Erich Fromm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erich Fromm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2025 Cuma

Sahip olmak ya da kazanılmış olanın terki

Erich Fromm, 1900 yılında Almanya’nın Frankfurt kentinde Musevi bir ailede doğdu ve antisemitizmin yaygın olduğu bir ortamda Yahudi bir çocuk olarak büyüdü. Çocukluk, ergenlik dönemlerinde yaşadığı travmalar ve 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile Fromm’un ruhu derinden sarsıldı ve bu sarsıntı onun insan davranışına olan merakını körükledi. Savaşın tahribatı Fromm’un yaşam ve çalışmalarının belirleyicisi oldu da denilebilir: “Savaş sona erdiğinde insanların nasıl olup da savaştıkları sorusuna takılıp kalmış, sorunlu bir genç adamdım. Bu akıl almaz kitle hareketini anlamak istiyor, barış ve uluslararası bir uzlaşma için tutkulu bir arzu duyuyordum.

Dış ve iç dünyasındaki sorunlar Fromm’un zihninde yeni sorular yaratarak onu cevap aramaya ve insan doğası üzerine düşünmeye itti. Sorularının cevabını bulma konusunda ona Freud ve Marx yardımcı olsa da toplumsal sorunlar onu yeni sorular sormaya yöneltti. Fromm, 1992’de Heidelberg’de felsefe doktorası verip ardından Berlin Psikanaliz Enstitüsünde çalışmaya başladı ve güçlenen Nazi hareketleri ile tehlikeli hale gelen Almanya’yı terk ederek çalışmalarını Amerika’da devam ettirdi. Columbia, Yale, New York gibi üniversitelerde dersler verdi. Psikanalizi antropoloji ve tarihle buluşturan ve yaşamı boyunca dört başarısız evlilik yapan Fromm, İsviçre’de yaşamını yitirdi.

Sahip Olmak ya da Olmak, 20. yüzyıl hümanizminin en iyi temsilcilerinden biri olan Erich Fromm’un yılların birikim ve deneyiminin sentezi olan en önemli kitabıdır. Birçok dile çevrilen kitabın ilgi görmesinin başlıca nedeni, insan varlığının ve çağın soru ve sorunlarının derinlemesine incelenmesi ve çözümlenmesidir. Kitap, varoluşun vazgeçilmeyen/değişmeyen soru ve sorunlarını barındırdığı için, içinde bulunduğumuz bugünü ve bugünün modern bireyini anlattığı hissini uyandırıyor insanın içinde.

Fromm, kitaba Sahip Olmak ve Olmak arasındaki farkın anlaşılması çabasına girişerek başlar. Sahip olmak, bir şeyler elde etmeye ve elde edilen şeyleri kendine mal etmeye dayanırken olmak, sahip olunan şeylerden kendini azat etmeye, her şeyi kendi bütünlüğü içinde sahip olmadan sevebilme kabiliyetine dayanır. Günümüz kapitalist ve sosyalist toplumları mal, mülk, haksız kazanç, unvan, şöhret, iktidar gibi yanlış temeller üzerine inşa edildiği için bu toplumları oluşturan bireyler kapitalist sistemlerin yaşamını devam ettirebilmesi için birer işçidirler. İnsan ve insan onuru teknik, teknoloji ve bilimin ilerleyişine feda edilmiştir. Sınırsız üreten ve tüketen insan sınırsız sahte özgürlük hissine kapılınca, beraberinde sonsuz bir mutluğu da yakalayacağı yanılgısına düşmüştür. Mutluluğu tüm hazlarının tatmininden ibaret olduğunu sanan kendine yabancı birey, duygu ve düşüncelerinin kitle iletişim araçlarına egemen olan endüstri ve iktidar tarafından yönetilip, yönlendirildiğinin ise farkında değildir. Fromm’a göre "Sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca insan giderek daha açgözlü ve ihtiras sahibi olur. Çünkü insan ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanır.’’ Hayatında büyük bir anlam açlığı ve bu açlıktan doğan mutsuzluk hissini yaşayan bireyler yaptıkları sınırsız harcamalarla hazzın doruklarına çıkmaya ve düştükleri anlam açlığını kapatmaya çalışırlar. Fakat bu çabanın bir sonu yoktur, çünkü üretim ve tüketimin bir sonu yoktur. Sınırsız üretim ve tüketim, bireyin kendi mutluluğunun ve aradığı anlamın arzularının tatmininden ibaret olmadığını anlayana dek devam eder, fakat sistem en baştan bireyin bu çelişkiyi anlayamayacağı şekilde kurulmuştur bile. Çünkü sistemin yaşayabilmesi için bir yandan büyük bir üretime öte yandan üretilen malların sınırsızca tüketilmesine ihtiyaç vardır. “Tüketim” diyor Fromm, “günümüz aşırı üretim toplumlarının belki de en önemli sahip olma biçimidir.” Tüketimi olmanın değil de sahip olmanın temel elementi olarak ifade eden Fromm, insanların olmak ihtiyacını sürekli ertelediğini belki de sahip oldukça var olacağı yanılgısına kapılan modern bireyi işaret eder. Olmak ihtiyacı sürekli ertelenir, hatta bu ihtiyaç hissedilmez bile, böylece tüketen insan sürekli ve daha fazla tüketmek zorunda kalmıştır. Tüketim, modern bireyin kendini ifade ediş, kendi oluş, mutlu oluş biçimidir artık. Modern birey, daha çok tüketmek için daha çok kazanmakta ve ne kadar çok kazandığını gösterebilmek için sürekli satın almaktadır.

Sahip olunanları gösterme biçimi olarak satın almak, sahip olmanın en kolay ve en kestirme yoludur. Sınırsızca tüketebilecek kadar sahip olmak güce ve iktidara işaret ettiği için birey kendini güçlüler/ iktidar sahipleri sınıfında görmeye başlar. Güçlüler sınıfı aynı zamanda her istediğini istediği şekilde yapabilecek kadar özgür olanların sınıfıdır da. Sahip oldukça güçlendiği, güçlendikçe daha çok sahip olma hakkını elde ettiği yanılgısına kapılan insana artık bir başkasının mutluluk ve ihtiyaçları için fedakârlık yapılması gerektiğinden söz edilemez bile. Kapitalist ve sosyalist sistemler insanda önce arzuları yaratır, daha sonra da bu arzuları tatmin nesnelerini yaratarak piyasaya sunar. Kadınlar için makyaj malzemeleri, erkekler içinse otomobiller asli ihtiyaç listesindeki öncelikli sırasını alır. Estetik yapay güzelliğin, yapay güzellik imajın, imaj ise var oluşun büyük bir parçasıdır modern kadın için; modern erkek, ne kadar güçlü olduğunu her yıl yenilediği otomobilinin markası ile gözler önüne serer ve bu güç ile toplumda bir yer edinir. Sahip olunan her şeyle sahip olunmayan yeni bir şey gören ve ona yönelen modern bireyin sahip oldukları arttıkça sahip olmak istediklerine duyduğu iştah da büyümeye devam eder. Sahip oldukça sahip olamadığı yeni bir şey görüp fakirleşen maddeci insan, anlamı, özgürlüğü, kişisel ve toplumsal mutluluğu kolayca görmezden gelebilecek denli körleşir. Dünyada kozmetiğe harcanan 200 milyar dolar bütün Asya ve Afrika kıtasını içinde bulunduğu sefaletten kurtarabilir. Bazı insanların ihtirasları için harcadıkları para, bazı insanların hayatını daha yaşanılır hale getirebilir. Aksi halde Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en basit yaşamsal ihtiyaçlardan ibaret kalan böylesi bir hayatta insan, asla kendini tamamlama/ olmak seviyesine ulaşamaz. Peki, arzular tamamen gereksiz midir ve kontrolü mümkün değil midir? İnsan, sürekli arzulayan, isteyen bir varlık. Arzular irade ile çatışır durur. Psikanalizin babası Freud’a göre insan, güdülerine, dürtülerine göre hareket edip, tepki veren bir varlıktır.

Fromm, her ne kadar Freud’un pek çok kavramını kabul etse de kültürel ve kapitalist sistemlerin tesiri altındaki insanın dahi özgürlüğünü savunarak bu noktada Freud’dan ayrılır. İnsan özgürlüğüne kavuşabilmek için sorumluluklarını kuşanmalıdır. Belki de insan arzuları ve iradesi arasında devinen bir varlıktır ve esas olan arzularının esiri haline gelmemesi gerektiğidir. Olanlar ise ancak iradeleri ile -sahip olma- arzularını terbiye edenlerdir. Çünkü insan, irade sahibi olduğu için özgür, özgür olduğu için de sorumluluk sahibidir.

Tatmin nesnesi ile karşılaşan bireyler bunlara ihtiyaç duydukları için arzu duyduklarını zannederler fakat onları esir alan esas duygu ihtiraslardır. İnsanın ilk tatmin nesnesi ise kendi benidir, kendi bedeni. Aslında birey satın alarak sahip olduğu otomobil, ev, lüks eşyalar ile ve çoğunluğu ezerek sahip olduğu unvan, makam, şöhret ile bir nevi hiçbir zaman var olamayacağını kendine ispatlamış olur, çünkü özgürlük, mutluluk ve anlam satın alınarak ya da bir başkasının hakkı gasp edilerek sahip olunabilecek değerler değillerdir. Evet, ‘başkalarının hakkını gasp ederek’ dedim, çünkü Fromm’da sahip olma tutkusunun bizi şiddet kullanmaya ve başkalarını sömürmeye yönelttiğini ifade eder. Bugün insanlığın geldiği son noktada kitle imha silahlarıyla katledilen milyonlarca insan, yerleşim politikası adı altında yapılan işgaller, sahip olma arzusuyla canavarlaşan insanın yapabileceklerinin şiddetini gözler önüne serer. Verilere göre dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’de nüfusun %16’sı yoksulluk içinde yaşamakta, dünyanın en zengin on beş kişisinin serveti Afrika’nın toplam üretimini aşmaktadır. Tüm bu veriler, “dünyadaki yoksulluğun sebebi, yokluktan değil, hakkına razı olmayanların çokluğundan kaynaklanır” diyen Mustafa Kutlu’nun sözlerini anımsatıyor.

Dünya var olalı beri insanlar sahip olarak hayatlarının ne kadar anlamsız, kendi varlıklarının ise bir o kadar sahte olduğunu maskelemeye çalışmışlardır. Hakikaten insan hayatına anlam ve değer katan şey nedir? Felsefe-bilim tarihçisi İhsan Fazlıoğlu’nun da dile getirdiği gibi; “insan yaşamında bir kez de olsa kendine şu soruyu sorup yanıtlamalıdır: sahip olduğum her şeyi yitirdiğimde, beni ayakta tutacak olan nedir?’’ Sınırsız ve kontrolsüz güç mü, para mı, şöhret mi, unvan ve toplumsal statü mü? İnsan sahip olduğunu sandığı şeylerden ibaretse sahip olduklarının kaybı ile kendini de kaybetmiş olmayacak mıdır? Oysaki hayatın anlamı satın alınarak sahip olunamayacak değerlerde gizlidir. Kapitalizm zenginliğin güç olduğu bilgisini zihnimize kodladığı için acıma duygusunu en çok yoksullara karşı hissederiz. Kendimize acımamak, başkalarının acıma dolu bakışlarına maruz kalmamak için sahip olmak isteriz. Gerçekte acınması gerekenlerse anlamdan, mutluluktan, özgürlükten, kendini tamamlama bilgisinden yoksun olanlardır.

Peki, insan yaşantısını devam ettirmek için gereken temel araç gereçlere de sahip olmamalı mıdır? Bu soruyu sahip olmayı kendi içinde iki kısma ayırarak cevaplandırıyor Fromm; ona göre yaşamı devam ettirebilmek için gerekenlere sahip olmak ve daha sonra karakter yapısı olarak meydana çıkan sahip olmak arzusu birbirinden çok farklıdır. Bunların ilki ihtiyaçlarla, diğeri ihtiraslarla ilgilidir. Tüm bunlardan sonra akla bir soru daha geliyor: Olmanın önündeki en büyük ve tek engel sahip olmak mıdır?

Fromm’a göre “mal-mülk, bilgi kendiliğinden kötü değildir. Tüm bunları kötü yapan, yani kendimizi gerçekleştirmemizi engelleyen ve özgürlüğümüzü kısıtlayan bizim yanlış yaklaşımımızdır.’’ Fuzuli’nin Rind ile Zahit adlı eserinde bu tema çok kuvvetle işlenir. Rind der ki: “Ey Zahit! Dünya lezzetini görmeyenin ondan elini eteğini çekmesi çok kolay. Mecburi yokluğun adını himmet koymak iş mi? Zenginliği bulamamaktan ötürü gönlü fakirliğe vermek iş midir? Asıl hüner, dünyayı önce ele geçirip, sonra terk etmektir.” Terk etme eylemi bakımından insanlar ikiye ayrılır Rind’in gözünde: Dünyayı terk edenler, dünyanın terk ettikleri. Önemli olan kazanılmış olanı terk etmektir. Yoksa zaten elde olmayandan elde olmadığı için vazgeçmiş gibi görünmenin bir manası yoktur bu inanışa göre. Terk ediş, -var olmak için- dünya sahnesindeki oyunun bazı rollerinden vazgeçmek anlamına gelir. Olmak ise sonu gelmez, anlık hazlarının tatmini için sürekli tüketen insanın sahip olamayacağı kadar yücedir. Olmak, Sahip Olmak’ın karşıtıdır. Fromm’a göre olmak, “Hiçbir şeyi elde etmeye, kendine mal etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz.

Fromm, kitabın ilk bölümlerinde Sahip Olmak ve Olmak kavramlarını ana hatları ile irdeler ve sanayi devrimin ardından sürüklenen -ihtiyaçları ve ihtirasları arasındaki farkı kavrayamayan- tüketim toplumunun içinde bulunduğu psikolojik ve sosyolojik çıkmazı ele alır. Psikoloji geçmişi boyunca Sigmund Freud ve Karl Marx’tan etkilenen Fromm, son bölüme doğru Marx, Eckhart ve Schweitzer’in konu ile ilgili, sahip olmak karşıtı fikirleri ile kendi tezini destekler. Son bölümde ise yeni bir toplumun oluşumunu sağlayacak yeni insan modelinin özelliklerini ayrıntılı bir şekilde incelemeye çalışır. Fromm’a göre yeni insan modeli, sahip olmak kökenli tüm davranışlarından vazgeçmelidir. Bu yeni insan modelinin oluşumunda iktidara düşen görevler de vardır elbette, bunlar ütopik, teoriden ibaret fikirler değil; zengin ve fakir sınıflar arası ulusal-sınıflar farklılıkların kapatılması, reklamların beyin yıkamasına müsaade edilmemesi, kadınların ataerkil vesayetten kurtarılması gibi pratik, uygulanabilir çözüm önerileridir. Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak’ta gelişmiş ve gelişmemiş toplumların, ulusların içine düştüğü büyük çıkmazı nedenleri ve sonuçlarıyla inceleyip, bize yeni ve daha yaşanabilir bir dünyaya giden yolun köşe taşlarını veriyor. Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi “Çöl büyüyor, vay haline içinde çöl gizleyenin!’’

Sahip Olmak ya da Olmak, gittikçe büyüyen bir çöle dönüşen dünyamızın içine düştüğü buhranın farkında olan ve belki de hiç fark etmeden bu çölün bir zerresi haline gelen her insanın okuması ve sonrasında kendini ve yaşamını sorgulaması gereken bir başyapıt.

Sevil Türkyılmaz
x.com/arzhal_

8 Eylül 2024 Pazar

Siyasetçi olmayanlar için siyaset

Başlık, Erich Fromm’un yakın zamanda Türkçe’de ilk kez yayımlanan, güzel kitabından mülhem: Psikolog olmayanlar için psikoloji (Say yayınları. Çev: Özlem Özlen Şimşek). Psikolojinin, hiç olmadığı kadar popüler ve saygınlık getirici addedildiği bir zamanda, Türkiye gibi bir ülkede hem çok çekici hem de tehlikeli bir başlık bu. Her isteyenin psikolog olabileceği zehabı doğuruyor, ama elbette, Fromm’un amacı bu değil.

İnsanın bütün hallerini görmüşçesine, süzülmüş bir bilgelikle yazan, sevgisi öfkesine galip bir kalem olarak, ne söylese söylediğinden bambaşka anlamlara kapılar açardı zaten. Burada ise, kendini anlamaya, gerçek anlamda tanıyıp yüzleşmeye, iç hakikatine yaklaşmaya çalışan herkesin belli ölçüde psikolog olduğunu, olabileceğini anlatmaya çalışıyor. Bu çabanın, insanlık için ne denli önemli olduğunu, sessizce belirtiyor.

Açmak gerekirse, söylediği şey basitçe, psikolojinin insanların gerçek anlamda iç dünyasına ulaşabilmesi ve en canlı, en görünmeyen, kor halindeki kısımları anlamlandırabilmesi halinde ilginç ve anlamlı olduğu, aksi halde salt davranışçı bir tutumla insanlara kobay muamelesi yaparak dış gerçeklikten öteye geçilemeyeceği, her türlü sosyal deneyin yanıltıcı olabileceğidir. İnsanı anlamak, ancak insanın kendisiyle mümkündür. Psikolog, iyi bir yol gösterici ve destekleyici olabilir fakat nihayetinde bu çaba, kimsenin giremeyeceği bir yoldan kişinin mutlaka tek başına gitmesini gerektirir.

Esas mesele, insan davranışlarını neyin güdülediği, insanın, yaptıklarını neden yaptığı değil, daha çok yapamadıkları, eyleme geçebilmesine ve istediği gibi bir dünya kurabilmesine izin vermeyen her türlü acının, tutkunun, korkunun ve çaresizliğin içsel ve dışsal hallerinin keşfedilebilmesidir. İnsan, neden göründüğü gibi değildir? Neden, istemediği sayısız insana ve duruma katlanmak zorunda hissetmektedir? Neden, verdiği kararları bir türlü hayata geçirememekte, sahip olduğu değerlerle sürekli ters düşebilmektedir? Sayısız çelişkiyle nasıl olup da uzlaşabilmekte, bütün bunlara rağmen akıl sağlığını koruyabilmektedir? Güce nasıl olup da bu kadar kolay teslim olabilmektedir?

Evet, psikolojinin esas sorusu belki de nasıl olup da akıl sağlığının yitirilmesi ya da bozulması değil nasıl olup da yitirilmiyor olması, korunabilmesidir? Fromm, her bilge gibi o ana kadar bildiğimiz her şeyi bir anda ters yüz edebilen de bir kalem. O nedenle, sormaya devam etmelidir: Hangi mekanizmalar, hangi yanılsamalar, hangi kendi kendini aldatmalar ve hangi çaresiz kabullenişler bunda etkilidir? Fromm’un söylediği şey, her insanın belli ölçüde kendi kendisinin psikoloğu olabileceği ve ancak böyle olursa toplumsal bir ruh sağlığına ulaşılabileceğidir.

Aksi halde, dışarıdan bakıldığında oldukça sağlıklı ve aktifmiş gibi görünen ama içten içe büyük bir pasivitenin mahkûmu, bireyselleşememiş, itaatkâr, aklını yitirmemek için çelişkilerini aklileştirmekten başka çaresi olmayan, düşüncenin yerine inancı koyarak sorgulanabilir olanla bağını koparan bir insan tipi egemen hale gelecektir. Bu insanlar, ne kadar aktif gözükürlerse gözüksünler her zaman yorgun -Fromm’un tabiriyle “ebedi bebekler” olarak- her zaman bakıma muhtaç olacaklardır. Olan biten karşısında tepkisiz değillerdir, görünürde karşı düşüncelere sahipmiş, farklı bir ses çıkarmaya çalışıyormuş gibi gözükseler de bu aslında baştan belli tepkiler, sınırları belirlenmiş eylemlerdir: “Yalnızca tepki veren ya da bir şeye zorlanan, itilen insanın, yani klasik anlamda pasif olan bir insanın aktivitelerine baktığınız zaman, tepkisinin asla yeni bir şeye neden olmadığını fark edersiniz. Tepki rutindir. Tepki her zaman aynıdır. Belli bir dürtünün ardından hep aynı tepki gelir. Her defasında ne olacağı önceden bilinir. Her şey hesaplanabilir. Burada bir bireysellik yoktur, herhangi bir güç açığa çıkmaz, her şey programlanmış gibidir.

Oysa, canlı ve gerçek anlamda aktif insan, hiçbir zaman, bütünüyle beklendiği gibi tepki vermez. Bütünüyle kestirilebilir, öngörülebilir ve yönlendirilebilir değildir. Dışarıdan kontrol edilebilir de değildir, dolayısıyla. Kendi kararlarını, kendi başına alabilecek güçtedir ve bu onu kaçınılmaz olarak, öngörülemez ve politik kılar. Diğer bir deyişle, dışsal otoritelerden çok içsel nedenlere bağlı hareket eden her insan, son derece aktif, üretici bir ruhsal haz ve güçlü bir var edici sevgi hissi içindedir. Bu nedenlerle, bu kişinin, toplumda olan bitenlere kayıtsız kalması diye bir şey söz konusu değildir; Kaçınılmaz olarak, politiktir.

Pasif insanı ise, daha çok bürokrasi çevrelerinde görmek mümkündür. Pasif insan, her zaman için verilmiş kararlar almaya, üstlerini memnun etmeyi ve mevzuatın söylediğini yapmayı toplumsal yararın önüne koymaya hep hazır, üstündekilere karşı aşırı itaatkâr ama altındakilere karşı baskıcı, ne kadar çok insana hükmederse o kadar güçlü olduğu hissi içinde bir insandır. İçselleştirilmiş bir hiyerarşik bakışla hemen her zaman eşitsizlikten yanadır. Aynı zamanda saldırgan ve yıkıcı tarafları vardır. Sadist eğilimlere sahiptir. Yılların alt öfkesiyle yaşamaktadır: “Her zaman için alt seviyede, sosyal piramidin en altında yer alan, yaşamdan çok az zevk alan, eğitimsiz, yavaş yavaş toplumsal işleyişin dışına itildiklerini gören, motivasyonları ve çıkarları [güçlü ilgileri] olmayan ve içlerinde çok büyük bir öfke biriktiren tüm sınıflarda sadistlik vardır.” Burada, baskın karakter, kızgın ve öfkeli pasifliktir. Bu tür insanların yaptığı her eylem, bir karşı eylemdir ve hınç içeriklidir. Ancak çaresiz ve tükenmiş, zavallı addedebilecekleri insanlara iyi olabilmektedir. Bu kişiler açısından, siyasetten çok devlet bürokrasisi daha uygun bir eylem alanıdır.

Bu insanların, fazlaca ve belirleyici olduğu yerlerde, yaşamdan kopuk bir düzene abartılı derecede ilgi, bireysel tutumlar belirleyememe, insanlara eşya muamelesi yapmaya yatkınlık, yaratıcılığı olmayan işlemlerle vakit geçirmekten bıkıp usanmayan, coşkusuz bir kendini tekrar etme hali ve temel bir duygu olarak mevzuattan ya da üstlerinden geleni yapamama halinde duyulan yoğun bir suçluluk hissi bulunur, bolca. Bu insanlar, sanılanın ya da beklenenin aksine anti-politiktirler. Risk almayı, düşüncelerini açıktan dillendirmeyi ve toplum için hareket etmeyi sevmezler. Yaptıkları her şey dönüp dolaşıp kendi kişisel davalarına hizmet eder. Aksi halde her şey, önemsiz ve anlamsızdır. Yakıcı bir güç arzusu ve düşkünlüğü olsa da bunu belli etmemeyi büyük bir erdem sayarak uygun zamanı beklerler. Tam da bu nedenlerle, bir kez daha, anti-politiktirler. Politikanın bireyselle toplumsalı buluşturan, açık bir kamusallığı zorunlu kılan, insanın iç canlılığının dışarıya taşmasıyla var olan, gerçeğe bağlı var edici ve de özgürleştirici içeriğinin tam tersine, toplumsal olanı bireyselleştirir, gerçeği tahrif ederek kendi gerçeklikleriyle örtüştürürler. Siyaset yapmak, doğal ve kendiliğinden bir yönelim değil sayısız hesaplarla alınan kararlarla mümkün bir pasif aktivitedir. Siyaset, bütünüyle parti siyasetinden ibarettir.

Fromm’un, üzerine fazlaca düşünüldüğü ve herkesçe belli ölçüde bilindiği için basitçe söylenebilirmiş hissi veren ama gerçekte hep ince nüanslarla yüklü düşünceleri, gerçek anlamda toplumsal değişim getiren siyaset için, bağımsız, bireyselleşmiş insanların olmazsa olmaz olduğunu söyler: “Siyaset için bulundukları yerde düşündüklerini ve bildiklerini özgürce söyleyen, siyasi olarak aktif insanların olması şarttır.” Bu karakter, genellikle parti örgütlerinden çıkmaz. Bu karakteri, parti işlerine hiç bulaşmamış, sıradan insanlar arasında aramak lazımdır. Politikayı ayrı bir iş ya da eylem olarak düşünmeyen, politika yapıp yapmamanın bir karara bağlı olduğunu hissetmeyen, kendi iç canlılığının ve hayata olan tutkulu bağlanışının organik sonucu olarak politikayla ilgilenen insanlar ancak gerçeğe bağlı politikalar üretebilir, yalanlara ve yanılsamalara boyun eğmeyebilirler. Bu nedenle, kahve köşelerindeki o bildiğimiz atıp tutmalar çok ama çok değerlidir.

Fromm açısından insanın iç gerçekliğiyle toplumsal gerçeklik arasında birbirini bütünüyle belirleyici bir ilişki vardır. İnsan, iç dünyasında ne denli kendi gerçekliğinin farkına varır, kendi kendini aldatmayı bırakır, yalanlarına son verirse toplumsal alanda da aynı ölçüde gerçeği kavrama yetisine sahip olur. Özel ve kamusal, hiç olmadığı kadar iç içe geçer ve ayrım neredeyse yok olur. “Özel ve kurumsal olan birbirinden ayrılamaz. Her ikisi de birbirine aittir…insanın kendini tam olarak kavrayabileceğini ama sosyal süreçlere karşı kör kalabileceğini düşünen pek çok psikanalistin yaptığı hatadır. Bu yapılamaz, çünkü gerçeklik bölünemez. Bir yerde gerçeği görüp başka yerde kapalı kalınamaz…İnsan kendini ancak başkalarını doğru görebilirse, onları toplumsal koşulları bağlamında görebilirse, yani dünyada olup bitene eleştirel bir bakış açısı getirebilirse doğru bir şekilde görebilir.”.

Fromm için siyaset, siyasetçi olanlardan çok olmayanlara ait bir iş olmalıdır. Kendi gerçeğiyle yüzleşemeyen, yaşadığı geçmişi inkâr edip travmalarından öfke devşiren insanlar için aldanma kaçınılmazdır. Türkiye gibi ülkelerde siyasetçi denilen “meslek erbabı” genellikle gerçeklerle yüzleşme aracı ve iktidarı olarak siyaseti seçmekte -pardon siyaset yapmaya karar vermekte!- fakat bu dışardanlık ve ayrı bir iş olarak görme hali, siyasetin siyasallaşarak topluma yayılmasını engellemektedir. Halktan kopuk siyasetse, gerçekliği, istenildiği gibi manipüle edilebilir hale getirmektedir. Fromm, bu noktada, gerçeklikle siyasetin -psikolojiyle siyasetin de denebilir- ayrılmaz ilişkisine dikkat çeker: “Siyasi ilerlemenin, gerçeğin ne kadarının bilindiğine, onun ne kadar açık ve cesurca dile getirildiğine ve insanları ne kadar etkilediğine bağlı olduğuna inanıyorum.

Belirtmek gerekir ki siyaset yapmak siyasetçilere ait bir iş olmadığı gibi, gerçekte bir sanat ya da zanaat türü gibi, yapılabilen bir şey de değildir. Siyaset, bireysel gerçekliğimizle toplumsal gerçekliğin yüzleşmesi sonucu açığa çıkan yapıcı enerjinin ön alınamaz şekilde açığa çıkması ve toplumsal sorumluluğun her şeyiyle üstlenilmesi işidir. Tam da bu yüzden -Fromm’un dediği gibi- her insan, “kendi mizacına, mesleğine, yeteneklerine uygun şekilde siyasetle ilgilenmelidir, hatta tutkuyla ilgilenmelidir.” Bir adım ileri giderek diyebiliriz ki siyaset, içsel tutkularımızın toplum için rasyonelleştirildiği, tutkularımızın en anlamlı varoluş alanıdır.

Kısacası, psikolog olmayanlar için psikoloji neyse, siyasetçi olmayanlar için de siyaset odur; Yani, varoluşsaldır.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

9 Aralık 2022 Cuma

Kendini tanımak geçmişin bitmeyen analizidir

Olmadık zamanlarda olmadık kitaplar okuduğunuz olur mu? Bana çok olur. Eski bir alışkanlığımdır bile diyebilirim. Lise zamanlarında ne zaman zorlu bir kimya ya da fizik sınavı olsa önceki iki gün boyunca dayanılmaz bir roman okuma açlığı çekerdim. Ne olduğuna nasıl olduğuna bakmaksızın her türlü edebi metnin içinde sımsıcak bir dünyanın yattığına dair dayanılmaz bir çekim hissederdim (Ancak böylesi zamanlarda ilgi gösterip okuyacağım türden bir kitaptı, Jacqueline Susann’ın Bir Defa Yetmez’i. O gün bugündür tadı damağımdan gitmez.) Ne zaman gecikmiş bir raporu bitirmeye çalışsam kütüphanemde okunmayı bekleyen kitapların canlı birer varlığa dönüşüp yalvarırcasına bana baktıkları gibi bir hisse bürünmüşümdür. Herkes hazır halde bir toplantı için beklerken elimdeki konuyla ilgisiz kitaptan sırf birkaç cümle daha okuyabilmek için geciktiğim epeyce vakidir.

Geçmişe dönüp bakınca bütün bunlar bir tür kaçıştı elbette ama sonradan fark ettim ki mantığa galip gelen her türlü tutku aslında bir tür kaçışla başlar. Evinden hiç kaçmayan insanlar için hayat bitmeyen sınavlardan ibarettir belki de. Hep yapılması gerekeni yapılması gerektiği gibi yapmak insanın asla kaçamamasının ardındaki gerçek neden değil midir zaten! Bu sayede anladım ki insanlar bir tutkuya kapıldıkları için kaçıyor değillerdir ve de. Kaçtıkları için tutku dolular! Konforundan vazgeçmeden korkularla yüzleşmek diye bir şey yoktur. Diğer bir deyişle, korkularımız nedeniyle konforlu dünyamıza mahkum olmayız, böylesi bir dünyanın esiri olduğumuz için korkularımızın mahkumuyuzdur.

En iyi sanat eserlerinin en kasvetli zamanlarda yazılması da boşuna değildir. Olmadık zamanlarda okuduğumuz kitaplar ne olduğumuza dair daha şaşmaz birer göstergedir; hiçbir neden yokken yapılan işler gibi içimizin derinliklerinden kendi başına süzülüp gelen duyguların tezahürü olduklarından dış dünyanın yüzeyselliğinden derinlere birer çağrı gibidir. Tutku da tam olarak böyle bir şey değil midir! Öylesine okunan kitaplar tutkularımızın gösterişsiz bir davetidir. Öylece bırakıverdiğimizde bir anda başka bir dünyanın içine girdiğimiz eşsiz bir yolculuk gibi.

Şimdilerde yine çok işim var! Bekleyen zorunluluklar, gündemin ağır kasveti ve gündelik hayatın ne yapsanız azaltıp vakit arttıramadığınız rutinleri… Böyle bir zamanda elime geçen bir kitap, dış dünyanın baskısından sıyrılıp kendimi dinlememe çok yardımcı oldu. Erich Fromm’un Dinleme Sanatı’nı (Say Yayınları) okudum hiç de lüzumu yokken! Evde nereye kafamı çevirsem karşıma çıkıp durdu ve kelimenin tam anlamıyla -ve başlığıyla tezat bir ironiyle- canlı bir varlık gibi benimle konuştu. Dinle beni diyor gibi geldi! Dur ve dinle! İyi bir öğrenci gibi harfiyen dinlemem gerektiğini hissettim. Okudukça nedenini anladım. Bu kitap okunmak için değil dinlenmek içindi. Çok iyi şeyler söylüyordu.

Okuyunca ilk fark ettiğim çarpıcı görüşlerden biri, nesnel gerçeklikten kaçışın zannedildiği gibi psikolojik bir zayıflık değil belki de tam aksine öznel deneyimin, doğası gereği kontrol edilemez olan nesnel gerçekliği denetim altına almasının bir yolu olduğuydu. Şöyle diyordu Fromm: “Bir şey, toplumsal faaliyetlerimize engel oluyorsa onu semptom olarak ilan ederiz. Bu yüzden, en ufak bir öznel deneyimi olamayan ve şeyleri tamamen gerçekçi olarak gören birinin sağlıklı olduğu farz edilir. Bu kişi gerçeği, kontrol edilebilir veya idare edilebilir bir şey olarak ayırt edemeyip sözde normal birini etkileyemeyecek içsel bir deneyimin, bir duygunun, en üstü kapalı duygunun farkında olabilen bir psikotik kadar hasta olabilse bile.” (s.48).

Kitabın alt başlığı, psikanaliz ve psikanalitik terapiler üzerine notlar; fakat içinden çıkılamaz psikanaliz kitaplarına hiç benzemiyor. Dinleme sanatı derken elbette ki terapiste gelen insanların dinlenmesine göndermede bulunuyor ama mesajın bununla sınırlı olmadığı açık. Fromm, psikanalizin amacını basitçe, “kendini tanımak” olarak belirtiyor ve şöyle diyor: “‘Kendini tanımak eski bir insani ihtiyaç; Yunanlardan ortaçağa, modern zamanlara kadar kendini tanımanın, dünya hakkındaki bilginin temeli olduğu fikrini görürsünüz ya da Meister Eckhart’ın çok çarpıcı bir şekilde ifade ettiği gibi, ‘Tanrı’yı tanımanın yegâne yolu, kendini tanımaktır.” (s.45). Bize hiç de yabancı şeyler değil elbette ama bizim için kendini tanımak nedense hep zor ve yabancı olagelmiştir ve kitaba her şeyden sıyrılıp kulak verdiğinizde buna dair çok şeyler duyabilirsiniz. Kitabın iddialı görüşlerinden biri -ki son derece önemli- her insanın kendini tanımaya çalışarak iyileştirebilmesinin - bunu, herkesin kendi başına yapabilmesinin mümkün olduğudur.

Bu nasıl yapılır peki? Fromm’a göre, psikanaliz bir geçmiş araştırması değildir. Her zaman eksik olan şimdinin ve nesnel gerçekliğin geçmişe gidip tamamlanması, bilinçsiz süreçlerin kavranmasıdır. Dolayısıyla, kendini tanımak demek gerçekliği görmeye çalışmak değil, sadece sizde olan bir şeyle onu tamamlamaktır. Bu noktada geçmişe gitmek bir anlamda en derinlere inmektir çünkü en fazla yapmak isteyip yapamadığımız şeyler en gerilerdedir. Çocukluk, bilinçten çok bilinç dışında yaşanan bir dönemdir. Bu nedenle, kendini tanımak geçmişin bitmeyen analizidir: “Kendimi analiz ederken -bu her gün yaptığım bir şey- kasıtlı olarak beş yaşındayken, on beş yaşındayken…hissettiklerimi hissetmeye çalışırım; bu duyguları içimde hissetmeye, çocukluğumla ilgili bağlantımı, canlı kalması için sürekli açık tutmaya çalışırım çünkü bu, içimde şimdi olan biten ama farkında olmadığım şeyleri anlamama ve farkında olmama yardım eder. amaç, geçmiş araştırması yapmak değildir.” (s.57).

Fromm için “Çocukluktaki deneyim ancak tekrar yaşanırsa, hatırlanırsa önemlidir” ve kendini tanımanın amacı “şimdi olanı, geçmişte olan neyle açıklayabilirim sorusu değildir” (s.58,59). Amaç, şimdi olanı eksiksiz deneyimlemek ve hissetmektir. Ancak bu sayede tam anlamıyla anlamak mümkündür. Nesnel gerçeklik, kendimizi ona kattığımızda tadı olan bir şey halini alır ki her türlü acıya ve anlaşılmazlığa rağmen yaşama neşesi buradan gelir. Başka bir ifadeyle, hayata neşesini veren şey yaptıklarımız değil yapmayıp içimizde tuttuklarımız ya da yapmak isteyip yapamadıklarımızdır.

Modern yaşam, her şeyin mümkün olduğunu ve bunun için gerçekçi bir realist bakış açısının gerekliliğini dayatır. Buna göre, fizik sınavından önce roman okuyan çocuk sınavı kesinkes kaybeder. Duyguları ve öznel deneyimleri geride tutmaya, hayatın her alanında gerçekçi olmaya zorlar. Oysa Fromm’a göre hastalık tam olarak budur: “Hiçbir şey hissetmiyorsanız, hiç öznel deneyiminiz yoksa önemi olan tek şeyin icraat, gerçek icraat olduğu bir toplum için en uygun kişisiniz. Oysa tam da bu nedenle sağlıklı değilsiniz. Kim daha hasta, psikotik denilen kişi mi yoksa gerçekçi denilen kişi mi?” (s.79).

Fazla gerçekçi olmak, aynı zamanda öteki insanlardan ve onların öznel deneyimlerinden faydalanamamaktır. İnsanın nesnelliğe yenik düşüp kendinden uzaklaşmasıdır. İnsanın her şeyin akılla idare edilebilir olduğunu, başarı kazanması halinde mutlu da olacağını sanmasıdır. Fazla gerçekçi insanlar, diğer insanlarla kopuk ve hakikiliği düşük bir ilişki kurduklarından, açığı kendilerine yönelerek kapatma eğilimindedirler ama bu tam da hastalık nedenidir. “İnsanın sadece kendi problemleriyle ilgilenmesi, iyileşmesini veya tam bir insan haline gelmesini sağlamaz. İnsanın tek ilgi alanı kendisiyse güçlü, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşayamaz.” (s.165).

Fazla gerçekçilik eleştirel düşünmeyi de öldüren bir etki yapar. Bu yaşandığında, hayat bizim olmaktan çıkar, kendini bize zorlar ve dayatır, altında ezilmemek için sürekli daha fazla başarılı olmak gerektiği duygusuyla karşımıza sayısız fizik sınavı çıkarır. Fizik sınavı varken roman okumak, olanı olduğu gibi kabul etmeyen bir duygunun peşinden gitmek, tehlikelere karşı gelmektir. “Eleştirel düşünme, hayattaki tehlikelere karşı insanın sahip olduğu yegane silah ve savunmadır. Eleştirel düşünmezsem cidden ilk günden beri beynimi yıkayan, tüm yayılmış etkilere, telkinlere, bütün hatalara, yalanlara maruz kalırım. Eleştirel düşünemezse insan özgür olamaz, kendisi olamaz, kendi içindeki merkezine sahip olamaz.” (s.167).

Başa dönersek eğer, olmadık zamanlar olduğumuz zamanlardır!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

24 Kasım 2022 Perşembe

İnsan sorular sormak ve düşünmek zorundadır

Erich Fromm’un yakın zamanda Say Yayınları tarafından yeniden basılan Umut Devrimi adlı kitabında, insanın ilk günden itibaren sormaktan hiç bıkıp usanmadığı bir soru olan, “insan olmak ne demektir?” başlıklı bir bölüm var. Bu soru hep var, çünkü insanlık tarihi aslında insan olamamanın tarihidir bir bakıma. İnsan hep eksik ve noksandır bu nedenle. Ne olduğunu tam olarak bir türlü bilememenin trajik tarihinin ürünüdür. Bu nedenle sorular sormak ve düşünmek zorundadır.

Düşünmek, onun ayırdedici bir yüce vasfı olduğu kadar trajik bir duygudan kurtulma çabasıdır da. Düşünmemekse, bu duygudan uzak durma çabasıdır bir yerde ve insan olmanın ne demek olduğuna cevap getiren bütün öğretiler gücünü buradan alır. İnsanı ne kadar az düşündürürse o denli güçlü bir etki bırakır ve ölüm dışındaki her türlü güvensizliklerini ortadan kaldırır. “İnsanoğlunun bilinçlilik için ödediği bedel, güvensizliktir. Bu güvensizliği kaldırabilmek için, insansal koşulun farkında olmak ve onu kabullenmek, başarıya ulaşacağı garantisinden yoksun olmasına karşın, başarısızlığa ulaşmayacağını ummak durumundadır. Kesinlikten yoksundur, emin değildir; bir tek kesin öngörüde bulunabilir: ‘Öleceğim’” (s.86).

Hayvanlar öyle değildir oysa. İyi bakıldığında saldırıya maruz kalmadıkları müddetçe kendilerinden emin ve memnun oldukları gözükür. İnsana özgü huzursuzluktan eser yok gibidir. Sanki ne olduklarını gayet iyi bilmekte ve onun gereğini yerine getirmekte gibidirler. Başarıya ulaşacaklarından emindirler ve dahası, öleceklerinden habersiz oldukları açıktır. İnsansa, derbeder bir arayışla yaşamaya mahkumdur. Nedir o? Homo sapiens mi, homo faber mi? homo ludens mi? Nedir tam olarak? Şunu gayet iyi biliyoruz ki açıklamaların hepsi -tıpkı insanın kendisi gibi!- eksik ve yetersizdir. O nedenle bu soru her dönem yeniden sorulmak durumundadır: insan olmak ne demektir?

Fromm, her şeyden önce bu sorunun cevaplanması belki de imkânsız olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu nedenle, insanların nasıl da kolayca kendilerini kandırarak, bu soruya cevap verdiklerini zannettiklerini ortaya koyuyor. Ait olduğumuz toplum ya da kültürü insan olmanın özgün bir biçimi değil de yaratılışımızın özü gibi görmemizi böyle açıklıyor mesela. “İnsan, kendi insanlığını, kendisini özdeşleştirdiği toplum açısından bu kandırmacanın gerçekleştiği ölçüde tanımlar.” (s.81) Genel kural bu olsa da neyse ki bu kuralı bozup dışına çıkanlar da hep olmuştur: “Çünkü kendi toplumunun boyutlarının ötesine bakan insanlar olmuştur daima -bunlar, kendi yaşadıkları dönemde aptal ya da suçlu damgasını yemiş olabilirler, ama gene de insanlık tarihi sayfalarından bakıldığında, bu insanların büyük insanlar listesini oluşturdukları görülür, işte bunlar, baktıkları ufuklarda evrensel olarak insansal denebilecek ve o belirli toplumun, insan doğası anlayışıyla çakışmayan bir şey gören insanlardı. Kendi toplumsal varoluşlarının sınırlarının ötesini görebilecek denli gözü pek ve düş gücü zengin insanlar vardı her zaman için.” (s.82)

Dolayısıyla, insan her kalıba girebildiği gibi her kalıbı da kırabilir. Özgür de olabilir köle de. Düşünceye saygı da duyabilir öfke de. Kötülüğü de seçebilir iyiliği de… “Gerçekten de, insanoğlu hemen hemen her şeyi yapabilir ya da belki daha doğrusu, toplumsal düzen insanoğluna hemen hemen her şeyi yapabilir. Buradaki ‘hemen hemen’ önemlidir.” (s.87)

Buradaki hemen hemen önemlidir çünkü her zaman için her şeyi bütünüyle başka türlü yapabileceği olasılığının canlılığını gösterir. Tarih bir tür sonsuz olasılıklar içinde sonsuz olmayan bir dünyanın varlığının göstergesidir ve insanın aynı zamanda tarihsiz bir varlık olduğunu görmemizi ister gibidir. Diğer yandan, “İnsanoğlunun tarihi, insanoğluna neler yapılabileceğini ve aynı zamanda nelerin yapılamayacağını kesin olarak göstermiştir.” (s.88)

Fromm’un gayet yerinde bir şekilde işaret ettiği gibi, eğer insan sonsuz olasılıklı kalıpların içinde yok olup gitseydi devrimlerden hiç söz edemezdik. Büyük değişimler yaşanamazdı ve kültür, insanın tek efendisi olarak yegâne belirleyici olurdu. Ama öyle olmadı! Çünkü hakikat diye bir şey vardı ve insan, hiçbir zaman ulaşamayacak olsa da bunun olduğunu hep bilerek yaşadı. Ayaklarını gerçeğe -ve toprağa- bastığı ölçüde varoluşunun esas belirleyicisi haline geldi. “İnsan…ayaklarını toprağa basmak, ona dokunmak ister; insanoğlu, gerçeklikle ne denli eksiksiz bir ilişki içinde olursa o denli güçlü olur. Yalnızca koyun olduğu sürece ve gerçekliği temelde, kendi toplumunun insanları ve şeyleri daha elverişli bir şekilde çarpıtabilmesi ya da ustalıkla yönetebilmesi için oluşturulmuş bir uydurmacadan başka bir şey değilse, kişi zayıf bir insandır.” (s.90)

İnsanın yeryüzündeki onmaz güvensizliğinin altında işte bu uydurmaca bir hayatın dışına çıkmaktaki başarısızlığı yatar. Kültür denilen şey de bir tür kurmaca anlamında uydurmaca değil midir zaten? Güvende hissetmemiz için ödediğimiz büyük bedel sayesinde hayal gücümüzü kendisine bağlayan bir uyum dünyası ya da…oysa tam tersine, insan, “Gerçekliği toplumun kendisine sunduğu bir veri olarak kabullenmek yerine kendi başına kavramada ne kadar başarılı olursa, o denli güven içinde hissedecektir kendisini.” (s.90)

İnsan olmak ne demektir sorusunu sormamızın bir diğer nedeni de açık ki hayatın salt karın doyurmak ve başını sokacak bir yer bulmaktan, çoğalıp yeni nesiller yetiştirmekten ibaret olmamasıdır. Öyle olsa hiçbir sorun olmayacaktı belki de. Bütün bunlar bir son değil başlangıçtır çünkü. İnsan, bütün bunları bu soruyu sormak için gerekli şartları sağlamış olmak için yapar. Sonrasında bu soruyu sorar ya da sormaz.

Eğer insanların özgürlükleri sürekli olarak baskılanmış, ne düşünecekleri kontrol edilmiş ve yalnız kalıp kendi kendilerine dönmek zorunda kalmamaları sağlanmış ise içsel canlılık önemli ölçüde yitirilmiş ve soru sorup yaşamın üzerine çıkamayacak bir sindirilmişlik içselleştirilmiştir. Yaşam, onu aşma gücü yitirildiğinde bizatihi bir üst amaca dönüşür ve o andan itibaren araç olan, uğruna yaşanılacak olana dönüşür. Karın doyurmak, daha iyi karın doyurmaya, barınmak daha iyi barınmaya ve yaşamak daha iyi yaşamaya dönüşe dönüşe hiçbir zaman yakalanamayacak amaçlar halinde hayat kendisini kabul ettirir. Bu bir tür umut yanılsamasıdır aynı zamanda. Başka bir ifadeyle yaşamın özünü veren umudun gündelikleştirilerek yok edilmesi. Artık dışına çıkılacak ya da ötesine geçilecek bir hayat yoktur, geçici ve anlık tamamlanmışlıklar, umudun küçük parçalar halinde varlık bulması vardır, toplum ve kültür kendi gücünü yeniden üreten bir büyük belirleyici haline gelmiştir.

Oysa tarih yine gösterir ki insan tarihin zorunlu sonucu olmamıştır hiçbir dönemde. Diğer bir deyişle, determinizm insana işlemez. O belki de determinizmin tam bir kesinlikle işlemeyeceği tek canlıdır ve bu nedenle, düşünmek zorunda kalmıştır. Ve bu nedenle zorunda kalmadıkça düşünmeme eğiliminde olmuştur önermesi de doğrudur. İnsan, hiçbir deterministik nedene uymak zorunda olmadığı gibi toplumuna ya da kültürün emrettiğine de uymak tam bir zorunluluk olmamıştır. “Bunun sonucu olarak, düşünme süreci toplumunun düşünce kategorilerine uymak zorunda değildir ve düşlerde gördüğümüz o garip yaratıcılığı gösterir.” (s.99)

Dönüp tekrar soracak olursak, insan olmak ne demektir sorusunun cevabı bizatihi bu sorunun kendisidir. Yani, insan olmak bıkıp usanmadan bu soruyu sorarak yaşamak, hiç olmayacak olsa da olmaya çalışmak için bitmeyen bir çabayla yaşamak demektir ve ne gariptir ki çok az insan böyle yapabilmektedir! Çok az insan zorunda olmasa da düşünmekte ve hiç de zorunluluk değilken acı duyup dert edinebilmektedir. Hiç gerçekleşmeyeceğini bilse de hayal kurmaktan vazgeçmemekte ve gerçek dünyada olmasa bile düşlerde özlemlerini gerçekleştirmektedir. Belki de bu yüzden o ne homo sapiens, homo faber ya da homo ludens olmayıp Fromm’un dediği gibi homo esperans olması, yani umut etmesiyle diğer canlılardan ayrılır.

Bu soruyu sormamak hayatı umutsuz bir bekleyiş halinde yaşamaktır ve insanlık büsbütün yok olmadığı sürece bu soru hep var olacaktır.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

27 Mart 2019 Çarşamba

Bir şeylere sahip olmak ya da kendin olmak

"Ruhumuz kendi doğasıyla uyumlu şeyler yaptığında, huzurlu ve mutludur. Ama doğasına ters bazı davranışlara yöneldiğinde acı çeker."
- Spinoza, Ethica

"Ne kadar kendi oldu insan 
O kadar başka."
- İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı

Bir psikanalistin kitabını okuduğumuzda en çok dikkatimizi çekecek şey tespitlerin, çözümlemelerden çok daha fazla oluşudur. Söz konusu psikanalist mesleği dışında edebiyatla ya da sanatın diğer alanlarıyla sınırlı bir irtibat kurduysa da bunu hemen anlar, kitabı okurken yer yer konsantrasyon kaybı yaşarız. Özellikle psikolojiyle arası 'iyi' olan bir okur, okuduğu kitabın her telden bir şeyler söylemesini ister. Yalnız psikoloji, psikanaliz olmamalıdır mevzu. Dünyadaki yaşam darlığı, insandaki gönül darlığı, politik ve ekonomik vaziyet, toplumsal akıbet...

İlk olarak 1956'da yayınlanan Sevme Sanatı kitabını okuduğumda, neden bu kitabın lise çağlarındaki öğrencilere 'zorunlu' okutulmadığını sorguladığımı hatırlıyorum. Erich Fromm'un 1958'deki röportajında söylediği gibi herkesin hakkında mutlaka bir şeyler konuştuğu sevmek sahiden neydi? Neden insanın temel gereksinimlerinden biriydi? Fromm hangi sebeplere dayanarak sevmenin günümüzde çok nadir görülen bir fenomen olduğunu söylüyordu? Çok fazla hisse sahip olmak, 'gerçek sevgi'nin üzerini örtüyor muydu? Bizim sevgi olarak bildiğimiz şey aslında bir illüzyon muydu? Gerisini Fromm'dan okuyalım: "Sevmek, içine düştüğümüz bir durum olamaz. Sevmeyi bizim başarıyor olmamız gerekir. Bu da sevmenin ve sevme yeteneğinin hayattaki en önemli şey hâline gelmesi demektir."

Yazıda bahse konu ettiğim kitabın sevmeyle nasıl bir alakası olduğunu düşünüyorsanız, bir üst paragraftaki alıntıyı sürdürerek cevap verebilirim. Fromm, kendisine yöneltilen "Bizim için sevmek neden bu kadar zor? Size göre bizdeki sorun ne?" sorusuna gayet anlaşılır ve her yönüyle acımasız (gerçek) olan şu cevabı veriyor: "Çünkü başka şeylerle ilgileniyoruz. Başarılı olmakla ilgileniyoruz. Parayla ilgilileniyoruz. Araçlarla ilgileniyoruz. Pazar günleri hakkında konuştuğumuz en önemli şeyler en az dikkat harcadığımız şeylerdir. Sevmek kolay değildir."

İşte Sevme Sanatı'ndan tam 20 yıl sonra yayınlanan Sahip Olmak ya da Olmak, esasında bir şeyi gerçekten sevmekle (onunla-olmak) ona sahip olmak arasındaki büyük farkı açan sıra dışı bir kitap.
Henüz başında, endüstri çağındaki o büyük vaatlerin neden gerçekleş(e)emediğini sorguluyor. Fromm burada sistemin kendisinden doğan iki psikolojik kaynak sebebiyle başarısız olunduğunu düşünüyor:

"1. Yaşamın tek amacının mutluluk ya da bir başka deyişle, maksimum hazza ulaşmak olarak görülmesi. Bunu, tüm isteklerin veya bütün öznel ihtiyaçların tatmine ulaştırılması (radikal hedonizm) olarak tanımlamak da mümkün.
2. Sistemin kendi varlığını koruyup, sürdürebilmesi için desteklemek zorunda olduğu bencillik, yalnızca kendi çıkarını düşünmek, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi karakter özelliklerinin, uyumu ve barışı sağlayacağı inancı."

Tespitten sonra hemen analize girişiyor Fromm. Felaketten kurtulabilmenin bir yolu olup olmadığını sorguluyor bu kez. Varlığı tehlikeye düşmüş birinin buna hiçbir tepki göstermemesini delilik olarak nitelendiriyor ve bu kitabın, "neler yapılmalı?" sorusuna bir cevap olarak yazıldığını belirtiyor. İlk bakış ise dil üzerinden geliyor. Dilin değişimini muazzam bir pencereden yorumluyor Fromm: "Bir hasta psikiyatriste gidecek olsa şöyle der: 'Benim bazı sorunlarım var'. Birkaç yüzyıl önce ise 'Kendime bazı şeyleri dert ediyorum diye başlardı. Modern konuşma dili, yabancılaşmanın vardığı büyük boyutları iyice ortaya koyuyor."

İnsan ile doğa arasındaki birlikteliğe, 'olmak' bağlamında büyük bir kıymet veriyor Fromm. Günümüzde insan ve doğa arasındaki birlikteliğin kaybolmasıyla birlikte, kendimizi sürekli izole edilmiş ve dolayısıyla yalnız hissettiğimizi söylüyor. Yeniden doğayla 'bir olmak' imkânı oluşturmamız gerektiğinin üzerinde duruyor. Biz duygusuna olan ihtiyaç böylece yeniden kitabın gündemine oturuyor. Başkalarıyla bir olmak, özellikle de toplumla aramızdaki bağlantı, bizim kendimize verdiğimiz önemi, değeri de yeniden ortaya çıkarıyor. Günümüzdeki kâr-kazanç-mülkiyet temeli üzerine kurulmuş olan toplum (ve hatta aile) elbette insanları olmaya değil, sahip olmaya davet ediyor. Bu davet çoğu zaman mecburiyet hissini de güdülüyor. En sonunda insan bu mecburiyete dahil oluyor, yani zorunda kalıyor. Fromm bunun sebebini toplum dışına atılmaktan ve yalnız kalmaktan korkmak olarak yorumluyor. Bu tip bireyler çoğunluğa uyma meselesinde başı çekiyorlar.

Sahip olmak ve olmak üzerinde düşünürken güven-güvensizlik, dayanışma-uzlaşma, sevinç-hoşnutluk, günah ve bağışlama, ölümden korkmak-yaşamın doğrulanması, burada ve şimdi - geçmiş ve gelecek gibi kavramları da yeniden yorumluyor Fromm. Endüstri toplumunda zamanın egemenliği hüküm sürdüğünden, insanların da her geçen gün rutinleşen, dolayısıyla insanı zehirleyen ve bunun da hiç farkında olmadığı bir yaşamın normalleştiğini söylüyor. İnsan sadece boş zamanlarında bazı şeyleri yapabilme imkânına sahiptir. O da aklına gelirse. Diğer insanlar da zamana karşı hükmen mağlup bir vaziyettedir ve sürekli boşvermekte, tam bir tembellikle hiçbir faydası olmayacak bir isyana yelken açmaktadır. Zamanı boşvererek isyan etmeyi Fromm boş bir hayal olarak yorumluyor. Çünkü bu olsa olsa zamanı öldürmektir. Bu, "zaman kafesinden kurtulmak değil, gözlerini kapayarak, kafesi görmemek demektir" ona göre.

Kitabın üçüncü bölümü yeni insan - yeni toplum üzerine. Özellikle bu bölüm, 1980 yılında ölen Fromm'un ne kadar ilerigörüşlü olduğunu ispatlıyor. Mesleğinden dolayı analiz yeteneğinin ne kadar gelişmiş olduğunu fark ediyoruz. Fromm'un bireyden ziyade toplum odaklı düşünmeye, toplumu temel alarak fikirler ve yorumlar geliştirmeye ne kadar büyük mesai harcadığı ortada. Sosyal karakterin ne olduğu anlattıktan hemen sonra dinsel ihtiyaçlar mevzusunda şu net açıklamayı getiriyor: "Bir din, insanı doğru yönde davranmaya yöneltebiliyorsa, bir sürü doktrin ve ideoloji yığınından daha yararlıdır. Temel dinsel davranış biçimimiz, karakter yapımızın bir belirişi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü biz, yücelttiğimiz değerlere bağlıyızdır ve davranışımıza yön veren, bu yüceltilen şeylerdir."

Batı dünyasının dindarlığını da sorgulayan Fromm'a göre Avrupa'nın Hıristiyan dinine en çok yaklaştığı dönem, 12. ve 16. yüzyıllar arasındadır. Çünkü bu dönemde kilise tarafından dinsel yasalar; mülkiyet, fiyatlar ve fakirlerin korunması konularında yaygın biçimde uygulanmaktadır. Birçok aktif vaizin olması ve tarikatların iyice görünür olmasıyla Hz. İsa'nın sözlerine tam olarak uyulması ve mülkiyetin cezalandırılması, kilisenin en önce istedikleri arasındadır. Halkın da kilisenin yanında yer almasıyla Hıristiyanlık bilhassa manevi tarafının ağırlığıyla yaşanmıştır o dönemde. Sevgi, bir yaşam biçimi hâline dönüşmüştür. Ne zaman ki kahramanlık, fetih, sömürü, şiddet, baskı ve halkların ezilmesi hayatın içine girdiyse, o zaman sevgi ortadan kalkmış ve günümüze dek uzanan 'sahip olma' tek yaşam biçimi hâline gelmiştir. Fromm şöyle sonlandırır fikrini: "Ben, insanların çok köklü bir sevme ihtiyacı ile donanmış olduklarına ve böyle kendi özlerine ters, adeta birer kurt gibi davrandıkları zaman, ister istemez bir suçluluk duygusuna kapılacaklarına ve vicdanlarının sızlayacağına inanıyorum. Ve işte bu acı, insanlara doğru yolu gösterecektir. Günümüz insanı yine de sevgiye inanıyor gibi görünmekle, tümden sevgisiz olmaktan duyulabilecek büyük acıyı biraz olsun bastırmayı başarmaktadır."

Fromm, Marx'tan günümüze kadar fikirleriyle yaşayan 'radikal hümanist'lerden de örnekler verir. Henry David Thoreau, Ralph Waldo Emerson, Albert Schweitzer, Ernst Bloch, Ivan Ilich, Yugoslav "Praxis" hareketinin öncüleri Mihailo Markovic, Svetozar Stojanovic, Rudi Supek ve Predrag Vranicki, ekonomist E. F. Schumacher, politikacı Erhard Eppler bu isimler arasında başı çekiyor. Bir de düşünce akımları ve bazı topluluklar var: Kübizm, Huteritler, Communautes de Travail. Tüm bu isimlerin, düşünce akımları ve toplulukların aralarında çelişir gibi gözükse de hepsinin aslında aynı temel düşünceleri paylaştıklarını söylüyor Fromm:

"- Üretim, ekonominin değil, insanların gereksinimlerine ve ihtiyaçlarına göre ayarlanmalıdır.
- İnsan ile doğa arasında, sömürüye değil, ortaklığa ve işbirliğine dayalı yeni bir denge kurulmalıdır.
- Karşılıklı uzlaşmaz tutumlar terk edilip, insanlar arasında bilgiye ve dayanışmaya önem vermek gereklidir.
- Tüm ekonomik çabalar, insanların acılarını azaltıp, iyiliklerine ve huzurlarına hizmet eder biçimde olmalıdır.
- En çok tüketim yerine, en akıllıca tüketimin, insanın iyiliğine ve yararına olduğunu kabul edip, akılcı tüketim desteklenmelidir.
- Bireyler toplumsal yaşama aktif ve etkin bir biçimde katılmaya teşvik edilmeli ve herkesin kendisin geliştirme yönünde çaba göstermesi desteklenmelidir."

Fromm, üretimden tüketime, ihtiyaçlardan emeğe, bireyden topluma neyi söylerse söylesin içine sevgiyi gerçek manasıyla katıyor. Zaten bir iş de sevilmeden insan hayatına anlam katmıyor, bir eş de. Sevgisizlik tüm yapılanları ve beslenenleri yüke dönüştürüyor. Sevgiyi bir sahip olma aracı değil, olma imkânı olarak anlatıyor her seferinde Fromm. Nitekim Marx'ın İnsan Anlayışı adlı kitabında şöyle diyor: "Benim gerçekten de sevdiğim bir şeyin varlığına ihtiyacım vardır ve bunun var olması, benim için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Onsuz olmak benim varlığımı doyumsuz, eksik ve boş bırakacaktır."

Olmak temeline dayalı bir toplum kurmak ve onun başarılı olması sağlamak için tüm fikirlerini paylaşan Fromm, kitabın sonunda bu temele dayalı bir toplumun sürekli kendini yenileyeceğini ve dolayısıyla her zaman yeni kararlara ve yeni uygulamalara ihtiyaç duyulacağını da belirtiyor. 'Olma'ya dair önemli yapıtlar okumak için kitabın kaynakçasını sık sık işaret ediyor. Kitabın sonlarına doğru yeni insanın peşine düşmesi gerektiği bilim ve iktisat anlayışının toplumda nasıl yankı bulması gerektiğine dair bir ilişki kuruyor. Başlıklarını burayı almayı uygun buluyorum:

"- Politik, ekonomik ve her türlü reklamda, beyin yıkama yöntemleri yasaklanmalıdır.
- Zengin ve fakir uluslar arasındaki büyük fark kapatılmalıdır.
- Kapitalist ve komünist sistemlerde, herkese belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlanması, birçok sorunun çözülmesini sağlayabilir.
- Kadınları ataerkil esaretten kurmaktak gereklidir.
- Hükümete, politikacılara ve vatandaşlara her an ve her durumda yardım edip akıl verecek, yani danışmanlık görevini yüklenecek bir kültür komitesi kurulmalıdır.
- Temel araştırma konularını, endüstrideki pratik uygulama hedeflerinden ve askeri savunma programlarından ayırmak gereklidir.
- Atom silahsızlanmasına gidiş, aşılması çok güç olan sorunların başında gelir."

Sahip Olmak ya da Olmak, 'Tanrı'nın Şehri' ile 'Dünyasal Şehir' arasında bir sentez teklif ederek kapanıyor. Tanrı'nın göksel şehriyle insanların yarattığı dünyasal şehri tez ve antitez olarak alan Fromm, bu kargaşaya dair tek çözümün bu iki karşıt özelliğin sentezinde yattığını söylüyor. "Geç dönem ortaçağ dünyasının 'dinsel' özü ile Rönesans'tan sonraki bilimsel düşüncenin evrimini ve bireyciliğin gelişimini bir ettiğimizde, ortaya aradığımız sentez çıkacaktır: Yani, 'olmak'. İşte, dünyanın kurtuluşu ve geleceğin vizyonu 'olmak şehridir'." diyor.

Sahip olduklarımızı, sahip olduğumuzu zannettiklerimizi yeniden düşünmek zorundayız. Belki de bu düşünceyle yola çıkmak, bizi 'olmak' istasyonuna götürecek ilk adımdır...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf