Yakup Kadri Karaosmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yakup Kadri Karaosmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2025 Cuma

Romantizme hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var

Bunca sosyal bilimcimiz olmasına, onca aydınımız sürekli değerlendirmeler yapmasına rağmen nasıl oluyor da kimse toplumun neyi neden yaptığına dair herkesin üzerinde uzlaşabileceği şekilde, ideolojilere boğulmadan, güçlü açıklamalar getiremiyor? Her gün ve her an önünde olan biteni kavramaktansa uzak diyarlardan süzülüp gelen teorilere ya da ideolojik karinelere bel bağlamanın bir nedeni de bunun, bu denli büyük bir anlaşılmazlıkla baş etmenin incelikli -ve de üsttenci elbette!- bir yolu olması olsa gerek! İç gerçekliğe ne denli yaklaşamıyorsak o ölçüde dışa doğru itiliyoruz ve buralarda karşılaştığımız açıklamaları zorla getirmeye çalışmaktan ibaret bir bilimle yetiniyoruz. Aslına bakılırsa, aydıncılık oynuyoruz!

Oysa, belki de bilimin hissizliği, entelektüellerin duygusuzluğu ve realizmin katı perdesi, gerçekle temasımızı kesiyor ve daha duygulu, daha romantik bir yaklaşım ortaya çıkamıyor. Daha içeriden, daha yakından, daha yaşayarak, daha katılarak çalışmaya ve anlamaya ihtiyacımız var; büyük isimlerin teorilerini çevirip bir şablon gibi kullanarak toplumu bu şablona uymaya zorlamaya değil! Bir kelimeyle, romantizme ihtiyacımız var, belki de. Hiç olmadığı kadar hem de! Kendi kendimizi yeniden sevebilmeye ve duygularımızı düşünceye dönüştürmeye ihtiyacımız var. Aksi takdirde, gerçek sandığımız şey, ruhsuz bir katılıkla bize karşı koyuyor ve nüfuz edilmez bir bilinmezlikle etrafında dönüp durmamıza neden oluyor.

Romantizmi kaybettiğimizde, garip biçimde düşünceyi de kaybediyoruz. Geriye, ruhsuz bir yüzeysel bakış kalıyor. Böyle bakınca, pek çok insana göre halkımız tepkisizdir, mesela. Olayları uzaktan takip eder ve kendisine ancak yakın bir izleyici rolü biçer. Menfaatine dokunmadıkça haksızlıklar karşısında suskundur. Seçimlerini aklından çok duygularıyla yapma zaafı vardır. Amaçsızca çalışır, acılarını sessizce içine akıtır, biraz miskince bir tavırla dünyaya bağlıdır. Her şeyi bir kader gibi yaşar, başına gelenlerden ders çıkaramaz. Hep bir heyuladır, olaylara neden olan şey ve en sıradanda bile ilahi bir el aramaktadır. Hemen her zaman da bulmaktadır!

Anadolu, dışarıdan bakıldığında, apolitik bir meydan yeri gibidir; sadece çalışmaktan ve geçim endişesiyle yaşanan bir tabiat mücadelesinden ibarettir. Hayata bağlayan şey, küçük menfaatlerdir. Toplumsal ve siyasal olaylar, kimsenin içinde yer almadığı uzak birer tabiat hadisesi gibi görülmektedir. Siyasal otoriteyle tabiat hadiseleri arasında neredeyse bir fark yoktur. Güneşe nasıl ki karşı çıkılamazsa otoriteye de öylece karşı çıkmamak ve tam bir itaatle işine bakmak gündelik bir rutindir. Oysa, gerçek sahiden bu basitlikte midir? Bunun için, salt dışsal gerçeklikten ibaret duygusuz realizmden uzaklaşmaya ve halkla aynı duyguları hissedebilmeye ihtiyaç vardır. Ancak ondan sonradır ki bu insanların gerçekte ne düşündüklerini içeriden bir hissedişle görebilir ve doğru sonuçlara varabiliriz.

Yakup Kadri’nin Ergenekon’u (İletişim yay.) bunun için vazgeçilmez bir kaynak. Halkımızı gerçekten tanımak isteyen, olan biteni sahiden anlamlandırmak isteyenler için bulunmaz bir eser. Çünkü bu kitap, henüz başarıya ulaşıp ulaşamayacağı belli olmayan bir mücadelenin içinde, karanlık ve çaresiz bir zamanda yazılmış, Milli Mücadele yazılarını içeriyor. Başka bir deyişle, bu kitap bir halkı -tıpkı bir insan gibi- en iyi tanıma imkânı veren umutsuzluk ve kaybediş zamanlarında neler yapabildiklerini görerek, gerçek ahlakını ve gerçek değerlerini hiç olmadığı kadar açığa çıkararak görmemizi sağlıyor. Dışarıdan görünenle iç gerçekliğin nasıl da bütünüyle bambaşka olduğunu olabilecek en sarsıcı şekliyle gösteriyor. Tarihin tozlu sayfaları arasından, hepimizi biraz romantik olmaya, ruhsuz ve duygusuz analizlerden uzaklaşıp daha romantik bir yerden bakmaya davet ediyor.

1920-23 arasında İkdam’da çıkan yazılarından yaptığı bir derleme olan kitabın başında, Anadolu insanının esas tabiatının, sanılanın -ya da beklenenin!- aksine “mefkürevi” olduğunu söylüyor, Yakup Kadri. Bunun üzerine çok düşünmek gerekir. Tanpınar’ın, Sahnenin Dışındakiler’de, “evvela kelimeleri, sonra yaşadıkça teker teker manalarını öğreniriz” demesi gibi, bu büyük kelimenin anlamını ancak yaşayarak öğrenebiliriz. 20-23 arası, işte bütün bu gibi kelimelerin iliklerine kadar yaşandığı zor zamanlar olduğundan, her türlü toplumsal-siyasal analiz için eşsiz bir dönem özelliği gösteriyor. 20-23 arasını anlamadan, bu toplumda hiçbir şeyi anlayamayız demek geliyor içimden, nedense!

Mefkürevi olma, hayatın en sıradan olayının dahi içsel bir manayla birleştirilmesi ve bir tür varoluşsal bir anlamla bütünleşmesi demektir. İçsel bir varlığın, dışarıdan bakıldığında görülemeyecek derecede kendi varlığının üzerine kapanması ve acılarını sevinçlerini, her türlü hallerini düşünceye dönüştürerek kendini koruması demektir. “Anadolu halkının mefkürevi olan tabiatı, hayatın en adi bir olayının da onun ruhunda, derhal destani veya mistik bir mahiyet almasına sebebiyet verir.” (s.31). O andan itibaren, miskinlik gibi görülen şey aslında içsel hareketin kendini büsbütün gizlemesidir: “İçlilik ve taşkınlık kabiliyetleri o derece derin ve harikulade olan bu halka uyuşuk ve iptidai diyenler ne kadar yanılıyorlar! Bunlar, yalnız Anadolu’nın dışını görenler ve ruhuna nüfuz edemeyenlerdir. Beyaz Kafkas tepelerinden yeşil Toros Dağları’na kadar uzayan o viraneler, o bataklıklar, o tezek yığınları altında asil bir sıtmanın ateşi yanmaktadır. Zaten dikkat edilecek olursa bu mübarek memleketin toprağı dünyanın ne kadar sıkıntısı varsa çekmiş ne kadar zevki varsa sürmüş, en müstesna, en tehlikeli, en yüksek ve en ince ruh hallerinden geçmiş bir adamın yüzü gibi buruşuklar, çizgiler içinde harap, yorgun ve solgun görünür. Anadolu, bazılarının sandığı gibi hastalıklı bir durgunluğun esiri değil, aşırı, derin bir hassasiyetin mahkumudur. Oradaki insanların hayatı bütün o basit, iptidai görünüşlerin arkasında, bizim şimdiki sanayi dünyasının, şimdiki teknik medeniyetinin buharı ile dumanlaşmış gözlerimizin kavrayamayacağı kadar geniş ve ‘batıni’ bir alemin sırlarını saklıyor.” (s.31).

Sadece bu satırlardan hareketle, denebilir ki, Anadolu’yu Yakup Kadri kadar kavramış çok az sanatçı vardır. Burada her türlü dışsal kavrayış ve karşılaştırma, batıni olanı yaşayamama demektir. Tıpkı, sözlerini hissedemeden salt melodisiyle bir şarkıyı dinlemenin yeterli duygulanımı oluşturamaması veya manevi hazzına varılamayan ibadetin bir süre sonra yorgunlukla sonuçlanması gibi, kendine dışarıdan, kabuktan bakma da hakiki hissi öldüren ve kendi kendini yorarak değersizleştiren bir etkide bulunur. Tam da bu yüzden, yazılardan birinde, Kastamonu’dan Ankara’ya giderken yol üzerinde rast geldiği bir “aydın” kişi, Yakup Kadri’ye, “Ankara’ya vardınız mı İnebolu’dan başlayarak bütün geçtiğiniz yerler size İsviçre gibi görünecek.” demesine çok kızar ve şöyle yazar: “Yarabbi, buralarda da size İsviçre’den söz eden kimseler var! Kendimizi durmadan Avrupa ile karşılaştırmak zihniyeti buralara kadar işleyip yayılmış. Halbuki ben bu viran ana yurdunda Avrupa’ya dair ne varsa hepsini unutmaya gelmiştim…Biz bu alemi her şeye rağmen içimizde veyahut beynimizde taşıyoruz. Kendi mülkümüzü, kendi insanlarımızı, kendi manzaralarımızı, kendi hayatımızı hep onun arkasından görüyoruz.” (s.63).

Yani, bozulmuş haliyle görüyoruz. Bizzat kendi elimizle bozarak başka türlü bir gerçeklik uyduruyoruz. Başkalarının gözleriyle, daha önemlisi, hep dışarıdan görünen halleriyle ve başka türlü bir mantığa uyarlanmış şekliyle görüyoruz. Oysa gerekli olan şey, Anadolu’nun başka türlü olan dünyasını ve düşünüşünü anlayabilmekte gizlidir: “Anadolu’nun kendine göre bir giyinişi, bir yürüyüşü, bir konuşuşu olduğu gibi kendine göre bir de mantığı var. Onlar [Anadolu insanı] dünyayı bizim gördüğümüz tarzda görmüyorlar. Her adımda bizi onlardan ayıran uçurumun ne kadar derin olduğunu hissediyorum.” (s.64).

Yakup Kadri, Ankara’ya doğru ilerlerken Çankırı’da konaklamak durumunda kalır ve buraya kadar alıntılayarak aktarmaya çalıştığım görüşlerinin ete kemiğe bürünmüş halini ilginç bir olayla yaşayarak görür. Hadise şöyledir: Çankırı’da kaldığı gece müthiş bir tahtakurusu saldırısına uğradığı için bir türlü uyuyamaz. Kalkıp kasabanın çarşısına giderek bir süre dolaşmak ister. “Bu, herkesin sahuru beklerken kahvelerde oturduğu ve tekkelerde zikrettiği bir Ramazan gecesidir.” (s.64). Bütün minarelerden, temcit denilen, sabah namazından önce okunan, sürekli tekrarlar içeren dualar yankılanmaktadır. Bu sesler öylesine coşkundur ki, “Birdenbire cezbesi tutmuş bir sürü derviş kasabanın içinde ilahiler okuyarak, nefesler söyleyerek dolaşıyor sandım ve sokaklarda bunlara rast gelmek için dolaştım.” dedikten sonra, şöyle ekler: “Neden sonra anladım ki, bu sesler minarelerden geliyor. Hiç şüphesiz bir yabancı da böyle bir yerde ve böyle bir gecede kendini benim kadar garip hisseder ve bu temcit seslerinin kaynağı ona da bu derece meçhul kalabilirdi. Hele bu seslerin fışkırdığı bağırların derinliğine inebilmek kim bilir ne kadar zor bir iştir.” Ve ardından, bugün de geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan o büyük soruyu sorarak, kendi cevabını verir: “Bütün gün dükkân adı verilen tahtadan inlerinde, birkaç semerle bir iki tutam urgan arasında birer Buda heykeli hareketsizliğiyle duran Çankırılıları gece iftardan sonra böyle minarelere çıkartıp bağırtan heyecanın nev’ini, mahiyetini tayin etmek diyebilirim ki bizim için imkân dışıdır.” (s.65).

Mesele, bir bilme, düşünme, analiz etme ve doğru değerlendirme meselesi değildir belki de…Belki de sadece bir duygulanamama, hissedememe, acılara ve sevinçlere dahil olamama, şarkının sözlerini duyamama, gizemli olanın sırlarına erememe, güneşin sıcaklığını hissedememe ve bir kelimeyle kalpten sevememedir!

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

6 Ağustos 2024 Salı

Bir şeref ve haysiyet meselesi: diplomasi

Yakup Kadri’nin, meşhur Zoraki Diplomat (İletişim Yayınları) kitabını okudum, ikinci defa. Bu kitabı, her zaman çok sevmişimdir; Hollanda beziyle ciltletmiş, mutena bir yerde, her an gözüme çarpacak şekilde muhafaza etmişimdir. İçeriği kadar başlığıyla da sevilen bir kitap bu. Bazı kitapların başlığı kendisinin önüne geçer ya, bu da onlardan. İçinde ne yazarsa yazsın, kayıtsız kalamazsınız.

Yakup Kadri, kitapta yer alan yazıları, Cumhuriyet gazetesinin sütunlarında ilk neşrettiği yıllarda, toplumdan ve bürokrasi çevrelerinden beklediği ilgiyi görememenin şaşkınlığını ifade ederken, bu başlık konusuna da değinir: “Ve işin asıl tuhaf tarafı, okurlarımdan çoğunun dikkat ve merakını yazılarımın tahlil ve tetkik mevzuunu teşkil eden vakıalardan çok daha ziyade başlığının çekmiş olmasıdır.” (s.342).

Diplomasinin, artık işe yaramadığı ve bütünüyle istihbarat oyununa dönüştüğü bir zamanda bu kitabı yeniden okumak, olan biteni farklı açılardan düşünmemize yardımcı oluyor. Korkudan ve güvensizlikten -ve de yetersizlikten!- beslenen “istihbaratçı diplomasi”nin, ülkeleri nasıl sonu gelmez savaşlara sürüklediğine, dış politikayı bütünüyle güvensizlik üzerine kurmanın yüzeyselliğini perdelemek için başvurulan hamasetin nasıl da en haklı davalardan bile insanları uzaklaştırdığına şahit oluyoruz. Bilmek gerekir ki kendisini istihbaratın sorgulanamaz, tek boyutlu kılavuzluğuna kaptırmış diplomasiden barış çıkmaz. Ortalıkta tek bir düşman kalmasa dahi o, kendisine savaşmak için yel değirmenleri arayacak ve de bulacaktır çünkü. Diplomasi, sivil ve güvene dayalı bir iştir, bütün dünya güvensizlikten kan ağlasa bile. Diplomasi, bir barış oyunudur her şeyden ziyade.

Bu anlamda, denebilir ki, Yakup Kadri’nin kitabı, tam bir hamaset karşıtlığı içeriyor ve barışı esas alıyor. “Gizemli diplomasi”nin karşı kutbunda yer alıyor ve kartları açık oynamayı seçiyor. İnsanlara ve halklara güveni esas tutuyor. İnsana ve insanlığa her koşulda inanıyor. Diplomasinin -istihbarat denilen gizemli heyulanın tam aksine- derin bir tarih, köklü bir kültür, engin bir birikim ve sanatsal bir yaratıcılıkla yapıldığı takdirde ancak, politika denilen görünmez gücün tam bir kavrayışla anlaşılabileceğini, güvensizliğin yerini güvene ve savaşların yerini hakiki bir barışa bırakabileceğini anlamamızı sağlıyor. Onun diplomasisi, olması gerektiği gibi, hiçbir halkın düşman olmadığı şiarına dayanıyor. Diplomasinin gerçekten işe yaraması için olan biten sıcak olaylara her zaman biraz dışarıdan, biraz geriden bakabilmenin hayati olduğunu anlatıyor.

Meslekten diplomatların çoğunun, bu kitaptan hoşlanmadıkları, bir sır değil. Nihat Dinç’in, Gönüllü Diplomat’ı (İthaki Yayınları) ya da Ali Tuygan’ın, Gönüllü Diplomat: Dışişlerinde Kırk Yıl (Şenocak Yayınları) gibi, meslek hatıralarını içeren kitaplar, bir bakıma bu kızgınlığı gösteren nazireler. Meslekten olmak önemlidir elbette. Bu, yalnızca kişisel bir tecrübe ve uzmanlık getirmekle kalmaz aynı zamanda kurumsal bir birikimin üzerinde hareket etme imkânı verir. Diplomatlık mesleğinin, salt bireysel bakış açısıyla yapılabilir bir iş olmadığını bilmek gerekir. Fakat, meslekten olunca da sert özeleştiriler görmek son derece zor oluyor, nedense. Belki de diplomasinin, her şeyi estetize eden sunuş biçimi kendi eksikliklerini görmeyi engelleyen bir etki yapıyordur, kim bilir. Ya da, uzun yıllar gerçeği tanınmaz hale getiren resmi ağızlara fazlaca bakma, bir süre sonra kendilerinde de bir itiyada dönüşüyordur.

O nedenle, Yakup Kadri haklı; zira, bütün bu meslek anılarında hep, bir dönemin önemli olaylarını, büyükelçilerimizin bulundukları ülkelerin sosyal, kültürel ve siyasal durumlarını, hadi biraz da meslekle ilgili “acı-tatlı” yaşadıklarını, estetize edilmiş, yaldızlanmış biçimde, öğrenmekle kalıyoruz. Sürekli olarak, ne büyük hizmetlerde bulunduklarını anlatıyorlar -anlatıyorlar ki dersler çıkarılsın ve devletimiz, âli menfaatlerini daha güçlü şekillerde korusun, gelecek kuşakların uyanık olmaları sağlansın!- ve bir şeylere “ışık tutuyorlar” ama o ışık, bir türlü mesleklerine, kurumlarına ve devletin işleyişine -bir kelimeyle kendilerine gerçek manada dönmüyor.

Ne kadar eleştirel yaklaşsalar da ustalıkla yapılan “güzellemeler” işin sonunda diplomatlık mesleğine ve devletin “bilgeliği”ne -kendi kendilerine mi demeli!- toz kondurmuyor. Meslekten olmak, doğası gereği mesleği her türlü durumda savunmak gibi, iyi mi kötü mü olduğu tartışmalı bir sonuç doğuruyor. Ve ne kadar allı pullu olursa olsun, bu tür kitapların içinde çok temel bir eksik oluyor: halk. Hem temsil edilen hem de hatıralarda her türlü detayıyla ele alınan ülke halklarındansa, büyük devlet adamları, önemli olaylar, dönemin büyük hadiseleri dolduruyor sayfaları. Belli ki devlet işlerinde fazla gönüllü olmak pek de iyi bir şey değil. Fazla gönüllülük, hiçbir şeyi köklü şekilde değiştirmeyecek olmanın baştan kabul edilmesinin bir tür beyanı gibi. O nedenle, yalnızca diplomaside değil, devletin her köşesinde, şimdilerde gördüğümüzün tam aksine, koşarak göreve gitmeye hazır olanlar değil gönülsüz ve hatta zoraki görev alacak insanlara çok ihtiyacımız var; Ama, onlardan var mı?

Yakup Kadri, kendisine ilk olarak elçilik teklif edildiğinde -ki bizzat Atatürk istemiştir!- “küçülmüş” hissettiğini yazar. Şüphesiz, teklif edilen görevin yüce ve değerli olup olmamasıyla ilgili değildir bu durum. Kendisini, o kadar bağımsız ve sadece kaleminin peşinden giden biri olarak görmektedir ki hangi düzeyde olursa olsun, devletin memuru haline gelmek bir noktadan sonra artık düşünen olmaktan çıkıp salt uygulayana dönüşmek anlamına gelecektir. Emirler alacak, üstleri olacak, her düşündüğünü düşündüğü gibi yazamayacaktır. Kafa bağımsızlığını kaçınılmaz olarak kaybedecek, giderek yaratıcılık yerini rutin tekrarlara bırakacaktır. Bu ise bir yazarın, hele ki etkili dergiler çıkaran, dönemi için entelektüel bir kanaat önderi sayılan birinin ölümü demek olacaktır. Sahi, şimdilerde böylesi bir teklifi reddedecek kaç yazar tanıyoruz? Bu ulvi göreve talip olmayacak, bunu yazarlık şerefine yediremeyecek kaç kişi biliyoruz?

Yakup Kadri, kitabın sevilmeme nedeni olan, “Elçiye zeval olmaz derler ama…” başlıklı giriş bölümünün başında bu durumu şöyle anlatır: “‘Devlet mansıbı’ denilen şey, niçin, birçok kişinin hırsını kurcalar, bilmiyorum. Bana ilk defa, ‘İkinci derece ortaelçilikle Tiran’a tayininiz kararı tasdikten çıkmıştır. Mütemmim muamelelerin ikmali için Zat İşleri Müdürlüğü’ne müracaat ediniz, dedikleri vakit, düştüğüm ruh hali yalnız bir ‘eksiklik kompleksi’nden ibaretti. Kendi gözümde kendimi birdenbire o kadar küçülmüş, o kadar şahsiyetsizleşmiş ve kendi mukadderatım o kadar başkalarının emrine bağlanmış hissettim ki, az kalsın, ‘ben bu işten vazgeçtim,’ diye haykıracaktım.” (s.39).

Haykırmaz elbette, emir büyük yerdendir ve çıkardıkları Kadro dergisi dönemin partili önde gelenlerini fazlasıyla rahatsız etmektedir. Biraz uzaklaşması en yüksek düzeyde istenmektedir. İstemeyerek de olsa Tiran’ın yolunu tutar. Çıkarmakta olduğu Kadro dergisinin ana konusu, dar ve sınırları baştan çizilmiş şekilde bakmaya alışmış, korformist bürokratik elitlerle istenilen inkılapların gerçekleştirilemeyeceği iken bir anda kendini kendi dergisinin konusu haline gelmiş bulur: “Bir muhasebeci, ayın otuzunda vazifeme başlayamazsam aylığımın kesileceğini ihtar ediyordu. Ben, artık, bütün hareket serbestliğimi kaybedip kendimi bürokrasi denilen mengenenin paslı silindirine kaptırmıştım.” (s.40).

Zoraki Diplomat, bu nedenle, pek çok açıdan çok önemli bir kitaptır. Devlet körlüğü denilen ve bugün de kurumların içinde fazlasıyla kendini belli eden, yaratıcılıktan ve zannettiklerinin tam aksine halktan uzak kişilerin vasatlıklarını kapatmak için başvurdukları yol ve yöntemleri görmemizi sağlıyor. Kurumların içinden gelen tecrübeli isimlerin sert eleştirilerine, su kadar, hava kadar ihtiyaç olduğunu anlatıyor. Aksi halde, bürokratik bir bağnazlık, her türlü mesleğin şerefini ayağa düşüren bir etki yapıyor.

Zoraki Diplomat, önce kendi halkını ve sonrasında karşı halkları gerçek anlamda ruhuyla anlayabilmenin, diplomasinin en önemli şartı olduğunu göstermeye çalışıyor. Yakup Kadri, burada mesleki bir deformasyon, bir bağnazlıktan söz ediyor ve bu durum, diplomatla halkın arasını açıyor: “Fransızların ‘esprit de caste’ ve ‘deformation professionnelle’ dedikleri sınıf zihniyeti ile mesleki çarpıklık çekirdekten yetişme diplomatların büyük bir kısmını toplumlardan öylesine ayırmış ve aşağı halk tabakalarının mukadderatına öyle bir yüksekten veya tersinden bakmağa alıştırmıştır ki, bunlar, kendi başlarını sıkıntıdan kurtarır veyahut neticesi şüpheli herhangi bir geçici hal çaresi bulurken temsil ettikleri devlet ve milletin hak ve menfaatlerini korumuş oldukları zannına düşebilirler.” (s.348).

Yakup Kadri, deyim yerindeyse “halkçı bir diplomasi” yapmaya ve bunu, meslekten diplomatlığın tam karşıtı olarak konumlandırmaya çalışır. Tiran’da örneğin, halkla iç içe olmaya, uzak köylere ve kasabalara giderek “gerçek” yaşamı ve halkın ruhunu kavramaya uğraşır. Çünkü, buna dayanmayan bir diplomasinin ne kadar yaldızlı ya da ne kadar istihbarata dayalı olursa olsun, hakiki sonuçlar üretmeyeceğine kanidir. Arnavutluk’un dışarıdan görünen “zillet” haliyle altta yatan gerçeklik arasındaki farkı romantik bir dille şöyle anlatır: “Evet, milletin tortusu, bir vakitler bizde olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o, elleri, yüzleri tertemiz altın başlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görünmez hale gelmişti.” (s.71).

Sonrasında, Prag Büyükelçiliği (Ah, Ne çektin be Prag!), La Haye, Bern ve Tahran büyükelçilikleri yapar. Özellikle, Tahran’a dair yazdıkları, bugün yaşananları anlamak açısından oldukça önemlidir. Bu coğrafyanın insanının kendini kutsal ölümlerle ve acılarla var ettiğini, ıstıraptan çılgınca bir zevk aldığını yazar. İran’ın şiirini ve edebiyatını bilmeden diplomasisinin de bilinemeyeceğini çok iyi gösterir. Bu anlamda, bize hem çok benzeyen hem de hiç benzemeyen bir halkın onda bıraktıklarını okumak, benzeri meslekten hatıra kitaplarının neden eksik olduklarını anlamamız için yeterli kaynaktır.

Bugünlerde kimse hiçbir göreve zoraki gitmiyor belli ki. Herkes fazlaca gönüllü, pek bir hevesli ve aşırı istekli. Oysa diplomasimiz, pek zoraki: söylenmiş olması için söylenen sözlerden, sonuç getirmeyeceği baştan belli hamlelerden, derinliksiz görüş bildirmelerden, göstermelik kınamalardan ve samimiyetsiz yaptırımlardan oluşuyor. Belki de, sürekli saldıracak yel değirmenleri arayanlar için diplomasi, donkişotluktan ibarettir. Oysa koca bir halk için, bir şeref ve haysiyet meselesi!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

20 Ağustos 2020 Perşembe

Yaban'da Türk aydını ve Anadolu insanı arasındaki ilişki

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban romanında İstanbul sınırları içinde hapsolmuş Türk entelektüeli ile her biri zihnen kendi köyünün sınırları dışına çıkmamış Anadolu insanı arasında bir yakınlık, bir ilişki, hatta ortak bir gelecek kurmak istemiştir. Roman boyunca sürekli değişen karakterler üzerinden bu çabasını sürdürmesine rağmen romanın sonunda Ahmet Celal karakteri yoluna kendi başına devam edeceğini; “Bize gene yalnız yol göründü. Bu defteri Emine’ye teslim edip, tek başıma, yarı aç ve çıplak böğrümden kanım sızarak bitmez tükenmez uzaklara doğru yürüyeceğim.” sözleriyle bildiriyor. Yazar, Ahmet Celal karakterine bu sözleri söyleterek Anadolu insanı ile İstanbul entelektüeli arasında ortak bir gelecek tasavvurunun mümkün görünmediğini de ifade etmiş oluyor.

Mustafa Kemal önderliğinde bütün cephelerde Kurtuluş Savaşı’nın verildiği bir dönemde, bir Çanakkale gazisi olarak Eskişehir yakınlarında bir köye yerleşen bir Osmanlı subayının halkla yakınlaşma çabalarını ve Anadolu köylüsünün milli mücadeleye karşı takındığı kayıtsızlığı gözler önüne seren roman, cehaletin pençesinde boğulan Anadolu insanının dini ve ahlaki değerlerini gündelik çıkarlarına ve dünyevi zaaflarına kurban edişlerini de resmediyor.

Ahmet Celal; Celal Paşa’nın oğlu, Fransızca eğitimi almış, yetkin ve seçkin bir Osmanlı subayı olarak dönemin entelektüel kesimini temsil ediyor. Sürekli okuyan Ahmet Celal, köy halkının davranışlarını yer yer Shakespeare karakterleriyle yer yer de Yunan mitolojisine ait karakterlerle kıyaslayarak nasıl bir entelektüel birikime sahip olduğunu gösteriyor. Ahmet Celal’in peygamberlere ve kutsal metinlere dair verdiği örnekler de dönemin entelektüellerini tanımak açısından önemlidir sanıyorum. Ahmet Celal, daha ziyade Batı kaynaklı dini metinleri okumuş ve söz dağarcığı da bu şekilde oluşmuş bir karakter. “Yanımda bir ses. İsmail’in sesi. Hay, bu Tevrati akşam şerefine, seni adaşın İsmail gibi bir taş üstüne yatırıp boğazlamak kabil olsaydı.” sözleri buna örnek verilebilir. Ahmet Celal İslami hassasiyetin yerine pozitif bilimlere iman eden ve dini metinleri birer destan ya da efsane gibi okuyan Batı hayranı İstanbul entelektüeline de örnek teşkil ediyor.

Ahmet Celal, ilk olarak Mehmet Ali ile bir yakınlık kuruyor. Mehmet Ali; Ahmet Celal’in emrindeki bir asker iken onun sözünden çıkmayan, çalışkan, zeki ve iyi niyetli bir gençtir. Köye birlikte döndüklerinde ise şartlar değişir ve Mehmet Ali, kumandanı ile köylüleri arasında kalır. Ancak binlerce yılda oluşan kadim Anadolu yaşayışı içinde Ahmet Celal’le olan bağı kopar. Ahmet Celal, Mehmet Ali’nin tekrar askere alınmaktan çekinmesi karşısında ilk darbeyi yer. Milli mücadele ve Mustafa Kemal’e karşı köylüyle aynı tavrı takınması karşısında ise Mehmet Ali’ye olan güveni yok olur. Yazarın aydın halk yakınlaşması için ilk denemesi böylece başarısız olur.

Ahmet Celal, Mehmet Ali’nin tekrar askere alınmasından sonra annesi Zeynep Kadın’la yakınlaşmayı dener ama Zeynep Kadın da ona bir ‘yaban’ gözüyle bakmaktadır. Zeynep Kadın, oğlu İsmail’in isyankâr tavırlarından sonra kendine; “Ah, Mehmet Ali’m burada olsaydı. Ben ona gösterirdim,” şeklinde hayıflanınca Ahmet Celal; “Ben burada değil miyim? Sana söyledim, beni her işte Mehmet Ali’nin yerine koy diye.” sözleriyle yakınlık kurmak ister ama Zeynep Kadın hiçbir karşılık vermez. Böylece aydın halk yakınlaşması bir kez daha başarısız olur.

Ahmet Celal ve İsmail arasında daha farklı bir yakınlık gerçekleşir. İlk başlarda evin hesaba katılmayan küçük çocuğu olan İsmail, Emine’yle evlendikten sonra Ahmet Celal için bir düşmana dönüşür. Bu ilişki de aydın halk arasındaki çatışmanın temelde bir zihniyet farkıyla beraber bir çıkar ilişkisine de dayandığını göstermesi itibariyle önemlidir. Romanın sonunda Ahmet Celal ve Emine’nin birlikte kaçmaya başlamaları da Türk entelektüelinin bu çıkar çatışmasında masum olmadığını gösterir.

Ahmet Celal, Emine’nin İsmail’le evlenmesinden sonra Zeynep Kadın’ın evinden ayrılarak Bekir Çavuş’un eski bir evini tamir ettirmek suretiyle oraya yerleşir. Esasen bu olaydan sonra köyü terk etmesi de beklenebilirdi ama yazar, Türk entelektüeli ile Anadolu köylüsü arasında bir bağ kurma çabasına devam edecektir. Bu sefer Emeti Kadın ve daha çok torunu Hasan ile yakınlık kurmaya çalışır Ahmet Celal. Her ne kadar Hasan’ın kendisini anlayacak yegâne ruha sahip olduğunu söylese de onunla da mevcut durumu tartışamaz. Ülkenin içinde bulunduğu duruma dair köy halkından kimseyle dertleşemez.

Ahmet Celal’in en sağlıklı ilişkileri Süleyman ve Memiş karakterleriyledir. Bu iki karakter de yarı meczup, yarı düşkün insanlar olmaları bakımından ironik bir çağrışım taşırlar. Memiş ansızın ortadan kaybolurken Süleyman Yunan ordusunun yaktığı yangında yok olur. Bu iki karakter eylemsizliği temsil etmeleri itibariyle Anadolu köylüsünün olası bir ortak gelecekte eylemsiz kalacağını, en iyi ihtimalle olumlu bir katkısının olmayacağını göstermeleri bakımından önemlidir.

Ahmet Celal, köyde ayrıca Salih Ağa ve Beki Çavuş’la da ilişki kurar ama bu ilişkilerin biri çıkara dayalı iken bir diğeri düşmanlık esasına dayalıdır. Bununla beraber en gerçekçi ilişki Salih Ağa’yla arasındaki düşmanlık ilişkisidir. Ahmet Celal’in bütün ilişkileri bir vesileyle son bulurken Salih Ağa’yla düşmanlığı sona ermiyor ancak roman boyunca Salih Ağa’ya toz kondurmayan köylü, Yunan mezaliminden işbirliği sayesinde kurtulan Ağa’ya karşı nefret duymaya başlıyor.

Ahmet Celal’in yakınlık kurmak istediği karakterlerden Mehmet Ali, ikinci kez askere alınmasından sonra bir daha köye dönmüyor; Memiş, ansızın köyden kayboluyor; Hasan, Yunan askerleri tarafından öldürülüyor; Zeynep Kadın ve kızları, Yunan askerlerinin tecavüzüne uğruyor; Süleyman, Yunan askerlerinin çıkardığı yangında yanarak can veriyor; Emine ise Ahmet Celal’le kaçarken vurularak yolda kalıyor. Bütün bunlar Türk entelektüeli ile Anadolu köylüsü arasında kurulacak ortak bir geleceğin mümkün görülmediğini işaret ediyor.

Ahmet Celal’in romanın son kısımlarında not defterine yazdıkları bir entelektüel olarak bu ilişkiyi nasıl yorumladığını göstermesi açısından önemlidir. “… Ondan ricam şudur ki, burada bana bir yabancı muamelesi ettikleri, beni kendilerinden saymayıp daima manevi bir ezaya mahkûm kıldıkları için köylülere bir öfke bağlamasın. Onları, ben küçük sığırtmacın ölüsü başında affettim. Ve bu umumi facia anında hepsine, hatta Salih Ağa’ya bile hakkımı helal ediyorum. Bunların hiçbiri ne yaptığını bilmiyor.". Bu satırlar, Anadolu köylüsünün içine düştüğü atalette Türk entelektüelinin de suçu olduğunu itiraf eder niteliktedir.

Yazar, bu ortak gelecek fikrinin her ne kadar mümkün görünmediğini söylemiş olsa da bunu bir rüya gibi yaşamaktan ve bu geleceğin rüyasına inanmaktan kendini alamıyor. Ahmet Celal ve Emine’nin kaçarken vuruldukları esnada Ahmet Celal bir anlık bir rüyaya dalar ve rüyasını şu şekilde tasvir eder; “Bir rüyada Türk köylüsüyle, Türk entelektüeli arasındaki acıklı davadan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Emine’nin bir ağaç dalına benzeyen kolları benimle o husumet ve ilgisizlik dünyası arasında kalın ve sağlam bir bağdı. Köyde geçirdiğim iki-üç yıllık zaman içinde, bana bir cehennem azabı çektiren bütün tiksintilerim, öfkelerim, gayızlarım, isyanlarım, umutsuzluklarım sağ böğrümdeki yaradan sızan kanlarla beraber akıp gidiyor. Sanki içimin ufuneti patlayıp bu delikten boşalıyor gibi… Öyle bir rahatlık, öyle bir rahatlık hissediyorum ki…

İşte bu rüya, romanın sonunda, gelecek asırlarda Türk köylüsüyle Türk entelektüeli arasındaki derin uçurumun kapanacağına dair bir umudu salık vermesi itibariyle oldukça önemlidir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com