28 Ocak 2025 Salı

Mismer'in İstanbul'tan Cezayir'e uzanan hatıraları

Charles Mismer, “Müslümanlar, okuyup talim ve tefennün ettikçe daha ziyade Müslüman olurlar. Hıristiyanlar talim ve tefennün ettikçe Hıristiyanlık’tan çıkarlar” sözüyle meşhur bir oryantalisttir. Onun İslâm Dünyasından Hatıralar'ı çok dikkat çekmiş, öyle ki Müslüman aydınlar tarafından referans olarak dahi kullanılmıştır.

Mismer, 1867 yılında, La Turquie gazetesinin Yazı İşleri Müdürü olur ve İstanbul’a yerleşir. Buradayken önemli devlet adamlarından Fuad Paşa’nın dikkatini celbeder. Bu sayede de Osmanlı yönetimiyle yakın ilişkiler kurar. Ali Paşa’nın katibi olarak Girit’te bulunur. Hidiv İsmail Paşa ile kurduğu ilişki sayesinde ülkesine döndüğünde Fransa’daki Mısır misyonunun yöneticisi olarak atanır. Cezayir’e ziyaret gerçekleştirir. Kuzey Afrika da dahil bu sayede Müslümanları yakından gözlemleme, inceleme fırsatı bulur. Ömrünün sonlarına doğru ara ara Fransa’dan yine İstanbul’a seyahatler gerçekleştirir ama vaktinin daha çoğunu yazıya adar. Gazetelerde, dergilerde yazıları yayınlanır, kitaplar yazar. Onun yazılarından Müslüman ülkelerde yaşadığı hatıralar hem tarihi açıdan hem de kültür dünyası açısından oldukça önem arz eder. Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturulan İslâm Dünyasından Hatıralar eseri Mismer’in İstanbul, Girit, Mısır ve Cezayir’de bulunduğu sürelerde yaşadığı olayları, gözlemlerini anlatan önemli bir kaynak kitap niteliği taşımaktadır. Öyle ki Mismer’in İslam ve Müslümanlar hakkındaki düşünceleri Fatma Aliye Hanım’ın dikkatini çeker. İslam’ın geri kalmışlığına dair oryantalist tavır ve yargı karşısında çalışmalar yapan Fatma Aliye Hanım’ın Tezahür-i Hakikat isimli eserinde görüşlerini desteklediği yazarlardan biri de Charles Mismer’dir. Fatma Hanım, Müslümanların ulvi niteliklerini ön plana çıkarıp bu konuda birçok oryantalistten ayrılan Mismer’i referans göstererek Batılıların İslam’a yönelik küçük düşürücü, toptan önyargılarına ve görüşlerine itirazlar geliştirir.

Ziya Gökalp de Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Türklerin karakteristik özellikleri ve sanatları hakkında bazı Batılı isimleri referans verir ve bu isimlerden birisi de Mismer’dir.

Mismer, sadece gözlemde bulunmamış, olayların içinde somut bir şekilde rol de almıştır. Yöneticilerin dikkatini çekmesi ve sevgisini kazanması da zaten bu sayede olmuştur. Aşağıda yer vereceğim pasaj onun hatıratlarının önemini çok yerinde göstermektedir.

Hıristiyanlar tarafından Müslümanlara atfedilen suçlamalara karşı Müslümanların da kendi şikâyetlerini öne süreceği bir dilekçe oluşturmadan Hanya’ya dönmek istemedim. İkinci defa olarak topladığım şeyhler, mollalar ve ulema bu fikri benimsedi ve hemen uygulamaya koymak üzere mahallelerine dağıldılar.

Son Rus savaşının da ispat ettiği üzere Türk ırkı müthiş işler yapabilir. Bir yabancının onlara yaptırabildiği aşağıdaki şeylere bakarak, kendi liderlerinin onlara neler yaptırabileceğini anlayabilirsiniz. Bahsettiğim bütün bu ihtiyarlar imza yerine mühür basılmış, birkaç metre uzunluğundaki rulolardan oluşan kâğıtları bana şafak sökmeden önce getirebilmek için bütün geceyi uykusuz geçirdiler. Oradan ayrılırken de bana şükranlarını bildirdiler ve Allah’ın lütfuna mazhar olmam için dua ettiler. Elimi öpmelerine zorlukla engel olabildim. Hanya’ya döndüğümde Ali Paşa, devlete büyük bir hizmette bulunduğumu söyledi. Bütün ödülüm bu oldu. Daha sonra Mecîdî nişanı ve Girit seferi anısına bir madalya verildi ki bu madalya Hıristiyan olarak yalnız bana verilmiştir.


Girit’te yaşadığı yukarıdaki anı onun somut bir şekilde yer aldığını görmesi açısından önem arz ederken bir diğer anısı da onun Müslümanlara nasıl tarafsız bir gözle baktığını göstermesi açısından önemlidir. Bu anıyla yazıyı da sonlandıralım:

Hoca Mecid Efendi ak sakallı, güzel yüzlü, yaşlı bir adamdı. Salonun ortasında oturur, Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler okur, nükteler anlatırdı. Dinini ilk halifeler zamanındaki gibi yaşardı. Bir sabah askerler dağda yakaladıkları bir grup Giritliği konağın avlusuna getirdiler. Adamlar acınacak durumdaydı, açlıktan bir deri bir kemik kalmışlardı. Onları bu şekilde gören Hoca Mecid gözyaşları içinde kaldı ve koşarak mutfaktan epey bir erzak getirdi. Tarif edilmez bir zevkle adamlara dağıttı. Zihnimi asırlardan beri devam eden önyargılardan kurtardı ve İslam’ı gerçek yüzüyle görmemi sağladı.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

Süreyya Ağaoğlu’nun Amerika Günlüğü

Türkiye’nin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu’nun 1946’da gerçekleştirdiği Amerika seyahatinde tuttuğu günlüğü Timaş Yayınları’ndan okurla buluştu. Hanife Karasu tarafından yayına hazırlanarak gün yüzüne çıkan Süreyya Ağaoğlu’nun Amerika Günlüğü, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’ya dair gözlemlerini ve düşüncelerini içeriyor. Kitapta Süreyya Ağaoğlu’nun yaşam öyküsü, fikirleri ve mesleki çalışmalarıyla özellikle Amerika seyahati ve bu seyahate ait günlüğü konu ediliyor.

1903’te Azerbaycan Suşa’da doğan Süreyya Ağaoğlu 1909’da ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti. 1921’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başvuran ilk kız öğrenci olarak fakültenin kız öğrencilere açılmasına öncü rol oynadı. 1924’te Hukuk Fakültesi’ni bitirerek 1928’de avukatlık ruhsatını aldı. Böylece “Türkiye’nin ilk kadın avukatı” unvanının sahibi oldu. Ömrünü kadın ve çocukların haklarının savunulmasına adamış bir feminist aktivist ve entelektüel olan Süreyya Ağaoğlu, ünlü fikir ve siyaset adamı, Türk milliyetçiliğinin öncü isimlerinden Ahmet Ağaoğlu’nun kızı milletvekili, bakan ve edebiyatçı Samet Ağaoğlu’nun da ablasıdır.

Mesleki yaşamı boyunca çok sayıda uluslararası konferansta Türkiye’yi temsil eden Süreyya Ağaoğlu, 1949’da Beynelmilel Barolar Birliği’nin tek kadın yönetim kurulu üyesi oldu. 1952’de Milletlerarası Kadın Hukukçular Birliği’ne üye olarak girdi. 1960 yılında Kadın Hukukçular Birliği’nin BM Cenevre Teşkilatı temsilcisi seçildi. 1980-1982 yılları arasında Hukukçu Kadınlar Federasyonu ikinci başkanlığında bulundu. Kimsesiz ve suça meyilli çocuklara dair özel çalışmalar yapan Ağaoğlu, 1949’da “Hayatımda beni en fazla tatmin eden iş” dediği Çocuk Dostları Derneği’ni kurdu.

Süreyya Ağaoğlu 27 Mayıs darbesinin ardından Yassıada Mahkemeleri’nde ömür boyu hapse mahkûm edilen kardeşi Samet Ağaoğlu’nun avukatlığını üstlendi ve o dönemde kurulan Yeni Türkiye Partisi’nden siyasete atıldı. Süreyya Ağaoğlu, yaşamına dair anılarını Bir Ömür Böyle Geçti - Sessiz Gemiyi Beklerken adıyla yayınladı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişen Süreyya Ağaoğlu’nun hayatına ışık tutan birçok belge, mektup, bayram tebriği, günlük, gazete küpürü, diplomata, pasaport ve fotoğraflar hali hazırda Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı bünyesindeki Süreyya Ağaoğlu koleksiyonunda muhafaza ediliyor. 1997 yılında kız kardeşi Gültekin Ağaoğlu ve yeğeni Mete Taşkıran’ın çabalarıyla bir araya getirilen bu özel arşivde Süreyya Ağaoğlu’nun 19 Ekim 1946 ile 7 Ocak 1947 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Amerika seyahatinde Osmanlı Türkçesi olarak kaleme aldığı yetmiş üç sayfalık günlüğü de bulunuyor. Hanife Karasu’nun yüksek lisans tezi kapsamında titiz bir çalışmasıyla ilk defa Latin harflerine aktardığı Amerika Günlüğü, Erken Cumhuriyet kuşağından eğitimli ve entelektüel bir Türk kadınının ben-anlatısı örneği olmasıyla dikkat çekiyor.

1946’da New York’ta düzenlenen Uluslararası Kadınlar Birliği konferansında Türkiye’yi temsil etmek üzere Süreyya Ağaoğlu davet edilir. O günlerde iş için Londra’da bulunan Ağaoğlu resmi işlemlerin uzaması üzerine yola geç çıkmış ve kongreye yetişememiştir. Bununla birlikte Amerika’da hem kongreye sponsorluk yapan hem de kendisinin üyesi olduğu YWCA (Genç Hristiyan Kadınlar Derneği) tarafından misafir edilmiştir. Amerika seyahati boyunca YWCA, adına özel davetler vermiş bu dernekte kadınlarla görüşmüş ve birçok konferansa konuşmacı olarak katılmıştır. Gittiği hemen yerde ilgi gördüğü gibi gazetelerde de kendisinden özgüyle bahsedilmiştir. Günlüğünde Amerika’da bulunduğu yaklaşık üç aylık zaman zarfında neredeyse hemen her gün gazetelerde kendisinden söz edildiği vurgulamaktadır.

Süreyya Ağaoğlu seyahati esnasında Amerika’da birçok şehri gezmiş, yeni insanlarla tanışıp dostluklar kurmuş, konferanslara katılmış, sinema, tiyatro ve müzelere gitmiştir. Gezip gördüğü yerlerden yeme içmeye, ulaşım imkanlarından hava durumuna, gündemdeki siyasi ve sosyal meselelere kadar çeşitli bahislere günlüğünde yer vermiştir. Seksen bir gün kaldığı Amerika’da New Haven, La Guardia Havaalanı, Empire State Building, Rockefeller Plaza, Harlem,Central Park,Columbia Üniversitesi, Broadway, Times Square, Wall Street, Breed Abbott and Morgan Avukatlık Bürosu, Riverdale, modern Art Museum (MoMA), Metropolitan Art Museum, Macy’a Alışveriş Merkezi, Spence School, Queens, Kingston, Hyde Park, Radio City Music Hall, Roxy Sineması, White Plains, Hunter College, Washington DC, Art Gallerie, Boston, Harvard Üniversitesi’ne gitmiş New York ve Washington’da çocuk mahkemelerini görmüştür.

II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’da bulunan Ağaoğlu, günlüğünü iki kutuplu dünyada rekabetin en yoğun şekilde yaşandığı günlerde kaleme almıştı. Bu bağlamda savaşın hemen akabinde Amerika’da gündemde olan kadın iç gücü, işçi grevleri, atom bombası, yeni bir savaş söylentisi, savaştan dönen askerlerin durumuna, bebek patlamasına (Baby Boom), komünizm ve faşizm endişesi vb. konuları günlüğüne kaydetmişti. Amerikan toplumunda çalışan kadın sayısının artması ve birçok kadının harpten yıkılan binaların onarımı için yardım topladıklarından bahsediyor.

Amerika’da sosyal hayat ve kadınların konumu hakkındaki gözlemlerini etraflıca aktaran Süreyya Ağaoğlu, kadınların toplum içerisinde önemli bir yeri sahip olduklarının altını çiziyor. Günlüğünde kadınların çalışma hayatında rolü, hayır işleri ve eğitim durumları üzerine duruyor. New York’a giderken bindiği gemide yanına oturan kadının uluslararası bir şirkette yönetim kurulunda üye olduğunu söyleyerek New York sokaklarını dolaşırken de işe giden kadınların çokluğu dikkatini çeken bir husus olduğunu anlatıyor.

Amerika izlenimlerinde köprü ve yol yapımı, ulaşım araçları, teknolojik aletlerin yaygın kullanımıyla hayatı kolaylaştırdığı söyleyerek ulaşım ve teknolojide şahit olduğu gelişimin kendi ülkesinde de olmasını istediği belirtiyor.

Süreyya Ağaoğlu’nun Amerika Günlüğü hem iç dünyasını yansıtan hem de biyografisine katkı sağlayan bir kaynak olmasının yanı sıra II. Dünya Savaşı’nın ardından Amerika’daki toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel hayatta yaşananları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişmiş aydın bir kadının bakış açısından okurlara sunması bakımından önem taşıyor.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus

25 Ocak 2025 Cumartesi

Bir çağın masalı: Saatleri Ayarlama Enstitüsü

"Bu hastalık hemen hepimizde var. Bakın etrafa, hep maziden şikayet ediyoruz, hepimiz onunla meşgulüz. Onu içinden değiştirmek istiyoruz. Bunun manası nedir. Bir baba kompleksi değil mi? Büyük, küçük hepimiz onunla uğraşmıyor muyuz? Şu Etilere, Frikyalılara bilmem ne kavimlerine muhabbetimiz nedir? Baba kompleksinden başka bir şey mi?"
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Her yıl büyük yazarların vefat yıl dönümüne ayrı bir dikkat kesiliyorum. Ufak çaplı anma etkinlikleri ve sosyal medyada alıntı paylaşma ayini olarak yaşanan bu günler bazı yazarlar söz konusu olunca biçim değiştiriyor. Kendine makul bir entelektüel zemin inşa etmiş -bu konuda çalışmayı elden bırakmamış- okurlar, elbette yazarları uzak akrabaları olarak görüyorlar. Bu duygusal bağ kimi zaman romantik düzeyde kalsa da bazen esaslı çalışmaları da beraberinde getiriyor. Sosyal medyanın güzel ve güçlü taraflarından biri bu: neden okunması gerekir, okunursa ne elde edilir, kitaplar bugünlere neler söyler, yazarları günümüze taşıyan özellikler neler? Dilimize olan sevgimizin tüm bu sorulara birer cevap olması da ayrı hoşluk. Büyük yazarlarımız, dilimizin yaşayan ve yaşatan olmasında birer mihenk taşı, ne mutlu.

Ahmet Hamdi Tanpınar, her yıl sadece doğum ve vefat yıldönümlerinde hatırlanan bir yazar değil. Onunla ilgili çalışmaların sonu gelmiyor, gelmemeli zaten. Yaşarken maruz kaldığını dile getirdiği sükut suikastı başta Mehmet Kaplan olmak üzere vefalı pek çok talebesinin gayretleriyle buharlaştı. Artık "Bir gün elbet bana döneceklerdir" hakikati ayan oldu. Tanpınar daha çok okunuyor, daha çok anlaşılmaya çalışılıyor. Bu aynı zamanda okurun insan olarak kendini arama ve anlama çabasıdır. Sadece bu kadar da değil: Tanpınar'ı okumak ve anlamaya çalışmam, bu memleketin değerlerini, tercihlerini, yaşam biçimini, kısacasını ruhunu okuma ve anlama çabasıdır. Tanpınar'la ilgili neşredilen kitapların yanı sıra konferanslar, sempozyumlar, çevrimiçi atölyeler, podcast'ler de okurun her mevsimini güzelleştiriyor hiç şüphesiz. Mesela Ocak 2025 itibariyle bir güzellik; Yaz Sıcağında Bir Esinti: Ahmet Hamdi Tanpınar podcast serisi artık bir kitaba dönüştü: Çoksesli Bir Tanpınar Okuması.

Söz konusu Tanpınar gibi her açıdan zengin bir zihin, özel bir kalem olunca; ona dair tahlil kitaplarına daha yoğun seyretmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Ağustos 2022'de Ketebe Yayınları'ndan çıkan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü: Bir Tahlil kitabı bu anlamda çok kıymetli. Necip Tosun'un bu okuması son derece zevkli tahlili, okurun halihazırdaki Tanpınar ateşini yeniden harlamak için birebir. Kitapta yazar ve tarihsel bağlam, edebi bağlam, romanın ele aldığı sorun(lar), şairin katkısı, ana fikirler, ikincil fikirler, kazanım, romanın şairin çalışma sahasındaki yeri, romana dair ilk tepkiler, gelişen tartışmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün bugüne etkisi ve yarına mirası gibi hem temel, hem de özel konular irdeleniyor. Necip Tosun tahlili boyunca, bu yazıyı yazmadan birkaç gün önce bitirdiğim Manzaradan Parçalar'da yakaladığım başarılı bir tespiti daha anlaşılır kıldı benim için. Şöyle diyor Orhan Pamuk: "İki dünya arasında kararsız kalan, ama bu kararsızlığı bir üsluba çevirerek kararlılıkla benimseyen Tanpınar, aslında yaşadığı çevre ve bu çevrenin imkânları konusunda çağdaşlarının çoğundan daha akıllı ve kararlı davranmıştır. İki dünyanın arasında kendini yerleştirerek, her iki dünyadan seçmeli bir şekilde yararlanabilmiştir."

Tanpınar bunu sadece romanlarında değil, o romanlarının temelini oluşturan tüm düşüncelerinde yaptı aslında. Okurunu bir karar verme zorunluluğuna tabi tutmadan, verimli arazilere doğru ışıklar yaktı. O arazilerde Baudelaire, Jung, Valery, Beethoven, Debussy, Wagner de var; Yunus Emre, Dede Efendi, III. Selim, Şeyh Galib, Buhûrîzâde ItrîNeyzen Emin Dede de var. Gelenek ve batılılaşma arasında bizi biz yapan yahut yapamayan her şey var. Necip Tosun da şöyle diyor: "Romanın en büyük özelliği, sadece belli bir kesimin romanı olmayıp her kesimin, görüşün, anlayışın romanı olmasıdır. Bu anlamda ideolojik bir kesimin romanı olmaktan çok, Türkiye'nin romanı olma yönüyle de seçkin bir yerde durmaktadır.". Zaten kendi düşüncelerini mutlaka roman karakterleri içinden birine söyletir Tanpınar. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde de bunu Hayri İrdal'a yaptırmıştır. Tosun'dan okumaya devam edelim: "Yeni sisteme bağlı aydınları, sanatçıları, edebiyatçıları ortak karakter olarak Halit Ayarcı'nın zembolize ettiğini düşünürsen Muvakkit Nuri Efendi, Yahya Kemal'i; anlatıcı kahraman Hayri İrdal ise Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'cahil hâlini' temsil eder. Hayri İrdal zaten düşünce yönüyle Tanpınar'a benzemektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, kendisinden sonuna kadar Batılı olmasını, geçmişini, Yahya Kemal'i unutmasını isteyen Cumhuriyet aydınlarının sonunda kendini ne hâle getireceğini, oldukça abartarak ve dönüştürerek Hayri İrdal tipi üzerinden örneklemek istemiştir. Hayri İrdal karakteri kendisini inkâr edip başkalaşarak çelişkiden, geçmişten kurtulanların bunu yaptıklarında düşecekleri durumu temsil eder."

Tıpkı Balzac, Zola, Flaubert, Kafka, Joyce, Tolstoy, Dostoyevski, George Orwell, Thomas Bernhard gibi çalışma hayatını, bürokrasiyi, modernleşme adı altında düşülen komik durumları, 'sonradan görme' sendromlarını, hakkaniyetin ve liyakatin nasıl soytarılığa dönüşebileceğini anlatır Tanpınar romanında. Ancak bu romanda bariz bir Sartre, Camus, Proust etkisi vardır. Değer yargılarının alt üst oluşuyla ortaya topyekun bir çözülme, bozulma, yozlaşma çıkmıştır. Kısacası bir çöküş vardır. Bu çöküşten bu kadar ironik bir dille bu kadar gerçekçi bir alay inşa etmek de Tanpınar gibi dahilerin işidir. Roman boyunca kahramanlar; insanların birbirleriyle olan iletişimsizliği arasında kalmış, diğer yandan da anlam arayışı içinde boğulmuşlardır. Abes olan, bu boğulmanın farkına varamamalarıdır. Bir yeni ve güzel vardır ancak o yeni nedir ve güzel nerededir belirsizdir. Sartre'ın dile getirdiği 'yabancılaşma', Camus'nün gündeme getirdiği 'saçma' yaklaşımı, Proust'un şiirsel diliyle buluşur romanda. İnsan, zaman ve mekan; müzikle, resimle, bilinç akışıyla romana benzersiz bir hava verir. Necip Tosun'un işaret ettiği bir fark da şudur: "Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün Tanpınar'ın diğer romanlarından farkı, romanın modernizmin kesin galibiyetiyle bitmesidir. Modernizmden korunmak mümkün değildir. Bir anafor gibi herkesi içine çeker ve kendi gerçeğini yaşatır. Nuri Efendiler, Ahmetler bu anafordan kurtulmuştur ama toplum bu anaforun içindedir. Hayri İrdal oğlunun (Ahmet) bu seçimini gururla savunur ama bu anafordan kurtulamayacağını da ifade eder. Er ya da geç bu anafora o da kapılacaktır."

Değişerek devam etmek ve devam ederek değişmek fikrini denemelerinden romanlarına taşıyan Tanpınar daima -belki de kendisi gibi- arayan, sorgulayan, çoğu zaman bölünmeler yaşayan ruhlarla meşguldür. Geçmişle bugünü bir araya getirmek, sanatın bütün gücünden yararlanarak yeni bir anlatım biçimi geliştirmek, farklı pek çok zihinden beslenerek başka bir Türkiye haritası ortaya sermekti meselesi. Analiz de sentez de kurgunun içindedir Tanpınar'da bu yüzden. O diğer taraftan da geçmişi bugüne taşımanın imkânsızlığını dile getirmiş, faydalanacak değerlere dikkat çekmiştir. Haliyle Huzur'daki engin ve derin anlatım Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde yerini ironiye, mizaha, alegoriye bırakmıştır. Hemen romandan bir paragraf hatırlayalım: "Ben artık modern adamı, modern mimariyi, modern konforu seviyorum. 'Şehrin ortasında bir mezarlık eksik' diye bu yaşımda oturup ağlayacak değilim herhalde! Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder!"

Necip Tosun'un tahlilindeki en can alıcı yeri naklederek bitireceğim. Bu yer aynı zamanda romanı nasıl okumamız gerektiğine, yazara ve yazılana hangi soruları sormamız gerektiğine dair de bir çalışma biçimi olsun hepimiz için. Bir edebi eserin hangi yöntemlerle, hangi zevkler arasında tahlil edilmesi gerektiği, geçmişte olduğu gibi bugün de 'derin okur' için keyif meselesi. Keyfimiz bol olsun diyelim.

"Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile çağının masalını yazmıştır. Yüzeysel, gelir geçer gerçeklere teslim olmamış, masal üslubunda sembolik anlatım biçimine yaslanarak hep okunacak, anlatılacak kalıcı bir masal ortaya çıkarmış, hakikatlere dokunmuş, bir çağ masalıyla yaşadığı hayatı belgelemiştir. Bu, abes dünyanın işleyişini, ruhunu ortaya koymuştur. Saçma bir dünyada yaşayan insanların da zaten bu dünyayı sıradan insanların düşünceleri ve gerçekleri ile aşmaları mümkün değildir. Bu anormal dünyanın gerçekleriyle hareket ederler ve ortaya fantastik, masalsı bir atmosfer çıkar. Dengesiz, huzursuz, tekin olmayan bu karakterler, bambaşka bir evrenden dünyamıza düşmüş gibidir. Diğer yandan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde itiraz edilecek tek bir cümle yoktur. Sadece gerçekler daha iyi görelim diye abartılmış ve zaman dışı bir rüya atmosferinde gözler önüne serilmiştir, o kadar."

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

24 Ocak 2025 Cuma

Mehmed Ali Aynî'nin entelektüel dünyası

Kültür hayatımızın mühim simalarından biri olan Mehmed Ali Âyni Beyefendi bir yazar ve mütefekkir olmanın yanı sıra uzun yıllar idarecilik görevlerinde bulunmuş bir zat-ı muhteremdir. Ataları, İskân politikası neticesinde Konya’dan Rumeli’ye gelmiş Türk’lerdendir. Bu sebeple doğduğu yer olan Manastır’ın Serfiçe kasabası Konyar diye anılmaktadır. Sekiz yaşına kadar burada ikâmet eder daha sonra ailesinin Selanik’e taşınmasıyla, öğrenimini bir süre burada devam eder. Babasının Yemen’e gitmesiyle orada da bir süre öğretim hayatı olur. Askeri Rüşdiye’de Fransızca öğrenir. Tekrar İstanbul’a dönerler ve burada önce Gülhane Askeri Rüşdiyesi daha sonra Mekteb-i Mülkiyye’yi bitirir. Fransızcanın yanına Farsça ve Arapça’yı ekler. Mezun olur olmaz memuriyet hayatına adım atar. Önceleri çeşitli şehirlerde öğretmenlik ve maarif müdürlüklerinde vazîfe alır. Sekiz yıl süren bu vazifenin ardından 1913 yılına kadar idârecilik yapar. 17 yıla yakın süren idarecilik hayatı boyunca, Kosova ve Kastamonu mektupçuluğu, Sinop mutasarrıf vekilliği, Taiz, Amâre, Balıkesir ve Lazkiye mutasarrıflığı ile Yanya ve Trabzon valiliği yapar. Dönemin en önemli siyâsî ve devlet adamı olan Talat Paşa’nın talimatıyla emekliye sevk edilir. Maarif Nazırı’nın isteğiyle İstanbul Darülfünun’da felsefe müderrisliği teklifini kabul eder lâkin müfredatı ve öğretmenlerin tarzını beğenmediği için istifa eder. Cumhuriyet rejimin, düşünce ve ideolojisine yön verecek olan, Ziya Gökalp’in ısrarı ile Felsefe Muallimliğini aynı okulda kabul eder. 1915’te Edebiyat Fakültesi Müderrisler Meclisi Reisi, 1923’te Tedkīkat ve Te’lîfât-ı İslâmiyye Heyeti üyesi olur, felsefe terimlerine Türkçe karşılıklar bulmak için çalışır. Bunların haricinde Çamlıca Kız Lisesinde edebiyat, İlâhiyat Fakültesine Tasavvuf tarihi Harp okulunda Ahlâk Felsefesi, Harp Akademisinde Siyâsî tarih derslerini okutur.1935 tekrar emekli olur ve 1937 yılında İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu başkanlığı görevine getirilir. 1945 yılında vefat eder.

Genç yaşından îtibâren idâreciliğin yanı sıra eser veren Ayni, aynı zamanda tasavvufa olan ilgisi özellikle Bayramiyye ve Celvetiliğe olan merakı ile bilinmektedir. Mürşid kelimesini telaffuz etmeden Aziz ibaresini kitaplarına alan Ayni, Tanzimat ve akibinde Yeni rejimle birlikte baş gösteren dini hayatın zayıflamasından endişe duyar. İlâhiyat fakültesi açılması taraftarı olarak karşıtlarına yazılarıyla cevap verir, mücâdele eder. Onun tasavvufi boyutu tanınma gündeminin önünde yer alırken idârecilik kısmı es geçilebilmektedir. Lâkin 25 yıla yakın süren memur hayatında yakın tarihimizi ilgilendiren birçok noktalara şâhitlik etmiş, yer yer vazîfe almıştır.

Büyüyen Ay Yayınları'ndan çıkan, Canlı Tarihler serisinin ikinci kitabı olan Mehmed Ali Aynî’nin Hatıraları onun Osmanlı sınırları içinde yapmış olduğu vazîfelerin bir dökümünü teşkil ediyor. Sayfa sayısı az ama içindeki muhteva dev olan kitap; bize İkinci Meşrutiyet, 31 Mart vakası ve Balkan Savaşları dönemini aktarıyor. Türk tarihin kırıcı noktalarından olan, Abdülhamit Han’ın istibdat uygulamaları (nedenleri tartışılır) neticesinde, hal edilmesine kadar olan süreçte, bir idârecinin kaleminin notlarını, daha sonraki yönetim hakkındaki hususiyetler de ele alınmıştır... Aynı zamanda görev yaptığı bölgelerin özellikleri, halkının yaşam kalitesi ve bakış açılarını da kaleme almıştır. İmparatorluğun sâdece bir bölgesinde değil bir ucundan bir ucuna giderek, bütün sosyolojisini, toplumunu irdeleme fırsatı bulmuştur. Bundan ötürü de bir batılı Aydın gibi düşünmediği gibi, bir şarklı gibi de düşünmekten uzak durmuştur. Çıkış yolunu din ve tasavvufta bulmuş, Türklük kavramını da önemsemiştir.

Öncelikle Büyüyen Ay Neşriyat’tan çıkan “Canlı Tarihler” serisi 80 yıl önce Tahsin Demiray’ın gayretleriyle Türkiye Yayınevi tarafından hayata geçirilmiş bir projedir. Demiray’ın bu seri çalışması tarih ve kültür dünyamız için dikkate değer niteliktedir. Kendisi, pek az insanın adını hatırladığı, yayın hayatımızın emektarlarından, aynı zamanda siyâsetçisidir. Bolu’da işgal yıllarında sorgu yargıçlığı ve öğretmenlik görevlerin bulunmuştur. Öğretmenliği sırasında yayın hayatına geçmiştir.1925 yılında Türkiye Yayınevini kurar. Yeni Yol mecmuası ve Yavru Türk gibi çocuk dergilerinin de yayıncılığını yapar. Yakın arkadaşları arasında Nihal Atsız, Esat Mahmut Karakurt gibi isimler vardır. Kültür hayatına hizmet etmek için altı ciltlik Canlı Tarihler serisini basar. 1960 yılında Adalet Partisinin kurucuları arasında yer alır. Millî Talebe birliğinde konferanslar vermiştir. Yakın tarihimizin simalarından olan Demiray’ın Canlı Tarihler serisini Büyüyen Ay tekrar bize kazandırmışlardır. Bu güne kadar 3 serisi tekrardan hayat geçmiştir. Birinci Kitap, Hattat Rifat Yazgan, İsmail Fenni Ertuğrul ve Lem’i Atlı’nın hatıraları, İkinci Kitap Mehmed Ali Ayni Hatıraları, üçüncü kitap Geçtim Hevesat-ı Dünyevîden ise Veled Çelebi İzbudak'ın hatıralarıddır.

Merhum Mehmed Ali Ayni’nin hatıralarında önem arz eden yerlerden bazılarını şöyle sıralayıp bahsedecek olursak:10 yaşında Yemen San’da bulunduğu sırada Valinin Huzurunda ezberden Fransızca bir nutuk okur. Ödül olarak vali ona Olendorf'u hediye eder, Habeş köleleri refakatinde uzun kulaklı filozofla okula gitmesi en hoşuna giden olaydır. Gülhane’de sınıf arkadaşı Peyam’ın baş Muharriri Ali Kemal’dir. (Boris Johson büyük dedesi). Mizancı Murad öğretmenidir ve onun tesiri ile okulda Fransız ihtilâli oyunu oynarlar, Recaizâde Mahmud Ekrem onları edebiyat sevgisi aşılar, Gülşen mecmuasında yazıları çıkmaya başlar. Abdülhamit karşıtıdır. Muallim Naci’nin kültür anlayışını beğenmez. Bir akşam Ali Kemal’lerin evinde Medeniyet münakaşası yüzünden dışarı çıkma saatini geçirilirler. Yakalanıp meşhur 7-8 Hasan Paşa’nın karşısına çıkarlar. Durumu anlatınca Padişah tarafından bahşiş gönderilir, ayrıca onlara bir kütüphane ayarlanacağı söylenir. Ama bu sırada mektep nizamnâmesine aykırı hareket ettikleri için beş gün hapis cezası da alırlar. Mehmed Münif Paşa’nın huzuruna çıkıp idadî müdürlüğü talebinde bulunur. Nazır’ın bir merakı vardır, kelimelerin aslını bulmak. bu yüzden onu imtihan etmek ister. Tercüme etmesini ister. Verdiği eser Türkçe’dir ama bir kelimeyi dört kez yanlış okur.

Üstelik bir kitap daha uzatmasın mı? Bu, Türkçe idi amma, gösterdiği sayfada tesadüf ettiğim bir kelimeyi dört türlü okuduğum halde hepsi için:
-Öyle değil!
Mukabelesinde bulundu. Meğer bu kelime Arapça bir yemeğin adı imiş.


Daha sonra Hz. Fatma’yı anlatan bu kitabın Osmanlı Türkçesi olduğu için anlamadığını, bu lisanı da öğrenip okuyacağını söylese de, Paşa kabul etmez. Ayni Bey yeniden Nazır’ın kapısını çaldığında sert şekilde niye geldiği sorulunca şu cevabı verir.

Efendim benim bildiklerim de var
Ne imiş onlar?
Hesap, hendese cebir, müsellat kozmografya kimya...


Sırasıyla bildiği ilimleri sayarken İlm-i Servet-i Millel de söyleyince paşa onu bu mevzuda imtihan eder. Neticesinde Nazırı iknâ eder hatta paşa onu kendine muavin eder. Böylece memuriyet ve öğretmenlik hayatı başlar.

Kastamonu görevi sırasında yazdığı ve neşrettiği “Tarih-i Edebi-i Âlem” başına iş açar. Zararlı görülerek toplatılması emredilir. Lâkin işin aslı sansür kurulundan izin alınarak bastırılmıştır. Ama bir yerinde Rum evlerinde asılı olan Çariçe resimlerinden bahsetmiş ve padişahın resminin ucuzluk ve kolaylık ile alınırsa, bunun önüne geçileceğini yazılmıştır. İşte bunun için kraldan çok kralcılar tarafından fırtına kopartılmıştır. Hemen kitapları toplatıp yaktırmış, hatta Romanya’ya kaçmayı düşünmüştür. İstanbul’a geldiğinde hiçbir ceza almadığını öğrenir. Çankırı’da meydana gelen bir deprem yüzünden, Mutasarrıfı Halepli Hacı Kadri Bey (Rektör Cemil Bilsel’in babası) fırınları açtırmamış halkı aç bırakmıştır. Halk telgraflarla durumu saraya bildirmişlerdir. Abdülhamit Han, bu tür müracaatlara önem arz ettiği için Sadrazam Said Paşa’yı görevlendirilmiştir. Ilgaz dağlarındaki kar yüzünden Sadrazam yerine teftişe gitmek zorunda kalır. Yaptığı tahkikat sonrası Mutasarrıflık kaldırılmıştır. Balıkesir görevinde ise Türkiye’nin ilk işçi grevini sonuçlandıran kişi olarak tarihe geçmiştir. Amare (Irak) görevinde asilerle uğraşmış, Şeyh Gadban ve Şeyh Sayhud arasındaki savaşı durdurmak için çareler aramıştır. İki tarafın sözünden dönmemesi için İmam Abbas türbesinde yemin ettirmeye karar vermiş, lâkin amacına Mustafa Nuri Paşa engel olmuştur.

Çünkü Şii olan bu aşiretlerin itikadına göre bu şekilde tesvik edilen bir ahde riayetsizlik vaki olursa bunlar imam Abbas tarafından çarpılırmış.” Bu bölgede bu tür olaylar için cezalar sıra ile gidermiş, şöyle aktarır,

Irakta cari olan eski bir an’aneye göre isyanların mesuliyeti sıra ile mutasarrıfa, Valiye veya kumandana atfedilirmiş. Evvelki vakıanın cezası selefim Babanzâde Hamdi Paşa’ya çektirmişler. Son hâdisede nöbet valiye gelmiş!

Mehmed Ali Ayni’nin hatıraları bunlarla bitmiyor, İttihat ve Terakki Cemiyeti Üyesi olmadığı halde, Balıkesir görevinde iken padişaha gözdağı vermek için telgraflarında teşkîlât adını kullanmış olduğunu, askerlerin başıboş davranışlarını bu sayede nasıl önlediğini de okuyoruz.

Meşrutiyetle ve Kanûnî Esasî ile birlikte mahkûmların isyanı ve ülkeyi saran karmaşa ile uğraşması, Balkan Savaşlarında Trabzon’da yaptıkları çalışmalar, Lazkiye’de Nasiriler davası, Ermeni meselesinde Fransız ve İngilizlerle olan mücâdelesi, kedi fare oyunu gibi birçok olay var.

Son hatıra olarak Talat Paşa tarafından nasıl emekliye sevk edildiğini anlatıyor. Babıâli Baskını haberini Spinoza hakkında yapılan bir münâzara sırasında haber alır. Elindeki telgrafta sadece Talat imzasını görünce, onun bu hareketini Patrona Halil Vak’asına benzetir. Bu durum Talat Paşa’nın kulağına gider ve onu zamanı gelmediği halde emekliye sevk eder.

Bununla beraber üzülmedim. Çünkü mülkî hizmette bulunduğum müddet içinde parlak bir sicili doldurmak mazhariyetine ermiş idim. Tekrar maarife dödüm. Yarının büyüklerini yetiştirmek vazifesine dört el ile sarıldım.

Tarihi olaylar vakanivüsler tarafından yazılanlardan, antlaşmalardan, kayda geçen devlet yazışmalarından ibâret değildir. Hâdiselerin içinde bizzat yer alan şahısların, yetkililerin hatta halkın anlattıkları hatıralarda gizlidir. Abartılar ve eksiklikler olsa da, bugün bildiğimiz vak’aların arka planını, nedenlerini öğrenmemiz için başucu kaynaklarıdır. Coğrafyaları, halkın içinde bulunduğu sosyal durumu, en iyi gören gözler anlatır. Mehmed Ali Ayni; Osmanlı’nın Abdülhamit son dönemi ve Meşrutiyetle birlikte içine düştüğü ateşin nedenlerini, sonuçlarını kendi tecrübeleri ile aktarmış. Hatıraların çoğalması ve yayınlanması, bakış açılarımızı değiştirecek bize farklı bir düşünce kapısı açacaktır. Masallar, menkıbeler, hatıralar, kökleri sağlam olanların geleceğe sağlam basanların sesleridir.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

21 Ocak 2025 Salı

Sanatçının içindeki kainat: edebiyat

Abdülhak Şinasi Hisar’ın edebî yazıları, yayımlanan bu ikinci ciltle daha da genişledi. Büyük edebiyatçıların teorik konularda fikir belirtmesini ve bunları yazmasını ciddi bir şekilde savunan biriydi Hisar. Everest Yayınları’nın derlediği bu iki cilt onun düşündüğünü yaptığının en güzel örnekleri. Bu sitede serinin ilk cildiyle ilgili Yağız Gönüler ağabeyin bir yazısı olduğu için ben daha çok ikinci cilde değineceğim.

A. Şinasi Hisar’ın Romana Bakışı
Hisar için, her şeyden önce hangi türün yazarıdır desek herhalde en iç rahatlığıyla denemeci deriz. Çünkü o güzel İstanbul ve Boğaziçi yazılarının önüne onun yazdığı başka şeyler kolay kolay geçemez. Ancak onun aynı zamanda üç tane, hacim olarak küçük ama üslûp ve içerik olarak büyük romanı var. Üstelik bu romanlar yazıldığı zamanlar için farklı addedilmiş, biraz garipsenmiş metinler. Çünkü Hisar, romanda hiç önem vermediği, yan unsur gördüğü, olmasa da olur dediği ‘vaka’yı atlamış ve direkt kişiyi temel alan, karakter romanları yazmıştı. Zamanı için bir yenilik olan bu durum Hisar’ın roman anlayışıyla da örtüşüyor. Bunu da dört bölümden oluşan kitabının en uzun ve detaylı bölümü olan Romana Dair’de tartışıyor. Zaten bence, Hisar’a en çok kulak kabartmamız gereken yer burası. Roman türü hakkında hiç de tutucu olmayan bir yazarla karşı karşıyayız. O dönemler için romanda vaka’yı saf dışı bırakmak, olsa da olur olmasa da olur, durumuna getirmek herkesin kolay kolay savunup bunu uygulayabileceği bir şey değil. Bu tavrını da başta Fahim Bey ve Biz olmak üzere üç romanıyla da çok başarılı bir şekilde desteklemiş. Üstelik bu yenilikçi tavır Hisar’dan sonra da uzun süre -istisnalar dışında- devam ettirilememiş.

Hisar, romanı belli bir çerçeve içine sokmuyor. Romanı belli bir yere oturtmaya çalışanlara da karşı geliyor. Ona göre roman hudutsuzdur ve içinde birçok başka türü barındırır. Vaka konusunda, yukarda değindiğim gibi, hassastır ve merak unsurunu romandan atmak ister:

Mesela, mevzu diye alınan bir vakanın hikâyesi, birçoklarının sandıkları gibi romanın esası değil, teferruatı ve hatta denilebilir ki, onun düşmanıdır. Eğer bana sadece bir vakayı hikâye etmek istiyorsanız ve başka hiçbir diyeceğiniz olmadığı da meydanda ise, bu masalı söylemeseniz de olur ve ben de sizi dinlemesem daha iyi etmiş olurum, diye düşünebilirim.

(Kişi incelemeleri, karakter başarısı önemlidir fakat onun dönemlerinde veya kısa zaman öncesine kadar bazı büyük yazarların müstear isimlerle ve geçim kaygısıyla romanlar yazdığı veya çevirdiği de bir gerçektir. Peyami Safa ve Kemal Tahir ilk akla gelenler. Hisar’a göre olmaması gereken bu tür anlatımlar ve romanlar öte yandan büyük yazarların büyük romanlar verebilmesini sağlamıştır. Safa’nın dediği gibi, Cingöz Recai olmasaydı Peyami Safa olmazdı.)

Kitabın en uzun ve bence en değerli olan bu ilk kısmında Hisar adeta karşısında biri varmış gibi bir tartışma ortamı oluşturuyor ve roman hakkında neredeyse üniversite dersi veriyor. Romanda kişiler, roman hakkında yazılmış kitap eleştirileri, roman nasıl yazılır, vaka’nın önemsizliği gibi konularda uzun uzun fikirlerini yazıyor. Ayrıca Şinasi Hisar dendiğinde akla ilk gelen şeylerden olan romanda üslûp konusunu da didik didik ediyor. Ondaki üslûp titizliğini gösteren çok cümlesi var kitapta:

İyi yazmayı bilmedikleri, kelimelerini seçemedikleri, edebiyatı da sevmedikleri için, güya romanın güzel bir üslupla yazılmış olması icap etmediğini bir kaide olarak uyduran ve ileri süren basit muharrirlerin bu sözde nazariyeleri, ancak kendilerinin küçük hesaplarına uymaktadır. Üslupsuzluk, tembel muharrirlerin kolayına gelmektedir. Bunlarca sanat, tasannu sayılıyor ve edebiyat da özenti söz! ‘Edebiyat yapmak’, âdeta ‘lügat paralamak’ tarzında tenkit edilecek bir kusur telakki ediliyor! Vakıa, geçirdiğimiz buhranlı zamanlarda, her nevi üslupsuzluğun bir başka saiki daha vardır. Bu muharrirlerin bazıları, bütün dünyanın yüzünü değiştirmek istediklerinden olacak, bir sayfalık yazının intizamı ile uğraşmak onlara abes geliyor! Kalemlerini bir bomba gibi kullanmak isteyenler bizim bu bir tek sayfa için dikkatle uğraşmamızı, kim bilir ne çocukça telakki ederler!

Şiire Dair ve Diğer Bölümler
Kalan bölümlere de kısaca değinip yazıyı bitirmek istiyorum çünkü benim bu yazıda aksettirmek istediğim daha çok Hisar’ın roman hakkındaki görüşleriydi. Şiire Dair ve Tenkit ve Tercümeye Dair bölümleri de Hisar’ın orijinal görüşlerini görebileceğimiz yerler. Özellikle şiir konusundaki yeniliğe açıklık da tıpkı roman konusundaki yenilikçi fikirleri kadar önemli. Tenkit ve Tercümeye Dair bölümünde ise Hisar’ın münekkitliği öne çıkıyor. Şu durum sevindirici: Yazarın ortalama 70 yıl önce eleştirdiği bazı konularda, özellikle tercüme eserler ve niteliği konusunda Türk Edebiyatı epey yol aldı. Tenkit olmadığı ve münekkit yetişmediği konusundaki eleştirileri haklı olsa da, bu alana edebiyatımızda kaç tane yazar önem veriyordu? Hele bu zamanda, tek tıkla milyonlarca reklam yapılabilen bir zamanda işin bu yönünü de düşünmek lâzım. Bazı eleştirilen konuların gelişmemesi maalesef ki zamanın ruhuyla da alakalı.

Son bölüm İlgili Söyleşiler ise ilk üç bölümle ilgili kısa değerlendirmeler gibi olmuş. Okur en önce söyleşileri okuyup daha sonra ilk üç bölümü okuyabilir. Böyle olursa söyleşilerde kısa geçen konuları sonrasında uzun uzun okuma şansına sahip olabilir.

Şinasi Hisar’ın bu tür fikir metinlerinde zor bir üslûbu var. Roman ve İstanbul yazılarında gördüğümüz o lezzetli dil yerini çok daha ciddi ve çetrefilli bir anlatıma bırakıyor. Üstelik bu kitap, serinin ilk cildine göre daha zor okunuyor çünkü ilk kitabın çoğu, tek cümlelik veya paragraflık çok sayıda aforizmadan oluşuyordu ve bu durum okumayı biraz rahatlatıyordu. Bu kitapta ise sadece Şiire Dair bölümünün kısa bir yerinde görüyoruz bu tarzı. Biraz da bundan dolayı bu kitap biraz daha emek istiyor. Ancak son tahlilde ilk kitaba göre çok daha doyurucu bir kitap. Hisar’ın çok değerli eleştirmenliği ve inceleme gücünü bu kitapta daha net görebiliyoruz çünkü aynı zamanda Hisar dediklerinin dayanağını sağlam kuruyor. Dediklerinde gereksiz ve boş diyebileceğimiz cümleler neredeyse hiç yok.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

20 Ocak 2025 Pazartesi

Medeniyetimizin içine düştüğü buhranın romanı

Bazı yazarlar, bazı eserler değerinden bir şey kaybetmezler. Demlendikçe tazeleşir, demlendikçe halden hale girer, ruhlara seslenirler. Onlar her devrin mürekkep sâhipleridir, değişen zaten sadece zamandır (o da izafidir) ki, bizler geçmiş zaman içinde yaşarız. Şimdi denilen şey ise geçmişin bir parçasıdır, aslında yoktur. An vardır ve anda kalırız. Mütefekkirler, münevverler, âbide şahsiyetler, "an" sâhipleridir. 20.yy, teknolojinin hızla yayıldığı, maddenin yeryüzü üzerinde bir perde oluşturup, içine mânevîyatı sokmamak için direnen, sekizinci katman olarak varlığını ortaya koyduğu, çağdır. Maddeden uzaklaşan insanoğlu, toplum bilincini de bozmuştur, tekerleği patlamış bir araba gibi oradan oraya savrulmaktadır. Menzil amacından uzaklaşılıp, sadece yolda kalmaya odaklanılmıştır. Bu yüzden de tepeye zirveye ulaşan pek az eser verilmektedir. Ve yine nadir olarak sâdece hakîkate odaklanan âlimler ve münevverler zuhur etmektedir. Denilir ki evliyanın sayısı kıyamete kadar aynı kalırmış. Bu çağda evliyalarda kispet değiştirmiş, kendini saklamıştır demek yerinde olacaktır. Kendini açığa çıkaranlar ise bin bir güçlükle karşılaşmakta, mücâdele vermektedir. Yeni rejimle birlikte, herşey tepetaklak olmuş, kadim Türk devlet anlayışının temel taşlarından kopulmuş bir inkılâpçılık, ülkeyi sarmıştır. Bu gidişin karşısında, uyarıcı görevini üstelenen bazı isimler olmuştur. Bunların başında, bir İstanbul Hanımefendisi, son Osmanlı Kadını diyeceğimiz, erlik kisvesi giyinmiş, Sâmiha Ayverdi’dir.

Kullandığı dil, konuyu anlatımı, harfler arasında kalem işi süsler ile mürekkebini şenlendirmiş, bizi bize gösteren ayna vazifesini yerine getirmiştir. Türkçe’nin en bereketli kelimelerini, tanımlarını, dil inkılabının sümen altı ettiği kuralları savunmuş, sadeleştirmeye direnen bir mütefekkir olarak karşımıza çıkmıştır. Lâkin, hiç istemeden, gençlerin anlaması için kısmî olarak bazı sadeleştirmeler yapmak zorunda kalmıştır. Hatıra, roman, mektup, deneme, inceleme, mensur şiir türlerinde kırk altı esere imza atmıştır. Mektuplarından oluşan seri 14 tane kitabı vardır. Onun en büyük imzası ise topluma kazandırdığı insanlardır. Bugün önünde şapka çıkartılan, aksakal denilen birçok ismin hocalığını yapmıştır ki, kendisi çalışmayan, eğitim fakültesi mezunu olmayan, kendi deyimiyle “Elhamdüllah Müslüman Türk Kadınıyım”dan başka hiçbir sıfatı kabul etmeyen, muhterem biridir.

Kendisi; toplum bilimi, felsefe, dönüşüm, bir hicreti, kendi varlığımızda medeniyetimizin içine düştüğü buhranı sorgulayan romanı, Mesihpaşa İmamı'nı 1948 yılında kaleme almıştır. Külliyatının 27. Eseri olan 1985 yılında ilk baskısını yapan, Ne İdik Ne Olduk’da anlattıklarını ilk olarak bir romanda aktarmıştır. Külliyatının sekizinci eseridir. Hayatımda yaşamadığım ve şâhit olmadığım hiçbir şeyi yazmadım, dediği için; bu romanın bir hakîkate dayandığını söylemek mümkündür. Ne İdik Ne olduk kitabında, "Batı dünyâsına zebün olup diz çöküşümüz, sâri hastalık gibi, ne de çabuk iliğimize kemiğimize işlemiş bulunuyor. Bâhusus, bu illet millî kültür zırhı giymemiş zümreler arasında kendine zemin bulup nasıl da kolaylık ve şuursuzca bir sür'atle yayılabiliyor.” diye yazar.

İşte tam olarak romanda bunu, hayatın içinde dile gelmiş bir olaylar örgüsünde işler. Kısaca neyi kaybettik? Nerede hata yaptık? Dünyaya hâkim mümtaz Türk İslâm Medeniyetinin ayağı nerede tökezledi? Nasıl kör ve sağır olduk? Nesiller arasındaki uçurum nasıl kapanır, birbirini nasıl anlar? Din nedir? Aşk nedir? Suallerine tek tek cevap verir. Birbiri ardına gelen olaylar ve karakterler, her sualin cevabını oluştururken, arka planda İstanbul’u tanırız. Payitahtın, Balkan savaşında içler acısı tablosunu, yetim kalan Bosna Girit, Üsküp, Selânik, Filibe, için üzülürüz. İstanbul halkının; köklerinden sökülmüş olan bîçâreleri, kimi yerde kucakladığını, kimi yerde hakarete uğradığını gösterirken, bir göç panoraması da çıkarır. Bugün, Balkanlardan gelenler bizden tezinin, geçmişte öyle görülmediğini de söyler. Ekmeğine ortak olarak görülen bu insanların, yaşamak için verdiği mücâdelede dünü sorgularız. Ayverdi, Bugünü dünden görmüş biridir.

Romanın ana konularından birini, aile kavramı ve taassub oluşturmaktadır. Bağnazlık içinde sırf yüzey ve şekil Müslümanlığının arızalarını, ana karakter Halis Efendi nezdinde gösterir. 20.yy başlarında deformasyona uğrayan kadim değerlerimizden uzaklaşan bir toplumun, içine düştüğü buhranın adı “taassuptur”. Kişiler ve konuşmalarında, hem dini hem maddeci taassubu irdelerken, onun hatalarını yanlışlarının neticesini de yazar. Maddeci taassubun da; yâni dinî, îmanı, millî ne varsa reddeden garbçı zihniyetinde bir taassup içinde olduğunu bize aktarıyor. Böylece bize şunu soruyor.

Bizim, peygamber lafzını ilk duyduğumuz an aşkına tutulup, mecnun misali mefkûresi peşinde koşan, kendini fedâ eden ecdadımızın torunları, nasıl yanlış eylem ve idealler tuzağına düşmüştür?”. Romanda bunun cevabını da Halis Efendi’nin kimliği ile açıklıyor. Mânevî ve millî değerleri koruyalım derken savunmada gedik açılmıştır, bu gedikten virüsler girmiştir. Ve gerçek muhafazakârlıktan, batının bağnazlık içeren muhafazakârlığına geçiş yapmışızdır. Eserde yer alan caminin içine pisleten Güvercin metaforu ile bize bunu gösteriyor, demek istiyor ki; Tevhidimizi koruyalım derken şekilciliğe, taklitçiliğe takılı kalıyor, böylece inancımızda gedikler oluşturup, kirlenmesine izin veriyoruz. Bizim felsefimizin zaferi; maddeyi ruhun emrinde tutmasında yatarken, garbın îcadı materyalizm ve türevleri ise, rûhu maddenin emrine vererek, zenginin menfaatine, fakirin istismarına yol açan, bencil demokrasiler meydana getirerek, dünyaya hükmetmesidir. Sömürgeciliğinin boyutunu değiştirip, millî değerler silsilesine; hürriyet ve eşitlik çağdaşlık adı altında kültür ve ideoloji sömürgeciliği yaparak, körpe dimağları ve münevverleri mankurtlaştırıp, yeni sömürge imparatorluğunu kurmaya çalışmaktadırlar. Bunda da başarılı olmuşlardır ama bunun bir çaresi de vardır, «yada» taşını canlandırıp yağmuru yağdıracak kuvvet gelecektir. Türk’ün ezeli kanununda ve kaderinde bu yazılıdır.

Mesihpaşa İmamı, tam bu zihniyetin, İngiliz Yahudi Küresel medeniyetinin filizlendiği dönemi ele alır. İlim irfan çatışmasının, materyal düşünceler ağına nasıl hizmet ettiğini, irfansız bir ilmin hiç olduğu gözler önüne serilirken, millî düşüncenin de ilimsiz irfansız, kısaca aşksız olamayacağını eksik ve yarım kalacağını gösterir.

Bizim devlet teşekkülümüzün kuruluş ve yükseliş dönemlerinin iki ana unsuru olan ilim ve irfanın arasına hangi kara kedi girmiştir? Halis Efendi’nin düşünceleri ve müezzin Salim karakterlerinde, araya girenin taassub ve menfaat olduğunu söyler. Ve bunun neticesinde duraklama ve ardından gerileme gösteren Türk toplum hayatında, çıkış için yeni arayışlar, yeni yönelişler başlar. Bu dönem öyle bir çatışma içerir ki ithal ideolojiler havada uçuşur. Romanın birinci kısmı: Bizim nerden gelip nerede tökezleyip düştüğümüzü ve ağır yara aldığımızı ince ince anlatmaktadır.

Halis Efendiye asırların ardından küçüle küçüle bozula bozula yuvarlanıp gelen medrese bilgi ve tefekkürünün uçuk, silik, karmakarışık müsveddeleriden bir yaprak denebilir.

Ayrıca ancak bir insanın, inançlarının, bakış açısının, otoritesinin, ailedeki konumunu;, kılıç darbeleri alarak yaralanmasına sebeb olan, kollarının bacaklarını tutmaz hale getiren, eziyet eden, taassubun en büyüğü olan “nefsi kibirden” kurtulma yolunu, içinde aşk olmayan bir alimin, bilim köyünden aşkın şehri Medine’ye hicretini, yâni hakîki ilme ulaşması, yeni bir dirilişi, ancak göç arka planı ile anlatılabilirdi.

Âdeta günün, geceden de, sabahtadan da uzakmış sanılan bu erken saatinde, kışla baharın çarpıştığı, gözle görülecek bir mücadele halindeydi.

Eser alacakaranlıktaki bu yürüyüşü anlatan betimleme ile başlar. Kışın ve baharın alacakaranlıkta başlayan savaşında zafer müjdesi baharındır. Bu betimlemeyi yaparken de Halis Efendi yürümektedir. Evinden işine gitmektedir daha doğrusu çokluktan ayrılıp kendine gidiştir, bize romanda nelerin beklediğinin habercisi olan satırlardır. Duygularını kış soğuğu gibi donduran imam, sabah ezanı ile yani aşkla ısınıp bahar havasına kavuşacak, böylece yeniden doğacaktır.

Peki, neden bir cami ana mekândır? Sualini aklımıza getirdiğimizde şu cevap karşımıza çıkar. Cami bildiğimiz gibi bizim ibadethânemiz aynı zamanda Müslümanlığın en büyük remzidir. Osmanlı olsun, Selçuklu olsun, bu yüzdendir ki ilk fethettikleri yere cami yaparlar yani derler ki “artık burası bir İslâm beldesidir.” Taassup ve menfaat eline geçmiş îman tahtamızın, dünü, bugünü ve yarınını anlatacak en iyi mekân camidir. Aynı zamanda sosyal faaliyet alanıdır hayatın kalp atışı orada atar, toplumu oluşturan ilk normlar orada hayat bulur.

Kutsal olan bir yer daha vardır. Bedenimiz. Ruhûmuzun, nefsimizin üstüne giydirilen bedenlerimiz birer camidir. Evet, cami remzi burada aynı zamanda Halis Efendi'nin kendisidir. Kitapta Mesihpaşa Camisi harap ve pis bir haldedir, cemaati azdır. Sâdece kendisi vardır. Kimse gelmez, hatta “kapat git” derler, ama o inatla camiye gelir ve vazîfesini yapar. İşte medresenin halinin yazıldığı, hâdiselerin geçtiği dönemi en güzel tasvir edebilecek bir resim karesidir. Her tarafı çalı çırpı sarmış, camları kırık, halılar tozlu, örümcek ağları bağlamış. Öyle ki dışarıdan güvercinlerin gelip pislettiği bir yerdir. Sâmiha Ayverdi’ye göre, irfansız bir medrese da tam olarak budur.

Mesih Paşa Camisinin vîrâne halî, Halis Efendinin gönlünün röntgenidir. Camii toplanma yeridir. Bilgisinin toplandığı yerdir, bütün kitaplardan öğrendiği herşey aklında bir araya gelmiş, sığ bir âlim meydana çıkarmıştır. Salt bilgi ve taklit ile, gönüle inmemiş, merhamet, şefkat, zarafet, kısaca irfandan arınmış bir din; harap, içine hayvan yâni nefsin pisliklerinin bırakıldığı yer haline gelir. Gönlü ibâdetler ile temizlemeye çalışsa da, haramdan uzak durmayı başarsa da, özünde dürüst bir adam olsa da, gönlüne inmedikçe vîrânedir. Camii bir taraftan da içtimâî kanunlarda irfanın yavaş yavaş çöküntüsünü simgeler.

Medrese, şarkı tanıdığını zanneder, fakat ondan fersahlarca uzaktır.

Şark da, hakiki garp tekniğine ve maddeciliğine omuz silktiği için harap, yıkık, geri ve tasalıdır.

Sâmiha Ayverdi bu eserinde toplumun bir aynası olmuştur. Sâdece birinci kısım ile ilgili birkaç konuyu ele aldığımız bu yazı biraz olsun idrak gücümüzde vesile olabilir niyazıyla ele alındı. Neyi kaybettiğimizi ve neyi bulmamız gerektiğini hatırlayabiliriz. Aşk kapısını çaldığında Halis Efendi neye dönüşecektir? Bunu da bir başka yazıya saklayalım.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

19 Ocak 2025 Pazar

Sinir sistemini tanımak ve güçlendirmek

Uzun zamandır bir cümleye "pandemiyle birlikte..." diyerek başlamamıştım, başlayayım. Pandemiyle birlikte hayatımıza hızla giren bazı kavramlar var. Çünkü sağlığımızın ne kadar değerli olduğunun farkına zor zamanlarda varıyoruz, bu hiç değişmiyor. Nedir bu kavramlar? Fibromiyalji, rezilyans, psikosomatik ağrı, vagus sinir sistemi... Gribi görünce çorbayı, meyveyi hatırlayan insanoğlu, hangi baharatın neye iyi geldiğini araştırmaktan zevk alır hâle geldi. Beden ve ruh sağlığının birlikte hareket ettiğinin farkına vardı. Elbette insanın sağlığını düşünmesi ve bu yönde planlar oluşturması gayet doğal. Yediğimizin içtiğimizin ne olduğunu anlayamadığımız bir çağdayız ve sağlıklı kalmak, sağlıklı olmak için savaş veriyoruz, vermek zorundayız. Bunun için de başta kitaplar olmak üzere pek çok şeyden yararlanıyoruz. Podcast'ler, atölyeler de cabası. Haliyle dünya üzerinde alanında uzman, etkili bazı isimleri de tanımış oluyoruz. Avustralyalı ruh sağlığı uzmanı Anna Ferguson da bu isimlerden biri. Kendisi anksiyete üzerine önemli çalışmalar yapıyor ve ilgi çeken içerikler üretiyor.

Jung'un meşhur sözüdür: Yarası olmayan, şifacı olamaz. Esas iyileştirici güç yaranın kendisindedir. Sadece yaralı hekimler iyileştirebilir. Böyle demiş. Anna Ferguson da kendi yarasından yola çıkıyor. On yaşında lunaparkta geçirdiği hız treni kazası, bedeniyle zihni arasında sürüp giden savaşı fark etmesini sağlıyor on yıl sonra. Bağ kuramama hissi, yakasını bırakmayan karanlık düşünceler, uykusuz geceler ve kim olduğuyla ya da kime dönüşeceğiyle ilgili soru işaretleri artık bir zemine oturmaya başlıyor. Psikoloji eğitiminden sonra durmuyor; klinik anksiyete uzmanı, sağlık ve beslenme koçu, nefes koçu, bütünleyici somatik travma terapisti unvanlarını da kazanıyor. Bedenle barışmadan mental sağlığın kazanılmayacağına inanıyor ve bilgi birikimini artık bir kitapla Türk okurlarına da aktarıyor: Vagus Sinirine Reset At.

Ferguson okura önce merkezi ve çevresel (somatik, otonom) sinir sistemlerinin ne olduğunu anlatıyor. Bu sistemlerin nasıl işlediği, nelerden beslenip neler karşısında reaksiyon gösterdiklerini açıklıyor. Regüle olmuş bir sinir sistemi, direnç gösterebilen, dayanıklı bir sistemken; disregüle olan bir sinir sistemiyse hassas dengenin bozulması anlamına geliyor. Peki disregüle haldeki sinir sisteminde neler yaşanıyor? Kısaca: aşırı ya da az tepki vermek, duyusal hassasiyet, tükenmişlik hissi, hafıza sorunları, sindirim sorunları, gevşemede zorlanma, alerji ya da intoleransla ilgili sıkıntılar, baş ağrıları, migrenler, terleme, baş dönmesi, vertigo, mide bulantısı, insomnia (uykusuzluk, uykuya dalmada ve uykuyu sürdürmede güçlük), huzursuzluk, asabiyet. Sinir sisteminin bu reaksiyonları göstermesine sebep olan pek çok şey var. Onları da kısaca şöyle özetleyebiliriz: Yanlış nefes alma alışkanlığı, bağırsak sağlığında bozulma ve bakterilerin aşırı çoğalması, işlenmiş gıdalar, aşırı stres, yeteri kadar uyumamak, alkol ve madde kullanımı, çevresel toksinler. Fergosun bundan sonra insanın kendi beğenine uyum sağlaması konusuna değiniyor. Burada bedeni ve zihni geri kazanmak için meraklı olmak, ciddi bir gayret göstermek elzem. Fiziksel varlığımızın öneminden anlam arayışına kadar süren bu yolculukta özgüven, insanın dayanak noktası: "Özgüven kişisel büyümenin ve gelişimin temel ilkesidir ve bağlarımızı yeniden yeşertebilmemiz üzerinde önemli bir rol oynamaktadır. Özgüven eksikliği ise sosyalleşme sırasında güven duygumuzu olumsuz etkiler, ilişkilerimizi mahveder, bizi güvensizlik, terk edilme ve reddedilme korkularıyla baş başa bırakır."

Mental sağlık hizmetlerinin değişen yapısına da kafayı takmış olan Ferguson, konuşma terapisini bir yara bandı olarak görüyor, yani çözüm olmaktan uzak... Somatik terapiyi ise fiziksel gerginliği azaltmak, duyguları regüle etmek, güvenlik ve özfarkındalık noktasında değerli buluyor. Bunun için de beden çalışmaları öneriyor ve bunu aşama aşama kaydediyor. Birinci aşamada temel sağlamlaştırma yapılıyor: Güvende olma duygusunu kavramak, objektif bir gözlemci olarak sağlam bir temel inşa etmek, duygularla yeniden etkileşime geçip sağlam bir temel inşa etmek, temel ihtiyaçları karşılamak, koruma egzersizleri yapmak, bedenden yararlanmak, öz kaynakları regüle etmek. Burada okurun en ilgisini çeken konulardan biri kayıt tutmak olacaktır, yani yazmak. Ruhumda neler olurken bedenim nasıl tepki gösteriyor. Günlük ruh halim nasıl, hangi durumlarda endişeli oluyorum, gibi. Bedene yoğunlaşılan diğer aşamada kafanın yanlarının, alın ve ensenin, kalp ve midenin, göğüs kafesinin ortasının ve kafatasının tabanının nasıl kullanılması gerektiği anlatılıyor. Bu aşamada yapılanlar: özgüven sayesinde güçlü bir beden-zihin bağlantısı geliştirme, beden farkındalığını anlama, bilinçli hareketlerle, onarıcı yoga çalışmalarıyla, denge egzersizleriyle vücudu, somatik rahatlamayla vücudu geri kazanma. Kitapta pek çok egzersiz yöntemi detaylı biçimde anlatılıyor. Günümüzün bilgiye hızlı ulaşmak isteyen okuru için güzel hizmet. Ferguson'a göre üçüncü aşama, insanın süper gücünü keşfettiği ve kullanmaya başladığı aşama. Burada vagus siniri artık stresi alt etme yolunda bir müttefik. Bilinçli hareketler ve egzersizler de öyle. En önemlisi de uygulamaları birer pratik haline getirmek ve yaşam tarzında önemli, kalıcı değişiklikler yapmak.

"Size önerim, kişisel ihtiyaçlarınıza ve isteklerinize her zaman kulak vermeniz ve onlara hak ettikleri ilgiyi göstermenizdir" diyor Ferguson ve tüm anlattıklarının bir ritüel olarak yaşamda yer bulması gerektiğinin altını şöyle çiziyor: "Unutmayın, ritüellerinizin hayatınızı zorlaştırmasını değil, sizi güçlendirmesini ve enerji vermesini isteriz. Bu ritüeller konfora ve güven duygusuna ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda size gereken alanı sağlamalı ve fakat bunu yaparken bir yandan da sinir sisteminizin güçlenmeye devam edebilmesi ve daha dayanıklı hale gelmesi için sizi biraz zorlamalıdır."

Vagus Sinirine Reset At; son yıllarda sık duyduğumuz somatik deneyimlerin hayatımızda neleri değiştirebileceğine dair şaşırtıcı bir kitap.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf