27 Şubat 2025 Perşembe

Filistin meselesinin kökleri

Filistin işgalden ve soykırımdan kurtulana ve özgürleşene dek her zaman gündemimizde en ön sırada yer tutmaya devam edecek. Bir Müslüman esaret altındaysa tüm Müslümanlar esaret altındadır. Bir Müslümana kaldırılmış tokat bütün Müslümanlara kaldırılmıştır.

Ve savaş çok cepheli bir savaştır. Bazıları cephede savaşır, cephede olmayan işgali dillendirir, boykot eder, her zaman gündemde tutmaya çalışır. Yazarlar, edipler ise işgali kitaplaştırarak dünya tarihinde unutulmamasını, yer tutmasını sağlarlar. Kitap kalıcılığı ile bir zulmü ileriki nesillere taşır ve böylece Müslümanlar her zaman diri kalır, unutmayarak yarınını hazırlar, geleceğin taşlarını tecrübelerle örer.

Ömer Rıza Doğrul’un Filistin Meselesi adlı kitabı 1947 Arap-İsrail savaşının cereyan ettiği dönemlerde yazılmış olması itibarıyla ayrı bir önem taşımakta. Doğrudan devrin izlerinden, gözlemlerinden beslenmiş olması bugünden bakıp da dünü anlamaya yönelik bir izlek. “Ufak büyük ciddi her meselenin, sükûnetle incelenip temelinden bilinip kavranarak, gerekli tedbirlerin yıllar öncesinden ve fazlasıyla alınmadıkça, çaresinin bulunmayacağına kesin olarak eminim.” Ömer Rıza Doğrul’un kitabın önsözünde belirttiği bu düşüncesi bizim söylemeye çalıştıklarımızın özeti mahiyetinde ve kitabın neden önemli olduğunun da birinci ağızdan aktarımı.

Büyük mücahid Şeyh Şamil’in torunu merhum Said Şamil Bey’in 1960’lı yıllarda Medine’de dile getirdiği şu sözleri de meseleyi derinden kavramanın önemini ortaya sermektedir: “Yahudi bir beladır. Onunla harbe girerseniz, arkasındaki büyük devletlerle savaşırsınız. Haydi üç beş günde savaş bitti diyelim. Fakat sulh müzakereleri üç sene, beş sene bitmez. Yetmiş bin tane yalan söyler. Her gün yeni bir şart koşar. Uzata uzata karşısındakini o hale getirir ki, ‘Allah belasını versin, ne olacaksa olsun da şu işten kurtulalım!’ dedirtir. Müzakerelerin başında topunu birden reddettiğiniz şartları kabul etmek zorunda kalırsınız. Müzakereden çekilemezsiniz ama devam da edemezsiniz. Öyle bir beladır. ‘Amerika’ya da ne oluyor? Neden bu kadar İsrail’e destek çıkıyor?’ diyorsunuz. Bunda şaşacak bir şey yoktur. Daha önce de söyledim. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in bir vilayetidir! Geçen asrın baş belası İngiltere, onun emrinde idi; bu asırda da Amerika’yı kendilerine hizmetçi yaptılar.

Ömer Rıza Doğrul’un da “Siyonistlik baştanbaşa tecavüzdür” cümlesini hemen sonuna ilave edelim. Bugün yaşadığımız, tanık olduğumuz gelişmeler bu meselenin yeni olmadığını, eskiye dayandığını ve bir devamlılık sonucu gerçekleştiğini zaten göstermişti. Mesele bu devamlılığın nasıl ilerlediği, olayların başlangıç noktasına giderek bugünlere nasıl gelindiği meselesidir.

Toplam 57 yazıdan oluşan eser Filistin meselesinin nasıl başladığını, neler yaşandığını ayrıntılarıyla ve okuru boğacak ayrıntılara girmeyerek sunuyor. Modern dünyanın Müslümanlara biçtiği akıbeti aşikâr ediyor ve okuru adeta tokatlıyor.

Filistin hepimizin meselesidir. Mescid-i Aksa esir tutulduğu müddetçe hiçbir Müslüman özgür değildir. Dolayısıyla bu konuya dair yazılmış her kitap başucu mahiyeti taşır. Okumak, okutmak, yaymak ve önermek de vazifedir.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

25 Şubat 2025 Salı

Yumurta mitlerinden teknoloji krallığına: Kore

Günümüz Kore çılgınlığının alıp gittiği bir dönem. Sadece müzikleri ile değil dizi ve filmleriyle de, popüler kültürde dünyada hâkimiyeti ele geçirdiler. Japonya’nın taklit edilmesiyle başlayan pop kültürleri, bugün hükümdarlığını îlân etmiş durumdadır. Bir dönem Çin ve Tokyo bu yayılmacılığı önlemek için yasaklar getirmişlerdir. Gençlerin, bilhassa genç kızların hayallerini süsleyen idollerinin endüstrisinden bahsediyoruz. Duvarları süsleyen posterler, çantalar, kıyafetler... Ve gözlerden kaçmayan bir durum estetikle uzak doğulu olma çabası.

Koreliler, yüzyıllar boyunca içine kapanık, geleneklere bağlı bir toplum olarak yaşamış. Joseon döneminde 1592 yılında Japonya işgali onlarda derin izler bırakmıştır. İkinci dünya savaşı, Amerika ve Rusların paylaşımlarıyla, 38.paralel sınır kabul edilir. Böylece soğuk savaş döneminin efendileri tarafından ikiye bölünürler. Kore, sömürge olmasına rağmen Cihan harbinden Almanya gibi bölünen bir millet olmuştur. Ruslar ve Amerikalılar arasında tampon bölgedirler. Ardından iki tarafın kışkırtmaları güç gösterileri yüzünden başlayan iç savaş ise kardeşleri savurur birbirine düşman eder. Tek millet iki hasım devlet olarak yerlerini alırlar. Güney Kore çalkantılı darbeci demokrasi yıllarının ardından, kısa bir sürede dünya üzerinde teknoloji, internet, gösteri dünyasın da hegemonyasını kurmayı başarır. Aslında bu başarının temeli baskıcı yıllarda kurulan âdeta kölelik sistemi olan uygulamadır. Halkın ezelde çalışkanlığı giymiş olan toplum azimle çalışır ve dünyanın ekonomisi güçlü devletleri arasına girmeyi başarır.

Bu azim şifresini bulabilmek için öncelikle onun binlerce yıllık tarihini az çok bilmek gerekir. Şunu da eklemeyi unutmayalım, günümüzün en iyi kültür kuramcısı da Byung-Chul Han, Seul doğumludur, Güney Kore menşeli Almanya vatandaşıdır. Anlaşılan odur ki 21.yy kültürünü şekillendirecek olan güç Uç Asya’dan çıkmıştır, çıkacaktır. Yüzyıllar boyunca Batının ilgisinden uzak, kendi kabuğunda yaşayanlar, fedakârlıkla yıkık bir ülkeden devleşmeyi başarmışlardır. Japonya mûcizesi diye yıllardır dillendirdiğimiz hakîkat aslında Bir Asya mucizesidir. 21.yy, Kore’nin, Çin’in, Singapur gibi Asya ülkelerinin yükselişine şâhit olmuştur. Bir soykırımın ardından, yükselenin sâdece Japonya olmadığını, dünya markaları ile filmleri ve müzikleriyle ispatlayan bir Asya vardır. Güney Kore bunların içinde sıyrılıp gençlerin gönlüne girmeyi de başarmıştır. İşte onu ayıran en önemli özelliği belki de budur. Ülkelerini inşâ ederken, sınai, ekonomi, yükselmenin yanında insanların gönlünü fethetmenin de, kültür politikasının önemini kavramış olmalarıdır. kpop denilen müziğin ve idollerin kılık kıyafetleri, efemiye duruşları bize ters görünse de, dizi ve sinema filmlerini izlemekle kalmayıp, kopyala yapıştır yöntemiyle izleyici ile buluşturan bizler, iktidarı çoktan, Goryeolara kaptırmış durumdayız. Kaptırmaktan başka seçeneğimiz de yoktu. Çünkü Güney Kore devleti kültürel iktidarın önemini kavramış, bu alana gerekli yatırımı yapmıştır. Bunun uğuruna bir nevi kölelik sistemi geliştirip uygulamıştır. Kpopçular, uzun meşakkatli askerî eğitimi anımsatan bir hayat içindedirler. İşte bu disiplin içinde kendi iktidarını dünya üzerinde kabul ettirmişlerdir. Kore bizlere yabancı değil, dedelerimizin kanlarının aktığı şehit düştüğü topraklardır. Bunun için de kardeş ülke olarak akıllarımızda ve gönlümüzde yer etmiştir. Kore savaşında cesaret ve kahramanlık örneği ile onların da gönlünde ayrı bir yerde olduğumuzu, 2002 yılındaki Dünya kupasında görmüştük. Aramızdaki bağı 70 yıl ile sınırlamak doğru olmayacaktır çünkü Mançurya sınırlarında başlayan mâcerâlarında komşularından biri de Türklerdir. Evet, aramızdaki ilişki Göktürklere, Hunlara dayanmaktadır, Kül Tigin Kağanın cenazesine gelen Şilla (Kore devletlerinden) elçisi ve topraklarındaki üç günlük yastan tarihçiler bahsetmektedirler. Hun devletinin başına geçen Uwe Shan Yu (Disney’in, Mulan çizgi filmindeki kötü karakteri, ana düşman olarak çizmiştir) kutlamak için elçilerin geldiği de ana kaynaklardan olan Han Yo Gong’ta yazmaktadır. Renmin Üniversitesi öğretim görevlisi Chen Xujing, Hunların ve Goryeoların akraba olduğunu söylemektedir. Bu akrabalık soy olduğu kadar evlilik yoluyla da gerçekleştiğini ilâve etmiştir. Göktürk devleti 6.yy’da kurulduğu vakit Kore topraklarında üç devlet mevcuttur. Kuzey bölümündeki Goryeo tahtında (bugün Kuzey Kore sınırları içinde) Yangwon Wang bulunmaktadır ve ilişkileri Türklerle iyidir. Neredeyse iki bin yıla dayalı ilişki ağının tarih araştırmalarında daha çok yer kaplaması gerekirken, bugün Türk araştırmacıları bu konuya fazla eğilmemektedir. Belleten dergisinin arama motoruna Kore yazdığınızda sadece Cezmi Eraslan’ın “On the Similarity of Colonialist Policies Implemented Against the Ottoman Empire and the Far East: The Bargains Over Korea After the Shimonoseki Agreement” isminde bir makale çıkmaktadır. Yayınevleri ise yeni yeni bu konuya ilgi duymaktadır. Genellikle Kore sineması diye bilinen Hallyuu dalgası üzerine kitaplar çıkarılmaktadır. Kronik Kitap bu açığı görmüş olacak ki Michael J. Seth'in Kısa Kore Tarihi kitabını basarak, bir nebze olsun bizleri bu kadim topraklar hakkında bilgilendirmişlerdir. Fakat bu kitapta Türklerle olan bağ es geçilmiştir.

Kitap, herkesin anlayabileceği dil ile yazılmıştır. Korelilerin serencamı düzen içinde akmış kafa karışıklığına, sayfalara arası dönmelere neden olmamıştır. Michael J. Seth Hawaii üniversitesinde doktorasını yapmış 1998 yılından beri Kore ve Asya ile ilgili dersler veren bir profesör. Giriş bölümünün ilk başında, Japonya ve Çin’in gölgesinde kalmış, doğu Asya dışında pek bilinmeyen küçük bir ülke olmasından bahsetmektedir. Kore hakkında ilk İngilizce kitap onu hiç görmemiş Kore’yi gören hiçbir batılıyı bile tanımayan, Japonya’da yaşayan William Griffis’e aitmiş. Seth’e göre Güney Kore yoksulluktan refaha nefes kesici bir hızla döner, Kuzey Kore’yi ise çılgın yöneticisi sâyesinde tanımayan kimse kalmamıştır. Korelilerin coğrafyalarının kuzey doğusunun uzun kulaklarını oluşturduğu bir tavşan benzettiklerini, nüfusunun Güney Kore’de elli milyon Kuzey Kore’de 25 milyon olduğu yazmaktadır. Toplamda 75 milyonluk nüfusuyla ülkemizle neredeyse başa baş diyebileceğimiz bir oran çıkmaktadır. Coğrafyası ile ilgili bilgileri özetlersek; muazzam bir dağ silsilesine sâhip, karayoluyla seyahati engelleyecek ölçüde engebeli bir yapıya sahiptir. Ülkedeki nehirlerin çoğu Sarı Nehir’e akmaktadır, nereye giderseniz gidin karşınızda dağları görülmektedir. Bu yüzden Koreliler dağ yürüyüşlerine önem vermekteler. Asya anakarasına bağlı ama onunla bütünleşmemiş bir bölgedir. Bugün Kore denilen bölgenin sınırları altı asır önce oluşmuştur. Kışları sert yazları ise tropik buhar banyosu şeklinde geçmektedir. Bize bu bölümde, Paektu dağı ve ondan çıkan iki nehir, Doğu Denizine dökülen Tumen nehri, Sarı denize dökülen Yalu nehrini sınırları ile gösteren bir haritayı ekleyerek, coğrafyayı daha iyi anlamamıza neden olmuştur. Yine, Kore yazısının Latin alfabesine dönüştürülme zorluğuna dikkat çekilmiştir. Amerikalılar Kore dilini çevirmek için McCune - Reischaur sistemini geliştirmişler bu ilmi alanda kabul gören bir uygulama olmuş. Kore dili Avrupa dillerinden farklıdır (Altay dil gurubuna âit olduğu için Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece ve Japonca ile akrabadır, kitap bu bilgiyi yazmamıştır) bu yüzden Latinceye aktarmak zordur. Giriş bölümünden sonra bölümler şu şekilde sıralanmaktadır,

1. Kökenler
2. Budist Kore
3. Konfüçyüsçü Kore
4. Krallıktan Sömürgeciliğe
5. Kore İki Devlet Oluyor
6. Kuzey Kore’nin Yükselişi
7. Kuzey Kore’nin Mücadelesi
8. Güney Kore’nin Ortaya çıkışı
9. Müreffeh Güney Kore
10. Her Taraftan Meydan Okuma

Kore’nin mit kökenlerine baktığımız zaman karşımıza; yumurta, ayı, sarımsak çıkmaktadır. 5000.yıl önceye dayanan mite göre tanrı Hwanung gökyüzünden bir dağa iner, orada bir dişi kaplan ve dişi bir ayı ona yaklaşır. İnsan olmak istediklerini söyler. Hwanung ot ve sarımsak verir. Yüz gün boyunca güneşten uzak kalmasını söyler. Ayı başarır ama kaplan başaramaz. Dişi ayı kadın olur ve tanrı Hwanung onunla ilişkiye girer, 3 Ekim’de oğulları Dangun dünyaya gelir. Ve Gojosen adı verilen ilk Kore devletini kurar. (Paektu dağı Kuzey Kore) bu hikaye göre kökenleri Mançurya sınırındadır. Yazar bu mitin ilk olarak Moğol istilası sırasında yazıldığını söyler. Bu anlaşılır bir durumdur, eğer Yunus’unuz yok ise, yakıcı bir istilanın karşısında halkı ancak bu şekilde diri tutabilirsiniz. Mançurya; Batısında İç Moğolistan, güneydoğusunda Kore bulunan bir bölgedir. İç Moğolistan’da Hun damgalarının bulunduğu bilinmektedir.

Kitapta, Çinli Shang Hânedanına mensup imparator Gija’nın bu bölgeye sığındığında, tarımı, ipek böcekçiliğini, edebiyatı ve medeniyetinin bütün inceliklerini Korelilere öğrettiğini, medenileşerek tarihlerinin başladığı savına da yer verilmiş. Lâkin Bu mit Kore milliyetçileri tarafından kabul görmez. Ama ileride Silla Kralı tek başına hâkimiyet için Çin geleneklerini saraya sokacaktır. Japonya’ya uzanan ve Budizm ve Konfüçyüslüğe kapı açacaktır.

Dangun, Kore Halkının kuzeydoğu Asya’daki dağlar, ormanlar ve düzlüklerle ilişkisini; Gija onların kültürünün şekillenmesinde Çin’in muazzam etkisini temsil eder.” Çin istilası Dördüncü yüzyılda bitince, üç devlet kurulur; Kuzeyde Goguryeo, güneybatı da Baekje ve güneydoğuda Silla. Bu üç krallığın en eski olanı Goguryeo Krallığıdır (Bu isimlere TRT’de 2000'li yıllarda yayınlanan Sarayın incisi, İmparatoriçe Ki, gibi dizileri izleyenler ile yabancı değildir).  Bu krallıklar birbiriyle kıyasıya bir mücâdeleye girer. Yumurta efsanesi de böyle çıkar.

Yuhwa adlı güzel bir kadın Güneşin ışıklarından hâmile kalır ve bir yumurta doğurur. Kral bunun üzerine şüphelenir korkar ve yumurtayı hayvanlara atar ve onlar yemek yerine kırılana kadar onu korurlar. Ondan okçulukta yetenekli Jumong doğar. Üvey kardeşleri onu öldürmek istediklerinde kaçar, muazzam bir nehir yanına geldiğinde, karşısına kaplumbağalar çıkar. Onlar, dar bir geçit olacak şekilde dizilirler ve nehri geçmesine yardımcı olurlar. Jumong nehri geçtikten sonra Goguryeo’yu kurar. Ama bu kral yer yer zâlim bir yönetici olarak tasvir edilir, bunun nedeni Kuzeyde Goguryeo, Silla ise ari ırkı temsil eder ve güneyde (Seul) olmasıdır. Yazar hikâyenin tutarsızlığı, ilgili tarihin yanıltıcılığının altını çizer. 4.yy başlarında bir kabileler birliği vardır. Hikâyeye göre, ikinci devlet Bakje’yi Jumong'un oğlu kurar, Pak Hyeokgeouse, Silla’yı kurulmuştur. Geleneğe göre, üç kralın en eskisi Pak Hyeokgeouse’dir. O, bir beyaz atın önünde diz çöktüğü yumurtadan doğmuştur. Bir bilge tarafından yetiştirilen kral ejderhanın kaburgasından doğmuş Leydi Aryeongu kendisine eş yapar.

Pişmiş pirinç demek olan “bap” yemek mânâsını da gelmektedir. Kore toplumu pirinç üretimiyle başlar, üç öğünde ana yemek olarak yerini alır. Onunla yenen yemeklere ise “banchan” denir. Kore mutfağının olmazsa olmazı pirinç, yumurta, sarımsaktır. Üç yiyeceğin Kore mitleriyle olan bağlantısını bu kitapta ayrıntılı olarak öğrenmekteyiz. Yazar üç devlet olan eski Korenin Silla ile birleşmesini, Moğol döneminde süre gelen acılara zalimliklere de yer verir. Karşımızda, birçok acıya göğsünü germiş, mahâretli bir millet vardır. Budist döneminde rahat olan kadınların Konfüçyüsçülükle başlayan eve kapanışları ve toplumdışına itilişleri, Moğolların antlaşma gereği, cariye olarak verilmesini, Japonların ikinci dünya savaşında Rahatlatıcı Kadınlar diye, küçük büyük demeden birçoğunu kullanmasına yer vermektedir. Kore dizilerine beğenen, Asya tarihine merak duyanlar alıp okumalı. Biz yazımızı mitleri ve bizle olan yakın teması üzerine kurduk, kitapta bu temasa hiç değinilmemiş.

Kore ile ortak yönlerimizin çok olmasına rağmen ilişkilerimiz kısır döngüde kalmış, misyonerlerin kol gezip üçte birini Hristiyanlaştırdığı bu ülkenin en büyük eksiği bir Yunusların olmayışıdır. Hep batıya bakan bizlerin acılar içinde bir çıkış arayan kadim dostlarımızı keşke zamanında duyabilseydik. O zaman Sarı Saltuklar gibi âşıklar onların susuzluğunu giderebilirdi. Bugün Misyonerlerin kol gezdiği yerde Yunuslar hasıl olurdu. Geç kalmış sayılmayız. Her ne olursa olsun Işık doğudan yükselecektir.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Modern çağın sorunlarına irfani çözümler

“Hak geldi, batıl yok olup gitti; batıl her zaman yok olmaya mahkumdur.”
- İsra:81

Rene Guenon, modern çağı dünya için bir bunalım dönemi olarak görmektedir. Nakıb El- Attas'a göre ise bugünün modern Batı uygarlığının ileriye sürdükleri çağlar boyunca insanlığın karşı karşıya kaldığı en ciddi ve tahripkâr tehdittir. Merkezin Tanrı’dan insana kaydırıldığı, geleneğin sürekliliğinin kırıldığı, ruhani arayışın gölgelediği ve bunun sonucunda insan uygarlığının çöküşünü başlattığı için, hümanizm temelinde, estetik ve din dışı bilimlerle meşgul Batı modernizmi psikolojik olarak yozlaşmış, entelektüel ve manevi olarak iflas etmiştir. İslami ilimler uzmanı ve mütefekkir Seyyid Hüseyin Nasr’da, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı adlı eserinde; Modern çağın ortaya çıkardığı sorunları, bu sorunların çözümlenmesinde günümüz insanının içinde bulunduğu durumun açıklanmasını ve modern uygarlığı meydana getiren tüm ögelerin uzlaşımcı kurallara veya duygusal tercihlere göre değil de hakikate göre yargılanmasına olanak verecek İslami öğretileri uygulama yollarını arıyor.

1933 yılında Tahran’da doğan Seyyid Hüseyin Nasr, ilk öğrenimini İran’da tamamlamasının ardından üniversite eğitimi için Amerika’ya gitti. Massachusetts Institute of Technology’de matematik ve fizik okudu. Batılı filozofların bilimi fiziksel gerçekliğin doğasını keşfin vasıtası olarak görmediklerini öğrenmesi onu Batı felsefesi ve bilim tarihi çalışmaya yönlendirdi. Karşılaştırmalı dinler alanındaki araştırmalarında René Guénon’un eserleriyle karşılaşması ise onun için bir dönüm noktası oldu. Doktorasını Harvard Üniversitesi’nde İslam kozmolojisi ve bilim alanında yaptığı araştırmasıyla tamamladı. Bir dönem ülkesi İran’a dönen Nasr, Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde bilim tarihi ve bilim felsefesi dersleri verdi. Bu sırada İslâm geleneksel düşüncesi alanında Seyyid Muhammed Kazım Asrar, Seyyid Ebü’l-Hasan Kazvinî ve Muhammed Tabatabâî’nin verdiği derslere katıldı. 1979 yılında Amerika’ya dönen Seyyid Hüseyin Nasr 1984 yılında bu yana George Washington Üniversitesi’nde İslami Araştırmalar profesörü olarak görevini sürdürmektedir. Gelenekselci ekolün önde gelen isimlerinden olan Seyyid Hüseyin Nasr karşılaştırmalı din, din-bilim ilişkileri özelinde İslam bilimi ve bilim felsefesi alanlarında çalışmalarına devam etmektedir.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın beş bölümden oluşan çalışması ilk olarak modern Batı insanın bugünkü durumuna odaklanıyor ve Batı’nın insanı Merkez’den ve varlık dairesinin ekseninden uzaklaştıran konulara değiniyor. Yazar bunun temel sebebinin: “Semavi olana isyan etmiş olan modern insanın İslam’da olduğu gibi Kalbi Aklın (Intellect) ışığına değil de duyuların verilerini elekten geçiren insan aklının gücüne dayalı bir bilim görüşünü benimsemesi” olduğunu söylüyor. Yalnızca akla dayanan bilimin ve ürettiği bilginin insanı asli olana ulaştırmasının mümkün olmadığını savunuyor. Schuon’un deyimiyle: “Modern bilim, öznede rasyonalist, nesnede materyalist tavrı ile bizim durumumuzu açıklamaya çalışır. Ama ilahi manada ve hakiki alem hakkında hiçbir şey söyleyemez. Mekân, zaman, madde, enerji gibi kavramların ilahi derinliklerine dalmaya çalışan profan bilimler, bunların içeriğindeki “hikmet”i unutur.” Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerimde: “Onların kalpleri vardır onlarla aklederler”. der. (Hac, 46) Seyyid Hüseyin Nasr “kalb” kelimesini buradaki anlamıyla insanın kavrama, bilme ve algılama sağlıklı hüküm verme yeteneği olan “akıl” manasına gelen tanımını kabul ediyor ve ancak asli bilgiye bu yolla ulaşılabileceğine inanıyor. İbnü’l Arabi’nin de dediği gibi: “Bilgi kalpten gelen edinime muhtaçtır; bilen kalptir, bilinen de kalbin edindiğidir."

Sonrasında ise bu kez yönünü bugünün dünyasında yaşayan Çağdaş Müslüman’a çeviriyor ve günümüz Müslümanlarının çıkmazlarını ele alıyor. Müslümanların modern Batı insanından farklı olarak hala aşkın boyutu kaybetmemiş olan toplumlarda yaşamına devam ediyor olmasına karşın, modern dünya karşısında Batı’ya kıyasla geleneksel olandan çok daha fazla şey kaybetmesi sonucunda Doğu’da meydana gelen yıkım çok daha hızlı ve yıkıcı olduğunu belirtiyor. İslam öğretilerinin anti tezi olan modern Batı’nın dünya görüşü karşısında düşünce, eğitim, görsel ve işitsel sanatlar gibi birçok alanda düştüğü bunalımı anlatan Nasr, bu okumayı yapan tüm Müslümanların aklına düşen o soruyu da sormaktan çekinmiyor: “Müslümanların hayatında bu açmaz var olmak zorunda mıdır?” “Neden Müslümanlar modern medeniyeti kendi geleneklerinin ilkelerine göre değerlendirip, bu ilkelere aykırı olan yönlerini reddetmiyorlar?"

Çalışmasında felsefe ve metafizik açısından bir Doğu ve Batı karşılaştırması da yapan Nasr, hikmetin ortak dilinin yitirildiği modern dünyada anlamlı bir karşılaştırma yapabilmek için ilk şartın Doğu’nun ve Batı’nın dini ve metafizik geleneklerinin yapılarını ve anlam düzeylerini bütünüyle tanımaktan geçtiğini belirtiyor. Batı’nın Hikmet’ten soyulmuş salt akla dayalı ve fiziki bir nitelik olarak insanı merkeze alan felsefesi ile İmam Gazzali’nin; “Aklın varlık alemindeki seyrinin bir diğer adı” olan Doğu felsefesi arasında derinlemesine yapılacak karşılaştırmalı bir çalışmanın modern dünyayı oluşturan yaygın yanılgılar karışımını sileceğini düşünüyor. Aksi takdirde farklı ilham düzeylerinin tamamıyla karıştırıldığı Tolstoy ile Mahatma Gandi’nin ya da Nietzsche ve Mevlâna Celaleddin Rumi’nin aynı kefeye konduğu karmakarışık bir hal alan sığ ve kolaycı sentezlerle karşı karşıya kalabiliyoruz.

Mahmud Erol Kılıç’a göre “Günümüzün modern insanının en büyük problemi 'bağlantısı' olmamasıdır. Modern düşünce 'bağlantısız' sayarak insanı çırılçıplak halde, ortada bırakmıştır. Oysa insanın varlığın birliği ve bütünlüğü dahilinde çok önemli bir bağlantı içinde var olması gerekir. Bu ise ilahi bir bağlantıdır. Seyyid Hüseyin Nasr da “Semadan inmiş bulunan ve kaynaklarında İlahi olanın özel bir tezahürüyle özdeşleşen ilkeler dizisini ve bu ilkelerin farklı zaman birimlerinde ve farklı koşullarda belli bir insan topluluğuna indirilmesi ve uygulanması” olan geleneğin; “Kim olduğunu unutmuş ve kendi varlık dairesinin kenarında yaşayan modern insan için Merkez’den neşet eden ve insanın kenardan Merkez’e dönmesini sağlayabilecek yegâne çağrı olduğunu” savunuyor kitabında. Gelenek özelinde ise tasavvufu modern insan için bir yol gösterici olarak tanımlıyor, zira tasavvuf hayatın amacını, gayesini gösteren ve anlamını bulmanın yoludur. Mahmud Erol Kılıç’ın da dediği gibi: “Mananın kendisi Allah’tır; hayata anlam veren Allah’tır ve O’nsuz mana olamaz. Manadan O çıkarılmaya çalışılırsa hayatın anlamı kopar gider, insan da doğa da kendini kaybeder, tamamen rayından çıkar. Bu yüzden manadan uzak bir anlayışın hüküm sürdüğü modern zamanlarda kendimizi bulmanın yolu gelenekten geçer."

Kitabın bir bölümünde modern insanın en büyük sorunlarından birisi olarak gördüğü düşünce ve eylemi birbirinden ayıran, eylemin düşünceye olan üstünlüğünün kabulü konusu üzerine eğilen Seyyid Hüseyin Nasr’ın düşüncelerinden istifade ettiği Rene Guenon bir adım daha ileri gidiyor: “Olayların bugünkü durumunda Doğu- Batı karşıtlığının, Doğu’nun derin düşünmeyi eylemden üstün tutmasından, buna karşılık modern Batı’nın da eylemin derin düşünmeye olan üstünlüğünü kabul etmesinden ibaret olduğunu” söylüyor. “Her fırsatta eylemin üstünlüğünü açıklamakla yetinmeyen Batı, eylemi tek kaygı yapacak ve gerçek mahiyetini bilmediği ya da bilmezlikten geldiği düşüncenin bütün değerlerini inkar edecek bir noktaya ulaşmıştır. Onlar bilgi konusunda, yansımalı bilgi diyebileceğimiz sadece akli ve istidlali bilgiyi, yani dolaylı ve eksik bilgiyi göz önünde bulunduruyorlar ve giderek bu aşağı seviyeli bilgiye bile ancak pratik amaçlarına yararlı olduğu ölçüde değer veriyorlar. Eylemin içine eylemi aşan her şeyi inkar edecek derecede girdiklerinden, bizzat eylemin ilke yokluğundan, önemsiz olduğu kadar verimsiz bir telaşa dönüştüğünü fark etmiyorlar. İşte modern çağın en çok göze çarpan özelliği de budur: Ardı arkası kesilmeyen bir telaş, sürekli değişim ve bizzat olayların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan hız gereksinimleri..." Bu durumun meydana getirdiği denge yitimi insanı kendi varlık dairesinden uzaklaştırıp, eylemlerini anlamsız ve kopuk bir hale getiriyor. Yazar bu sorunun İslamiyet'teki düşünce ve eylem arasındaki ahenk ile giderilebileceğini öne sürüyor ve İslami öğretilerde düşüncenin üstünlüğü açık bir biçimde kabul ederken, eyleme de layık olduğu yeri veren örnekler sunuyor.

Seyyid Hüseyin Nasr, günümüz İslam dünyasında İslam’ın durumuna göz atarken Çağdaş Arap dünyası ve kendi doğup büyüdüğü topraklar olan İran’da İslam’ın dünü ve bugünü üzerinden örnekler vermekle yetiniyor. Sonrasında çeşitli İslam ülkelerinde modernleşmiş olmalarına rağmen, hala İslam’la ve tarihiyle ilgisini koparmayan Müslümanların zihinlerinde modernizmin doğurduğu daha spesifik sorunlara göz atıyor. Bunun içinde modernleşmiş Müslüman’ın din ve tarihi bir gerçeklik olarak İslam’ın bütünü karşısında takındığı tavrı yansıtan üç sözcük üzerine odaklanıyor; “çöküş”, “sapma” ve “yeniden doğuş”. Modern Batı’ya göre İslam dünyasının “çöküş” olarak adlandırdığı dönemi ele alarak başlayan yazar, bu çöküşün neye göre ve hangi ölçüye göre uygulandığını sorguluyor zira bu belirlemeler yapılırken yalnızca Batı’nın değerler sisteminin kullanıldığını ve bunun açtığı sorunlar ile yok saymaları sıralıyor. “Yeniden doğuş” un ise Rönesans’a atıfta bulunularak her alanda fütursuzca kullanıldığını, halbuki bu söylemin yani İslami Rönesans’ın insan tarihinin belli bir anında moda olmuş herhangi bir şeyin doğuşu veya yeniden doğuşu değil, gerçekten İslami nitelikteki ilkelerin yeniden uygulanmasıyla olacağını savını öne sürüyor.

Ve son olarak, modern Batı’nın çağdaş Müslüman’a karşı zihni ve manevi düzlemde meydan okuyuşlarına ve bu meydan okuyuşlara karşılık vermede İslam geleneğinin oynayabileceği role değiniyor ve şöyle bitiriyor: “Her şeyden önce, İslam ve İslam medeniyetini korumak için, İslam geleneğinin bilinçli ve zihni düzeyde savunması yapılmalıdır. Bunun yanı sıra, modern dünya ve taşıdığı yanlışlıklarla eksiklikler, tam bir zihni eleştiriden geçirilmelidir. Bugünkü değişim temposunun hızı nedeniyle, eğer Müslümanlar aynı çıkmaz sokağa, hatta daha da kötüsüne girmek istemiyorlarsa, Batı’nın izlediği yolda gitmeyi hiçbir zaman ümit etmemelidirler. Müslüman aydınlar tam bir güvenle Batı’nın bu kitapta sözünü ettiğimiz ve daha başka pek çok meydan okuyuşuna göğüs germelidirler."

Bugün Seyyid Hüseyin Nasr’ın bu çalışmayı kaleme almasının üzerinden tam yarım asır geçti. İlk yazılışından çeyrek asır sonra gerek İslami coğrafyada yaşanan değişimler gerekse Batı’nın Doğu’ya meydan okuyuşlarındaki değişimlerden dolayı yazar kitabın yeni baskısında gerekli değişiklikleri yaptığını hatta kitapta yer alan iki bölümü yeniden kaleme aldığını belirtiyordu. Üzerinden geçen yıllarda entelektüel sezgiyi tanımayan ve inkar etmekte ısrar eden gerçek manada bir “gelenek”ten yoksun, şüphe ve iç çelişkisi içerisindeki Batı kültür ve uygarlığının doymak bilmeyen, açgözlü ve sınırı olmayan yolculuğuna hız kesmeden devam ederken, günümüzdeki meydan okuyuşlarına karşı yeni sözlere ihtiyacımız olduğu aşikardır.

Neslihan Erarslanoğlu
x.com/nerarslanoglu

21 Şubat 2025 Cuma

Tarihi belgeleriyle ve tüm gerçekleriyle 31 Mart Vakası

Yakın tarihimizin önemli ve en netameli konularından birisi, meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra meydana gelen 31 Mart Vakası'dır. Bu hadisenin karmaşık olmasının ve hakkında bir çok kafa karışıklığının bulunmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi, sonucunda 2. Abdülhamid'in hal edilerek padişahlığının son bulmasıdır. 2 Abdülhamid'i tanımayan, tanımak gibi derdi olmayan, tanıdığını zanneden fakat bilgisi zandan öteye geçmeyen ve 2. Abdülhamid'den günümüze siyasi çıkarımlar yapan günümüz popülizm kurbanlarına göre Abdülhamid'in hal edilmesi ile birlikte tarihte yeni bir sayfa açılmıştır ve padişahın hallinde en büyük günahkar (!) İttihat ve Terakki Cemiyeti'dir. Bu tarafgirlerin anlatımlarına ve algılarına göre, 2. Abdülhamid'in hal edilmesiyle birlikte imparatorluk çökmüş, İTC'nin yönetimi devralmasıyla imparatorluk parçalanmaya başlamış hatta parçalanmıştır. Sanki asırlardır toprak kaybeden, savaşlarda yenilgi yüzü gören Osmanlı İmparatorluğu değilmiş gibi veya her şey yolundayken imparatorluk, Meşrutiyet'in ilanı ve İTC imparatorluk yüzünden yıkılmıştır.

Ne yazık ki mesele bu kadar basit ve sıradan değildir. Denklemin birden fazla bilinmeyeni, oyunun birden fazla kurucusu ve hayatın kendi akışı vardır. 31 Mart Hadisesi'nin ve yorumlarının birden fazla ve farklı cephesi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hadisenin sonunda hal edilecek olan Sultan 2. Abdülhamid'dir. İTC'ye göre padişah, meşrutiyeti sekteye uğratmaya yönelik bir girişim olan hadiseyi desteklemiş ve arkasında durmuştur. Böylece meşruti yönetime tekrar son vererek mutlaki rejime dönmeyi ve gücünü toplamayı amaçladığı düşünülmüştür.

Bu taraflardan bir diğeri İTC'dir ve bu tarihi vakada parmağı olduğuna yönelik iddialar ve ithamlar bulunmaktadır. İTC muhaliflerine göre, tertiple birlikte padişahın hal edilmesi amaçlanmış ve bu amaca ulaşılmıştır. Bu iddialara göre, İTC'nin meşrutiyetin ilanımdan sonra 2. Abdülhamid'i hal düşüncesi kafasındadır, İTC'nin 2. Abdülhamid'le asla geçinemediğine yönelik hayali bir tablonun varsayımcıları ve savunucuları, bu olayla birlikte sultanın hal edilmesine gidecek yolun taşlarının İTC tarafından döşendiği iddiasındadır. Meşrutiyetin ilan edilmiş olması, İTC'nin de siyasal hayata alışmaya ve söz sahibi olmaya çalıştığı gerçeği göz önüne alınmadan ve vaka neticesinde oluşan karışıklık ile İTC mensubinine yönelik hareketler değerlendirilmeksizin İTC'ye yönelik bu ithamların haksız olduğu anlaşılacaktır. Bir diğer cephe ise Derviş Vahdeti, Volkan Gazetesi ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'dir. Özellikle günümüzün meşhur İTC anlatımlarında 31 Mart Vakası'na yönelik yazılan bir kitaba atılan başlık (sonradan başlıktan bu kısım çıkarılmıştır) bu grubun meydana gelen hadisede parmağının olduğuna yönelik inancı güçlendirmiştir. Genel olarak İTC taraftarı olan grupların da söylemleri, İMC'nin bu olayda parmağının bulunduğu, hazırlayıcısı ve kurucusu olduğu yönündedir. Özellikle laiklik üzerinden rakiplerini alt etmek isteyen grupların okumalarında bu cephe geniş yer tutar. Kemalist ve laik gruplar için 31 Mart Vakasının günah galerisinde bu isimler, gazete ve cemiyet bulunmaktadır.

Bir diğer taraf ise "dış güçler, yabancı mihraklar" olup, iddialar bunların olayda parmağı olduğu, planlayıcısı olduklarına yöneliktir. Meydana gelen hadisede yaralanan her iki tarafın imparatorluk askeri ve vatandaşı olduğu, imparatorluğun güçsüz düştüğü ve kendi içerisinde açmazlarının olduğu, aynı zamanda olaydan sonra ilan edilen sıkıyönetimin meşruti darbeye ciddi anlamda darbe vurup sekteye uğrattığı gözetildiğinde bu hadisenin oyun kurucularının imparatorluk topraklarında gözü olan dış güçler olduğu ihtimali de zikredilir. Bir günah keçisi aranır aranır bulunamayınca, içinden çıkılamayan hallerde yapılacak en son çare olarak bu kapıya gelinir. Bugüne kadar yaptığım okumalarda, 31 Mart Hadisesi'nin tam olarak ne olduğunu gösteren net bir fotoğraf çizen çalışmaya rastlamadım. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, tarafgirlik ve yazılanların hakikatten ziyade birilerinin çıkarına hizmet etme gayretiydi. Diğeri de zandan öteye gitmeyen veya muğlak ve müphem ifadeler içeren, sonuca varmayan yorumlardı. Aklıselimle meseleyi dışarıdan, tarafgir olmayan bir tutumla anlatacak, yazacak birilerine ihtiyaç vardı. Kimselerin sözcüsü olmadan ve sonuca varacak bir çalışma lazımdı 31 Mart Hadisesi'ne ilişkin. Elbet bu da bir yoruma dayanacaktı ve eleştirilebilir olacaktı ama en azından mevcut boşluğu dolduracaktı. Ender Korkmaz hocanın kitabı işte tam böyle bir zamanda yayınlandı. Üzüm yemeyi amaç edinen ve üzüm yeme gayretinde olan, bağcıyla pek işi olmayan ve birilerini de dövmeye kalkmayan kitabını çıkardı.

Dumanı üstünde bir kitap; 31 Mart Vakası. 3 ana başlıktan oluşuyor: İsyan yoluna döşenen taşlar, 31 Mart Askeri İsyanı, Vaka Sonrası ve Vakanın Tahlili. Giriş kısmında Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başlıyor hikayemiz. Kamil Paşa Hükümeti'nin kurulmasını müteakip, İTC'ye karşı oluşan muhalefet ve 31 Mart Hadisesi'ne giden yolda döşenen taşlar anlatılıyor. Muhalefetin oluşumu burada önemli bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Çünkü meşrutiyet ilan edileli çok olmamış, meşrutiyetin tanımı da tam olarak oturmamış, belirsizlikler üstüne kurulu bir siyasi hayat söz konusu ve İTC'nin siyasi deneyiminin olmayışı ve siyaset bilgisinin zayıflığı bütün hadiselerin üzerine tuz biber olmaktadır. Meşrutiyetin ilanı sonrasında halk ne yapacağını bilmez haldedir, genel anlamda bir gevşeklik baş göstermiştir. Bütün bunlara otorite yokluğu da eklenince, ne yazık ki imparatorluk bir çalkantı içerisine girmiştir. İTC'ye karşı muhalif oluşumlar bu sırada baş göstermektedir. Bir kısım düşünür ve muhalif, meşrutiyetin ilanı ile birlikte kendilerine acılar çektirdiklerini düşündüğü padişahın hal edilmesini istemektedir. İTC ise bu tavrın ve görüşün karşısındadır. "Sabahaddin Bey ve çevresindekilerin İTC ile yaşadığı temel fikir ayrılıklarından biri, Sabahaddin Bey ve çevresinin Meşrutiyet'in ilanının ardından Sultan 2. Abdülhamid ile uzlaşmaya yanaşmamalarıydı. Sabahaddin Bey ve taraftarları Sultan 2. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Hatta Sabahaddin Bey'e göre kendisinin ve taraftarlarının bu görüşü İttihatçılar tarafından hainlik sayılmaktaydı. Dolayısıyla bu tür fikir ayrılıkları zaten zayıf bağlarla bir arada bulunan iki grup arasında bir bölünmeyi kaçınılmaz kılıyordu." (syf. 41)

Bu alıntı ve bu ayrım önemli bir hususu "İTC'nin 2. Abdülhamid'e karşı nefretinin veyahut onun padişahlık görevine son verilmesinin söz konusu olmadığı" hususunu okuyucuya göstermektedir. İTC'nin 2. Abdülhamid ile geçinemediği, onu hal etmek için bahane aradığı ve bu bahaneyi de bu vakayla elde ettiği varsayımı tarihi gerçeklere uygun düşmemektedir. Padişahın dahli olmamakla birlikte vaka sonucunda hal edilmesi ise tarihin bir cilvesidir. Bu, planlanmış ve vaka sonrasında herkesin ellerini cebine atarak "Hadi padişahı hal edelim" dediği bir vaka değildir. Padişah hakkında, vakanın başlangıcında hal edilmeyeceğine ve padişaha karşı herhangi bir harekete girişilmeyeceğine yönelik garantiler de verilmiştir. Hadise öncesinde, bir yandan muhalif oluşumlar, bir yandan Derviş Vahdeti ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyet'i ve söylemleri; asker arasındaki huzursuzluk, başıboşluk; Hasan Fehmi cinayeti; hükümet bunalımları; sürgüne gönderilen ve Meşrutiyetin ilanı ile dönenler ve bir çok mesele adeta gelmekte olanı haber vermiştir.

Kitabın ikinci bölümünde, isyanın başlamasıyla birlikte gün gün farklı cephelerden isyanın gelişimi, yaşananlar ve yazarın değerlendirmelerine yer verilmiştir. İsyan, alaylıların mekteplilere yönelik baskını ile başlamıştır ve isyan ateşi yanmıştır. İsyan ateşi, toplu bir hareketten ziyade başıboş ve düzensiz bir oluşumdur. İsyan patlak verdikten sonra planlı olması halinde etkisinin çok büyük olması ve kargaşa düzeyinde kalmaması söz konusu olabilecekken bu aşamalara geçememiştir. İsyanın nihai bir gayesinin varlığından da söz edilemez.

"Tanin'in olağanüstü olarak Selanik'te basılan 26 Nisan tarihli özel sayısında o gün yaşadıklarını anlatan Bağdat Mebusu Babanzade İsmail Hakkı Bey, meclise giren askerlerin şeriatın uygulanmasını, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa'nın, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa'nın, Hassa Ordusu (I. Ordu) Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa'nın, II. Fırka Kumandanı Cevad Paşa'nın, Taşkışla Kumandanı Esad Bey'in görevden alınmasını istediklerini aktarır. Meclis-i Mebusan Reisi Ahmed Rıza Bey'in istifası ve olaylara karışan askerlerin affedilmeleri de askerlerin taleplerinin arasındaydı. Muhalefetten Mahir Said Bey'in ve iktidar partisinden İsmail Hakkı Bey'in askerin talepleri hakkında verdiği birbirinden farklı iki rivayetin muhtemelen ikisi de doğruydu. Bu durum isyancı askerler arasında bir söylem birliği olmadığını dolayısıyla hareketin politik motivasyonunun düşük olduğunu gösterebilir." (syf.97)

Kitabın en uzun kısmında, hareketin başlamasından sonra tarafların tepkilerine yer verilir. Kimileri hareketin karşısında yer alır, çareyi saklanmakta ya da kaçmakta bulurken, matbaalar dağıtılır, mebus öldürülür, kimileri de bunları onaylar nitelikte yazılarla yeni bir "inkılaptan" söz eder. Kişiler, cemiyet ve gruplar açıklamalarıyla saflarını almaya başlarlar. Ayaklanmanın başlangıcında, isyancıların durumu göz önüne alınarak rüzgarı arkasına almış hareketten yana tavır koyulur. Fakat gün geçtikçe ve Rumeli birlikleri İstanbul'a yaklaşıp müdahale edince rüzgar yine yön değiştirir ve galibe göre yeni söylemler benimsenir. Bu, bizim siyasi geleneğimizin de vazgeçilmezlerindendir. Güce karşı konumlanan bir anlayış, bulunduğu yere değer katmaktan ve inandığı hakikatleri savunmaktansa gücü arkasına alarak gücün rüzgarına inanarak yükselmek, yön tayin etmek. Memleket, yüz yıl öncesinde de aslında bugünden farklı değildir. İkinci kısım gerek tarihi vakaları aktarması gerek bu vakaların yorumlanmasıyla okuyucusuna yol gösterir. Aktarılan vakalar, geniş kaynakça, günlük ve hatırat alıntıları sadece alıntılanmakla yetinilmeden, eleştiriler ile zenginleştirilir. Katılınan ve katılınılmayan noktalar okuyucuya sunulur. Eserin geniş kaynakçası incelendiğinde de eserin emek mahsulü olduğu ortaya çıkacaktır. En nihayetinde Rumeli'den gelen Hareket Ordusu İstanbul'a gelir, olaya müdahale eder ve isyan kontrol altına alınır. Hiç bitmeyecek bir sıkıyönetimin ilanı, padişahın halli ve Selanik'e gönderilmesi, Reşat Efendi'nin padişahlığının ilanıyla birlikte bu bölüm bitirilir.

Kitabın son bölümü, vaka sonrası yaşananlar ve vakanın tahliline ayrılmıştır. Okuyucunun en merakla beklediği, yazarın ise muradının anlatılacağı yere gelmiş bulunmaktayız. Vaka sonrası neredeyse imparatorlukta, cumhuriyete kadar devam edecek bir sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu sıkıyönetimi takip eden ise yargılamalar ve cezalandırmalar olmuştur. Bu cezalandırmalardan olayın müsebbibi sayılan basın, İMC, Volkan Gazetesi, Derviş Vahdeti, İkdam ve Ali Kemal Bey, Mevlânzâde Rifat, 2. Abdülhamid'in yakınları, askerler ve pek çok isim nasibini almıştır. Bu cezalandırmaların ve yargılamaların ne kadar hukuki ve hakkaniyet uygun olduğu elbette soru işaretlerini içerir. Olağanüstü dönemlerin olağan yargılamalarından bahsedilmesi mümkün değildir. Olması gerekir ama olmaz.

"Vaka sonrası sıkı bir cezalandırma politikası izlendi. Bu politikanın İTC için olası iki faydası vardı. Bunlardan birisi Meşrutiyet'in ilanından sonra oluşan kafa karışıklığı sırasında iyiden iyiye zayıflayan kamu düzeninin tekrar sağlanmasıydı. İkincisi ise elde edilen fırsattan istifadeyle İTC'nin eleştirilemez ve muhalefet edilemez bir siyasi yapı haline getirilmesidir." (syf.289-290)

"Divan-ı Harplerin faaliyeti bir yönüyle eski dönemle yarım kalmış bir hesaplaşmanın da tamamlanması çalışmasına dönüşmüştü. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul adalarında ikamete mecbur edilen, Sultan 2. Abdülhamid'in yakın çevresindeki tartışmalı isimler de Divan-ı Harp tarafından yargılandı." (syf.296)

Kitabın en can alıcı noktasına gelir okuyucu sonunda: Vakanın Tahlili. Bu kitap bu sayfalar için yazılmış da denebilir aslında. Buraya kadar yorum, tarihi aktarım birlikteliği el eleyken buradan itibaren vakanın değerlendirilmesine geçilir. Öncelikle irtica kavramına değinilir. İrtica, aradan geçen yüz yıldan fazla bir süreye rağmen hala ülke gündeminden düşmemiştir, akademik çevrelerde, siyasi partilerde ve sokakta konuşulur. Herkes bir yerinden tutar kavramı, çekiştirir kendince. Vakayla ilişkilendirenlerin irticadan anladıkları şey ise "şeriatçı bir ayaklanma" başlığında da görüleceği üzere vakayı din ve dini hareketler ile ilişkilendirip, laiklik üzerinden cumhuriyete, cumhuriyetten günümüze ulaşan bir okumadır. Burada en önemli tespit, "1909 yılında kamuoyunda laiklik gibi bir baskın gündem olmadığı için laik-antilaik çatışmasından söz edilemeyeceğidir." Tarihi kendimize göre çekiştirip, kendi penceremizden karşı tarafa taş atmak için kullanmak olsa olsa bizi komik duruma düşürür ama ne yazık ki yıllar boyunca ülkede bu tezler işlenmiş hala da işlenmektedir. Bu ayaklanmanın neden laik çıkarımla okunamayacağı ya da irticadan neyin anlaşılması gerektiği detaylıca anlatılır.

"Aslına bakılırsa vakadan sonra iktidarı daha güçlü bir şekilde ellerine alan ve 1912'deki yaklaşık 5 aylık bir kesinti hariç ellerinde bulunduran İTC, laikleşme şöyle dursun İmam Hatip Liselerinin temeli olan Medreset'ül Eimme ve Huteba adli okulları açarak, Medresetül Kuzat'ı kurup medreseleri yüksek öğretim sistemine dahil ederek ve Hukuk-ı Aile Kararnamesi gibi bir İslam hukuku metnini kanunlaştırarak devletin dini niteliğini tahkim etmişti. Dolayısıyla İTC'nin dine yönelik tavrını Fransız Devriminde ortaya çıkan ve Katolik Kilisesini adeta Fransa'dan silen Jakoben grupların dine yönelik tavrına benzetmek klasik mantık terimiyle "kıyas-ı batıl"dır." (syf.308)

İkinci değerlendirme Sultan 2. Abdülhamid'e yöneliktir. Yukarıda açıklanan gerekçelerle Sultan'ın vakada parmağı olabileceğine yönelik kamuoyunda güçlü bir algı oluşturulmuş, oluşturulan bu algı sebebiyle de Sultan vaka sonunda hal edilmiş, tahtından olmuş, Selanik'e gönderilmiştir. Saldırının Meşrutiyet'e yönelik olduğu inancı nedeniyle Sultan şüphelilerden birisi olarak görülmüşse de bu varsayımın hatalı olduğu da bugün ortaya çıkmıştır.

Vakada diğer taraflar Ahrar Fırkası, İTC, Derviş Vahdeti ve dış güç İngiltere'nin de parmağının olup olmayacağı mantıklı ve tutarlı bir şekilde değerlendirilmiştir. Bunların da vakanın arkasında yatan ve ayaklanmanın çıkış nedeni olamayacağı izah edilmiş ama vakanın tarihi seyri içerisinde şiddetli ve hafif etkileri, vakanın ilerleyişinde hataları ve günahları olabileceği de göz ardı edilmemiştir. Vakanın müsebbipleri değillerdir doğrudan. Vakanın değerlendirilmesinde en dikkat çekici ve çarpıcı, aynı zamanda ayakları yere basan yorum şu şekildedir: "31 Mart askeri isyanı iyi organize edilmiş veya titizlikle planlanmış bir darbe girişiminden ziyade, spontane gelişen bir ayaklanmaydı." (syf. 321) Devamında gelen tespit de can alıcı olup önem arz eder: "Muhtemelen bazı birlikler bir süredir nasıl isyan edeceklerini tasarlıyorlardı. Ancak talepleri 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra görülen askeri huzursuzluk örneklerinde olduğu gibi hoşlanmadıkları subayların değiştirilmesi, rütbelerinin yükseltilmesi ya da erken terhis gibi şeylerdi. ... Vakanın en karışık günü olan ilk gününde bile isyancılar sadece meclis önünde beklemişlerdi. Ne istedikleri kendilerine sorulduğunda derli toplu bir cevap bile verememiş, talepleirni iletmesi için Hoca Rasim Efendi'yi Meclise göndermişlerdi" (syf. 322)

Kitabın savunduğu ana tema bu yorumlarda saklıdır. 31 Mart Vakası, organize ve planlı bir grup tarafından eyleme geçirilen bir isyan yahut ayaklanma değildir. Bu vakanın temelinde merkez- taşra çatışması ve memnuniyetsiz askerler, halk bulunmaktadır. Toplumda Meşrutiyet'in ilanına yüklenen büyük anlamdan doğan büyük hayal kırıklıkları ve halkın devletten istifadesinin istenilen düzeyde olmaması isyanın başlangıcında etkilidir. İsyan başladıktan sonra yan unsurların desteği olmuşsa da bunların müsebbip oldukları ve bunlar tarafından tertiplenen büyük bir organizasyondan söz edilemez. Çatışmanın ana odağı merkez-çevre, Balkanlar-Anadolu ekseninde ekmeği biraz da biz yiyelim, ya da kim yesin, devletin nimetlerinden faydalansın, devlete sırtını yaslasın da saklıdır ve bu tartışmaya yöneliktir. Birden fazla politik, sosyal aktörün şekillendirdiği ayaklanmanın anlaşılmasında bu yorum ayakları yere basan mantıklı ve akla yatkındır. Elbette bu da bir yorum nihai bir sonuç veya mutlak bir hakikat değildir.

31 Mart Vakası kitap içerisinde; öncesi ve hazırlayıcıları bölümüyle incelenmeye başlamış, meydana gelişi gün gün tarafların gözünden anlatılarak aydınlatılmış, sonuç kısmında ise ana sebep ve yan etkenler üzerinden okuma gerçekleştirilmiştir. Ayaklanmanın anlatımında tarafgirlik yapılmadan olanların anlatılarak yorumlanması ve her cepheden değerlendirilerek ulaşılan nihai sonuç ortaya konulmuştur. 31 Mart Vakasının fotoğrafı anlatım itibarıyla etraflıca çekilmiş, analizler ve yorumlar anlaşılır ve ayağı yere basan mantık çerçevesinden tahlil edilmiştir. Okuyucusuna hem okuma keyfi sunan eser aynı zamanda farklı ve yeni bir yorumla 31 Mart Vakası'nın anlaşılmasına katkı sağlamıştır.

"Sonuç olarak 31 Mart Vakası ne dinci ne de tümden Meşrutiyet karşıtı bir ayaklanmaydı. 31 Mart Vakası, devrimle birlikte ortaya çıkan yüksek beklentilerin gerçekleşmemesi sonucu sıradan insanların yaşadığı hayal kırıklığının, devrim sonrası gerçekleştirilen tensikat ve tasfiye uygulamalarıyla çıkarları zedelenen askerî ve bürokratik kesimlerin memnuniyetsizliğinin ve İTC'nin siyasi acemiliğiyle tek partili bir yapı oluşturmaya çalışmasının yarattığı gerilimlerin birleşiminden doğan kitlesel bir patlamaydı. İsyancılar menfaat duygusunun bir araya getirdiği bir grup olmakla beraber, menfaat bir isyan için geçerli ve kabul edilebilir bir sebep değildi. Bu yüzden isyancılar dönemin en saygın toplumsal mefhumu olan dini, isyanlarını meşru göstermek için bir araç olarak kullanmıştı. Bunu yaparken de (dönemin İslamcılarının ekseriyetinin İTC saflarında bulunmalarına karşın) bazı sivil ve subayların dine karşı lakayt davranışlarını İTC'ye mal ederek kendi davalarına haklılık kazandırmaya çalışmışlardı. İsyancıların ağzındaki “şeriat isteriz” sözü Fransız ihtilalinde binlerce insanı “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” söylemi altında katleden Jirondenlerin ya da Irak'a demokrasi götürmek için gittiğini iddia eden ABD'nin kullandığına benzer samimiyetsiz bir meşruiyet kılıfından başka bir şey değildi. Zira isyancılar "şeriat” kavramını başka amaçlarla giriştikleri bir isyan hareketini meşrulaştırmak için kullanmışlardı. Bu açıdan isyancıların "şeriat" söylemiyle ilişkileri; Cumhuriyet dönemindeki kimi anti-demokratik güç odakları tarafından, askerî darbelerin ve parti kapatmaların meşrulaştırılması için “Atatürkçülük, demokrasi ve özgürlük” kavramlarının araçsallaştırılmasına benzerlik arz etmektedir.

İsyanın temel nedeni II. Abdülhamid döneminde körü körüne bir sadakatle temayüz etmiş vasıfsız insanların -alt ve orta düzey memurların kaybettikleri menfaatlerin intikamını almak üzere giriştikleri yine de organize olmaktan uzak fesat hareketleri, taşra kökenli eğitimsiz asker grubunun ordudaki disiplinin sarsılmasından dolayı kendilerinde bir güç vehmetmeleri, muhaliflerin bu gerginlikten ve uygun ortamdan istifade etmeye çalışmaları, siyasi cinayetlerle birlikte siyaset ve toplumda artan şiddet eğilimi, basındaki ölçüsüz çatışma dili gibi dinamiklerin bir araya gelmesiydi. Bu durum yüzyıllardır süregelen ve Tanzimat sonrasında daha da güçlenen merkeziyetçi devlet anlayışının Türk insanını üretken bir topluma dönüşmekten alıkoymasının bir sonucu olarak, Ziya Gökalp'in anlattığı şekliyle Türk milletinin memurluğa ve çiftçiliğe hapsedilmesinden kaynaklanan, bireylerin kendi kendilerine değil ancak devlete bağımlı olarak var olabildikleri toplumsal düzenin o günkü çıktısıydı.
" (syf.342-343).

Muhammed Hüseyin Güneş
muhammeddgunes@gmail.com

20 Şubat 2025 Perşembe

Dünyanın binbir hâli: İyilik Yap Denize At

Ayşegül Dede’nin yeni çocuk kitabı İyilik Yap Denize At, Mercankaya kasabasından Selim’in, bir atasözünün peşinde, birçok farklı durağa uğrayarak geliştirdiği hikâyesine odaklanır. Eda Ertekin Toksöz’ün çizimleriyle giderek daha da renkli bir hâl alan kitap, iyilik yapmanın, insanlarla ortak değerleri paylaşmanın önemine vurgu yapar.

İyilik Yap Denize At, Mercankaya kasabasında yaşayan insanların hikâyesini kimi zaman mutluluk dolu, kimi zamansa okuru düşündürten birtakım değerler üzerinden işliyor. Hikâyenin merkezinde yer alan Selim, “küçük bi balıkçı kasabası”nda yaşar; muzip, heyecanlı, huysuz ve çokça meraklı tavırlarıyla dikkat çeker. Madrabaz Ali, Bilal Kaptan, Kemal Öğretmen ve Naz gibi kahramanlarla giderek şekillenen ve her an Selim’e hayata dair yeni bir öğreti sunan kitap, bugünün okuruna da çok anlamlı mesajlar vermekten geri durmaz.

Kitap, “güneşin ilk ışıkları”nın küçük sahil kasabası Mercankaya’ya vurmasıyla perdelerini açar. Ağır okul çantasıyla sahile doğru inmekte olan Selim, bir yandan ufku, martıları, balıkçı teknelerini seyrederken diğer yandan zihninde türlü düşünce uçuşur. Uzun süre martılarla boğuşan Selim, üzerine buluşan pisliklerden kurtulmak için ta “dedesinin dedesi” zamanından kalma bir çeşmeye uğrar ve temizlenmeye başlar. Bu sırada gözüne çarpan bir yazı, Selim’in zihnini ve sonraki davranışlarını uzun süre meşgul edecektir: “İyilik yap denize at…

Selim, bir yandan bu sözün hikmetini sorgularken diğer yandan onu parçalara ayırıp daha iyi anlamaya çalışır. İyilik yapıp neden onu denize atacaktır? İyilik, denize nasıl atılır? İyilik, elle tutulur, gözle görülür bir şey midir? Onu neden özellikle denize atmak gerekir? Bu gibi türlü sorular zamanla Selim’in zihnini meşgul ederken ona türlü türlü şeyler düşündürmekten de geri durmaz.

Aklının bir köşesinde çeşme üzerinde okuduğu sözün anlamı üzerine düşünen Selim, diğer yandan Madrabaz Hasan Amca’ya bu sözün hikmetini sorar. Selim’in aklını meşgul eden bu söz karşısında kahkaha atmaktan geri duramayan Madrabaz, ona atasözlerine ve anlamlarına dair bir konuşma yapar ve sözün gerçek anlamını yorumlar. Böylelikle Selim, insanlar gibi sözlerin de türlü anlamlara gelebileceğini öğrenir.

Artık yoluna yeni bir söz ve onun anlamıyla devam eden Selim, bir süre sonra kendisini türlü oyunun içerisinde bulur. Bir yandan martılar, diğer yandan kediler onun gününü olduğu gibi ele geçirmek üzere sanki yarış hâlindedir. Öyle ki okula vardığında dahi onlardan kurtulamaz. Sonunda tüm bu canlılar bir süre sonra Selim’in dostları olarak belirmeye, Selim onlarla farklı şekillerde diyalog kurmaya başlar.

Okul, Selim için dünyaya bambaşka bir açıdan bakmasını sağlayan bir yuva gibidir. Özellikle de Kemal Öğretmen ve kızı Naz, ona birçok konuda yardımcı olur. Selim, Kemal Öğretmen’in doğuştan işitme engelli kızı Naz’ı tanıyıp onun dünyasına adım atmaya başladıkça hikâye bambaşka şekillerde gelişmeye başlar. Böylelikle onun için öğrenilmesi gereken yeni yeni şeyler ortaya çıkar.

Selim’in bir atasözünün peşinde onun anlamını kavramaya çalışmasıyla başlayan İyilik Yap Denize At, çevresine giderek daha da duyarlı bir şekilde yaklaşmaya çalışan bir çocuğun hikâyesi üzerinden gelişir. Selim’in, Kemal Öğretmen’in, Naz’ın, Madrabaz Hasan Amca’nın, kedilerin, martıların hikâyesi bu kitapta vücut bulur.

Büşra Tan
busratannn@hotmail.com

Her ferdi bir tarih: Ayverdiler

Türk kültür tarihi üzerine araştırmalar yaparken yahut sadece meraklı bir okuyucu gibi iz sürerken, üç isimle muhakkak karşılaşırız: Ekrem Hakkı Ayverdi, Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi. Eğer bu üç isimle karşılaşmıyorsak, o büyülü kuyuda dolanıp durduğumuz vakidir. Oysa bize düşen, yukarıya çıkmak için gerekli enstrümanları, alet edevatı, fikri ve zikri bir an evvel toparlamak, yani derinden çıkarmaktır. Ayverdi ailesinin alametifarikası da budur: hayretten gayrete geçmek isteyenlere birer büyülü basamak olmak.

Ekrem Hakkı Ayverdi’nin sadece Makaleler adlı kitabı okunsa, Türk bayrağının dalgalandığı, Türk kültür mirasının ulaştığı her yeri nasıl dert edindiği kolayca görülür, gıpta edilir. Onun, “Bizim sanatımızın mertebesinden, milletimizin ululuğundan en ufak bir şüphemiz yoktur ki başkalarının ağzına bakalım. Böylece en temiz ve saf şekilde sanat ifadesine erişen millet, çapraşık yollara giremez. Ezelden, büyük nimete erişmiştir; onun kadrini bilmelidir.” sözleri, Yahya Kemal’in hem tavrını hem de Türk Müslümanlığı kavramına yaklaşımını izah eder sanki. Aradığımız her şey bu topraklarda mevcuttur ve kafa karışıklığına, umutsuzluğa, vesveseye gerek yoktur. Yeter ki kıymet bilelim, hakkını verelim, vazife üstlenmekten kaçınmayalım. Ekrem Hakkı Bey, mesleki yaşamını hâl edinmiş bir şahsiyet. Disiplinli tavrı, dürüstlüğü, latife zenginliği, laubaliliğe ödün vermeyişi ve tek bir Türk mirasına dahi gölge düşmesine fırsat vermemesi; bugün hepimizin yüreklenmesi için yeter de artar bilir.

Sâmiha Ayverdi, bugün hem denemeleriyle hem romanlarıyla Türk okurunun gönlü için en sakin, en güvenli, en merhametli limanlardan biri. Bu limanda Türkçenin bütün cilveleri okurun dil zevkini donatmaya hazır. Şurasını hatırlatmak lâzım: Sâmiha Ayverdi, namıyla yazmış bir erbab-ı kalem ve ehl-i gönül. Nedir namı? Vatan Ana. Onun irfan anlayışında, derviş tavrında, maarif düşüncesinde daima aksiyon var. Devletin en yüksek kademelerine yazdığı mektuplardan, cezaevinde kendine bir kâmil arayan dertliye kadar herkese ulaşmaya çalışması boşa mı? Kıymet ortadadır, kıymeti bilmeyen insan da ziyandadır, bu hep böyle olmuştur. Zaten, “Herkes bu meydana bir zafer için gelir, ben ise sade Sana yenilmek için geldim” diyen bir kimse, dünyanın tahripkârlığı ve insanın vefasızlığı karşısında asla yenilmez. Planı da yılmaz yıkılmaz bir plandır. Talebelerinden biri “Bu büyük kapıya girdim, burayı tanıdığım için ne kadar mutluyum, nasıl şükredeyim?” diye sorduğunda, şöyle cevap vermiştir: “İnsanlara ve cemiyete hizmet et. Şükrünü ödersin. Bir de muhabbeti içinden çıkarma.

İlhan Ayverdi, 1970’li yılların başında artık yeni bir Türkçe sözlük hazırlanmasının şart olduğunu düşünür ve kolları sıvar. Lügat, otuz beş yıla yakın bir süre boyunca geceli gündüzlü bir çalışmanın neticesinde ortaya çıkar. Hazin olan şu ki İlhan Ayverdi artan sağlık sorunlarından dolayı Topkapı Sarayı’nda düzenlenecek Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ün tanıtım merasimine katılamaz. Bağlısı olduğu kapıdan ve o kapının büyüklerinden idrak ettiğiyle gönlü itminan bulur: “Bu kadar takdirle karşılanan bir eserin tanıtım merasiminde bulunmak benliğini kabartabileceği için bu mahrumiyet şüphesiz ki Allah'tandır ve en hayırlısıdır.

Sinan Uluant Beyefendinin hatıralarından oluşan Ayverdiler: Bir Âilenin Kısa Tarihi, bizi esasında ‘şimdi’yi yeniden düşünmeye davet ediyor. Maziden güç ve hız alarak…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Heyecanla başlayıp yarım bıraktığım bir kitaba dair

Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı ilk okuyuşum değil. Bu şiirsel başlık beni zaman zaman kendisine çekmiş olduğundan, ara ara canlanan bir heyecanla farklı çevirilere yönelmiş, ama her defasında belirli bir eksiklik duygusuyla, heyecanımı sürdüremeyerek öylece yarım bırakmışımdır. Açık bırakılan her kitap gibi hem tamamlanmamış hem de nedensiz bir biçimde aklımda kalmıştır. Bende yer etmesi, tuhaf biçimde, içinde yazdıklarından çok üzerimde bıraktığı duygusal etki nedeniyledir ve belki de şiir, tam olarak bu demektir! Yani, nedensiz etkisinden çıkamadığımız, içimizde yer ettiğini hep hissedip açıklayamadığımız sözler.

Şimdi bir kez daha, bu defa Gürsel Aytaç çevirisinden (İletişim Yayınları) okuyorum. İlk satırlardan itibaren, sorunun artık çeviriyle ilgili olmadığından eminim. Bu oldukça güzel bir çeviri. Kitabın kendisinden ya da kendimden kaynaklandığı konusu, hiç olmadığı kadar net. Bu kitapta aradığım her neyse, o tam olarak yok ama buna rağmen etki etmesine neden olan bir şeyler var. Açıklanamaz bir şeyler.

Okurken, yine devam edemeyip bırakacak mıyım diye düşünürken buluyorum kendimi. Bu kez daha kararlıyım; ama kararlı olmamın tek nedeni kitabı bitirme azmi değil; bitiremediğim takdirde bunun nedenini bulmak gibi bir meselem var, bu kez. Neden bu ve bu gibi kitapları heyecanla elime alıp sessizce bir köşeye bıraktığımı bilmek istiyorum. Bunu gerçekten istiyorum. Anlı şanlı pek çok kitabı bitiremeyişim üzerine belli belirsiz düşünsem de, hiç bu kadar kararlı bir tutumla üzerine düşünme iradesine yaklaşmamıştım.

Önce, kitabın cezbedici olma nedenini düşünmeliyim belki de… Başlama nedenimi bulmalıyım. Bir kere Rilke, mistik bir şair ve Melih Cevdet’in bir yerde dediği gibi, “bir şair ne yazarsa yazsın -ya da ne yaparsa yapsın da denilebilir! – öncelikle şairdir” sözünde olduğu gibi, yazdıklarının içinde gizli şiirselliği bulmak istiyorum. Hele ki bu mistik bir şairse, her halinin şiirle iç içe yaşanan bir kendinden geçme hali olduğu bile söylenebilir.

Rilke’nin, dünyanın çalkantısı karşısındaki hassas ruhunun içsel isyanıyla yaşantısı arasındaki ilişkiye dair ipuçları bulabileceğimi de düşünüyorum. (Kitabın asıl önemi de burada yatıyor belli ki.) Bir de bambaşka bir kültürden ve tecrübeden gelse de bize söyleyebildiği zamansız ve mekânız neler var acaba diye merak ediyorum. Şiiri tam da böylesi bir zamandan ve mekândan bağımsız oluşla ilişkilendiriyorum. Yersiz yurtsuz, kaynağını şairin de bilemediği esrarengiz dizeler olarak görüyorum. Rilke’nin esrarengiz sıradanlığından, sıradan kelimelerle esrarengiz sıra dışılıklar yaratma ustalığına giden yolu bulmak istiyorum.

Başlıyorum okumaya. Rilke’yi düşünüyorum okurken. Yaşadığı şehrin sokaklarında hissettiği yalnızlığın gözleriyle bakıyor her şeye. Kendi hayatını bütünüyle insanlara bağışlıyor. Şiiri için kendinden bütünüyle geçiyor sanki! Böyle olunca, yazın bütün şehirlerin kokması, bir köpeğin havlaması, bir horozun ötüşü gibi sıradan ayrıntıları hiç kimsenin göremeyeceği bir özgünlükle görüyor. Aslına bakılırsa, baktığı her şeyde kendi ruhunun iniş çıkışlarını, içine düştüğü çıkmazları, heyecanlı kımıldanışlarını görüyor demek, daha doğru. Bir horozun ötüşü, hayatının bütün uyuşmalarına, insanların her türlü tepkisiz isyansızlıklarına karşı sarsıntılı bir yeniden canlanmaya, taze bir isyana neden oluyor.

Satır aralarında, hasta olmaktan ve ölmekten korkuyor Rilke besbelli. Bu kadar hayat dolu bir hayatın bu kadar hiçlikle bitmesini hiç de şiirsel bulmuyor belli ki. Eskiden insanların daha az korktuklarını düşünüyor: “Eskiden insanın, ölümü bir meyvenin çekirdeği gibi içinde taşıdığını biliyorlardı (belki de bunu seziyorlardı). Çocukların içindeki küçüktü, büyüklerininki büyük. Kadınlarınki kucaklarında, erkeklerinki göğüslerinde. Buna sahiptiler ve bu, insana acayip bir asalet ve sakin bir gurur verirdi.” (s.10)

İnsan, ölümden uzaklaştıkça ölümsüzlükten de uzaklaşıyor ve hiç olmadığı kadar telaşlı, hiç olmadığı kadar hırslı ve hiç olmadığı kadar acımasızlaşıyor. Hayat hızla kayıp gidiyor ve sonlu olan her şey gibi bunaltıcı bir darlıkla insan ruhunu sararak hapsediyor. Ölüm, hapisten kurtulmanın tek çaresi. Ve ölüm, içimizdeki hapishanenin sonsuz kaderi. Asil bir kurtuluş: “Ölümü zırhlarının altında bir esir gibi taşıyan bu adamlar; çok yaşlanmış ve ufalmış, sonra da muazzam bir yatakta bir sahnede gibi bütün ailenin, hizmetçilerin ve köpeklerin önünde asil ve saygınca öbür tarafa giden bu kadınlar. Hatta çocukların, çok küçüklerin bile herhangi bir çocuk ölümü yoktu; kendilerini tutarak şu an oldukları ya da gelecekte olacakları hale göre ölüyorlardı.” (s.14)

Bir şair için, karşılaştığı insanlar kendi ruhunun harekete geçmiş yüzleridir. Yaşanan, ne kadar dışarda olursa olsun bütünüyle içsel bir deneyimdir. İçten dışa taşan ne varsa insanlar onu canlandıran birer aktöre dönüşmektedir. Ne var ki oynayan kim olursa olsun senaryo hep şairin kendisine aittir. Bir şair için düşünülebilecek en son şey başkasının yazdığı bir senaryoda yer almaktır. Şairlik hayatın senaryosuna karşı kendi senaryosunu yazmaktır belki de. Böyle olduğunda, her şeyde kendini görür ve hayatın her hali kendisiyle dopdolu hale gelir. “Sonra uzun boylu, zayıf bir adam köşeyi döndü… Bir sevinç gülümsemesini bastıramıyor, gülümsüyordu, geçen her şeye, güneşe, ağaçlara. Adımları küçük bir çocuğunki gibi çekingendi ama alışılmamış derecede hafif, eski yürüyüşünün hatırasıyla dopdolu.” (s.15)

Aradığım gibi satırlar bulmanın keyfiyle devam ediyorum Rilke’nin notlarını okumaya. “Eski yürüyüşünün hatırasıyla dopdolu” mesela, ne kadar da şiirsel! Ve çok geçmeden çok önemli bazı başkaca düşünceleriyle karşılaşıyorum. Tam olarak şairliğin sırrını veriyor Rilke: “Ah, gençken yazılmışsa dizelerin pek değeri yoktur. Acele etmemek gerekir, mana ve tat toplamalı, bütün ve mümkünse uzun bir hayat boyunca ve sonra en sonunda belki iyi olan on satır yazabilir.” (s.16)

Sonra şu çok önemli düşüncesi geliyor: “Çünkü dizeler, birçoklarının dediği gibi, duygular değildir (bunlara insan yeterince erken yaşta sahiptir), dizeler de deneyimlerdir. Bir mısra için insanın birçok şehir görmesi, insanlar, şeyler, hayvanlar tanıması gerekir, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli ve küçük çiçeklerin sabah hangi kıpırdanışla açtığını.” (s.17)

Dizelerin duygulardan ibaret olmadığı, yaşananların içimizde kendi hayatını bulduğu tecrübeler olduğunu söylüyor Rilke. Bu tam olarak bizim şiirimizdeki eksiklik belki de. Biz şiiri fazlaca duygu işi olarak görüyoruz. Oysa yaşamak ve yaşadıklarımızın içimize işlemesinden gelen melodiyi duyabilmek şiirin kapısını açıyor. Bunun yoluysa duygudan çok deneyimden geçiyor. Anıların içinden çıkıyor şiir. Acıyla sevmekten, çocukluk ümitlerinden, beklenmedik karşılaşmalardan, umulmadık anlardan, içinde tutulamayan sevinçlerden, çaresiz bekleyişlerden, yıldızsız gecelerden süzülüp geliyor. Uzun ayrılıklardan, hüzünlü vedalaşmalardan, sevimli buluşmalardan ve heyecanlı bakışmalardan… “Ama ölmek üzere olanların da yanında olmuş olmak gerekir, ölmüşlerin yanında oturmuş olmalı, açık pencereli ve kesik kesik gürültülerin olduğu odalarda. Hatıraları olmak da yetmez. Onları eğer çoksa unutabilmek de gerekir, ayrıca tekrar gelmelerini beklemek için büyük sabır ister. Çünkü henüz tam hatıra olmamışlardır. Bunlar ancak içimizde kana, bakışımıza ve hareketlerimize dönüşünce ve adsızlaşıp kendimizden ayırdedilemez olunca, ancak o zaman çok ender bir saatte bir dizenin ilk kelimesi onun ortasında ve onların içinden ortaya çıkar.” (s.17)

Bu heyecan verici başlangıç satırlarından sonra bir anda soluveren bir çiçek gibi bitiveriyor kitap. Bir kez daha devam edemiyorum. Gündelik ayrıntılarda boğuluyorum. Rilke’nin hassas ve hüzünlü şair dokunuşlarını göremez oluyorum. Rilke’yi görememeye başlıyorum, çünkü çok fazla kendini anlatmaya başlıyor. Kendinden geçmişlik hissinin şiirselliği gerçeklikle karşılaştığında sert biçimde yeniliyor. Şiirsel dokunuşları yitip gidiyor ve ben bu gibi kitapları neden bitiremediğimi anlıyorum.

Tıpkı iyi bir şiir gibi iyi bir kitabın da yaşananlardan yayılan henüz yaşanmamışlıklarla yüklü olduğunda gerçek anlamını bulduğunu düşünüyorum.

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca