp bilme laboratuvarına dönüşüyor. Ablasıyla mektuplaşmayı sürdürüyor. Onun soruları ve sorgulamaları, Halim için bir düşünce atlası aynı zamanda: Hayatlarımızı farklı kılan şeyler neler? Parasızlık büyük bir sorun mu? İnsanın yaşamını asırlık töreler ve birileri tarafından kontrol mekanizması haline getirmiş ahlak kaideleri mi belirliyor? İnsanlar çocuklarına gülmeyi öğretememekten korkmuyorlar mı? Gülmek ayıp mı? Herhangi bir gün, olasıya yorulmadan geçemez mi? Geleceği güven altına almak, bir yanılgı olamaz mı? Ve nihayet: “Ama başka türlü bir hayat vardır elbette. Gerçek hayatı anlat bana. Herkesin her şeyi bildiği dünyada hayat nasıldır? Buralarda yaşlılar hayat bir düştür, dünya yalandır, derler. Yalan olmayan bir dünya buldun mu orada? Düş olmayan, gerçek olan bir hayat… Anlatsana…

Halim için bir gerçek hayat, sahiden yeni bir hayat varsa onun adı, aynı zamanda dördüncü öykünün adı olan Zekiye’dir. Fişe takılı gibi yaşayan bu insanlar arasında aşk ve sevgi, Halim’in göğsüne hem yangınıyla hem de gölgesiyle geliverir. Evvela Zekiye’nin Arif Hikmet Bey, çevresi, fabrika, konak ve hayat üzerine, etrafının tam zıddı yaklaşımları şaşırtmıştır Halim’i. Bunca sert nizamın, katı kuralın içinde Zekiye nasıl bu kadar “dik başlar, erkek haykırışlar” edasıyla yaşar, konuşur ve hatta susar? Böylece ablasının merak edip sorduğu başka bir hayat, Zekiye’nin bakışlarında, tavırlarında açılıverir Halim’e. Zekiye’nin ona ilk “sen” deyişi, Halim’e artık öteki’yle gönülden bağlantı kurmak adına da bir seyir defteridir. Bu seyirde, Furuğ’un “Ve yalnızlık, içinde çürümekte olan bir şeye ulaşmaktır” dizesinin meramını bulabiliriz belki de. Halim, Zekiye’nin coşkun kavanozunda duran ve neredeyse tanımadan kaybedeceği aşk denen bala parmağını daldırıverir artık. Yalnızlığı, ona yaşamın en kıymetli süsünü takdim eder. Birlikte düşecekleri kuyudan, şaşırtıcı bir beraberlikle çıkıverirler. Halim için hayat, aslında şimdi başlar: “Gücümü ölçebiliyordum. Kime, nasıl ve ne kadar karşı çıkabileceğimi seziyordum hiç değilse. Geleceğimiz elbette bulanıktı ama parlak düşlerle, başkaldırma masallarıyla ya da bizim olmayan ve hiçbir zaman bize verilmeyecek olan bir yaşam görüntüsüyle renklendirilmemişti hiç değilse.

Tortu, son öykü. Buraya kadar sıcak bir iklimde okuduğumuz kitap, Tortu’yla birlikte buzlaşır. Anlatıcı artık Halim midir? Bahsedilen bu yeni ama soluk, kimliksiz, dışlanmış, tutkusuz hayat onun hayatı mıdır? Zekiye yanında mıdır? “Adsızın biriyim ben beyim. Hiç kimseyim. O ‘garson’ diye çağrılan ve belli bir saygınlığı hak etmiş kişilerden bile değilim.” diyerek, cesaret ve umutla çıktığı yolda, en başa mı dönmüştür yoksa? Ona bu hayatı yaşatanları bağışlamış mıdır peki? Hem cevap, hem son söz: “Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. (…) Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Rüyayla gerçeğin arasında bir bulmaca roman

İyi bir yazar, okuruna zekâsını hissettirebilendir. Kurmaca hayatı anlatır ama farklı bir formda gerçekleştirir bunu. İyi bir kurmacada okur kendini yazarın karşısında yenik hisseder: Yazar, okurun yazamayacağı şekilde yazabilmiştir.

Milorad Paviç tam olarak böyle bir yazardır. Büyülü gerçekçiliğin balkan temsilcisidir. Onun romanını okurken daha önce hiç karşılaşmadığınız bir evrenle, dille, eserle karşılaşmışsınızdır ve bir daha da asla karşılaşmayacağınızı bilirsiniz. Üstelik Paviç bu ustalı her eserinde sergiler. Hazar Sözlüğü ile Eşsiz Parça / Mavi Kitap birbirinden apayrı deha gösterisidir. Şimdi de Çayla Boyanmış Manzara çıktı, üstelik Kadir Daniş’in eşsiz çevirisiyle. Çayla Boyanmış Manzara yine eşine rastlanılmayacak türde bir eser. Bulmaca roman özelliği taşımakta ve bulmacayı okur çözmek zorunda! Yani Paviç okumak için iyi ve dikkatli bir okur olmak yetmemekte, onun dehasına dokunabilmeyi de başarmak zorunda her okur!

Belgrad’dan İstanbul’a, Aynaroz keşişlerinden Osmanlı padişahlarına, Nazilerden Sovyetlere hiç hız kesmeden ve soluk almadan yapılan bir yolculuk ve mekân ise rüyayla gerçeğin ara formu, muğlâk ve girmeden bilinemeyecek bir âlem.

Kurmaca gerçeği, kendi gerçekliğinde var ederek aktarır, hatta gösterir. Fakat kurmacanın gerçekliği, zahiri gerçeklikten daha zengindir veya imkân olarak daha geniş bir havzada yer alır. Gizem, gerçeküstü, rüyalar alemi, hayal dünyası, fantastik vb birçok öğe kurmacanın gerçekliğinde bizatihi gerçek olarak yer alır. Gerisi yazarın dehasına, özgünlüğüne kalmıştır. Yazar dehasını konuşturamazsa veya doğrudan dahi değilse, o zaman ortaya çıkardığı evren gerçeklik kazanamaz, bilakis öylesine yapay kalır ki iyi bir metin hüviyeti elde edemez. Paviç gibi yazarlar ise kelimenin tam anlamıyla dahi olduklarından kendi var ettikleri gerçek, okurun gerçekliği ve gerçek kavramını yeni baştan ele almasını sağlayabilir, gerçeğe karşı bakışını değiştirebilir.

Oyun içeren metin sayısı epey çoktur ama Paviç metinleri okurun da metne tam anlamıyla dahil olmasını, okurun da metnin içine girmesini ve yazarla birlikte devam ettirmesini ister. Paviç’in romanını mutlak manada okumuş olmak için okurun bulmacayı çözmesi gerekir. Çözemezse? Okuduğu yine de onu büyülemeye yeter. Ama bu özelliği esere bir özellik kazandırır: Eser iki kapak arasında başlayıp biten bir metin değildir.

Paviç’in romanını okuyan okur, roman bittikten sonra dahi romanı zihninde okumayı sürdürür. Düşündükçe yeni noktalar keşfeder, roman kendini açmaya devam eder, belki bir tur da zihninden okutur kendini. Okur romana eğildikçe yeni bir yönünü daha fark eder. Paviç romanı okur tarafından okunmaz, idrak edilir!

Çayla Boyanmış Manzara’da da bulmacanın zenginliği göz kamaştırır, görünen her metnin ardında bir de görünmeyen mana kısmı vardır, metnin alt metni de bir o kadar zengindir ve okur dikkatini en ufak derecede kaybetse alt metin de kaybolacaktır. Alt metin kaybolduğunda da metin zenginliğini sürdürmektedir, bu da dehanın göstergesidir. Aynı zamanda okurluk okuludur doğal olarak, her romanında okur kurmaca okuma seviyesini geliştirmektedir.

Çayla Boyanmış Manzara kesintisiz akan bir nehir ama çağıltıyı duymak için kulaklarınızı dış dünyaya kapatmak zorundasınız!

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

Küçük yalanlar dev olur

Zanib Mian, ülkemizde Planet Ömer serisiyle tanınıyor, Gülce Timaş İlk Genç bu sefer yazarın, “İkiz Dedektifler: Yalanlar, Gerçekler ve Kurabiyeler” kitabını Türk okurlarıyla buluşturdu. Yazarımız İngiltere’nin ramazan havasını, geleneksel Hint sofrasının vazgeçilmezi Samosa’ların eşliğinde, heyecanlı bir maceranın içine sokuyor. Ele avuca gelmeyen Nisa Malik ve kardeşi Musa Malik ile birlikte kırılan kurabiyelerin peşinde koşuyoruz. Onlara, ipuçları peşinde koşarken, bir duvar ötesinde oturan sevgili dostları Norman da ekleniyor.

On bir ayın sultanını heyecanla bekleyen İngiltere’de yaşayan Müslümanlar ayın görünmesiyle birlikte oruç tutmaya başlıyorlar, Kur’an kursunda ise hummalı bir çalışma vardır, çocuklar kendi tasarladıkları kurabiyeleri sergileyeceklerdir ve en güzel kurabiye en yüksek fiyata satılacaktır. Gecelerini gündüzlerini katarak tasarladıkları kurabiyeleri, sergilemek üzere mescitlerine götürürler. Orada iftar odasında sabahı olmasını bekleyen kurabiyelerin başına bir haller gelir ve sabah hepsi kırılmış bulunur. Yerde bulunan bir şal ise en büyük ipucudur. Nisa ve diğer cemaat de çok üzülür, kimin yaptığını merak ederler ama bir iz yoktur. Kim caminin içinde ki kurabiyelere zarar vermek istemiş olabilir?

Galler gezisi için bütün umudunu buna bağlayan Nisa Malik ve kardeşi bu işin peşini bırakmaz ve suçlunun peşine düşerler. Onun için bir ölüm kalım meselesidir. Tabii ki olay sâdece bundan ibaret değildir, küçük haylaz Nisa Malik, izin verilmeyen Galler gezisi ile ilgili, arkadaşlarının alay konusu olmaması için küçük bir yalan söyler. Ama bu yalanın kocaman bir deve dönüşüp başını belaya sokacağını elbette bilemez. Kendisi ile ilgili söylediği “her zaman uslu olmaya çalışan ama başına talihsiz şeyler gelen birine söylenecek en kötü şey bu!” dediği şey ise uslu olmaktır. Ona en büyük desteği veren ise kardeşi Musa’dır. Sınıfta hayal kurarken yakalanmasında, sınıf arkadaşı Selma’nın yüzüne fırlayan solucanlar (solucan kutusunu açmaya çalışan Selma dengesini kaybettiği için fırlamıştır, Nisa’nın suçu yoktur) ve Hz. Nuh yerine balık demesinde olsun, ona destek olan kardeşi Musa’dır. Bu kadar olayın neticesinde çok istediği Galler gezisine gidememesi tamamen talihsizliktir. Kim bilir ikisi bu durum için bir çare düşünmüştür? İşte bu sebeple kurabiyeleri parçalayanı bulmak onlar için mühimdir, bir de şu kontrolden çıkan yalanının açtığı sorun var, onun da çözümünü bulmak zorundalardır.

Evet, bu kadar olayın içinde yazar bize, ramazanın güzelliğini, sahurun kıymetini, dürüstlüğü, yardımseverliği, dostluğu anlatmayı ihmal etmiyor. Meraklı Norman, Ramazan ile ilgili birçok şeyi bilmek istiyor, arkadaşları ile birlikte teravih namazı kılıyor, iftar yapıyor. Onunla birlikte biz de birçok şeyi öğreniyoruz. Misal abdesti ne bozabilir? Günde kaç namaz var? Teravih nedir? Sahur nedir, iftar nedir?

Bugün annemin içi içine sığmıyordu, çok heyecanlıydı. Çünkü ay, hilal şeklinde göründüğünde Ramazan başlar. O da ya bu gece ya da yarın Ramazan başlıyor demek oluyor.

Önümüzde kutsal bir ay var. Dualarla, güzel bir şekilde başlayalım bu ata” dedi annem saçımı okşayarak.

Olayların arka planında ramazan ayı ele alınıyor, çocuklara; eğlenerek okurken, güzel dinimizin birçok şeyi de aktarmış oluyor. Bu anlamda, yan komşunun Müslüman olmayan bir çocuğun seçilmiş olması dikkat çekici olmuş. Birbirini anlayan, düşman olmayan bir dostluk içinde, hoşgörüyü hikâyenin içine sarılmış. Ama asıl mesaj; güzellikle dostlukla Müslümanlığı anlatılacağını bizlere iletiyor olmasıdır. Ayrıca Urduca ve Hind izlerini de takip edebiliyoruz.

Dedelerinin yerel kıyafetinde taktığı, komşularının arkaya attığı şal, yerel yemek Samosa, Urduca baba demek olan Abu’nun kullanılması, yazarın kendi kimliğine sahip çıktığını ve aktarmayı hedeflediğini de göstermektedir.

En azından evdeki ramazan havası günlerimi renklendiriyordu. İftira geri sayım, birlikte namaz kılmak ve hepsinden iyisi samosalar…

Yazar, Zyaan Kocagöbek karakteri ile bize hayata pozitif bakmamızı, kimsenin hakkımızdaki negatif düşüncelere takılmamızı anlatmayı başarmış. Bu karakterin kendisi ile olan barışık halleriyle, bize alay edilmemek gibi şeyler için yalana dolana sarılmamız gerektiğini aktarmış. İnsanların kusur görmek isterse cennette bile göreceği sözünü akla getiren bir karakter olmuş.

Hey Nisa, duydum ki arkadaşların seninle alay etmesin diye bir söylenti uydurmuşsun. Soyadımdan öğrendiğim bir şey varsa o da insanlar daima alay edecek bir şeyler bulur. Bu yaşamın bir parçası. Önemli olan bunlara aldırmaman. Sen aldırmazsan seninle alay etmelerinin hiçbir önemi kalmaz. Bu yüzden fazla ciddiye alma.

Ramazanın affediciliği, kibarlığı, nezaketi, komşu ilişkilerini işlerken bir Müslümanın nasıl bir karakterde olması gerektiğinin altını çizmiştir. Kyan Cheng, basit sade kafa karıştırıcı olmayan direkt mesajı veren çizgilere sâhip resimlerle kitaba ayrı bir hava vermiş, onu daha ilgi çekici hâle getirmiş. ‘Bu kadar güzel kitabın bir eksik yönü var mı?’ sualini soracak olursak. Sözümüze şöyle başlamak doğru olacaktır.

Belki zamanın getirisi ile belki kendi milletlerinde bunun bir önemi olmaması sebebiyle olsa gerek Cami ve Kâbe şeklinde kurabiyeler yapılması, çocuklarının adlarını peygamberin adı diye anarken ayağını düzelten, Kâbe’den yüksek minare dikmeyi edep dışı bulan Türk irfanının yapısına uzak olduğunu ilâve etmek gerekir. On bir ayın sultanına sayılı günler kala çıkan İkiz Dedektifler, orucun güzelliğini dostluğu, dürüstlüğü, önyargıyı düşünmeden inanmamayı anlatan sıcacık bir kitap olmayı başarmış. Okuyanı bol olsun. Ramazan şerif hayırlar getirsin.

Hoş geldin Ya Şehri Ramazan diyelim yeniden…

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis