İnsanın maziyle kurduğu köprüde başrol daima hatıralarındır. O hatıralar ki içlerinde nice suret, nice sohbet saklıdır. Suretlerle ve sohbetlerle buluşturan mekanlar, sokaklar ve şehirler; insanın ömür yolculuğuna hafi dokunuşlar yapar. Her dokunuşla birlikte varlık aleminde başka perdeler açarız. Yakından tanıma imkânı bulduğumuz bir hezarfen şahsiyet, dinlediğimiz saz semaisi, katıldığımız ayin; fizik gerilimden metafizik derinliğe ulaştırır bizi. Orada ulvi bir saltanat yakalarız. O saltanatın muhakkak erleri ve erenleri vardır. Sonra onların yetiştirdikleri talebeler, gönül dostları. Böylece tadı giderek artan bir irfan sofrasının misafiri oluruz. Niyazlar güzelleşir, dertler neşeyle bölüşülür, okunan ve dinlenilen ne varsa her biri artık yaşanana, izlenene dönüşür. “Dilin bal bal demekle ağzına tat gelmez ey ihvan / kamu âzaları Allah diyen gelsin bu meydane” diyen Kelâmî Baba’nın sözü yerini bulur. Meydan, hakikati görmüş ve hakikatli yaşamış insanların meydanıdır. Sanılmasın ki kolay lokmadır burada işitilenler, zannedilmesin ki burada hemen altından kalkılabilir vazifeler verilir. Şimdi de hatırımıza Seyyid Nizamoğlu’nun “Kıyamazsan bâş ü câna uzak dur girme meydâna / bu meydânda nice başlar kesilir hiç sorar olmaz” sözü gelmelidir.
1900’lü yıllar başta İstanbul olmak üzere memleketin kadim şehirlerinde pek çok dönüşümü beraberinde getirdi. Kültür tarihimizde pek çok şeyin artık el salladığı, bazı istasyonların gözden kaybolduğu, sanata ve manevî yolculuğa burun kıvrıldığı zamanlar. Hâl böyle olunca nice önemli insan da kendini hanesine, mekânına, dükkanına yahut postuna sırladı. Eli kalem, gözü iz, kulağı meşk tutan köprü insanlar devreye girmek durumundaydı, öyle de oldu. Nezih Uzel; hem bakiye hem de köprü olmaklığıyla kültür tarihimizin mutlaka üzerinde durulması gereken, tanınması ve yazdıkları, emekleri hatırlanması gereken bir özel şahsiyet. Nicedir hakkında bir çalışma yapılması bekleniyordu ki Melih Sâdık Küçüker’in hazırladığı Nezih Uzel: Bir Cumhuriyet Mevlevîsi, Ketebe Yayınları tarafından neşredildi. Sadece Nezih Uzel’in etrafında örülü olan halkaya baktığımızda bile zenginliğin ta kendisini görüyoruz. Acı ama gerçek, bu zenginlik yaşanabilecek son zenginlikti belki de. Ne Üsküdar, ne Üsküdar’ın uluları, ne İstanbul’un adab-ı muaşereti, zevki, safası kaldı diyebiliriz. Halbuki çile, dert, zorluklar her devirde vardı. Ama insanı ayakta tutmakla görevli başka insanların oluşu, olumsuzlukların karşısında bir direnç noktasıdır. Onlar güzellik filtreleri, yakıt depoları, gerçeğin dürbünleridir. Kim onlar? Edebiyatta, mûsıkîde, mimarîde; hat, ebru, tezhip gibi nice Türk sanatında izler bırakmış kimseler. Tasavvuf deryasında avcı olmuş, kalpleri tam merkezinden vurmuş, muhabbet pazarında nice halkalar kurmuş kimseler.
Nezih Uzel, dönem itibariyle bir cenderenin içine doğmakla hem derdi, hem de dermanı bir arada görmüş. Güncelin türlü zorlamalarına karşı kendi gündemini oluşturmaya çalışmış. İç sesini dinlemiş, iç kalesini kurmuş. Buna “kaydetme alışkanlığı” ile başlamış diyebiliriz. Sadece sesleri kaydetmemiş; fotoğraf çekmiş, not almış, defterler doldurmuş. Defter dediğimiz zaman da hemen aklımıza o büyük şahsiyet geliyor: Süheyl Ünver. Nezih Uzel’i bu alışkanlığa Süheyl Bey teşvik etmiş. Zira Süheyl Bey’in oğlu Aydın Ünver, Nezih Bey’in Galatasaray Lisesi’nden okul arkadaşı. 1959 senesinde Aydın Ünver, babasıyla Nezih Bey’i tanıştırıyor. Şu istikamete yürüyen bir yolun ilk adımları kuruluyor: “Beyaz bir kâğıdın söyleyeceği hiçbir şey yok. Ama üzerine yazı yazılmış bir kâğıdın anlatacağı şeyler var. Bunu fark ettim. Yani yazılı bir kâğıdın, sonsuza kadar bir mesajı oluyor.”
İşte bu kaydetme ve yazma iştiyakı Nezih Bey’in gazeteci yönüyle de birleşince, ortaya zamanla lezzetli metinler çıkıvermiş. Merhum Mehmet Şevki Eygi’nin Hoş Bir Sada: Nezih Uzel kitabında dediği gibi, bu yazıların zamanla bir kitapçıkta çoktan toplanması gerekirdi. Çünkü içinde müziğimizin, tarihimizin, edebiyatımızın ve tasavvufî çevrelerin olduğu bu yazılar gelecek nesiller için de bazı şeylerin özünü ve kabuğunu ayırabilmek adına oldukça değerli. Nihayet, Melih Sâdık Küçüker’in hazırladığı işte bu kitapta hem pek çok şahsiyeti daha içeriden tanıma imkânı buluyoruz, hem de yurt dışındaki Mevlevî ayinlerinin, Amerika’daki ve Paris’teki çalışmaların perde arkasına tanıklık ediyoruz.
1956 yılında Galatasaray Lisesi son sınıf öğrencisi olan Uzel, Konya’da yapılacak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ihtifallerine katılmak üzere Haydarpaşa’dan trene biner. Bütün hayatına tesir edecek, neyin ve en önemlisi neden peşinde gideceğine damga vuracak bir yolculuktur bu. Meslekî olarak da önemli bir gelişme yaşar: Konya’da tanışacağı, Hazreti Mevlânâ’nın yirminci göbekten torunu Refi' Cevad Ulunay onu Cağaloğlu matbuat dünyasına sokar. Ömründeki bir başka mühim hadise de yine aynı zamanlarda yaşanır: Neyzen Ulvi Erguner vesilesiyle İstanbul Radyosu’nda kudümzen olur. Tüm bunlar olurken bir kâmil arayışını da tadar Uzel. Her şeyin, tüm taşların yerine oturması için bir gönül hekimi lâzımdır. İşte, Konya seyahatiyle birlikte tanışacağı ve ömrünün sonuna dek gönlünde tütecek olan o isim, Özbekler Tekkesi şeyhi Necmeddin Özbekkangay’dır. Üsküdar muhitinin bu müstesna şahsiyetinin çevresinde de hâl sahibi isimler vardır: Derviş Tufan, Üsküdar’ın ‘üç sırlısı’ndan İskele Camii İmamı Nâfiz Uncu Efendi, Hâfız Ali Üsküdarlı… Biz burada duralım ve Nezih Uzel’in ilk Konya seyahatinde, Hz. Pîr’i ilk ziyaretinde yaşadıklarını şöyle hissede hissede okumaya çalışalım: “Kafam, kalbim, içim, dışım boşalmış, tüm varlığım yok olmuştu. Sanki yeryüzünde değildim. Oraya nasıl gelmiştim? Bilmiyordum. Orası neydi? Bu çevredeki insanlar kimlerdi? Yürüyen, kımıldayan, sallanan, ara sıra dönüp bana bakanlar kimlerdi? Ben de onlara bakıyordum. Acaba ayıp mı oluyordu öyle bakmak? Anlamıyordum. Gözlerimi kapayıp başımı öne eğmeyi denedim, olmadı. Ne yapsam olmuyordu. Veya oluyordu, karar veremiyordum. Bana neler oluyordu? Bir bilene sormalıydım. Kafamdaki tüm oluşumlar silinmişti. Şairin, ‘gölgem kayboldu, gönlüm dolunca’ dediği gibi gerçekten gölgem bile kaybolmuştu. Hayatımda ilk defa büyük bir boşluk hissettim. İşte o andan sonra bende doğan boşluğa, tüm güzelliği ile Hazreti Pîr dolacak ve beni bir ömür boyu sürüp götürecekti… Artık yeniden doğmuştum… Bir hazinenin içine düşmüş gibiydim. Kuşkusuz orada lâyemût bir hayat vardı.”
Ulvi Erguner’in “Biz hepimiz o dergâhta büyüdük” demesiyle Özbek şeyhi namıyla meşhur Necmeddin Efendi’ye tutulur Nezih Uzel. Bu tutulma, 1957 senesinde eşiğinden girdiği dergâhın onu her yönüyle yetiştirmesiyle sürer. O dergâhın bahçesindeki ağaçların kırk beş yıl arka arkaya yeşerip çiçeklendiğini görür. Sohbeti ve sofra açmayı çok seven, bazen sessiz ama zaman zaman nüktedan bir mizaca sahip, onca yasakla beraber sönmeye yüz tutan bir ocağı alevli tutmaya çalışan Necmeddin Efendi, Nezih Bey’in irşad ve hizmet gibi kavramları, “şeyh arama” meselesiyle ilgili tüm soru işaretlerini gidermiş bir veli. Kitaptan okuyalım: “O bana başından beri ‘Şeyh aramak çok ayıptır!” diye öğretmişti. Şeyh aramanın müridin en büyük ayıbı olduğunu ondan öğrendim. Ve yine ondan bildim ki şeyh aranmaz, bulunur… Şeyh arayacağız diye şeyhlerin peşinden koşanlar biçare zavallılardır, onlar şeyh yerine hava alırlar… Hiçbir çelimsiz nevniyazın ‘şeyh’ aramaya kudreti olamaz… Kudreti olsa zaten aramaz… Bunun örnekleri de görülmüştür. Dergâhta Küçük Hüseyin Efendi’nin yanından ayrılmayan Sigortacı Asım’ın ömür boyu şeyh aradığını söylerlerdi. Özbekler Dergâhı şeyhi bir gün yalnız başına çay içiyordu. Ben de karşısında oturuyordum. Benim çayım biraz gecikti. Şeyh dedi ki: Oğlum ne bakıyorsun, ben senin şeyhin değil miyim, ben içerim sen de içmiş gibi olursun… Cevap verdim: Şeyh baba yavaş iç, dilim yandı.”
Başka kimlerin feyzinden nasiplendi Nezih Uzel? Kimleri tanıdı, bildi ve daima yâd etti? Saymakla bitmez ama, kitapta özellikle yer alanları anmalıyız: Hâfız Kudsi Efendi, Hattat Necmeddin Okyay, Yusuf Fâhir Baba, Midhat Bahârî Beytur, Cemaleddin Server Revnakoğlu, Sadeddin Heper, Şakir Çetiner, Çilekeş Osman Dede, Selman Tüzün, Ahmet Bican. Bu isimler sırlanırken İstanbul’un da güzellikleri sırlanıyordu aslında. Nezih Bey bunu gördü, yaşadı ve ruhuna o meşhur İstanbul hüznünü nakşetti. Bir “köprü insan” olarak kimi zaman anlattı, yazdı, kimi zaman da suskunluğu tercih etti. Emr-i Hakk; 1 Mayıs 2012 Salı günü İstanbul’dan, Üsküdar’dan, bir cumhuriyet Mevlevîsi geçti. Onun cümleleriyle bitirelim: “Biz İstanbul’un sonuna yetişmişiz. İstanbul zevkinin, İstanbul feyzinin, İstanbul irfanının kısaca ve tek kelime ile Türk-İslâm İstanbul’unun son günlerini görmüşüz. Bu şehir eski şehre nazaran ölüdür. Bir çamur ve cife deryasıdır. İstanbul'a yazık olmuştur. Artık bu şehirde bir Necmeddin Efendi'nin yetişmesine maddeten imkân yoktur. Toygartepesi'nde değil siyah gül, ısırgan otu bile bitmiyor...”
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf