8 Şubat 2025 Cumartesi

Bütün varlıklar âlemi birer açık yapıttır

Umberto Eco, sanat yapıtının okurla, izleyiciyle olan ilişkisini anlamlandırdığı eseri Açık Yapıt’ta, “Bir kitap ne başlar ne de biter, en fazla öyleymiş gibi yapar.” der. Bu söz, sanatçının emeğinin bir karşılık bulması için onu talep edende açtığı derinliğe bakmamız gerektiğini anlatır biraz da. Kitaplar, filmler, şarkılar; insanın zihniyle gönlü arasında bir salıncak kurar. Aklın ve kalbin işleyişi, bu salıncağın salınımından mutlaka beslenir. İhtiyaç anında hatırlanan bir dize, yolda yürürken ritmi tutturulan bir şarkı, ansızın beliriveren bir resim, “bir olasılıklar yumağı” olan dünyayı anlamlandırmamıza, yaşamımıza şekil vermemize, bazı başka hayat damarlarını keşfetmemize imkân sağlar.

Yahya Kemal’in ilk açık yapıtı Üsküp’tü. Henüz çocuk yaşlarında önüne açılan bu güzellik filtresi, sonrasında İstanbul’dan Bursa’ya, Varşova’dan Madrid’e kadar onun yaşam ölçüsü oldu. Boğaziçi ona “Baktığım daha bir kerre güzeldin” dedirtti. Îsâ Bey Camii’nde dinlediği ezanlar, salalar, Bursa’nın Ulu Camii’sinde aklına gelince ona bu kez “Üsküp ki Şar Dağında devamıydı Bursa’nın” dizesini yazdırdı. Çok sevdiği Üsküdar sokaklarında bir Ramazan günü “kaldım oruçsuz ve neşesiz” derken bile “Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür." diye hissetmesi, Rumeli Türklüğünün iç âleminde ona bıraktığı tohumun bir meyvesiydi. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi nice talebesini İstanbul surlarında gezdirirken anlatmak istediği tarih değil, tarihî olandı. Yani akan, içinde salındığımız, görmemiz ve mutlaka faydalanmamız gereken kıymetler; bugünü kavramamızı kolaylaştıracak enstrümanlar. Kocamustapaşa gibi bir semte baktığında orada ‘tarihî olan’ı fark eder, Türkçenin tüm cilveleriyle geleceğe sunardı: “Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada / o kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada / geçer insan bir adım atsa birinden birine / kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

İsmini Yahya Kemal’in Açık Deniz şiirindeki “hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!” dizesinden çekip alan bir Mehmet Samsakçı kitabı dolandı durdu elimde ne zamandır. Okurken neşeyi de tedirginliği de birlikte yaşadığım kitapları hemen bitirmeyi sevmiyor, onlarla olan ilişkime mutlaka makul bir takip mesafesi koyuyorum. Hayır buradan insanlarla olan ilişkimiz de esasında böyle olmalı demeyeceğim, çünkü öyle olması gerektiği herkesin malumu. Malum, âlim, ilim. Dili nasıl sevmeyelim? Türk kültürü ve edebiyatına dair yazılardan oluşan Tuzu Engin Denizlerin; metin karşısında okuyucunun nasıl bir konum alması gerektiğini öğreten -bu benim iddiam ve aksi ispatlanana kadar doğrudur- bir kitap. Edebiyattan yeni edebiyata, portrelerden tanıtımlara, şehir ve mimari yazılarından röportajlara kadar misaller sunan tarafıyla keyifli, zengin bir derleme. Yahya Kemal üzerine çok mühim gayretler ortaya koymuş Samsakçı, şairin “İnsanın ufku insandır” sözünü satırdan sadrımıza şöyle açıyor: “Büyük şair, herhalde ‘İnsan insanla açılır, insanla zenginleşir, çoğalır, insanla kendisinde bir şeyler yapacak kudreti bulur’ demiş olmalıdır. İçerisinde birçok insanlar, birçok hayatlar, birçok hayaller, hayal kırıklıkları barındıran ve bulunduran edebî metin ise, kendisindeki tükenmezlik, her çağa çağdaş olabilen her dem tazelikle bize sonsuz ufuklar, sonsuz açılımlar, cevherler sunar.

Edebiyat sevgisi, belirli bir noktaya geldiğinde hayatı insana daha berrak, şeffaf gösteren bir gözlük olur. Burada bir ara not: Bu sevgi, maddi-manevi enerjiyi yüksek dozda ister. Silik, tembel, şevksiz bir ilgiyi reddeder. Can kulağı, gönül dili arar. Soru ve sorgu talep eder. Hayatı gelişigüzel yaşamayı istemez. Yeme-içme, gezip tozma, alış-veriş gibi faaliyetlerin dışında; sesin ve sözün güzeline talip, ahengi önemseyen, duyarlı, hisli, sezgili kimselerle hemhal olmak ister. Şimdi ara nottan çıkıp devam edebiliriz. Okur, hasbi bir edebiyat sevgisiyle birlikte, hayata edebiyatla ve edebiyata da hayatla bakmaya başlar. Birinin ağırlığını diğeriyle hafifletir. Ne çok okumanın, sürekli okumanın yükünü taşımak, ne de hayatın yoruculuğu karşısında dirençsiz kalmak, sevdiğimiz ve istediğimiz şeyler değil. Bu nazarla düşündüğümüzde; denemeden şiire, romandan hikâyeye bütün insanlığa hayatı açıyor edebiyat. Hiçbir zaman anlamı aramaktan uzaklaşmak istemeyen, yaşamındaki o tadı, dokuyu, zevki kaybetmek istemeyen kimseler -samimi okurlar- için aşkın bir mesele bu yüzden edebiyat. Dünyaya, yaşama, insana, tabiata; hatta mahalleye, çeşmeye, köprüye, sahile bir ayna olabilmek, bir ayna tutabilmek için dilden büyük, dilden kudretli bir saz yok. Bu sazın akordu ezelden kurulu: insan kendini aramak zorundadır. Hurufattan nazariyata, güfteden besteye, böyle. Bu gerçeği görmek için Samsakçı’ya kulak verelim:

Bakan göz ve bu gözün entelektüel birikimi, kültür ve inanç seviyesi nesnenin, dolayısıyla bir sanat eserinin anlam açılımını zenginleştirecektir. Aslında bu bakış açısıyla her şey, bütün varlıklar alemi birer açık yapıttır. Zira bir nesneye, edebi ürüne, tabiata ya da insana bakış her zaman farklıdır. Ve bakılan, seyredilen nesnenin açıklığı da ona bakan kişinin konumuna, durumuna göre farklılık gösterir. Eseri okuma, seyretme, yorumlama, şerh etme vs. gücü çok olan bir insan için normalde çok kapalı görünen bir eser de açıktır. Nesnenin anlamı, özneden gelir. Nitekim Mehmet Kaplan, ‘Bakılan, bakana tâbidir’ der.

Aktüel edebiyatta tarihin ve tasavvufun nasıl işlendiğini sorgulayan, Sâmiha Ayverdi romanlarında kadının ve aşkın hâlleri arasında gezinen, Mustafa Kutlu’nun Nûr’undan Cahit Sıtkı’nın günahkârlık duygusuna uzanan, Kosova-Üsküp-İstanbul üçgeninde tarihi mirası didikleyen Tuzu Engin Denizlerin, okuruna ‘ikinci zaman’ı düşündüren, Mehmet Samsakçı’nın sözüyle “kelimenin bereketi edebiyattandır” dedirten bir kitap.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

7 Şubat 2025 Cuma

Serden yardan geçen hatunlar, melikeler, kraliçeler

Âdem yaratıldığında ona yârenlik etmesi için bir eş yaratılır. Nisâ sûresinin birinci ayetinde “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının.” Buyrulur. Eş kelimesi düşündürücüdür, sizin aşağınızda yahut sizin üstünüzde yaratıldı buyrulmamıştır. Sözlük anlamına bakacak olursak, birbirinin aynı olan, denk, emsal gibi karşılıklar buluruz. Bir başka mânâsı Kubbealtı Lügatinde şöyle yazar, “Karı kocadan her biri, zevç, zevce [Bu mânâ “arkadaş” anlamından gelmiştir].

Adına sûre inmiş olan kadının dünden bugüne değeri tam ortaya çıkmamıştır. Dünün köleleri ve cariyeleri olan hatunlar, bugün reklam sektörü, eğlence sektörünün bir numaraları ekran yüzüdür. Dün köle pazarlarında pazarlanan vücutları bugün reklam filmleri gibi görsel alanda sergilenmektedir. Ve için en acı tarafı bunu özgürlük olarak gösterilmesidir. Evet, bugün birçok alanda ismini duyduğumuz kadınlar vardır ama konumu hâlâ aynı noktada kalmıştır. Kadının kadın, erkeğin erkek olarak hayatı idâme etmesi gerektiğini, birisinin birisinden üstün olmadığını sâdece takvada üstünlük olduğunu anlatmak gerekir. Hucurat suresinde "Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.” diye yazar.

Bugün özgürlük yalanı ile aslına rücu etmeyip, hürriyetin gerçek mânâsından uzaklaşan kadın değil aynı zamanda toplumdur. Çünkü bir milletin yapıcı öğesi kadındır. Beşik sallayan dünyayı sallar. İnsanların ilk mürşidi annesidir. Âdemoğluna ahlâkı anlatan, öğreten kadındır. Dünyayı elinde tutanlar, dün ve bugünde esirdir. Bu esirlikten kurtaracak olanlar yine kendileridir. Onların yetiştirdiği çocuklar yarına yön verenler olacaktır. Bugünden düne kadına bakacak olursak nasıl bir ilerleme gösterdiğimiz belli olur. Sanayi devrimi, birinci dünya savaşını içeren, toplumdaki kadın hareketleri konusunda birçok çalışma mevcut iken daha geriye gittiğimizde çalışmalar kısıtlı kalmaktadır. Neyse ki eskiye nazaran sayıları gün geçtikçe artmaktadır.

Son zamanlarda çalışmalara bir yenisi daha eklenmiştir. Kronik Kitap'tan, Tülay Metin ve Songül Dumlupınar Alican’ın editörlüğünde çıkan Ortaçağ’da Kadın isimli çalışma yerini yazın dünyasında almıştır. İçinde bir çok akademisyenin yazıları yer almaktadır. Konu başlıkları bir hayli ilgi çekici olan çalışma aslında bir yazı derlemesidir. Öncelikle yer alan akademisyenler ve konuları sıralamak doğru olacaktır.

• Birinci ve İkinci Haçlı Seferinde Kadınlar - Birsel Küçüksipahioğlu
• Selçukluların Devlet Anası: Altuncan Hatun - Erkan Göksu
• Töregene Hatun ve Zamanı - Altay Tayfun Özcan
• Anadolu Beyliklerinin Siyasi Hayatında Kadının Rolü - Cevdet Yakupoğlu
• Hârezmşahlarda (1097-12319 Kadın ve İktidar - Meryem Gürbüz
• Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmen Hatunlarının Taht Kavgalarındaki Rolü - Ayşe Atıcı Arayancan
• Hindistan’da Bir Kadın Hükümdar, Sultan Raziye - Bilal Koç
• Gürcü Krallığında Kadın Kral Tamar ve İktidar - Ayşe Beyza Ercan
• Şeceru’d-Dûrr: Trajik ve İhtişamlı bir Yaşam Öyküsü - Songül Dumlupınar Alican
• Megale Basılıs Tōn Romaıon: Romalıların Büyük İmparatoriçesi Eudokia Makrembolitssa - Esra Çıplak
• Selçuklu Hanedanının Hatunları: Çağrı Beyin Kızları - Suat Kaymak
• İktidar Yolunda Muhteris Bir Kadın: Ayşe Hatun - Yusuf Budak
• Kraliçe Akitanyalı Eleanor - Esra Güneş

Kitabın içinde yer alan konu başlıklarına bakınca, aslında Türk tarihini yakından ilgilendiren mevzûlardaki kadınları hedeflendiği anlaşılacaktır. Hepsinin bizim kadim tarihimizle sıkı bağları mevcuttur. Tamar, Eudokıa, Eleanor ve Haçlı Seferlerindeki salip ehli ordularındaki kadınların yer aldığı bölümler dikkat çekici. Bunlar bizim mücâdele içinde olduğumuz milletlerin içindeki nüfuzu olan isimlerdir. Diğerleri ise Türk milleti mensubu hatunlardır. Töregene Hatun ise, ikilemde kalınana isimdir. Kimisine göre Türk kimisine göre değildir. Moğolların Türklüğü ırkî mi yoksa Müslüman olduktan sonra Türkleşmişler midir? Henüz çözülmüş bir soru değildir ve çözülmeyecektir.

Kitab daha çok iktidarda söz almışları hedeflediği için toplum içindeki kadının yerine çok fazla söz verilmemiştir. Çoğu naip ve Kraliçe olan ve ülkesinin tek hâkimi olmuş kişilerdir. Farklı olarak görebileceğimiz yer, Türkiye ismiyle anılan Anadolu topraklarına en uzak bölge Hindistan’dır. Seçilme nedeni de Türk Devletinin başına geçen tarihe malolmuş Raziye sultan olmasıdır.

İsimler tek tek irdelendiğinde, Kral Tamar bir başka boyutla da dikkati celp eder. 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi olan Gürcü Hatun’un büyükannesidir. Bilindiği gibi Selçuklu tarihinde güçlü ve özel bir yere sâhip olan bu hatunun babası aslen bir Türk’tür. Gürcistan Kraliçesi Rosudan (Kral(içe) Tamar’ın kızı) Selçuklu Hanedanına mensup Erzurum Hâkimi Mugîseddin Tuğrulşâh’ın oğlu ile evlenir. Ondan kızı Tamar doğar. Gürcü Hatun millet olarak yarı Türk’tür. Lâkin babasının Hristiyanlığı seçmesiyle bu dine mensuptur. Daha sonra Müslüman olmuş hatta Mevlânâ Hazretlerinin müridleri arasına girmiştir. Kitapta bu bilgilere yer verilmediği gibi Gürcü Hatun ele alınmamıştır. Yardımseverliği ve Mevleviliği ile tanınan Sultan eşinin, büyükannesinin dâhiliğini ve Gürcü Devletini nasıl ayağa kaldırdığını öğrenmek, onu daha iyi tanımamızı, anlamamızı sağlayacaktır. Kral(içe) Tamar(a) Selçuklu Devletini dize getiren güçlü bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Gürci Tarih yazımında ki “Yedi Krallık” ifâdesi onun dönemini işâret etmektedir.. Bu yedi krallık, Abhaz, Gürcü, Kaheti, Ermeni, Arran, Şirvanşahlar (Azerbaycan), İran topraklarını kapsamaktadır. Bir diğer isim Eudokıa ise, Anadolu kapılarını Türklere açan Malazgirt zaferinin, yenik imparatoriçesidir. Bizans’ın tarihinde güçlü bir yere sâhip, akıllı, bilgili bir imparatoriçenin yükselişinin bir manastırda noktalanışı ele alınmış. Manastırda kaldığı 12 yıl gibi bir sürede kendini ilme adamış, gramer ve dil kitapları yazmış yenik bir imparatoriçe potresinin arkasındaki gücü aktarılmıştır. Ülkesini ve iktidarını ayakta tutmak için büyük mücâdeleler, ve Bizans Oyunları düzenlemiş bir isimdir. Diyojen ile evlenebilmek için her türlü oyunu düşünmüş, son ana kadar saklayarak, patriği diğer yöneticileri kandırmayı başarmış birisidir. Kitapta, Bizim için dönüm noktası Malazgirt savaşının, mîmârlarından ve etkili isimlerinden olan Eudokıa hakkında geniş bilgiler yer almaktadır.

Eleonar ise Haçlı seferlerinde Fransa Kralı Luis’in eşi ve Kudüs Kralının kızı olarak geldiği bu topraklardan yenik olarak gider ve İngiltere Kralı Henry ile evlenerek dünyanın en güçlü Kraliçelerinden biri olur.

Düşman kraliçelerin ve naiblerin anlatıldığı kitapta bizim için övünç kaynağı olan Altuncan Hatun da yerini almıştır. Her ne kadar çekilen Selçuklu dizisinde pasif bir karakter olarak gösterilmiş olsa da tarih sayfasında güçlü bir hatun olarak yerini korumaktadır. Devleti için oğlunu hiçe sayan, bekā için ordunun başına geçerek Hemadan’da sıkışmış Sultanın imdadına yetişerek, Türk tarihinin seyrini değiştiren Altuncan Hatun’u, Selçuklu Konusunda uzman bir isim Erkan Göksu kaleme almış. Değeri bilinmeyen, bugün bile birçoğunun isminden bir haber olan Altuncan Hatun, okullarda, anıtlarla, filmlerle kız çocuklarına konulan isimlerle yaşatılmalıdır. Bugün Anadolu’da Türk varlığından ve Türkiye devletinden bahsediyorsak bu hatuna bir vefa borcumuz vardır. Bacıyan-Rum taifesinin ana ruhunun nereden geldiğinin bir vesîkası olan, Tuğrul Beyin gözdesi ve sevdasına sâhip Altuncan Hatun, yiğitliği kadar erdemi ve aklıyla da tarihe malolmuş bir isimdir. Yine Selçuklu tarihinde güçlü karakter olarak karşımıza çıkan Çağrı Bey’in iki kızı Hatice Arslan Hatun ve Gevher Hatun Türk kadınının Ruhunu anlatan diğer simgelerdir. Öyle ki 10.000 kişilik ordunun başında onları komuta ederek Anadolu’ya gelen Gevher Hatun, ancak öldürerek durdurulmuştur. Her ne kadar Alparslan ve Melikşah karşıtı olsa da, bey ve orduyu iknâ edecek bir kabiliyete ve onları yönetecek bir zekâya sahiptir. Bu vasıflar güçlü Hatun sıfatı almasına yeterli nedendir. Hatice Arslan Hatun ise, Halife eşi olarak hüküm sürdüğü Bağdat’ta esir düşmesine rağmen korkmayan, sırtını amcasına dayayan ve gücünü soyundan alan bir isimdir. Acımasız bir zalim olan Arslan Besasiri’nin eline esir düşer. Lakin bu zalim bile onun kudretinden çekinir ve iyi davranır. Bunun ana nedeni Selçuklu töresinde, kadınlara olan hürmet ve koruyuculuktur. Selçuklu meliklerine kötü davranış savaş sebebi sayılabilmektedir. Hatice Arslan Hatun’un konumunu çok iyi bilen Arslan Besasiri bu yüzden tehlikeyi görmüştür ve onu serbest bırakmıştır. Bu hatun yine bilinmeden sessiz şekilde, meftun halde ebedî istirâhatindedir. Ortaçağda Kadın adlı çalışmada en azından bu hatun ayrıntılı ele alınarak biraz olsun hakkı verilmiştir.

Birçok ismin yer aldığı Kitapta Memluk devletinin ilk sultanı olan Şeceru’d-Dûrr Hatun'a yer verilmiş. Kölelikten sultanlığa yükselişi ele alınmıştır. Birçok kitaba konu olmuş Mısır sultanının hayat hikâyesi trajik bir sonla bulmuş, daha sonra kutsal bir isme dönmüştür. Hamamda cariyelerinin döverek öldürüp kaleden attıkları bu hatunun cesedi köpeklere yem olmuş, çürüdükten sonra defin edilmiştir. Bugün Güllaç olarak yediğimiz tatlının hikâyesinin de Şeceru’d-Dûrr Hatun'un öldürülmesine dayandığını belirtmek gerekir.

Ortaçağda Kadın kitabının alt başlığında yazan "Hırs, Tutku ve Hâkimiyet", 12 ve 13.yy’da erkek egemen bir dünyada varlıklarını ortaya koymuş, onlardan sonraki dönemlere ilham olmuş kadınların hikâyesini anlatan bir çalışma olmuş. Bugün kadınların önünde engel olan her ne varsa o günde aynı engellerin olduğunu, değişenin sâdece birkaç söylem ve eylemden ibâret kaldığını, demek yerinde olacaktır. Kadın ve erkek olsun, iktidar için, güç için varını yoğunu ortaya koymuş, kimi zaman yardan kimi zaman serden geçmişlerdir. Değişen sâdece teknoloji ve yönetim şekilleri olmuştur. Unutmayalım ki kirli dünyayı temiz hale koyacak olanlar kadınlardır, onların yetiştireceği evlatlardır. Yahya Kemal, Türk kadınlarının örnek olacak vasıfları olduğunu söylerken yarını da kuracaklarını da ilâve eder. Çünkü dünyanın en büyük vasfı olan annelik kadına aittir ve ilk mürebbi kadındır. Mevlânâ hazretlerinin dediği gibi;

Kadınlar, akıllı erkeklere karşı galip gelirler, fakat cahil kişiler kadınları mağlup ederler. Bu tür cahiller, sert ve kaba olan insanlardır. Bunlarda acıma, lütfetme, sevme duygusu azdır; çünkü yaratılışlarında hayvanlık duygusu üstündür. Sevgi ve acıma insanlık özelliğidir, hiddet ve şehvet ise hayvanlık. Kadın, Hak nurudur, sevgili değil; sanki yaratıcıdır (doğurgan), yaratılmış değil!

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Romantizme hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var

Bunca sosyal bilimcimiz olmasına, onca aydınımız sürekli değerlendirmeler yapmasına rağmen nasıl oluyor da kimse toplumun neyi neden yaptığına dair herkesin üzerinde uzlaşabileceği şekilde, ideolojilere boğulmadan, güçlü açıklamalar getiremiyor? Her gün ve her an önünde olan biteni kavramaktansa uzak diyarlardan süzülüp gelen teorilere ya da ideolojik karinelere bel bağlamanın bir nedeni de bunun, bu denli büyük bir anlaşılmazlıkla baş etmenin incelikli -ve de üsttenci elbette!- bir yolu olması olsa gerek! İç gerçekliğe ne denli yaklaşamıyorsak o ölçüde dışa doğru itiliyoruz ve buralarda karşılaştığımız açıklamaları zorla getirmeye çalışmaktan ibaret bir bilimle yetiniyoruz. Aslına bakılırsa, aydıncılık oynuyoruz!

Oysa, belki de bilimin hissizliği, entelektüellerin duygusuzluğu ve realizmin katı perdesi, gerçekle temasımızı kesiyor ve daha duygulu, daha romantik bir yaklaşım ortaya çıkamıyor. Daha içeriden, daha yakından, daha yaşayarak, daha katılarak çalışmaya ve anlamaya ihtiyacımız var; büyük isimlerin teorilerini çevirip bir şablon gibi kullanarak toplumu bu şablona uymaya zorlamaya değil! Bir kelimeyle, romantizme ihtiyacımız var, belki de. Hiç olmadığı kadar hem de! Kendi kendimizi yeniden sevebilmeye ve duygularımızı düşünceye dönüştürmeye ihtiyacımız var. Aksi takdirde, gerçek sandığımız şey, ruhsuz bir katılıkla bize karşı koyuyor ve nüfuz edilmez bir bilinmezlikle etrafında dönüp durmamıza neden oluyor.

Romantizmi kaybettiğimizde, garip biçimde düşünceyi de kaybediyoruz. Geriye, ruhsuz bir yüzeysel bakış kalıyor. Böyle bakınca, pek çok insana göre halkımız tepkisizdir, mesela. Olayları uzaktan takip eder ve kendisine ancak yakın bir izleyici rolü biçer. Menfaatine dokunmadıkça haksızlıklar karşısında suskundur. Seçimlerini aklından çok duygularıyla yapma zaafı vardır. Amaçsızca çalışır, acılarını sessizce içine akıtır, biraz miskince bir tavırla dünyaya bağlıdır. Her şeyi bir kader gibi yaşar, başına gelenlerden ders çıkaramaz. Hep bir heyuladır, olaylara neden olan şey ve en sıradanda bile ilahi bir el aramaktadır. Hemen her zaman da bulmaktadır!

Anadolu, dışarıdan bakıldığında, apolitik bir meydan yeri gibidir; sadece çalışmaktan ve geçim endişesiyle yaşanan bir tabiat mücadelesinden ibarettir. Hayata bağlayan şey, küçük menfaatlerdir. Toplumsal ve siyasal olaylar, kimsenin içinde yer almadığı uzak birer tabiat hadisesi gibi görülmektedir. Siyasal otoriteyle tabiat hadiseleri arasında neredeyse bir fark yoktur. Güneşe nasıl ki karşı çıkılamazsa otoriteye de öylece karşı çıkmamak ve tam bir itaatle işine bakmak gündelik bir rutindir. Oysa, gerçek sahiden bu basitlikte midir? Bunun için, salt dışsal gerçeklikten ibaret duygusuz realizmden uzaklaşmaya ve halkla aynı duyguları hissedebilmeye ihtiyaç vardır. Ancak ondan sonradır ki bu insanların gerçekte ne düşündüklerini içeriden bir hissedişle görebilir ve doğru sonuçlara varabiliriz.

Yakup Kadri’nin Ergenekon’u (İletişim yay.) bunun için vazgeçilmez bir kaynak. Halkımızı gerçekten tanımak isteyen, olan biteni sahiden anlamlandırmak isteyenler için bulunmaz bir eser. Çünkü bu kitap, henüz başarıya ulaşıp ulaşamayacağı belli olmayan bir mücadelenin içinde, karanlık ve çaresiz bir zamanda yazılmış, Milli Mücadele yazılarını içeriyor. Başka bir deyişle, bu kitap bir halkı -tıpkı bir insan gibi- en iyi tanıma imkânı veren umutsuzluk ve kaybediş zamanlarında neler yapabildiklerini görerek, gerçek ahlakını ve gerçek değerlerini hiç olmadığı kadar açığa çıkararak görmemizi sağlıyor. Dışarıdan görünenle iç gerçekliğin nasıl da bütünüyle bambaşka olduğunu olabilecek en sarsıcı şekliyle gösteriyor. Tarihin tozlu sayfaları arasından, hepimizi biraz romantik olmaya, ruhsuz ve duygusuz analizlerden uzaklaşıp daha romantik bir yerden bakmaya davet ediyor.

1920-23 arasında İkdam’da çıkan yazılarından yaptığı bir derleme olan kitabın başında, Anadolu insanının esas tabiatının, sanılanın -ya da beklenenin!- aksine “mefkürevi” olduğunu söylüyor, Yakup Kadri. Bunun üzerine çok düşünmek gerekir. Tanpınar’ın, Sahnenin Dışındakiler’de, “evvela kelimeleri, sonra yaşadıkça teker teker manalarını öğreniriz” demesi gibi, bu büyük kelimenin anlamını ancak yaşayarak öğrenebiliriz. 20-23 arası, işte bütün bu gibi kelimelerin iliklerine kadar yaşandığı zor zamanlar olduğundan, her türlü toplumsal-siyasal analiz için eşsiz bir dönem özelliği gösteriyor. 20-23 arasını anlamadan, bu toplumda hiçbir şeyi anlayamayız demek geliyor içimden, nedense!

Mefkürevi olma, hayatın en sıradan olayının dahi içsel bir manayla birleştirilmesi ve bir tür varoluşsal bir anlamla bütünleşmesi demektir. İçsel bir varlığın, dışarıdan bakıldığında görülemeyecek derecede kendi varlığının üzerine kapanması ve acılarını sevinçlerini, her türlü hallerini düşünceye dönüştürerek kendini koruması demektir. “Anadolu halkının mefkürevi olan tabiatı, hayatın en adi bir olayının da onun ruhunda, derhal destani veya mistik bir mahiyet almasına sebebiyet verir.” (s.31). O andan itibaren, miskinlik gibi görülen şey aslında içsel hareketin kendini büsbütün gizlemesidir: “İçlilik ve taşkınlık kabiliyetleri o derece derin ve harikulade olan bu halka uyuşuk ve iptidai diyenler ne kadar yanılıyorlar! Bunlar, yalnız Anadolu’nın dışını görenler ve ruhuna nüfuz edemeyenlerdir. Beyaz Kafkas tepelerinden yeşil Toros Dağları’na kadar uzayan o viraneler, o bataklıklar, o tezek yığınları altında asil bir sıtmanın ateşi yanmaktadır. Zaten dikkat edilecek olursa bu mübarek memleketin toprağı dünyanın ne kadar sıkıntısı varsa çekmiş ne kadar zevki varsa sürmüş, en müstesna, en tehlikeli, en yüksek ve en ince ruh hallerinden geçmiş bir adamın yüzü gibi buruşuklar, çizgiler içinde harap, yorgun ve solgun görünür. Anadolu, bazılarının sandığı gibi hastalıklı bir durgunluğun esiri değil, aşırı, derin bir hassasiyetin mahkumudur. Oradaki insanların hayatı bütün o basit, iptidai görünüşlerin arkasında, bizim şimdiki sanayi dünyasının, şimdiki teknik medeniyetinin buharı ile dumanlaşmış gözlerimizin kavrayamayacağı kadar geniş ve ‘batıni’ bir alemin sırlarını saklıyor.” (s.31).

Sadece bu satırlardan hareketle, denebilir ki, Anadolu’yu Yakup Kadri kadar kavramış çok az sanatçı vardır. Burada her türlü dışsal kavrayış ve karşılaştırma, batıni olanı yaşayamama demektir. Tıpkı, sözlerini hissedemeden salt melodisiyle bir şarkıyı dinlemenin yeterli duygulanımı oluşturamaması veya manevi hazzına varılamayan ibadetin bir süre sonra yorgunlukla sonuçlanması gibi, kendine dışarıdan, kabuktan bakma da hakiki hissi öldüren ve kendi kendini yorarak değersizleştiren bir etkide bulunur. Tam da bu yüzden, yazılardan birinde, Kastamonu’dan Ankara’ya giderken yol üzerinde rast geldiği bir “aydın” kişi, Yakup Kadri’ye, “Ankara’ya vardınız mı İnebolu’dan başlayarak bütün geçtiğiniz yerler size İsviçre gibi görünecek.” demesine çok kızar ve şöyle yazar: “Yarabbi, buralarda da size İsviçre’den söz eden kimseler var! Kendimizi durmadan Avrupa ile karşılaştırmak zihniyeti buralara kadar işleyip yayılmış. Halbuki ben bu viran ana yurdunda Avrupa’ya dair ne varsa hepsini unutmaya gelmiştim…Biz bu alemi her şeye rağmen içimizde veyahut beynimizde taşıyoruz. Kendi mülkümüzü, kendi insanlarımızı, kendi manzaralarımızı, kendi hayatımızı hep onun arkasından görüyoruz.” (s.63).

Yani, bozulmuş haliyle görüyoruz. Bizzat kendi elimizle bozarak başka türlü bir gerçeklik uyduruyoruz. Başkalarının gözleriyle, daha önemlisi, hep dışarıdan görünen halleriyle ve başka türlü bir mantığa uyarlanmış şekliyle görüyoruz. Oysa gerekli olan şey, Anadolu’nun başka türlü olan dünyasını ve düşünüşünü anlayabilmekte gizlidir: “Anadolu’nun kendine göre bir giyinişi, bir yürüyüşü, bir konuşuşu olduğu gibi kendine göre bir de mantığı var. Onlar [Anadolu insanı] dünyayı bizim gördüğümüz tarzda görmüyorlar. Her adımda bizi onlardan ayıran uçurumun ne kadar derin olduğunu hissediyorum.” (s.64).

Yakup Kadri, Ankara’ya doğru ilerlerken Çankırı’da konaklamak durumunda kalır ve buraya kadar alıntılayarak aktarmaya çalıştığım görüşlerinin ete kemiğe bürünmüş halini ilginç bir olayla yaşayarak görür. Hadise şöyledir: Çankırı’da kaldığı gece müthiş bir tahtakurusu saldırısına uğradığı için bir türlü uyuyamaz. Kalkıp kasabanın çarşısına giderek bir süre dolaşmak ister. “Bu, herkesin sahuru beklerken kahvelerde oturduğu ve tekkelerde zikrettiği bir Ramazan gecesidir.” (s.64). Bütün minarelerden, temcit denilen, sabah namazından önce okunan, sürekli tekrarlar içeren dualar yankılanmaktadır. Bu sesler öylesine coşkundur ki, “Birdenbire cezbesi tutmuş bir sürü derviş kasabanın içinde ilahiler okuyarak, nefesler söyleyerek dolaşıyor sandım ve sokaklarda bunlara rast gelmek için dolaştım.” dedikten sonra, şöyle ekler: “Neden sonra anladım ki, bu sesler minarelerden geliyor. Hiç şüphesiz bir yabancı da böyle bir yerde ve böyle bir gecede kendini benim kadar garip hisseder ve bu temcit seslerinin kaynağı ona da bu derece meçhul kalabilirdi. Hele bu seslerin fışkırdığı bağırların derinliğine inebilmek kim bilir ne kadar zor bir iştir.” Ve ardından, bugün de geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan o büyük soruyu sorarak, kendi cevabını verir: “Bütün gün dükkân adı verilen tahtadan inlerinde, birkaç semerle bir iki tutam urgan arasında birer Buda heykeli hareketsizliğiyle duran Çankırılıları gece iftardan sonra böyle minarelere çıkartıp bağırtan heyecanın nev’ini, mahiyetini tayin etmek diyebilirim ki bizim için imkân dışıdır.” (s.65).

Mesele, bir bilme, düşünme, analiz etme ve doğru değerlendirme meselesi değildir belki de…Belki de sadece bir duygulanamama, hissedememe, acılara ve sevinçlere dahil olamama, şarkının sözlerini duyamama, gizemli olanın sırlarına erememe, güneşin sıcaklığını hissedememe ve bir kelimeyle kalpten sevememedir!

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

31 Ocak 2025 Cuma

Sahip olmak ya da kazanılmış olanın terki

Erich Fromm, 1900 yılında Almanya’nın Frankfurt kentinde Musevi bir ailede doğdu ve antisemitizmin yaygın olduğu bir ortamda Yahudi bir çocuk olarak büyüdü. Çocukluk, ergenlik dönemlerinde yaşadığı travmalar ve 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile Fromm’un ruhu derinden sarsıldı ve bu sarsıntı onun insan davranışına olan merakını körükledi. Savaşın tahribatı Fromm’un yaşam ve çalışmalarının belirleyicisi oldu da denilebilir: “Savaş sona erdiğinde insanların nasıl olup da savaştıkları sorusuna takılıp kalmış, sorunlu bir genç adamdım. Bu akıl almaz kitle hareketini anlamak istiyor, barış ve uluslararası bir uzlaşma için tutkulu bir arzu duyuyordum.

Dış ve iç dünyasındaki sorunlar Fromm’un zihninde yeni sorular yaratarak onu cevap aramaya ve insan doğası üzerine düşünmeye itti. Sorularının cevabını bulma konusunda ona Freud ve Marx yardımcı olsa da toplumsal sorunlar onu yeni sorular sormaya yöneltti. Fromm, 1992’de Heidelberg’de felsefe doktorası verip ardından Berlin Psikanaliz Enstitüsünde çalışmaya başladı ve güçlenen Nazi hareketleri ile tehlikeli hale gelen Almanya’yı terk ederek çalışmalarını Amerika’da devam ettirdi. Columbia, Yale, New York gibi üniversitelerde dersler verdi. Psikanalizi antropoloji ve tarihle buluşturan ve yaşamı boyunca dört başarısız evlilik yapan Fromm, İsviçre’de yaşamını yitirdi.

Sahip Olmak ya da Olmak, 20. yüzyıl hümanizminin en iyi temsilcilerinden biri olan Erich Fromm’un yılların birikim ve deneyiminin sentezi olan en önemli kitabıdır. Birçok dile çevrilen kitabın ilgi görmesinin başlıca nedeni, insan varlığının ve çağın soru ve sorunlarının derinlemesine incelenmesi ve çözümlenmesidir. Kitap, varoluşun vazgeçilmeyen/değişmeyen soru ve sorunlarını barındırdığı için, içinde bulunduğumuz bugünü ve bugünün modern bireyini anlattığı hissini uyandırıyor insanın içinde.

Fromm, kitaba Sahip Olmak ve Olmak arasındaki farkın anlaşılması çabasına girişerek başlar. Sahip olmak, bir şeyler elde etmeye ve elde edilen şeyleri kendine mal etmeye dayanırken olmak, sahip olunan şeylerden kendini azat etmeye, her şeyi kendi bütünlüğü içinde sahip olmadan sevebilme kabiliyetine dayanır. Günümüz kapitalist ve sosyalist toplumları mal, mülk, haksız kazanç, unvan, şöhret, iktidar gibi yanlış temeller üzerine inşa edildiği için bu toplumları oluşturan bireyler kapitalist sistemlerin yaşamını devam ettirebilmesi için birer işçidirler. İnsan ve insan onuru teknik, teknoloji ve bilimin ilerleyişine feda edilmiştir. Sınırsız üreten ve tüketen insan sınırsız sahte özgürlük hissine kapılınca, beraberinde sonsuz bir mutluğu da yakalayacağı yanılgısına düşmüştür. Mutluluğu tüm hazlarının tatmininden ibaret olduğunu sanan kendine yabancı birey, duygu ve düşüncelerinin kitle iletişim araçlarına egemen olan endüstri ve iktidar tarafından yönetilip, yönlendirildiğinin ise farkında değildir. Fromm’a göre "Sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca insan giderek daha açgözlü ve ihtiras sahibi olur. Çünkü insan ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanır.’’ Hayatında büyük bir anlam açlığı ve bu açlıktan doğan mutsuzluk hissini yaşayan bireyler yaptıkları sınırsız harcamalarla hazzın doruklarına çıkmaya ve düştükleri anlam açlığını kapatmaya çalışırlar. Fakat bu çabanın bir sonu yoktur, çünkü üretim ve tüketimin bir sonu yoktur. Sınırsız üretim ve tüketim, bireyin kendi mutluluğunun ve aradığı anlamın arzularının tatmininden ibaret olmadığını anlayana dek devam eder, fakat sistem en baştan bireyin bu çelişkiyi anlayamayacağı şekilde kurulmuştur bile. Çünkü sistemin yaşayabilmesi için bir yandan büyük bir üretime öte yandan üretilen malların sınırsızca tüketilmesine ihtiyaç vardır. “Tüketim” diyor Fromm, “günümüz aşırı üretim toplumlarının belki de en önemli sahip olma biçimidir.” Tüketimi olmanın değil de sahip olmanın temel elementi olarak ifade eden Fromm, insanların olmak ihtiyacını sürekli ertelediğini belki de sahip oldukça var olacağı yanılgısına kapılan modern bireyi işaret eder. Olmak ihtiyacı sürekli ertelenir, hatta bu ihtiyaç hissedilmez bile, böylece tüketen insan sürekli ve daha fazla tüketmek zorunda kalmıştır. Tüketim, modern bireyin kendini ifade ediş, kendi oluş, mutlu oluş biçimidir artık. Modern birey, daha çok tüketmek için daha çok kazanmakta ve ne kadar çok kazandığını gösterebilmek için sürekli satın almaktadır.

Sahip olunanları gösterme biçimi olarak satın almak, sahip olmanın en kolay ve en kestirme yoludur. Sınırsızca tüketebilecek kadar sahip olmak güce ve iktidara işaret ettiği için birey kendini güçlüler/ iktidar sahipleri sınıfında görmeye başlar. Güçlüler sınıfı aynı zamanda her istediğini istediği şekilde yapabilecek kadar özgür olanların sınıfıdır da. Sahip oldukça güçlendiği, güçlendikçe daha çok sahip olma hakkını elde ettiği yanılgısına kapılan insana artık bir başkasının mutluluk ve ihtiyaçları için fedakârlık yapılması gerektiğinden söz edilemez bile. Kapitalist ve sosyalist sistemler insanda önce arzuları yaratır, daha sonra da bu arzuları tatmin nesnelerini yaratarak piyasaya sunar. Kadınlar için makyaj malzemeleri, erkekler içinse otomobiller asli ihtiyaç listesindeki öncelikli sırasını alır. Estetik yapay güzelliğin, yapay güzellik imajın, imaj ise var oluşun büyük bir parçasıdır modern kadın için; modern erkek, ne kadar güçlü olduğunu her yıl yenilediği otomobilinin markası ile gözler önüne serer ve bu güç ile toplumda bir yer edinir. Sahip olunan her şeyle sahip olunmayan yeni bir şey gören ve ona yönelen modern bireyin sahip oldukları arttıkça sahip olmak istediklerine duyduğu iştah da büyümeye devam eder. Sahip oldukça sahip olamadığı yeni bir şey görüp fakirleşen maddeci insan, anlamı, özgürlüğü, kişisel ve toplumsal mutluluğu kolayca görmezden gelebilecek denli körleşir. Dünyada kozmetiğe harcanan 200 milyar dolar bütün Asya ve Afrika kıtasını içinde bulunduğu sefaletten kurtarabilir. Bazı insanların ihtirasları için harcadıkları para, bazı insanların hayatını daha yaşanılır hale getirebilir. Aksi halde Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en basit yaşamsal ihtiyaçlardan ibaret kalan böylesi bir hayatta insan, asla kendini tamamlama/ olmak seviyesine ulaşamaz. Peki, arzular tamamen gereksiz midir ve kontrolü mümkün değil midir? İnsan, sürekli arzulayan, isteyen bir varlık. Arzular irade ile çatışır durur. Psikanalizin babası Freud’a göre insan, güdülerine, dürtülerine göre hareket edip, tepki veren bir varlıktır.

Fromm, her ne kadar Freud’un pek çok kavramını kabul etse de kültürel ve kapitalist sistemlerin tesiri altındaki insanın dahi özgürlüğünü savunarak bu noktada Freud’dan ayrılır. İnsan özgürlüğüne kavuşabilmek için sorumluluklarını kuşanmalıdır. Belki de insan arzuları ve iradesi arasında devinen bir varlıktır ve esas olan arzularının esiri haline gelmemesi gerektiğidir. Olanlar ise ancak iradeleri ile -sahip olma- arzularını terbiye edenlerdir. Çünkü insan, irade sahibi olduğu için özgür, özgür olduğu için de sorumluluk sahibidir.

Tatmin nesnesi ile karşılaşan bireyler bunlara ihtiyaç duydukları için arzu duyduklarını zannederler fakat onları esir alan esas duygu ihtiraslardır. İnsanın ilk tatmin nesnesi ise kendi benidir, kendi bedeni. Aslında birey satın alarak sahip olduğu otomobil, ev, lüks eşyalar ile ve çoğunluğu ezerek sahip olduğu unvan, makam, şöhret ile bir nevi hiçbir zaman var olamayacağını kendine ispatlamış olur, çünkü özgürlük, mutluluk ve anlam satın alınarak ya da bir başkasının hakkı gasp edilerek sahip olunabilecek değerler değillerdir. Evet, ‘başkalarının hakkını gasp ederek’ dedim, çünkü Fromm’da sahip olma tutkusunun bizi şiddet kullanmaya ve başkalarını sömürmeye yönelttiğini ifade eder. Bugün insanlığın geldiği son noktada kitle imha silahlarıyla katledilen milyonlarca insan, yerleşim politikası adı altında yapılan işgaller, sahip olma arzusuyla canavarlaşan insanın yapabileceklerinin şiddetini gözler önüne serer. Verilere göre dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’de nüfusun %16’sı yoksulluk içinde yaşamakta, dünyanın en zengin on beş kişisinin serveti Afrika’nın toplam üretimini aşmaktadır. Tüm bu veriler, “dünyadaki yoksulluğun sebebi, yokluktan değil, hakkına razı olmayanların çokluğundan kaynaklanır” diyen Mustafa Kutlu’nun sözlerini anımsatıyor.

Dünya var olalı beri insanlar sahip olarak hayatlarının ne kadar anlamsız, kendi varlıklarının ise bir o kadar sahte olduğunu maskelemeye çalışmışlardır. Hakikaten insan hayatına anlam ve değer katan şey nedir? Felsefe-bilim tarihçisi İhsan Fazlıoğlu’nun da dile getirdiği gibi; “insan yaşamında bir kez de olsa kendine şu soruyu sorup yanıtlamalıdır: sahip olduğum her şeyi yitirdiğimde, beni ayakta tutacak olan nedir?’’ Sınırsız ve kontrolsüz güç mü, para mı, şöhret mi, unvan ve toplumsal statü mü? İnsan sahip olduğunu sandığı şeylerden ibaretse sahip olduklarının kaybı ile kendini de kaybetmiş olmayacak mıdır? Oysaki hayatın anlamı satın alınarak sahip olunamayacak değerlerde gizlidir. Kapitalizm zenginliğin güç olduğu bilgisini zihnimize kodladığı için acıma duygusunu en çok yoksullara karşı hissederiz. Kendimize acımamak, başkalarının acıma dolu bakışlarına maruz kalmamak için sahip olmak isteriz. Gerçekte acınması gerekenlerse anlamdan, mutluluktan, özgürlükten, kendini tamamlama bilgisinden yoksun olanlardır.

Peki, insan yaşantısını devam ettirmek için gereken temel araç gereçlere de sahip olmamalı mıdır? Bu soruyu sahip olmayı kendi içinde iki kısma ayırarak cevaplandırıyor Fromm; ona göre yaşamı devam ettirebilmek için gerekenlere sahip olmak ve daha sonra karakter yapısı olarak meydana çıkan sahip olmak arzusu birbirinden çok farklıdır. Bunların ilki ihtiyaçlarla, diğeri ihtiraslarla ilgilidir. Tüm bunlardan sonra akla bir soru daha geliyor: Olmanın önündeki en büyük ve tek engel sahip olmak mıdır?

Fromm’a göre “mal-mülk, bilgi kendiliğinden kötü değildir. Tüm bunları kötü yapan, yani kendimizi gerçekleştirmemizi engelleyen ve özgürlüğümüzü kısıtlayan bizim yanlış yaklaşımımızdır.’’ Fuzuli’nin Rind ile Zahit adlı eserinde bu tema çok kuvvetle işlenir. Rind der ki: “Ey Zahit! Dünya lezzetini görmeyenin ondan elini eteğini çekmesi çok kolay. Mecburi yokluğun adını himmet koymak iş mi? Zenginliği bulamamaktan ötürü gönlü fakirliğe vermek iş midir? Asıl hüner, dünyayı önce ele geçirip, sonra terk etmektir.” Terk etme eylemi bakımından insanlar ikiye ayrılır Rind’in gözünde: Dünyayı terk edenler, dünyanın terk ettikleri. Önemli olan kazanılmış olanı terk etmektir. Yoksa zaten elde olmayandan elde olmadığı için vazgeçmiş gibi görünmenin bir manası yoktur bu inanışa göre. Terk ediş, -var olmak için- dünya sahnesindeki oyunun bazı rollerinden vazgeçmek anlamına gelir. Olmak ise sonu gelmez, anlık hazlarının tatmini için sürekli tüketen insanın sahip olamayacağı kadar yücedir. Olmak, Sahip Olmak’ın karşıtıdır. Fromm’a göre olmak, “Hiçbir şeyi elde etmeye, kendine mal etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz.

Fromm, kitabın ilk bölümlerinde Sahip Olmak ve Olmak kavramlarını ana hatları ile irdeler ve sanayi devrimin ardından sürüklenen -ihtiyaçları ve ihtirasları arasındaki farkı kavrayamayan- tüketim toplumunun içinde bulunduğu psikolojik ve sosyolojik çıkmazı ele alır. Psikoloji geçmişi boyunca Sigmund Freud ve Karl Marx’tan etkilenen Fromm, son bölüme doğru Marx, Eckhart ve Schweitzer’in konu ile ilgili, sahip olmak karşıtı fikirleri ile kendi tezini destekler. Son bölümde ise yeni bir toplumun oluşumunu sağlayacak yeni insan modelinin özelliklerini ayrıntılı bir şekilde incelemeye çalışır. Fromm’a göre yeni insan modeli, sahip olmak kökenli tüm davranışlarından vazgeçmelidir. Bu yeni insan modelinin oluşumunda iktidara düşen görevler de vardır elbette, bunlar ütopik, teoriden ibaret fikirler değil; zengin ve fakir sınıflar arası ulusal-sınıflar farklılıkların kapatılması, reklamların beyin yıkamasına müsaade edilmemesi, kadınların ataerkil vesayetten kurtarılması gibi pratik, uygulanabilir çözüm önerileridir. Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak’ta gelişmiş ve gelişmemiş toplumların, ulusların içine düştüğü büyük çıkmazı nedenleri ve sonuçlarıyla inceleyip, bize yeni ve daha yaşanabilir bir dünyaya giden yolun köşe taşlarını veriyor. Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi “Çöl büyüyor, vay haline içinde çöl gizleyenin!’’

Sahip Olmak ya da Olmak, gittikçe büyüyen bir çöle dönüşen dünyamızın içine düştüğü buhranın farkında olan ve belki de hiç fark etmeden bu çölün bir zerresi haline gelen her insanın okuması ve sonrasında kendini ve yaşamını sorgulaması gereken bir başyapıt.

Sevil Türkyılmaz
x.com/arzhal_

"Ben ne kadar iyi isem sen de o kadar iyisin"

“Cümleler doğrudur sen doğru isen
Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.”
- Yunus Emre

Hayat dediğimiz başlangıçların ve bitişlerin bir manzumesi değil midir; geldik bir başlangıç, gidiyoruz bir bitiş… Bu yazıyla da niyetimiz, hayatı kuran tüm bu başlangıçların ve bitişlerin içinde hem yazar hem de okur açısından bir başlangıcın daha heyecanını tatmak ve bitişine hüzünlenmek, tam da bu heyecanın ve hüznün arasında, İsmet Özel’in deyişiyle, üzerimize yüreğimizden başka muska takmadan konuşabilmektir.

Yanlış hatırlamıyorsam, müzik grubu MFÖ ile gençlik yıllarında gerçekleştirdiği bir televizyon programında, şiirlerinin evvela başlıklarını belirlediğini, buna müteakip şiirlerini yazdığını söylemişti İsmet Özel. Onun yazılarına koyduğu başlıklar, yazılarından müstakil, başlı başına inceleme nesnesi olabilecek anlam ve çağrışım zenginliğine sahiptir. Çünkü insanın tüm varlığına dokunan, tüm varlığını okşayıp ısıtan, yönünü yörüngesini şaşırtan, akılları meşgul, kalpleri savunmasız kılan başlıkları, en az şiirleri kadar şaşırtıcı ve sarsıcıdır. İsmet Özel’in nesirlerini okumamış olsalar dahi herkesin Erbain ile az buçuk mesaisi olduğuna gönlüm kani. Hatta okumasının lüzumu yok, eline bir kere bile Erbain’i alıp şöyle bir karıştıranlar, içindekiler kısmına göz atanlar başlık hususunda bu demek istediğimi anlayacaklardır. Benim nazarımda; Erbain’de, içindekiler başlığı altında yer alan şiir başlıkları da birer İsmet Özel şiiridir ve Erbain’e, yani “Kırk Yılın Şiirleri”ne dahildir. Özel, şiirlerindeki bu başlık özenini ve özverisini, düz yazılarında da sürdürmektedir. Hatta diyebiliriz ki, düz yazılarının başlıklarını daha da ince eleyip sık dokumaktadır. Özel’in şiir haricinde düz yazılarına verdiği başlıklarını da onu diğer yazar ve düşünürlerden ayıran bir vasıf olarak düşünebiliriz. Zira kendisinin de böyle düşündüğünü söyleyebiliriz. Bu çıkarımı, yine Ve’l-Asr’da mündemiç olan, başlığı; insani mantığa aykırı gibi duran, mütenakız görünen ve okuru, okuması için cezbeden, çağıran ve dahi okurun varlığında bir soru oluşturup dolayısıyla bir yokluk meydana getiren, okura emreden, dikte eden yani klasik bir İsmet Özel söz dizimine sahip olan; “İyi Şeyleri Kabul Etme, Kötü Şeyleri Reddet” başlıklı yazısının giriş paragrafında sarf ettiği şu cümleden çıkarabiliriz: “İşte sizi yine benim tipik başlıklarımdan biriyle yüz yüze getirdim.” Hatta, bu cümlenin peşi sıra kuracağı şu cümlede, tipik bir İsmet Özel okuru olmak için böyle başlıkları yadırgamamayı okura şart koşar: “Eğer bu yazının başlığında dizgi yanlışı yapıldı sananlar arasında iseniz benim tipik okurlarım sırasına henüz girmiş sayılmazsınız.” Başlıklar üzerinden Özel’e dair, yorumun tüketilemezliğini de göz önüne alarak nice yorum üretilebilir.

Hakkında konuşmak niyetinde olduğum ve muhtevası; İsmet Özel’in Türk siyasetine, tarihine, kültürüne, gündelik yaşantısına, toplum yapısına dair olup bitenleri ve olacak olanlara yönelik öngörülerini; İslam ve Müslümanlık dolayımında nasıl algıladığı ve değerlendirdiğini içeren düşünce yazılarından oluşan Ve’l-Asr kitabının adı, yani başlığı da alelade konulmuş bir başlık değildir. İsmet Özel, bu başlık ile Asr suresine uzanmamızı istiyor. Kudreti sonsuz yüce Allah, Asr suresinde biz yaratılmışlara, yaratılmışlık sıfatını yüklenmemiz sebebiyle bu sıfat dahilinde bir paket halinde gelen diğer sıfatlara da sahip olan bizlere; yani kusurlu olanlara, noksan olanlara asrın tam göbeğinde savrula savrula ziyan olan insanlar arasında felaha erişmek isteyenlere bir çıkış kapısı sunar: “Hakkı tavsiye etmek!” Özel de bu kitabıyla, hakkın ve hakkı tavsiye edebilmenin peşine düşmüştür, diyebiliriz.

Türk milletinin şiirler ve şairlerle kurduğu irtibat hayati öneme sahiptir. Geçen yazımızda bahsettiğimiz teklif meselesini, yazımızı okumuş olanlar anımsayacaklardır. O yazımızda da teklifi olan, teklifi hak olan bir millet olduğumuzun altını çizmiştik. Teklifi olmaktan ziyade; insanı, insan onuruna yaraşır bir çerçevede tahayyül eden bir teklife sahip oluşumuzdan sebep, tarihin hiçbir merhalesinde başımızdan kara bulutlar eksik olmamıştır. Tam da bu bunalımlı devirlerde; yol başçılarımız, iz sürenlerimiz, sevgi yiğitlerimiz, birbirimize ve tüm yaratılmışlara içtenlikle uzandığımız ellerimiz, aşka yürekten bel bağlamış olanlarımız, sırtımızı sıvazlayanlarımız, fikir ve eylem ateşleyicilerimiz şairlerimiz olmuştur. Dolayısıyla, biz şiirle ve şairlerle irtibatı derinlerde olan bir milletiz. Şiir bizim için yalnızca sanatsal bir üretim değil, var kalarak oluş sürecine girişimizin bir anahtarı, bir mekanı, en nihayetinde bir imkanıdır. Bir fikir, kurumsal manada ise bir teklif, büyüklük iddiası güdüyorsa şiirleşmek, bir şairin ellerinde işlenmek zorundadır. Şiirleşemeyen fikir yahut teklif; kendini dondurur, atıl hale gelir, kurur ve kalır. Şiir ve fikir, şair ve fikir arasındaki ilişkiyi, Özel’in fikriyatına girebilmek için göz önünde tutmak gerekir. Çünkü Özel, Türk edebiyatının tarihsel gidişine son derece önemli etkileri olan ve damgasını vuran düşünce ve eylem adamıdır, ancak evvela şair, ardından düşünce ve eylem adamıdır. Bu sebeple şiir ve fikir ilişkisine dair böyle bir paragraf gerekliliği meydana çıkmıştır. Onun, şiiri benimseyiş biçimini ve şiir ufkunu nasıl ki tek bir şiiri üzerinden yorumlayıp açımlayamıyorsak; fikriyatı hakkında da tek bir yazı yahut tek bir kitabından istifade ederek düze çıkamayız. Böyle güdük bir çalışma neticesinde ancak kırıntılar düşer tabağımıza. Hülasa Ve’l-Asr, Özel’in fikriyatının, düşün dünyasının bin bir veçhesinden yalnızca biridir. Dolayısıyla bu yazı da Ve’l-Asr’ın bin bir veçhesinden birkaçının soluk bir yüzüdür.

Yazdığı dil, dilimiz olduğu için talihli olduğumuz Türkmen kocası Yunus, insan ilişkilerindeki özü süzerek ulaştığı neticeyi, yılların duvarlarına meydan okuyup bize ulaşan: “Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen.” saptamasıyla ifade etmiştir. Yunus’un diğer dizeleri gibi bu dizeler de çağımızın sözlüğünden alınma bir tabirle; adeta yüzlerce veriyi içinde barındıran sıkıştırılmış, yani zip’li dosyalar gibidir. Bu dizelerde etrafına taşan, insanın insan üzerindeki etkisini anlamak için çepeçevre sunulacak sayfalar dolusu bilgilere bedel bir görü, bir sezi, bir anlayış, bir aktarım vardır. Özel’in, kapısının eşiği biraz yüksekte kalan bu kitabına girebilmek için Yunus’un bu dizelerini bir basamak, bir merdiven olarak kullanmamızın fayda sağlayacağı kanaatindeyim. Özel, kitaba da adını veren Ve’l-Asr başlıklı yazısına, Yunus’un bu sözleriyle hayli ilintili olan şu paragrafla başlar: “Ben ne kadar iyi isem sen de o kadar iyisin. Kötü olduğum için seni kötüleştireceğim. İyi olduğum için seni iyileştireceğim. Eğer istediğin kötülük ise benden yararlanabilirsin. Beni kötüleştirmek senin elinde. Benim iyiliğimi istiyorsan iyileşmek de sana düşüyor. Sen iyilik gösterdikçe ben iyileşeceğim. Aynı durum benim senden ne istediğim, seni ne olarak istediğim bakımından da geçerli. Bir mürşidin söylediğini müridin kendine dönük bir ifade bularak her zaman tekrar etse gerek: ‘Allah'ı arıyor iseniz niçin bana geldiniz? Allah'tan gayrısını arıyor iseniz niçin bana geldiniz?’ Ve sonra Albert Camus: ‘Dünyanın herhangi bir yerinde bir tek insan mahpus ise kendimi asla özgür hissedemem.’ İnsanlık tarihi her insanda teker teker mündemiçtir. Madem ona bilinç kazanma yeterliği verilmiştir, madem her insan dua edebilir; o halde her insan, insanlığın bizatihi kendisidir. İnsanların, kültürlerin, toplumların ve medeniyetlerin eşzamanlı olmadığını ileri sürenler her şeyden önce kendi hakikat arayışlarındaki eş zamansızlığın kusuruna baksınlar.” İnsanlar arasında bağları tesis edenin Allah olduğunu, bu bağın insan üzerindeki biçimlendirici gücünü de hesaba katarak nankör insanlardan olmamak gerektiğinin altını çizen Özel, bu bahsi, menşei Batı olan hümanizme bağlar ve hümanizmin bir isteksizlik hali olduğunu ve biz insanlara hakkı tavsiye etmeye hiç niyeti olmadığını bildirerek bitirir ve hakkı tavsiye etmenin, uzantısı yabanda olan akımlara kapılarak değil, ancak bizim Yunus’a kulak vererek olabileceği mesajını verir.

Ve’l-Asr’ın içindeki bazı yazıların bulunduğu sayfaları koparıp, katlayıp cebinize yahut cüzdanınızın bir kenarına sıkıştırasınız, çerçeveleyip duvara asasınız gelebilir. Bu bir latife, elbette bunu yapmayın. Bu latifeyle demek istenileni anlamak esas mesele. Demek istenilen ne öyleyse? Bunlar öyle yazılar ki, insanın gün ortasında, gece yarısında, sabahın köründe aniden okuyası gelebilir. Gündelik olaylar; sinir uçlarımıza dokunan, insanlığımızı zedeleyen, merhametimizi, sevgimizi ayaklandıran birtakım durumlar bizi bu yazılardaki şifaya, iyileştirici güce iter. Bu yazılardan biri de yalnızca başlığı bile birçok mevzuyla didişen, birçok olayın nedenini açıklayan “Medyanın Gücü Yok, Gücün Medyası Var” başlıklı yazıdır. Bu yazıda iktidar gruplarının medya aracılığıyla girdiği düzen oluşturma süreçlerinden söz ederken alaycı, güldürücü bir dille kurulmuş şu anlatıdan yararlanır: “Medyanın yaygınlık alanının şaşırtıcı boyutlara ulaştığını kabul etmemek mümkün değil. Hatta bunun şakasını da yapıyorlar: Bir sinekle bir devlet başkanı arasında ne benzerlik vardır? Her ikisi de gazeteyle öldürülebilir.” Bu yazılardan bir diğeri ise “Düşünceyi Karartan Terör” başlıklı yazıdır. Bu yazıda terörün insanlar üzerindeki etkisini mütalaa eden Özel, terörün asıl amacının düşünceyi ve düşünmeyi karartmak olduğu saptamasında bulunur. Bu yazıda altı çizilecek ve Özel’in de bu yazıyla varmak istediği amacı açıklayan şu anekdotun ise kıymeti haizdir: “Terör bir toplulukta birkaç insanı yıldırmamış olsa bile yapacağını yapmış sayılır. Korkuya kapılmayan insanlar hareketlerini korkmuş bulunanlara göre ayarlamak zorunda kalacaklardır. Yani asıl yapacaklarını erteleyip, ilk iş olarak terörün yıkıcı etkisini silmeye çalışacaklardır. Tıpkı şu anda benim yaptığım gibi.

Öte yandan Ve’l-Asr’ın içindeki bazı yazılar da var ki, iyileştirici güçlerine ihtiyaç duymak bir yana sıcak bir yaz günü bir bardak soğuk suyu arzular gibi ihtiyaç duyarız onlara. Öyle anlar gelir ki, bu yazıları da bir bardaktan su içer gibi lıkır lıkır okuyup; yıpranan, büzülen, tıkanan zihin dünyamızın arklarını açıp ferahlatasımız gelir. Bu yazılardan birisi de “Kepazelik Var, Kimse Kepaze Olmuyor” başlıklı yazıdır. Başlıktan da anlaşılacağı üzere Özel; toplum vicdanını rencide eden, küçük düşüren olayların niteliklerini, sebeplerini, faillerini; bu olayların Türk toplumundaki yeriyle Batı toplumlarındaki yerini kıyas ederek izah ediyor ve insanın aklını gıdıklayan şöyle bir belirlenimde bulunuyor: “Türkiye’de kamu vicdanının hassas olduğu hususlar Avrupalınınkilere benzemez, dolayısıyla bu ülkede skandal vasıtasıyla yıpratılmak istenen kimselerin sahip oldukları makamlara hangi özellikleri ile ulaştıklarına bakmak lazımdır. Eğer bir insan bir mevkii elde ederken gücünü namuslu ve iffetli kabul edilmekten almış ise; namussuz ve iffetsiz olduğu ortaya çıktığı zaman gücünün kaybolmasını anlarız. Bir iktidar ancak dayanaklarından mahrum bırakılırsa çöker.” Bu belirlenim takdir edileceği üzere pek sivri durmaktadır. Fakat Özel’in fikriyatını düşününce sivriliği pek de göze batacak kadar değildir. Türk edebiyatındaki en gözü pek açıklamaların arkasında adı bulunan, kendisinin deyişiyle dedikleri yenilir yutulur şeyler olmayan, şiirle bir şekilde irtibat kurabilme nasibine erişmiş olan herkesin şiir bahsinde hakkını teslim ettiği ancak fikirlerinin dik başlılığından sebep herkesin fikriyatına tam olarak nüfuz edemediği yahut etmeyi tercih etmediği kişidir, Özel. Bu belirleniminde ve devamındaki şu cümlelerinde de bu özelliği az biraz sezilmektedir: “Ortada kepazelik olduğu halde kimse kepaze edilemiyorsa bunun açıklaması toplumun işlenen suça bilkuvve iştirak etmesidir.

Bu yazıyı, bir kitabı tavsiye etmek için kaleme alınmış bir yazı olarak görenleriniz olacaktır. Bir bakıma öyle de. Fakat düşündüm, ben de Özel gibi tavsiyelerden pek hoşlanmıyorum sanırım, bilhassa kitap tavsiyelerinden. Kitaplara, tavsiyelerden ziyade rastgele ulaşmayı seviyorum, bir kitapçıda yahut kütüphanede raflar arasında gezerken yazgımın ve evvel bildiklerimin; beni, sürüklediği kitaplarda ayrı bir lezzet buluyorum daima. Bundan sebep bu yazıyı bir tavsiye olarak görmenizdense, naçizane bir takdim yazısı olarak görmenizi yeğlerim. Özel’in, tavsiyelerden bilhassa kitap tavsiyelerinden hoşlanmadığını da nereden çıkarttın diyenlerinizi de işitir gibiyim, izin verirseniz böyle diyenlerinizi, bu dediğime, yine Ve’l-Asr’a uzanarak, Özel’in “Size Tavsiyem Odur Ki” başlıklı yazısından bir alıntıyla mutmain edeyim ve bu vesileyle yazımızın sonunu da başına bağlayayım: “Yıllar önce bana topluluk içinden bir genç şöyle sormuştu: ‘Bize ne tavsiye edersiniz?’ Ender karşılaştığım bir soru değil bu. Dolayısıyla böyle bir soruya hazırlıklı olmam gerekirdi. Oysa ben bu ve bunun gibi sorulara cevap vermekten hep geri durmaya gayret ederim. Çünkü herkes gibi ben de tavsiye etmenin kolaylığını ve buna mukabil tavsiyenin bedelini ödemenin zorluğunu bilirim.” Görüldüğü üzere Özel, tavsiye nitelikli sorulardan uzak durduğunu belirtmektedir. Bu açıklamaların ardından, bu bahisteki soruyu soran gence şöyle karşılık verdiğini bildirmektedir: “Tavsiyelere kulak asmayın.” Özel’in aktardığına göre bu cevabını, genç Müslüman daha nüktedan ve akıllıca bir cevapla: “Buna bu tavsiye de dahil.” diyerek karşılamış ve ortaya okurda tebessüm oluşturan böyle bir diyalog çıkmıştır. Tavsiyeye ilişkin görüşlerini ve başından geçen bu diyaloğu aktardıktan sonra Özel, “Ne okumamı tavsiye edersiniz?” sorusunun tatsızlığına da değinerek sık sık bu sorunun muhatabı olduğundan söz eder. Özel’e göre okumayı ciddiye alan birisi böyle bir soru sormaz çünkü onlar, yani okumayı ciddiye alanlar; kitapların, insanları kitaplara götüreceğini bilirler. Özel, okurlar için, okuma seyirlerinde şiar edinebilecekleri, “Okumanın rehberi okumaktır.” biçiminde bir söz ederek tavsiye bahsinde son eleştirilerini sunarken önceki paragraflarda değindiğimiz Asr suresi ve Ve’l-Asr başlığı arasında kurduğumuz ilgiye de selam verir gibi durduğu şu cümleleri sarfeder: “Görüyorsunuz bu tavsiye meselesi gündelik mantık esas alınarak çözülecek cinsten değil. En doğrusu, gelin birbirimize hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edelim demektir; ama kimin tavsiye etmeye ve tavsiye olunmaya liyakat kesbettiğini düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Biterken aklıma geldi, değinmesem içimde kalırdı. Ve’l Asr’da yer alan bir başka yazıda milletimizin İslam’la olan bağlantısı üzerine düşünüp, kazı yaparken sizin de lezzetini deneyimlemenizi istediğim şöyle hoş bir anekdot aktarır İsmet Özel: “Arabistan’a giden Anadolu köylüsü şöyle demiş: Bu Araplar da pek tuhaf! Adamların ezanı Türkçe, Kur’an’ı Türkçe; fakat konuşmaya gelince karıştırıyorlar işi!

Geldik dayandık bir bitişin daha kapısına, fakat gönlünüz daralmasın, şu an, hayatta her an yüz göz olunabilecek, fazlasıyla hafif bir bitişin muhatabısınız. Çünkü; kapısından geçilmez gibi, eşiği aşılmaz gibi görünen ve sayısı çok fazla olan bitiş çeşitlemeleri de hayatın kendisinde mündemiçtir. Bu bitiş anıyla yazarın ölümü de gerçekleşmiştir, rahmeti sonsuz Rabbimiz, taksiratını affetsin. Bu ölümle beraber okuyucu doğmuştur, hayırlara vesile olsun. Yazar, bitişin hüznüyle boğuşurken; okur, başlangıcın heyecanını tadacaktır. Herkes İsmet Özel’e ve Ve’l-Asr’a dair bu yazıdan, kendi kabınca bir şeyler toplayacak, yazıyı bozup üstüne katacak veya yazıyı düzeltmek isteyip tekrardan kuracaktır. Bu yazının yazgısı okuyucusuna bağlı olacak, ona göre şekillenecektir. Tam da biterken virdimizi tekrarlayalım ve yüce Allah’tan son bir niyaz edelim; hepimize hakkı tavsiye edenlerden olabilmeyi, kitaplarla, en önemlisi de aşkla kalabilmeyi nasip etsin.

Doğuş Bektaş
dgsbkts@outlook.com

Bir hoş temaşa: Kültür Dünyamızdan Manzaralar

"Şairin "o mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler" dediği gibi milletler de umumiyetle kendilerinin vücuda getirdikleri kültür eserlerinin değerlerini pek fark etmezler. Bunun sebebi yarattıkları eserlerin onlara çok tabi gelmesidir. Bir Türk için halıdan, kilden, yoğurttan, şiş kebaptan, Süleymaniye Camii’nden, Yunus’tan Mevlevi ayininden, Erzurum barlarından, Köroğlu’ndan, Kerem ile Aslı‘dan, misafirperverlikten, iyilikten daha tabi ne olabilir? Bir balık için deniz neyse bir Türk için asırlar boyunca içinde yaşadığı kültür odur."
- Prof. Dr. Mehmet Kaplan

Prof. Dr. Mehmet Kaplan hocanın yıllar evvel ifade ettiği gibi içerisinde bulunduğumuz kültürün değerini kültür öğelerinin bizlere doğal ve olağan gelmesinden dolayı tam anlamıyla idrak edemiyoruz. Halbuki hayata bakışımız, yaşayış biçimimiz, eserlerimiz, tebessümü sadaka kabul eden dinimizin bizlere kazandırdığı şahsiyet ve tavır bugün bizim olarak bahsettiğimiz kültürün temelini oluşturmaktadır.

Eşiğinde hayli zamandır beklediğimiz kapının gün gelip de açıldığını bir anlık da olsa tefekkür edelim. Kapının açıldığını gördüğümüz vakit yapacağımız şey kuvvetle muhtemel kapıya yaklaşmak ve usulca içeriye sokulmak olacaktır. Hayli zamandır beklemenin verdiği heyecan, meraklı gözlerimize yansıyacak ve karşımıza çıkacak manzaranın seyir keyfini katlayacaktır. Ben kendimi bildim bileli bizden olanın, bizi yansıtanın, manevi lezzet ve doygunluk verenin eşiğinde dolanırım. İçeriye girmek, nasiplenmek ne denli nasip olmuştur bilemem ama kapının ardında bir kıymet olduğunu bilirim. İşte burada beyhude lakırdıyı kesip içeride bizi bekleyen temaşaya dikkat kesilmek gerekir.

Dursun Gürlek’in kaleme aldığı Kültür Dünyamızdan Manzaralar kitabı medeniyetimize şekil vermiş şahsiyetlerin, kitapların, Türk İslam medeniyetine ait eserlerin, esasların bir manzarasını teşkil etmektedir. Bu manzara bizim kıymet vererek sabır göstererek işlediğimiz ve vücut verdiğimiz medeniyetimizin manzarasıdır. Çeşitli anektodlarla, anılarla, fıkralarla donatılmış bu manzara tezahürü, kendine has anlatım tarzı ve vuruculuğuyla bir çırpıda okunacak bir eser teşkil etmektedir. Yazarın meydana getirdiği bu manzara tezahüründen örneklere bakıp manzaranın keyfini çıkarmak, lezzet dolu sayfalardan ruhun gıdasını nasiplenmek de bizlere düşüyor. İnsan Allah lafzının bir şifa vesilesi olduğunu, depresyon ve tansiyon hastalarında iyi sonuçlar verdiğini okudukça yüzde bir tebessüm ile Allah lafzını tekrarlıyor ve eserde şu satırlara dikkat kesiliyor:

Hollandalı bilim adamı ve psikolog Vander Hoven, Allah kelimesini oluşturan harflerin hastaları iyileştirdiğini ispatladığını belirtti. Müslüman olmayan fakat İslam üzerine yaptığı çeşitli araştırmalar ile tanınan Hoven, Kur’an okumanın ve Allah kelimesini tekrar etmenin gerek hastalar gerekse sağlıklı insanlar üzerinde olumlu sonuçlar verdiğini açıkladı. Üç yıldan beri birçok hasta üzerinde araştırma yaptığını ifade eden Hoven, hastalarından bazılarının Müslüman olmadığını, bazılarının da Arapça bilmediğini, buna rağmen, hastalarına Allah kelimesini öğrettiğinde alınan sonucun çok mükemmel olduğunu, depresyon ve tansiyon hastalarında çok daha iyi sonuçlar verdiğini belirtti.

Allah kelimesinin ilk harfi olan (A) harfi, solunum sisteminden direkt çıkıyor ve nefes almayı düzenliyor. Damaktan söylenen (L) harfi ise, dil hafifçe damağın üst kısmına dokunuyor, çene kısa bir duraklamayla birlikte aynı işlemi tekrarlıyor. İki (L) harfi olduğu için bu işlem nefes alıp vermeyi rahatlatıyor. (H) harfi çıkartılırken, akciğer ve kalp arasında bir ilişki oluşuyor ve işlem sonucunda kalp atışları düzeliyor.


Kültür manzaralarımıza dikkat kesilecekken bilim adamı zatın bu araştırması ve izahı biz okurların ilgisini bir hayli kitaba vermesine vesile oluyor. Yazının devamında yazarın yer verdiği bizden bir fıkra da meseleyi iyice tatlandırıyor:

Bir Mevlevi ile bir Bektaşi beraberce yolda gidiyorlarmış. Bir ara Mevlevi, “Biz Allah der, döneriz!” demiş. Sözü Bektaşi alıp “Biz Allah der, dönmeyiz!” cevabını vermiş. Yazarın da söylediği gibi el hak ikisi de doğru söylemiş, bütün bir kainat Allah der döner, sesler ve yürekler bir olur. Allah der.

Üzerinde yaşadığımız ve dünümüzün Türk-İslam beldeleri olan bugün ise komşu coğrafyalar diye adlandırdığımız topraklarda doğmuş, gelişmiş ve yerleşmiş bir medeni birikime sahibiz. Takdir edersiniz ki medeni ve kültürel birikim kitapların yazılması, nesilden nesile aktarılarak okunması ile mümkündür. Kitaba kıymet vermek, başının üzerinde tutmak bu işin ilk kuralıdır. Kültür Dünyamızdan Manzaralar kitabından bahsetmişken ve okurların ziyaretini murad ederken kitap meselesinden konu açmamak olmazdı. Efendim kitapta nakledildiğine göre: Osmanlı Şeyhülislamlarından Arif Hikmet Bey’in kitaplara çok düşkün olduğu, kendi adına hem İstanbul’da hem de Medine’de kütüphane kurdurduğu biliniyor. Develerle taşınan kitaplar şöyle aktarılıyor:

Merhum Ali Ulvi Kurucu hocamızın hatıralarından anlaşıldığına göre, Şeyhülislam da, ailesiyle birlikte Medine’ye yerleşmek istiyor. Fakat devrin Padişahı Abdülmecid, senin İstanbul’da yapacağın hizmet daha önemli diyerek engel oluyor. Mecburen İstanbul’da kalan Arif Hikmet merhum, hanımına “Hanım, ben ölünce kitaplarımı sandıklara koydur. Medine-i Münevvere’deki kütüphane binasına götür. Yapılmış, hazır bekleyen dolaplarına yerleştir. Kendin de bitişikteki evinde otur. Ecelin gelince Cennetü’l Baki’ye gömülürsün.

Arif Hikmet Bey vefat edince, bu muhterem hanımı, vasiyeti yerine getiriyor. Binlerce cildi sandıklara yerleştiriyor, develerin sırtında Medine’ye naklettirip dolaplara dolduruyor. Kendisi de burada kalıyor ve ölünce Cennetü’l Baki’ye defnediliyor.

Yine eserde nakledildiğine göre bu kitapların macerası bu kadarla da sınırlı kalmıyor ve cihan harbinde Şam’a taşınıp tehlike geçince geri getirtiliyor. Kitaplara düşkün bu zat-ı muhteremin ve kitaplarının kültür dünyamızda zerre kadar yer tuttuğunu hesap edersek ihtişamını kanıksayamayacağımız bir manzaranın, dibini göremeyeceğimiz bir deryanın tam da yanımızda yöremizde olduğunu bilmeliyiz.

Kültürümüz giyimiyle, yemeğiyle, düğünü, cenazesiyle, Yunus’u, Mevlana’sı, Karacaoğlan’ı ile bir bütün halinde seyreder. Tarih de bu bütünün bir parçası olarak kültürü değiştirir, dönüştürür ve devam ettirir. Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u ve Anadolu’yu bir ilim yuvası haline getirme uğraşı, alimlere verdiği kıymet ve milletine kazandırdığı İstanbul kudretin ve tarihin kültüre olan etkisinin en net örneklerindendir. Kitapta Fatih Sultan Mehmed’e atfedilen fıkra okurların oldukça hoşuna gitse gerek:

Bir gün, Fatih’in önüne garip bir derviş çıkıyor; "Padişahım! Siz İstanbul’u bizim dualarımız sayesinde aldınız!” diyor. Hükümdar hafifçe gülümsedikten sonra, “Doğru söylersin derviş baba, fakat bunun da hakkını unutma!” karşılığını vererek, kılıcını gösteriyor.

Allahüalem İstanbul hem dua hem kılıç sayesinde fethediliyor. Bugün Ayasofya İslam’ın nuruyla ayakta ise bu sayede oluyor. Peygamber müjdesine mazhar olmak isteyen nice hükümdar, Bizans yollarına düştü. Eyüp Sultan başta olmak üzere nice İslam askerleri surların dibinde şehit düştü. Yirmi bir yaşındaki delikanlı, Edirne’den hareket edince, Bizans kralının içine bir kurt düştü. Derken tekbir sesleri arasında surlar düştü. Sonra şehir düştü. İstanbul’un fethi, kutlu bir düştü. Ve bu şeref, Sultan Mehmed Han’ın payına düştü.

Efendim temaşayı seyre karar kılmışken lakırdıyı fazla uzatmamak gerekir. Yine de dilimiz döndüğünce manzaranın seyri için tavsiyede bulunmuş olalım. Bizim olanın ne ucu var ne bucağı. Kıymetlerimiz, eserlerimiz, şahsiyetlerimiz anlatmakla, misaller vermekle de bitmez. En iyisi biz fani dünyada kendimizi bir yoklayalım. Kitaptan naklettiğime göre memleketimin ulusu Ebu’l Hasan el-Harakani hazretlerine “nasıl vakit geçiriyorsun” diye sorduklarında muhataplar şu ilginç cevabı alıyorlar: Bir taraftan Cenab-ı Hak benden halis bir iman istiyor. Diğer taraftan Resulullah, Kur’an’a ve sünnete sıkı sıkı sarılmamı emrediyor. Öbür yandan İblis bana “İnat ve isyan et” diye sesleniyor. Beri yandan ölüm meleği canımı almak istiyor. Ayrıca çoluk çocuk yiyecek içecek istiyor. Böyle bir durumda ben nasıl olabilirim, var sen kıyas et!..

Efendim uzun lafın kısası biz okurlar okur okur döneriz, bizlere okumayı öğreten Allah’ın adını der döneriz. Bir anlık tefekkür, bir kapı eşiği, bir manzara tezahürü, bir seyrine doyum olmayan temaşa. Bildik mi efendim?

Erdi Oran
oranerdi@gmail.com

28 Ocak 2025 Salı

Mismer'in İstanbul'tan Cezayir'e uzanan hatıraları

Charles Mismer, “Müslümanlar, okuyup talim ve tefennün ettikçe daha ziyade Müslüman olurlar. Hıristiyanlar talim ve tefennün ettikçe Hıristiyanlık’tan çıkarlar” sözüyle meşhur bir oryantalisttir. Onun İslâm Dünyasından Hatıralar'ı çok dikkat çekmiş, öyle ki Müslüman aydınlar tarafından referans olarak dahi kullanılmıştır.

Mismer, 1867 yılında, La Turquie gazetesinin Yazı İşleri Müdürü olur ve İstanbul’a yerleşir. Buradayken önemli devlet adamlarından Fuad Paşa’nın dikkatini celbeder. Bu sayede de Osmanlı yönetimiyle yakın ilişkiler kurar. Ali Paşa’nın katibi olarak Girit’te bulunur. Hidiv İsmail Paşa ile kurduğu ilişki sayesinde ülkesine döndüğünde Fransa’daki Mısır misyonunun yöneticisi olarak atanır. Cezayir’e ziyaret gerçekleştirir. Kuzey Afrika da dahil bu sayede Müslümanları yakından gözlemleme, inceleme fırsatı bulur. Ömrünün sonlarına doğru ara ara Fransa’dan yine İstanbul’a seyahatler gerçekleştirir ama vaktinin daha çoğunu yazıya adar. Gazetelerde, dergilerde yazıları yayınlanır, kitaplar yazar. Onun yazılarından Müslüman ülkelerde yaşadığı hatıralar hem tarihi açıdan hem de kültür dünyası açısından oldukça önem arz eder. Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturulan İslâm Dünyasından Hatıralar eseri Mismer’in İstanbul, Girit, Mısır ve Cezayir’de bulunduğu sürelerde yaşadığı olayları, gözlemlerini anlatan önemli bir kaynak kitap niteliği taşımaktadır. Öyle ki Mismer’in İslam ve Müslümanlar hakkındaki düşünceleri Fatma Aliye Hanım’ın dikkatini çeker. İslam’ın geri kalmışlığına dair oryantalist tavır ve yargı karşısında çalışmalar yapan Fatma Aliye Hanım’ın Tezahür-i Hakikat isimli eserinde görüşlerini desteklediği yazarlardan biri de Charles Mismer’dir. Fatma Hanım, Müslümanların ulvi niteliklerini ön plana çıkarıp bu konuda birçok oryantalistten ayrılan Mismer’i referans göstererek Batılıların İslam’a yönelik küçük düşürücü, toptan önyargılarına ve görüşlerine itirazlar geliştirir.

Ziya Gökalp de Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Türklerin karakteristik özellikleri ve sanatları hakkında bazı Batılı isimleri referans verir ve bu isimlerden birisi de Mismer’dir.

Mismer, sadece gözlemde bulunmamış, olayların içinde somut bir şekilde rol de almıştır. Yöneticilerin dikkatini çekmesi ve sevgisini kazanması da zaten bu sayede olmuştur. Aşağıda yer vereceğim pasaj onun hatıratlarının önemini çok yerinde göstermektedir.

Hıristiyanlar tarafından Müslümanlara atfedilen suçlamalara karşı Müslümanların da kendi şikâyetlerini öne süreceği bir dilekçe oluşturmadan Hanya’ya dönmek istemedim. İkinci defa olarak topladığım şeyhler, mollalar ve ulema bu fikri benimsedi ve hemen uygulamaya koymak üzere mahallelerine dağıldılar.

Son Rus savaşının da ispat ettiği üzere Türk ırkı müthiş işler yapabilir. Bir yabancının onlara yaptırabildiği aşağıdaki şeylere bakarak, kendi liderlerinin onlara neler yaptırabileceğini anlayabilirsiniz. Bahsettiğim bütün bu ihtiyarlar imza yerine mühür basılmış, birkaç metre uzunluğundaki rulolardan oluşan kâğıtları bana şafak sökmeden önce getirebilmek için bütün geceyi uykusuz geçirdiler. Oradan ayrılırken de bana şükranlarını bildirdiler ve Allah’ın lütfuna mazhar olmam için dua ettiler. Elimi öpmelerine zorlukla engel olabildim. Hanya’ya döndüğümde Ali Paşa, devlete büyük bir hizmette bulunduğumu söyledi. Bütün ödülüm bu oldu. Daha sonra Mecîdî nişanı ve Girit seferi anısına bir madalya verildi ki bu madalya Hıristiyan olarak yalnız bana verilmiştir.


Girit’te yaşadığı yukarıdaki anı onun somut bir şekilde yer aldığını görmesi açısından önem arz ederken bir diğer anısı da onun Müslümanlara nasıl tarafsız bir gözle baktığını göstermesi açısından önemlidir. Bu anıyla yazıyı da sonlandıralım:

Hoca Mecid Efendi ak sakallı, güzel yüzlü, yaşlı bir adamdı. Salonun ortasında oturur, Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler okur, nükteler anlatırdı. Dinini ilk halifeler zamanındaki gibi yaşardı. Bir sabah askerler dağda yakaladıkları bir grup Giritliği konağın avlusuna getirdiler. Adamlar acınacak durumdaydı, açlıktan bir deri bir kemik kalmışlardı. Onları bu şekilde gören Hoca Mecid gözyaşları içinde kaldı ve koşarak mutfaktan epey bir erzak getirdi. Tarif edilmez bir zevkle adamlara dağıttı. Zihnimi asırlardan beri devam eden önyargılardan kurtardı ve İslam’ı gerçek yüzüyle görmemi sağladı.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler