24 Ocak 2025 Cuma

Mehmed Ali Aynî'nin entelektüel dünyası

Kültür hayatımızın mühim simalarından biri olan Mehmed Ali Âyni Beyefendi bir yazar ve mütefekkir olmanın yanı sıra uzun yıllar idarecilik görevlerinde bulunmuş bir zat-ı muhteremdir. Ataları, İskân politikası neticesinde Konya’dan Rumeli’ye gelmiş Türk’lerdendir. Bu sebeple doğduğu yer olan Manastır’ın Serfiçe kasabası Konyar diye anılmaktadır. Sekiz yaşına kadar burada ikâmet eder daha sonra ailesinin Selanik’e taşınmasıyla, öğrenimini bir süre burada devam eder. Babasının Yemen’e gitmesiyle orada da bir süre öğretim hayatı olur. Askeri Rüşdiye’de Fransızca öğrenir. Tekrar İstanbul’a dönerler ve burada önce Gülhane Askeri Rüşdiyesi daha sonra Mekteb-i Mülkiyye’yi bitirir. Fransızcanın yanına Farsça ve Arapça’yı ekler. Mezun olur olmaz memuriyet hayatına adım atar. Önceleri çeşitli şehirlerde öğretmenlik ve maarif müdürlüklerinde vazîfe alır. Sekiz yıl süren bu vazifenin ardından 1913 yılına kadar idârecilik yapar. 17 yıla yakın süren idarecilik hayatı boyunca, Kosova ve Kastamonu mektupçuluğu, Sinop mutasarrıf vekilliği, Taiz, Amâre, Balıkesir ve Lazkiye mutasarrıflığı ile Yanya ve Trabzon valiliği yapar. Dönemin en önemli siyâsî ve devlet adamı olan Talat Paşa’nın talimatıyla emekliye sevk edilir. Maarif Nazırı’nın isteğiyle İstanbul Darülfünun’da felsefe müderrisliği teklifini kabul eder lâkin müfredatı ve öğretmenlerin tarzını beğenmediği için istifa eder. Cumhuriyet rejimin, düşünce ve ideolojisine yön verecek olan, Ziya Gökalp’in ısrarı ile Felsefe Muallimliğini aynı okulda kabul eder. 1915’te Edebiyat Fakültesi Müderrisler Meclisi Reisi, 1923’te Tedkīkat ve Te’lîfât-ı İslâmiyye Heyeti üyesi olur, felsefe terimlerine Türkçe karşılıklar bulmak için çalışır. Bunların haricinde Çamlıca Kız Lisesinde edebiyat, İlâhiyat Fakültesine Tasavvuf tarihi Harp okulunda Ahlâk Felsefesi, Harp Akademisinde Siyâsî tarih derslerini okutur.1935 tekrar emekli olur ve 1937 yılında İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu başkanlığı görevine getirilir. 1945 yılında vefat eder.

Genç yaşından îtibâren idâreciliğin yanı sıra eser veren Ayni, aynı zamanda tasavvufa olan ilgisi özellikle Bayramiyye ve Celvetiliğe olan merakı ile bilinmektedir. Mürşid kelimesini telaffuz etmeden Aziz ibaresini kitaplarına alan Ayni, Tanzimat ve akibinde Yeni rejimle birlikte baş gösteren dini hayatın zayıflamasından endişe duyar. İlâhiyat fakültesi açılması taraftarı olarak karşıtlarına yazılarıyla cevap verir, mücâdele eder. Onun tasavvufi boyutu tanınma gündeminin önünde yer alırken idârecilik kısmı es geçilebilmektedir. Lâkin 25 yıla yakın süren memur hayatında yakın tarihimizi ilgilendiren birçok noktalara şâhitlik etmiş, yer yer vazîfe almıştır.

Büyüyen Ay Yayınları'ndan çıkan, Canlı Tarihler serisinin ikinci kitabı olan Mehmed Ali Aynî’nin Hatıraları onun Osmanlı sınırları içinde yapmış olduğu vazîfelerin bir dökümünü teşkil ediyor. Sayfa sayısı az ama içindeki muhteva dev olan kitap; bize İkinci Meşrutiyet, 31 Mart vakası ve Balkan Savaşları dönemini aktarıyor. Türk tarihin kırıcı noktalarından olan, Abdülhamit Han’ın istibdat uygulamaları (nedenleri tartışılır) neticesinde, hal edilmesine kadar olan süreçte, bir idârecinin kaleminin notlarını, daha sonraki yönetim hakkındaki hususiyetler de ele alınmıştır... Aynı zamanda görev yaptığı bölgelerin özellikleri, halkının yaşam kalitesi ve bakış açılarını da kaleme almıştır. İmparatorluğun sâdece bir bölgesinde değil bir ucundan bir ucuna giderek, bütün sosyolojisini, toplumunu irdeleme fırsatı bulmuştur. Bundan ötürü de bir batılı Aydın gibi düşünmediği gibi, bir şarklı gibi de düşünmekten uzak durmuştur. Çıkış yolunu din ve tasavvufta bulmuş, Türklük kavramını da önemsemiştir.

Öncelikle Büyüyen Ay Neşriyat’tan çıkan “Canlı Tarihler” serisi 80 yıl önce Tahsin Demiray’ın gayretleriyle Türkiye Yayınevi tarafından hayata geçirilmiş bir projedir. Demiray’ın bu seri çalışması tarih ve kültür dünyamız için dikkate değer niteliktedir. Kendisi, pek az insanın adını hatırladığı, yayın hayatımızın emektarlarından, aynı zamanda siyâsetçisidir. Bolu’da işgal yıllarında sorgu yargıçlığı ve öğretmenlik görevlerin bulunmuştur. Öğretmenliği sırasında yayın hayatına geçmiştir.1925 yılında Türkiye Yayınevini kurar. Yeni Yol mecmuası ve Yavru Türk gibi çocuk dergilerinin de yayıncılığını yapar. Yakın arkadaşları arasında Nihal Atsız, Esat Mahmut Karakurt gibi isimler vardır. Kültür hayatına hizmet etmek için altı ciltlik Canlı Tarihler serisini basar. 1960 yılında Adalet Partisinin kurucuları arasında yer alır. Millî Talebe birliğinde konferanslar vermiştir. Yakın tarihimizin simalarından olan Demiray’ın Canlı Tarihler serisini Büyüyen Ay tekrar bize kazandırmışlardır. Bu güne kadar 3 serisi tekrardan hayat geçmiştir. Birinci Kitap, Hattat Rifat Yazgan, İsmail Fenni Ertuğrul ve Lem’i Atlı’nın hatıraları, İkinci Kitap Mehmed Ali Ayni Hatıraları, üçüncü kitap Geçtim Hevesat-ı Dünyevîden ise Veled Çelebi İzbudak'ın hatıralarıddır.

Merhum Mehmed Ali Ayni’nin hatıralarında önem arz eden yerlerden bazılarını şöyle sıralayıp bahsedecek olursak:10 yaşında Yemen San’da bulunduğu sırada Valinin Huzurunda ezberden Fransızca bir nutuk okur. Ödül olarak vali ona Olendorf'u hediye eder, Habeş köleleri refakatinde uzun kulaklı filozofla okula gitmesi en hoşuna giden olaydır. Gülhane’de sınıf arkadaşı Peyam’ın baş Muharriri Ali Kemal’dir. (Boris Johson büyük dedesi). Mizancı Murad öğretmenidir ve onun tesiri ile okulda Fransız ihtilâli oyunu oynarlar, Recaizâde Mahmud Ekrem onları edebiyat sevgisi aşılar, Gülşen mecmuasında yazıları çıkmaya başlar. Abdülhamit karşıtıdır. Muallim Naci’nin kültür anlayışını beğenmez. Bir akşam Ali Kemal’lerin evinde Medeniyet münakaşası yüzünden dışarı çıkma saatini geçirilirler. Yakalanıp meşhur 7-8 Hasan Paşa’nın karşısına çıkarlar. Durumu anlatınca Padişah tarafından bahşiş gönderilir, ayrıca onlara bir kütüphane ayarlanacağı söylenir. Ama bu sırada mektep nizamnâmesine aykırı hareket ettikleri için beş gün hapis cezası da alırlar. Mehmed Münif Paşa’nın huzuruna çıkıp idadî müdürlüğü talebinde bulunur. Nazır’ın bir merakı vardır, kelimelerin aslını bulmak. bu yüzden onu imtihan etmek ister. Tercüme etmesini ister. Verdiği eser Türkçe’dir ama bir kelimeyi dört kez yanlış okur.

Üstelik bir kitap daha uzatmasın mı? Bu, Türkçe idi amma, gösterdiği sayfada tesadüf ettiğim bir kelimeyi dört türlü okuduğum halde hepsi için:
-Öyle değil!
Mukabelesinde bulundu. Meğer bu kelime Arapça bir yemeğin adı imiş.


Daha sonra Hz. Fatma’yı anlatan bu kitabın Osmanlı Türkçesi olduğu için anlamadığını, bu lisanı da öğrenip okuyacağını söylese de, Paşa kabul etmez. Ayni Bey yeniden Nazır’ın kapısını çaldığında sert şekilde niye geldiği sorulunca şu cevabı verir.

Efendim benim bildiklerim de var
Ne imiş onlar?
Hesap, hendese cebir, müsellat kozmografya kimya...


Sırasıyla bildiği ilimleri sayarken İlm-i Servet-i Millel de söyleyince paşa onu bu mevzuda imtihan eder. Neticesinde Nazırı iknâ eder hatta paşa onu kendine muavin eder. Böylece memuriyet ve öğretmenlik hayatı başlar.

Kastamonu görevi sırasında yazdığı ve neşrettiği “Tarih-i Edebi-i Âlem” başına iş açar. Zararlı görülerek toplatılması emredilir. Lâkin işin aslı sansür kurulundan izin alınarak bastırılmıştır. Ama bir yerinde Rum evlerinde asılı olan Çariçe resimlerinden bahsetmiş ve padişahın resminin ucuzluk ve kolaylık ile alınırsa, bunun önüne geçileceğini yazılmıştır. İşte bunun için kraldan çok kralcılar tarafından fırtına kopartılmıştır. Hemen kitapları toplatıp yaktırmış, hatta Romanya’ya kaçmayı düşünmüştür. İstanbul’a geldiğinde hiçbir ceza almadığını öğrenir. Çankırı’da meydana gelen bir deprem yüzünden, Mutasarrıfı Halepli Hacı Kadri Bey (Rektör Cemil Bilsel’in babası) fırınları açtırmamış halkı aç bırakmıştır. Halk telgraflarla durumu saraya bildirmişlerdir. Abdülhamit Han, bu tür müracaatlara önem arz ettiği için Sadrazam Said Paşa’yı görevlendirilmiştir. Ilgaz dağlarındaki kar yüzünden Sadrazam yerine teftişe gitmek zorunda kalır. Yaptığı tahkikat sonrası Mutasarrıflık kaldırılmıştır. Balıkesir görevinde ise Türkiye’nin ilk işçi grevini sonuçlandıran kişi olarak tarihe geçmiştir. Amare (Irak) görevinde asilerle uğraşmış, Şeyh Gadban ve Şeyh Sayhud arasındaki savaşı durdurmak için çareler aramıştır. İki tarafın sözünden dönmemesi için İmam Abbas türbesinde yemin ettirmeye karar vermiş, lâkin amacına Mustafa Nuri Paşa engel olmuştur.

Çünkü Şii olan bu aşiretlerin itikadına göre bu şekilde tesvik edilen bir ahde riayetsizlik vaki olursa bunlar imam Abbas tarafından çarpılırmış.” Bu bölgede bu tür olaylar için cezalar sıra ile gidermiş, şöyle aktarır,

Irakta cari olan eski bir an’aneye göre isyanların mesuliyeti sıra ile mutasarrıfa, Valiye veya kumandana atfedilirmiş. Evvelki vakıanın cezası selefim Babanzâde Hamdi Paşa’ya çektirmişler. Son hâdisede nöbet valiye gelmiş!

Mehmed Ali Ayni’nin hatıraları bunlarla bitmiyor, İttihat ve Terakki Cemiyeti Üyesi olmadığı halde, Balıkesir görevinde iken padişaha gözdağı vermek için telgraflarında teşkîlât adını kullanmış olduğunu, askerlerin başıboş davranışlarını bu sayede nasıl önlediğini de okuyoruz.

Meşrutiyetle ve Kanûnî Esasî ile birlikte mahkûmların isyanı ve ülkeyi saran karmaşa ile uğraşması, Balkan Savaşlarında Trabzon’da yaptıkları çalışmalar, Lazkiye’de Nasiriler davası, Ermeni meselesinde Fransız ve İngilizlerle olan mücâdelesi, kedi fare oyunu gibi birçok olay var.

Son hatıra olarak Talat Paşa tarafından nasıl emekliye sevk edildiğini anlatıyor. Babıâli Baskını haberini Spinoza hakkında yapılan bir münâzara sırasında haber alır. Elindeki telgrafta sadece Talat imzasını görünce, onun bu hareketini Patrona Halil Vak’asına benzetir. Bu durum Talat Paşa’nın kulağına gider ve onu zamanı gelmediği halde emekliye sevk eder.

Bununla beraber üzülmedim. Çünkü mülkî hizmette bulunduğum müddet içinde parlak bir sicili doldurmak mazhariyetine ermiş idim. Tekrar maarife dödüm. Yarının büyüklerini yetiştirmek vazifesine dört el ile sarıldım.

Tarihi olaylar vakanivüsler tarafından yazılanlardan, antlaşmalardan, kayda geçen devlet yazışmalarından ibâret değildir. Hâdiselerin içinde bizzat yer alan şahısların, yetkililerin hatta halkın anlattıkları hatıralarda gizlidir. Abartılar ve eksiklikler olsa da, bugün bildiğimiz vak’aların arka planını, nedenlerini öğrenmemiz için başucu kaynaklarıdır. Coğrafyaları, halkın içinde bulunduğu sosyal durumu, en iyi gören gözler anlatır. Mehmed Ali Ayni; Osmanlı’nın Abdülhamit son dönemi ve Meşrutiyetle birlikte içine düştüğü ateşin nedenlerini, sonuçlarını kendi tecrübeleri ile aktarmış. Hatıraların çoğalması ve yayınlanması, bakış açılarımızı değiştirecek bize farklı bir düşünce kapısı açacaktır. Masallar, menkıbeler, hatıralar, kökleri sağlam olanların geleceğe sağlam basanların sesleridir.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

21 Ocak 2025 Salı

Sanatçının içindeki kainat: edebiyat

Abdülhak Şinasi Hisar’ın edebî yazıları, yayımlanan bu ikinci ciltle daha da genişledi. Büyük edebiyatçıların teorik konularda fikir belirtmesini ve bunları yazmasını ciddi bir şekilde savunan biriydi Hisar. Everest Yayınları’nın derlediği bu iki cilt onun düşündüğünü yaptığının en güzel örnekleri. Bu sitede serinin ilk cildiyle ilgili Yağız Gönüler ağabeyin bir yazısı olduğu için ben daha çok ikinci cilde değineceğim.

A. Şinasi Hisar’ın Romana Bakışı
Hisar için, her şeyden önce hangi türün yazarıdır desek herhalde en iç rahatlığıyla denemeci deriz. Çünkü o güzel İstanbul ve Boğaziçi yazılarının önüne onun yazdığı başka şeyler kolay kolay geçemez. Ancak onun aynı zamanda üç tane, hacim olarak küçük ama üslûp ve içerik olarak büyük romanı var. Üstelik bu romanlar yazıldığı zamanlar için farklı addedilmiş, biraz garipsenmiş metinler. Çünkü Hisar, romanda hiç önem vermediği, yan unsur gördüğü, olmasa da olur dediği ‘vaka’yı atlamış ve direkt kişiyi temel alan, karakter romanları yazmıştı. Zamanı için bir yenilik olan bu durum Hisar’ın roman anlayışıyla da örtüşüyor. Bunu da dört bölümden oluşan kitabının en uzun ve detaylı bölümü olan Romana Dair’de tartışıyor. Zaten bence, Hisar’a en çok kulak kabartmamız gereken yer burası. Roman türü hakkında hiç de tutucu olmayan bir yazarla karşı karşıyayız. O dönemler için romanda vaka’yı saf dışı bırakmak, olsa da olur olmasa da olur, durumuna getirmek herkesin kolay kolay savunup bunu uygulayabileceği bir şey değil. Bu tavrını da başta Fahim Bey ve Biz olmak üzere üç romanıyla da çok başarılı bir şekilde desteklemiş. Üstelik bu yenilikçi tavır Hisar’dan sonra da uzun süre -istisnalar dışında- devam ettirilememiş.

Hisar, romanı belli bir çerçeve içine sokmuyor. Romanı belli bir yere oturtmaya çalışanlara da karşı geliyor. Ona göre roman hudutsuzdur ve içinde birçok başka türü barındırır. Vaka konusunda, yukarda değindiğim gibi, hassastır ve merak unsurunu romandan atmak ister:

Mesela, mevzu diye alınan bir vakanın hikâyesi, birçoklarının sandıkları gibi romanın esası değil, teferruatı ve hatta denilebilir ki, onun düşmanıdır. Eğer bana sadece bir vakayı hikâye etmek istiyorsanız ve başka hiçbir diyeceğiniz olmadığı da meydanda ise, bu masalı söylemeseniz de olur ve ben de sizi dinlemesem daha iyi etmiş olurum, diye düşünebilirim.

(Kişi incelemeleri, karakter başarısı önemlidir fakat onun dönemlerinde veya kısa zaman öncesine kadar bazı büyük yazarların müstear isimlerle ve geçim kaygısıyla romanlar yazdığı veya çevirdiği de bir gerçektir. Peyami Safa ve Kemal Tahir ilk akla gelenler. Hisar’a göre olmaması gereken bu tür anlatımlar ve romanlar öte yandan büyük yazarların büyük romanlar verebilmesini sağlamıştır. Safa’nın dediği gibi, Cingöz Recai olmasaydı Peyami Safa olmazdı.)

Kitabın en uzun ve bence en değerli olan bu ilk kısmında Hisar adeta karşısında biri varmış gibi bir tartışma ortamı oluşturuyor ve roman hakkında neredeyse üniversite dersi veriyor. Romanda kişiler, roman hakkında yazılmış kitap eleştirileri, roman nasıl yazılır, vaka’nın önemsizliği gibi konularda uzun uzun fikirlerini yazıyor. Ayrıca Şinasi Hisar dendiğinde akla ilk gelen şeylerden olan romanda üslûp konusunu da didik didik ediyor. Ondaki üslûp titizliğini gösteren çok cümlesi var kitapta:

İyi yazmayı bilmedikleri, kelimelerini seçemedikleri, edebiyatı da sevmedikleri için, güya romanın güzel bir üslupla yazılmış olması icap etmediğini bir kaide olarak uyduran ve ileri süren basit muharrirlerin bu sözde nazariyeleri, ancak kendilerinin küçük hesaplarına uymaktadır. Üslupsuzluk, tembel muharrirlerin kolayına gelmektedir. Bunlarca sanat, tasannu sayılıyor ve edebiyat da özenti söz! ‘Edebiyat yapmak’, âdeta ‘lügat paralamak’ tarzında tenkit edilecek bir kusur telakki ediliyor! Vakıa, geçirdiğimiz buhranlı zamanlarda, her nevi üslupsuzluğun bir başka saiki daha vardır. Bu muharrirlerin bazıları, bütün dünyanın yüzünü değiştirmek istediklerinden olacak, bir sayfalık yazının intizamı ile uğraşmak onlara abes geliyor! Kalemlerini bir bomba gibi kullanmak isteyenler bizim bu bir tek sayfa için dikkatle uğraşmamızı, kim bilir ne çocukça telakki ederler!

Şiire Dair ve Diğer Bölümler
Kalan bölümlere de kısaca değinip yazıyı bitirmek istiyorum çünkü benim bu yazıda aksettirmek istediğim daha çok Hisar’ın roman hakkındaki görüşleriydi. Şiire Dair ve Tenkit ve Tercümeye Dair bölümleri de Hisar’ın orijinal görüşlerini görebileceğimiz yerler. Özellikle şiir konusundaki yeniliğe açıklık da tıpkı roman konusundaki yenilikçi fikirleri kadar önemli. Tenkit ve Tercümeye Dair bölümünde ise Hisar’ın münekkitliği öne çıkıyor. Şu durum sevindirici: Yazarın ortalama 70 yıl önce eleştirdiği bazı konularda, özellikle tercüme eserler ve niteliği konusunda Türk Edebiyatı epey yol aldı. Tenkit olmadığı ve münekkit yetişmediği konusundaki eleştirileri haklı olsa da, bu alana edebiyatımızda kaç tane yazar önem veriyordu? Hele bu zamanda, tek tıkla milyonlarca reklam yapılabilen bir zamanda işin bu yönünü de düşünmek lâzım. Bazı eleştirilen konuların gelişmemesi maalesef ki zamanın ruhuyla da alakalı.

Son bölüm İlgili Söyleşiler ise ilk üç bölümle ilgili kısa değerlendirmeler gibi olmuş. Okur en önce söyleşileri okuyup daha sonra ilk üç bölümü okuyabilir. Böyle olursa söyleşilerde kısa geçen konuları sonrasında uzun uzun okuma şansına sahip olabilir.

Şinasi Hisar’ın bu tür fikir metinlerinde zor bir üslûbu var. Roman ve İstanbul yazılarında gördüğümüz o lezzetli dil yerini çok daha ciddi ve çetrefilli bir anlatıma bırakıyor. Üstelik bu kitap, serinin ilk cildine göre daha zor okunuyor çünkü ilk kitabın çoğu, tek cümlelik veya paragraflık çok sayıda aforizmadan oluşuyordu ve bu durum okumayı biraz rahatlatıyordu. Bu kitapta ise sadece Şiire Dair bölümünün kısa bir yerinde görüyoruz bu tarzı. Biraz da bundan dolayı bu kitap biraz daha emek istiyor. Ancak son tahlilde ilk kitaba göre çok daha doyurucu bir kitap. Hisar’ın çok değerli eleştirmenliği ve inceleme gücünü bu kitapta daha net görebiliyoruz çünkü aynı zamanda Hisar dediklerinin dayanağını sağlam kuruyor. Dediklerinde gereksiz ve boş diyebileceğimiz cümleler neredeyse hiç yok.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

20 Ocak 2025 Pazartesi

Medeniyetimizin içine düştüğü buhranın romanı

Bazı yazarlar, bazı eserler değerinden bir şey kaybetmezler. Demlendikçe tazeleşir, demlendikçe halden hale girer, ruhlara seslenirler. Onlar her devrin mürekkep sâhipleridir, değişen zaten sadece zamandır (o da izafidir) ki, bizler geçmiş zaman içinde yaşarız. Şimdi denilen şey ise geçmişin bir parçasıdır, aslında yoktur. An vardır ve anda kalırız. Mütefekkirler, münevverler, âbide şahsiyetler, "an" sâhipleridir. 20.yy, teknolojinin hızla yayıldığı, maddenin yeryüzü üzerinde bir perde oluşturup, içine mânevîyatı sokmamak için direnen, sekizinci katman olarak varlığını ortaya koyduğu, çağdır. Maddeden uzaklaşan insanoğlu, toplum bilincini de bozmuştur, tekerleği patlamış bir araba gibi oradan oraya savrulmaktadır. Menzil amacından uzaklaşılıp, sadece yolda kalmaya odaklanılmıştır. Bu yüzden de tepeye zirveye ulaşan pek az eser verilmektedir. Ve yine nadir olarak sâdece hakîkate odaklanan âlimler ve münevverler zuhur etmektedir. Denilir ki evliyanın sayısı kıyamete kadar aynı kalırmış. Bu çağda evliyalarda kispet değiştirmiş, kendini saklamıştır demek yerinde olacaktır. Kendini açığa çıkaranlar ise bin bir güçlükle karşılaşmakta, mücâdele vermektedir. Yeni rejimle birlikte, herşey tepetaklak olmuş, kadim Türk devlet anlayışının temel taşlarından kopulmuş bir inkılâpçılık, ülkeyi sarmıştır. Bu gidişin karşısında, uyarıcı görevini üstelenen bazı isimler olmuştur. Bunların başında, bir İstanbul Hanımefendisi, son Osmanlı Kadını diyeceğimiz, erlik kisvesi giyinmiş, Sâmiha Ayverdi’dir.

Kullandığı dil, konuyu anlatımı, harfler arasında kalem işi süsler ile mürekkebini şenlendirmiş, bizi bize gösteren ayna vazifesini yerine getirmiştir. Türkçe’nin en bereketli kelimelerini, tanımlarını, dil inkılabının sümen altı ettiği kuralları savunmuş, sadeleştirmeye direnen bir mütefekkir olarak karşımıza çıkmıştır. Lâkin, hiç istemeden, gençlerin anlaması için kısmî olarak bazı sadeleştirmeler yapmak zorunda kalmıştır. Hatıra, roman, mektup, deneme, inceleme, mensur şiir türlerinde kırk altı esere imza atmıştır. Mektuplarından oluşan seri 14 tane kitabı vardır. Onun en büyük imzası ise topluma kazandırdığı insanlardır. Bugün önünde şapka çıkartılan, aksakal denilen birçok ismin hocalığını yapmıştır ki, kendisi çalışmayan, eğitim fakültesi mezunu olmayan, kendi deyimiyle “Elhamdüllah Müslüman Türk Kadınıyım”dan başka hiçbir sıfatı kabul etmeyen, muhterem biridir.

Kendisi; toplum bilimi, felsefe, dönüşüm, bir hicreti, kendi varlığımızda medeniyetimizin içine düştüğü buhranı sorgulayan romanı, Mesihpaşa İmamı'nı 1948 yılında kaleme almıştır. Külliyatının 27. Eseri olan 1985 yılında ilk baskısını yapan, Ne İdik Ne Olduk’da anlattıklarını ilk olarak bir romanda aktarmıştır. Külliyatının sekizinci eseridir. Hayatımda yaşamadığım ve şâhit olmadığım hiçbir şeyi yazmadım, dediği için; bu romanın bir hakîkate dayandığını söylemek mümkündür. Ne İdik Ne olduk kitabında, "Batı dünyâsına zebün olup diz çöküşümüz, sâri hastalık gibi, ne de çabuk iliğimize kemiğimize işlemiş bulunuyor. Bâhusus, bu illet millî kültür zırhı giymemiş zümreler arasında kendine zemin bulup nasıl da kolaylık ve şuursuzca bir sür'atle yayılabiliyor.” diye yazar.

İşte tam olarak romanda bunu, hayatın içinde dile gelmiş bir olaylar örgüsünde işler. Kısaca neyi kaybettik? Nerede hata yaptık? Dünyaya hâkim mümtaz Türk İslâm Medeniyetinin ayağı nerede tökezledi? Nasıl kör ve sağır olduk? Nesiller arasındaki uçurum nasıl kapanır, birbirini nasıl anlar? Din nedir? Aşk nedir? Suallerine tek tek cevap verir. Birbiri ardına gelen olaylar ve karakterler, her sualin cevabını oluştururken, arka planda İstanbul’u tanırız. Payitahtın, Balkan savaşında içler acısı tablosunu, yetim kalan Bosna Girit, Üsküp, Selânik, Filibe, için üzülürüz. İstanbul halkının; köklerinden sökülmüş olan bîçâreleri, kimi yerde kucakladığını, kimi yerde hakarete uğradığını gösterirken, bir göç panoraması da çıkarır. Bugün, Balkanlardan gelenler bizden tezinin, geçmişte öyle görülmediğini de söyler. Ekmeğine ortak olarak görülen bu insanların, yaşamak için verdiği mücâdelede dünü sorgularız. Ayverdi, Bugünü dünden görmüş biridir.

Romanın ana konularından birini, aile kavramı ve taassub oluşturmaktadır. Bağnazlık içinde sırf yüzey ve şekil Müslümanlığının arızalarını, ana karakter Halis Efendi nezdinde gösterir. 20.yy başlarında deformasyona uğrayan kadim değerlerimizden uzaklaşan bir toplumun, içine düştüğü buhranın adı “taassuptur”. Kişiler ve konuşmalarında, hem dini hem maddeci taassubu irdelerken, onun hatalarını yanlışlarının neticesini de yazar. Maddeci taassubun da; yâni dinî, îmanı, millî ne varsa reddeden garbçı zihniyetinde bir taassup içinde olduğunu bize aktarıyor. Böylece bize şunu soruyor.

Bizim, peygamber lafzını ilk duyduğumuz an aşkına tutulup, mecnun misali mefkûresi peşinde koşan, kendini fedâ eden ecdadımızın torunları, nasıl yanlış eylem ve idealler tuzağına düşmüştür?”. Romanda bunun cevabını da Halis Efendi’nin kimliği ile açıklıyor. Mânevî ve millî değerleri koruyalım derken savunmada gedik açılmıştır, bu gedikten virüsler girmiştir. Ve gerçek muhafazakârlıktan, batının bağnazlık içeren muhafazakârlığına geçiş yapmışızdır. Eserde yer alan caminin içine pisleten Güvercin metaforu ile bize bunu gösteriyor, demek istiyor ki; Tevhidimizi koruyalım derken şekilciliğe, taklitçiliğe takılı kalıyor, böylece inancımızda gedikler oluşturup, kirlenmesine izin veriyoruz. Bizim felsefimizin zaferi; maddeyi ruhun emrinde tutmasında yatarken, garbın îcadı materyalizm ve türevleri ise, rûhu maddenin emrine vererek, zenginin menfaatine, fakirin istismarına yol açan, bencil demokrasiler meydana getirerek, dünyaya hükmetmesidir. Sömürgeciliğinin boyutunu değiştirip, millî değerler silsilesine; hürriyet ve eşitlik çağdaşlık adı altında kültür ve ideoloji sömürgeciliği yaparak, körpe dimağları ve münevverleri mankurtlaştırıp, yeni sömürge imparatorluğunu kurmaya çalışmaktadırlar. Bunda da başarılı olmuşlardır ama bunun bir çaresi de vardır, «yada» taşını canlandırıp yağmuru yağdıracak kuvvet gelecektir. Türk’ün ezeli kanununda ve kaderinde bu yazılıdır.

Mesihpaşa İmamı, tam bu zihniyetin, İngiliz Yahudi Küresel medeniyetinin filizlendiği dönemi ele alır. İlim irfan çatışmasının, materyal düşünceler ağına nasıl hizmet ettiğini, irfansız bir ilmin hiç olduğu gözler önüne serilirken, millî düşüncenin de ilimsiz irfansız, kısaca aşksız olamayacağını eksik ve yarım kalacağını gösterir.

Bizim devlet teşekkülümüzün kuruluş ve yükseliş dönemlerinin iki ana unsuru olan ilim ve irfanın arasına hangi kara kedi girmiştir? Halis Efendi’nin düşünceleri ve müezzin Salim karakterlerinde, araya girenin taassub ve menfaat olduğunu söyler. Ve bunun neticesinde duraklama ve ardından gerileme gösteren Türk toplum hayatında, çıkış için yeni arayışlar, yeni yönelişler başlar. Bu dönem öyle bir çatışma içerir ki ithal ideolojiler havada uçuşur. Romanın birinci kısmı: Bizim nerden gelip nerede tökezleyip düştüğümüzü ve ağır yara aldığımızı ince ince anlatmaktadır.

Halis Efendiye asırların ardından küçüle küçüle bozula bozula yuvarlanıp gelen medrese bilgi ve tefekkürünün uçuk, silik, karmakarışık müsveddeleriden bir yaprak denebilir.

Ayrıca ancak bir insanın, inançlarının, bakış açısının, otoritesinin, ailedeki konumunu;, kılıç darbeleri alarak yaralanmasına sebeb olan, kollarının bacaklarını tutmaz hale getiren, eziyet eden, taassubun en büyüğü olan “nefsi kibirden” kurtulma yolunu, içinde aşk olmayan bir alimin, bilim köyünden aşkın şehri Medine’ye hicretini, yâni hakîki ilme ulaşması, yeni bir dirilişi, ancak göç arka planı ile anlatılabilirdi.

Âdeta günün, geceden de, sabahtadan da uzakmış sanılan bu erken saatinde, kışla baharın çarpıştığı, gözle görülecek bir mücadele halindeydi.

Eser alacakaranlıktaki bu yürüyüşü anlatan betimleme ile başlar. Kışın ve baharın alacakaranlıkta başlayan savaşında zafer müjdesi baharındır. Bu betimlemeyi yaparken de Halis Efendi yürümektedir. Evinden işine gitmektedir daha doğrusu çokluktan ayrılıp kendine gidiştir, bize romanda nelerin beklediğinin habercisi olan satırlardır. Duygularını kış soğuğu gibi donduran imam, sabah ezanı ile yani aşkla ısınıp bahar havasına kavuşacak, böylece yeniden doğacaktır.

Peki, neden bir cami ana mekândır? Sualini aklımıza getirdiğimizde şu cevap karşımıza çıkar. Cami bildiğimiz gibi bizim ibadethânemiz aynı zamanda Müslümanlığın en büyük remzidir. Osmanlı olsun, Selçuklu olsun, bu yüzdendir ki ilk fethettikleri yere cami yaparlar yani derler ki “artık burası bir İslâm beldesidir.” Taassup ve menfaat eline geçmiş îman tahtamızın, dünü, bugünü ve yarınını anlatacak en iyi mekân camidir. Aynı zamanda sosyal faaliyet alanıdır hayatın kalp atışı orada atar, toplumu oluşturan ilk normlar orada hayat bulur.

Kutsal olan bir yer daha vardır. Bedenimiz. Ruhûmuzun, nefsimizin üstüne giydirilen bedenlerimiz birer camidir. Evet, cami remzi burada aynı zamanda Halis Efendi'nin kendisidir. Kitapta Mesihpaşa Camisi harap ve pis bir haldedir, cemaati azdır. Sâdece kendisi vardır. Kimse gelmez, hatta “kapat git” derler, ama o inatla camiye gelir ve vazîfesini yapar. İşte medresenin halinin yazıldığı, hâdiselerin geçtiği dönemi en güzel tasvir edebilecek bir resim karesidir. Her tarafı çalı çırpı sarmış, camları kırık, halılar tozlu, örümcek ağları bağlamış. Öyle ki dışarıdan güvercinlerin gelip pislettiği bir yerdir. Sâmiha Ayverdi’ye göre, irfansız bir medrese da tam olarak budur.

Mesih Paşa Camisinin vîrâne halî, Halis Efendinin gönlünün röntgenidir. Camii toplanma yeridir. Bilgisinin toplandığı yerdir, bütün kitaplardan öğrendiği herşey aklında bir araya gelmiş, sığ bir âlim meydana çıkarmıştır. Salt bilgi ve taklit ile, gönüle inmemiş, merhamet, şefkat, zarafet, kısaca irfandan arınmış bir din; harap, içine hayvan yâni nefsin pisliklerinin bırakıldığı yer haline gelir. Gönlü ibâdetler ile temizlemeye çalışsa da, haramdan uzak durmayı başarsa da, özünde dürüst bir adam olsa da, gönlüne inmedikçe vîrânedir. Camii bir taraftan da içtimâî kanunlarda irfanın yavaş yavaş çöküntüsünü simgeler.

Medrese, şarkı tanıdığını zanneder, fakat ondan fersahlarca uzaktır.

Şark da, hakiki garp tekniğine ve maddeciliğine omuz silktiği için harap, yıkık, geri ve tasalıdır.

Sâmiha Ayverdi bu eserinde toplumun bir aynası olmuştur. Sâdece birinci kısım ile ilgili birkaç konuyu ele aldığımız bu yazı biraz olsun idrak gücümüzde vesile olabilir niyazıyla ele alındı. Neyi kaybettiğimizi ve neyi bulmamız gerektiğini hatırlayabiliriz. Aşk kapısını çaldığında Halis Efendi neye dönüşecektir? Bunu da bir başka yazıya saklayalım.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

19 Ocak 2025 Pazar

Sinir sistemini tanımak ve güçlendirmek

Uzun zamandır bir cümleye "pandemiyle birlikte..." diyerek başlamamıştım, başlayayım. Pandemiyle birlikte hayatımıza hızla giren bazı kavramlar var. Çünkü sağlığımızın ne kadar değerli olduğunun farkına zor zamanlarda varıyoruz, bu hiç değişmiyor. Nedir bu kavramlar? Fibromiyalji, rezilyans, psikosomatik ağrı, vagus sinir sistemi... Gribi görünce çorbayı, meyveyi hatırlayan insanoğlu, hangi baharatın neye iyi geldiğini araştırmaktan zevk alır hâle geldi. Beden ve ruh sağlığının birlikte hareket ettiğinin farkına vardı. Elbette insanın sağlığını düşünmesi ve bu yönde planlar oluşturması gayet doğal. Yediğimizin içtiğimizin ne olduğunu anlayamadığımız bir çağdayız ve sağlıklı kalmak, sağlıklı olmak için savaş veriyoruz, vermek zorundayız. Bunun için de başta kitaplar olmak üzere pek çok şeyden yararlanıyoruz. Podcast'ler, atölyeler de cabası. Haliyle dünya üzerinde alanında uzman, etkili bazı isimleri de tanımış oluyoruz. Avustralyalı ruh sağlığı uzmanı Anna Ferguson da bu isimlerden biri. Kendisi anksiyete üzerine önemli çalışmalar yapıyor ve ilgi çeken içerikler üretiyor.

Jung'un meşhur sözüdür: Yarası olmayan, şifacı olamaz. Esas iyileştirici güç yaranın kendisindedir. Sadece yaralı hekimler iyileştirebilir. Böyle demiş. Anna Ferguson da kendi yarasından yola çıkıyor. On yaşında lunaparkta geçirdiği hız treni kazası, bedeniyle zihni arasında sürüp giden savaşı fark etmesini sağlıyor on yıl sonra. Bağ kuramama hissi, yakasını bırakmayan karanlık düşünceler, uykusuz geceler ve kim olduğuyla ya da kime dönüşeceğiyle ilgili soru işaretleri artık bir zemine oturmaya başlıyor. Psikoloji eğitiminden sonra durmuyor; klinik anksiyete uzmanı, sağlık ve beslenme koçu, nefes koçu, bütünleyici somatik travma terapisti unvanlarını da kazanıyor. Bedenle barışmadan mental sağlığın kazanılmayacağına inanıyor ve bilgi birikimini artık bir kitapla Türk okurlarına da aktarıyor: Vagus Sinirine Reset At.

Ferguson okura önce merkezi ve çevresel (somatik, otonom) sinir sistemlerinin ne olduğunu anlatıyor. Bu sistemlerin nasıl işlediği, nelerden beslenip neler karşısında reaksiyon gösterdiklerini açıklıyor. Regüle olmuş bir sinir sistemi, direnç gösterebilen, dayanıklı bir sistemken; disregüle olan bir sinir sistemiyse hassas dengenin bozulması anlamına geliyor. Peki disregüle haldeki sinir sisteminde neler yaşanıyor? Kısaca: aşırı ya da az tepki vermek, duyusal hassasiyet, tükenmişlik hissi, hafıza sorunları, sindirim sorunları, gevşemede zorlanma, alerji ya da intoleransla ilgili sıkıntılar, baş ağrıları, migrenler, terleme, baş dönmesi, vertigo, mide bulantısı, insomnia (uykusuzluk, uykuya dalmada ve uykuyu sürdürmede güçlük), huzursuzluk, asabiyet. Sinir sisteminin bu reaksiyonları göstermesine sebep olan pek çok şey var. Onları da kısaca şöyle özetleyebiliriz: Yanlış nefes alma alışkanlığı, bağırsak sağlığında bozulma ve bakterilerin aşırı çoğalması, işlenmiş gıdalar, aşırı stres, yeteri kadar uyumamak, alkol ve madde kullanımı, çevresel toksinler. Fergosun bundan sonra insanın kendi beğenine uyum sağlaması konusuna değiniyor. Burada bedeni ve zihni geri kazanmak için meraklı olmak, ciddi bir gayret göstermek elzem. Fiziksel varlığımızın öneminden anlam arayışına kadar süren bu yolculukta özgüven, insanın dayanak noktası: "Özgüven kişisel büyümenin ve gelişimin temel ilkesidir ve bağlarımızı yeniden yeşertebilmemiz üzerinde önemli bir rol oynamaktadır. Özgüven eksikliği ise sosyalleşme sırasında güven duygumuzu olumsuz etkiler, ilişkilerimizi mahveder, bizi güvensizlik, terk edilme ve reddedilme korkularıyla baş başa bırakır."

Mental sağlık hizmetlerinin değişen yapısına da kafayı takmış olan Ferguson, konuşma terapisini bir yara bandı olarak görüyor, yani çözüm olmaktan uzak... Somatik terapiyi ise fiziksel gerginliği azaltmak, duyguları regüle etmek, güvenlik ve özfarkındalık noktasında değerli buluyor. Bunun için de beden çalışmaları öneriyor ve bunu aşama aşama kaydediyor. Birinci aşamada temel sağlamlaştırma yapılıyor: Güvende olma duygusunu kavramak, objektif bir gözlemci olarak sağlam bir temel inşa etmek, duygularla yeniden etkileşime geçip sağlam bir temel inşa etmek, temel ihtiyaçları karşılamak, koruma egzersizleri yapmak, bedenden yararlanmak, öz kaynakları regüle etmek. Burada okurun en ilgisini çeken konulardan biri kayıt tutmak olacaktır, yani yazmak. Ruhumda neler olurken bedenim nasıl tepki gösteriyor. Günlük ruh halim nasıl, hangi durumlarda endişeli oluyorum, gibi. Bedene yoğunlaşılan diğer aşamada kafanın yanlarının, alın ve ensenin, kalp ve midenin, göğüs kafesinin ortasının ve kafatasının tabanının nasıl kullanılması gerektiği anlatılıyor. Bu aşamada yapılanlar: özgüven sayesinde güçlü bir beden-zihin bağlantısı geliştirme, beden farkındalığını anlama, bilinçli hareketlerle, onarıcı yoga çalışmalarıyla, denge egzersizleriyle vücudu, somatik rahatlamayla vücudu geri kazanma. Kitapta pek çok egzersiz yöntemi detaylı biçimde anlatılıyor. Günümüzün bilgiye hızlı ulaşmak isteyen okuru için güzel hizmet. Ferguson'a göre üçüncü aşama, insanın süper gücünü keşfettiği ve kullanmaya başladığı aşama. Burada vagus siniri artık stresi alt etme yolunda bir müttefik. Bilinçli hareketler ve egzersizler de öyle. En önemlisi de uygulamaları birer pratik haline getirmek ve yaşam tarzında önemli, kalıcı değişiklikler yapmak.

"Size önerim, kişisel ihtiyaçlarınıza ve isteklerinize her zaman kulak vermeniz ve onlara hak ettikleri ilgiyi göstermenizdir" diyor Ferguson ve tüm anlattıklarının bir ritüel olarak yaşamda yer bulması gerektiğinin altını şöyle çiziyor: "Unutmayın, ritüellerinizin hayatınızı zorlaştırmasını değil, sizi güçlendirmesini ve enerji vermesini isteriz. Bu ritüeller konfora ve güven duygusuna ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda size gereken alanı sağlamalı ve fakat bunu yaparken bir yandan da sinir sisteminizin güçlenmeye devam edebilmesi ve daha dayanıklı hale gelmesi için sizi biraz zorlamalıdır."

Vagus Sinirine Reset At; son yıllarda sık duyduğumuz somatik deneyimlerin hayatımızda neleri değiştirebileceğine dair şaşırtıcı bir kitap.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

10 Ocak 2025 Cuma

Paris’teki Türk Rüzgârı: Cafe et Jardin Turc

Türkçülüğün Esasları kitabında Ziya Gökalp, henüz milliyetçilik ülkemizde zuhur etmeden evvel Avrupa’da Türklüğe dair önemli hareketlerin vücut bulduğundan bahseder. Bu hareketlerden en ilgi çekici olanının adı Fransızca Turquerie. Dilimize çevirirsek: Türk hayranlığı, Türkperestlik, Türk etkisi. 18. yüzyıl boyunca başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın pek çok ülkesinde görünen Turquerie, özellikle halkların şu eşyalara gösterdiği ilgiyle kuvvetlenmiş: Halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, tezhipler, hatlar, mangallar, şamdanlar… Avrupalılar işte bu dönemde Gökalp’in anlatımıyla “Türklerin eseri olan bu güzel eşyaları binlerce liralar sarf ederek toplar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi.

Başta İstanbul olmak üzere Türk hayatından izleri resimlerine taşıyan Avrupalı ressamların yanı sıra bazı düşünürlerin ve şairlerin gözlemleri de Turquerie akımının içinde kendisine yer buldu. Türk etkisi bir dönem boyunca Avrupalıların edebiyatına, mekânlarına, müziklerine, resimlerine, yeme-içme kültürüne yön verdi. Elbette bu yön verişin bir mekânı da vardı: Cafe et Jardin Turc. Paris’in en popüler bulvarı Boulevard du Temple’da yer alan Jardin Turc, sevilen bir buluşma yeri olma özelliğini 19. yüzyıla dek sürdürmüş bir Türk Bahçesi. Nevzet Çelik, Paris’teki Café et Jardin Turc’ün Serüveni adlı çalışmasında işte bu bahçenin hikâyesini anlatıyor. Mekanların kültür taşıyıcısı vazifesine özel bir örnek olan bu Türk bahçesinin neden Paris’te açıldığını anlamak için şu satırlara dikkat kesilelim: “Fransa’daki toplumun 17. yüzyıldan beri Osmanlı’ya olan ilgisinin oldukça fazla olduğunu; bunun da zamanla bir ilgi, hayranlık ve merak teması ile geliştiğini görüyoruz. Kaynaklar bize 1672 ve 1739 yılları arasında Fransa’da Türkleri konu alan on üç trajedi yapıldığını gösteriyor. Yine Claude Godard d’Aucour, 1758’de yazdığı Türk Anıları: ya da İki Türk’ün Fransa’da Kaldıkları Sürede Gallant Tarihi tiyatro eseri Turqueries hakkında, Fransa toplumunun bu dönemde Türkler ve Osmanlılara olan ilginin ne kadar yoğun olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli bir eserdir.

Osmanlılarla Fransızlar arasındaki ticari anlaşmalar, seyyahların ve tacirlerin sürekli ziyaretleri, Osmanlı elitlerinin ve saray ahalisinin hayatına dair elde edilen veriler, Turquerie akımını hazırladı. Avrupalılar için yenilmez gibi görünen Osmanlı ordusunun kıyafetleri, müzikleri de ilgi çekiciydi. Jardin Turc’un fon müziğinde uzun bir süre Türk esintileri duyulurken Türk kahvesi kokusunun ortalığı kapladığını tahmin etmek de hiç zor değil. Alexander Bevilacqua ve Helen Pfefier, kahvenin hediyelik ya da kişisel kullanım için küçük miktarlarda Avrupa’ya gelmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun rolünü en tepeye yerleştiriyor. Onlara göre siyasi kültür ve diplomatik ilişkiler neticesinde kahve, hem alla turca tarzı hem de Turquerie etkisinin yegane sembolü: “Avrupalılar kuşkusuz kahve ve müziğe yerel anlamlar ve ritüeller yüklediler; ancak her ikisi de Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen fikirler, açıklamalar ve kurumlar yolu ile ithal edildi.

Türk kahvesi, ne oldu da Avrupalılar nezdinde bu kadar rağbet gördü? Nevzet Çelik, kahvenin Fransa’ya ilk kez seyyahlar aracılığıyla getirilen egzotik bir içecek olduğunun kabul gördüğünü, ancak işin arka planında Süleyman Ağa isminin mutlaka anılması gerektiğini dile getiriyor. 1670 yılında XIV. Louis, Versay Sarayı’na Sultan IV. Mehmed’in elçisi Süleyman Ağa’yı kabul ediyor. Ağa elbette yalnız değil, yanında bir dizi eşraf ve hizmetkâr da var. Paris’te merakla beklenen elçi, top atışlarıyla karşılanıyor. Bu alışılmadık ciddiyet, elçiye büyük bir şöhret de kazandırıyor. Krala gelen envaı çeşit hediye arasında daha önce hiç tanınmamış, görülmemiş, yani ne olduğu pek bilinmeyen kahve de var. Kavrulmuş kahve çekirdeklerinin kokusu, kralı ve yanındakileri büyülüyor. Koklama işleminden sonra Süleyman Ağa, yaverine kahve çekirdeklerini öğütüp pişirmesini söylüyor. Hazırlanan kahve krala sunuluyor ve Fransa’nın Türk kahvesiyle ilk teması gerçekleşmiş oluyor.

Süleyman Ağa’nın şovu bu kadarla sınırlı değil. Kahveler içilirken sohbeti koyulaştıran elçi, hitabetiyle de etrafı kendine doğru çekiyor. Kahvenin yanında getirdiği lokumla damakları çatlatıyor. “Türk, bir deha adamıydı” notunun düşülmesi boşuna değil. Sonrasında Süleyman Ağa ve heyeti Paris’te bir yıl kalıyorlar. Kaldıkları yerde Türk misafirperverliğini göstermekten imtina etmiyorlar. Her ziyaretçiye kahve ikramı devam ediyor. Fransız kadınlar bu elçiye hayran kalırken, kahvenin şöhreti de seri biçimde Fransa sokaklarına yayılıyor. Kabul etmemiz gerekir ki Türk kahvesi, sadece bir içecek değil. Usulü, erkanı, terbiyesi, âdeti, geleneği, göreneği olan, tabiri caizse bir ayin. Haliyle, bulunduğu ve pişirildiği mekâna da bir hava katıyor. Hatta mekân meydana getiriyor: kafeler. Julia Landweber, sadece kahvenin değil, kafelerin de menşeinin Osmanlı toprakları olduğuna şöyle işaret ediyor: “Kahve gibi kafeler de bilinenin aksine Fransızlar ve İngilizler tarafından yaratılmamış, aksine kahve coffee house ilk defa Mekke, Kahire ve Konstantinopolis’in kalbinde ortaya çıkmış ve oradan ithal edilmiştir.

Jardin Turc ziyaretçileri için de Türk kahvesinin bir başlangıç ritüeli olduğunu söylemeye gerek bile yok. Mekana girenler için etrafın mimari nitelikleri (hilal semboller, yarım ay iç mimari, duvar süslemeleri), oturma tabureleri, serviste kullanılan zarif fincanlar; Osmanlı topraklarındaki kahvehanelerdeki ambiyansı yakalamak için kullanılmış. Hâl böyle olunca mekanın ziyaretçileri arasına tıpkı İstanbul’da olduğu gibi edebiyatçılar, sanatçılar da katılmış. Robert Courtine şöyle bir tablo çiziyor: “Cafe Turc (Le Salon Turc) 1830’lu yıllarda giderek popüler hale gelmiştir. Victor Hugo’dan Alfred de Vigny’ye, Charles Augustin Veron’dan Sainte Beuve’ye, Musset’ten Lambert-Thiboust’a, M. d’Orsay’dan Roi Jerome’e ve Isabey’den Gavarni’ye kadar dönemin önemli edebiyatçıları, sanatçıları ve politik ünlüleri bu mekânı ziyaret ediyordu.

Nevzet Çelik, Jardin Turc’un içinde yer alan Cafe Turc’de bir köşkün (kiosque) olduğundan bahsederken, aynı zamanda bir minareye de yer verildiğini söylüyor. Bu minare kafenin hangi döneminde, ne amaçla kullanılmış belirsiz. Ama 1883’te yayımlanan Güzel Sanatlar Bülteni’nde minarenin resmi mevcut. Bazı yazılı kaynaklar, Cafe Turc içinde bir caminin de olduğundan bahsediyor. Journal de Paris’in 21 Kasım 1818 tarihli sayısına, Jardin Turc’ün sahibi Mademoiselle Clicquot’un daha fazla dikkat çekmek, yani müşteri kitlesini genişletmek için bahçeye bir camii inşa ettiğini, Türk kahvesinin yanına dondurma da eklediği not edilmiş. Meraklısı için bir not: Louis-Léopold Boilly imzalı Entrance to the Jardin Turc isimli resme internet aleminde ulaşmak kolay. Jardin Turc’ü yakından tanımak için oldukça keyifli bir tablo.

Fransız toplumu ekseninde hem Turquerie etkisini hem de Jardin Turc’ün serüvenini keşfetmek için Nevzet Çelik’in bu çalışması, Doğu’nun Batı’daki temsilini okumak açısından oldukça keyifli.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Şark'ın Serçesi üzerinden Doğu tahlili

Tevfik el-Hakim’in Şark’ın Serçesi romanı Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Roman, Muhsin adındaki karakterin aşkı ve acısı üzerine kurgulansa da barındırdığı derin tahliller açısından kütlesine nazaran oldukça dolu, ağır bir eser.

Muhsin, Doğulu bir gençtir. Okumak için geldiği Avrupa’da, Batılı bir kıza aşık olmuştur. İkisinin ilişkisi aslında yazarın Doğu ile Batı’yı tahlilidir, ele almasıdır, karşılaştırmasıdır. Nitekim Rus işçi Mösyö İvan üzerinden yazarın bu çabası açık edilir de. Rus işçi sanki dışarıdan bir gözdür ve Doğu ile Batı’yı kıyaslamaktadır. İşçinin Batı’nın çöküşü üzerine tespitleri ve kurtuluşun Doğu’ya dönmekte olduğunu söylemesi manidardır ve şu tespit harikadır: Doğu, kaynaktır.

Okuyucuya başta Muhsin’in hareketleri, dünyası gerçek dışı gelebilir. Muhsin aşkı abartıyor gibi görünebilir. Muhsin yavaştır, duygusuna karşı hürmetlidir, her anın anlamını derin bir şekilde idrak etmeye ve sevdiği kadına dair her ayrıntıda aşkın en ulvi makamlarını hissetmeye gayret göstermektedir. Öyle ki günlerce hiçbir şey yapmaz, Suize’nin çalıştığı bankonun karşısındaki kafeye oturur ve bütün gün, her gün onu izler.

Sayfalar ilerledikçe karakterlerin Doğu ile Batı’yı temsil ettiğini görürüz. Muhsin, Doğulu olduğu için yavaştır. Acelesi yoktur, anı kaçırmak istemez, hayatın içindeki güzellikler onunla ilgilenmeye değerdir, aşk kutsaldır, aşka ve güzele hürmet gerekir. Muhsin ötekinde var olmayı başarmıştır, benliğini terk etmiş ve bir ötekiyle hayata tutunmuştur, ötekinin öncelenmesi Batı kültüründe yoktur.

Nitekim Suize tam tersidir de. Suize ise hayatının merkezine kendini almıştır, benliği her şeyin önündedir, kendisi için bir başkasını kırmak veya kullanmak yanlış bir şey değildir veya da abartılacak bir durum değildir. Aşkta da herhangi bir duyguda da sadece kendi hissettiği sürece ve hissettiği şekilde önem vardır. Nitekim Muhsin’in ilk kaldığı pansiyonun sahibi Batılı arkadaşının Muhsin’e sürekli gülmesi, aceleci olması ve aşkı basit görmesi de yine Batılı kimliğinden dolayıdır.

Rus işçi ise aradadır. İnancı bulamamış, yerini bulamamıştır. Nihayetinde Doğu’ya gitmesi gerektiğini fark etmiştir ama geç kalmıştır. Hastalığı izin vermemiş, onu ölüm karşılamıştır. Rus işçi entelektüeldir, hayatı kitaplarla iç içedir. O nedenle Batı’yı iyi tahlil edebilmektedir. Muhsin onun tavrından etkilenmiştir ama onun Doğu hayali Muhsin’i üzmektedir çünkü Doğu, Rus dostunun sandığı gibi değildir. Muhsin’in ağzıyla, Batı, Doğu’yu da bozmuştur.

Aşk hikayesi etrafında dönen roman bu yönüyle oldukça politik, serttir. Şu alıntıya bakalım ve yazıyı Muhsin’in acı tahlilleriyle sonlandıralım: “Doğulular, muhtelif uyruklardan turistlerin elbiselerini çalıp da çıktıkları ağaç tepelerinde onları giyerek sahiplerinin hareketlerini taklit eden maymunlara benziyor! Okuma yazmanın temel öğretimle verilmesi, seçme ve seçilme hakkı, diğer Avrupai fikirler, günümüzde Doğu’da da değişmez ilkeler haline gelmiş bulunuyor. Doğulular bunlara, iman esaslarına inandıkları kadar, hatta daha fazla inanıyor! Bugün bir Doğuluyu kendi dininin bozuk olduğuna ikna edebilirsiniz. Ancak Sanayi Devrimi’nin, insanlığı helake götüren ‘şeytan tekeri’ olduğuna ikna etmeniz hiç de kolay olmayacaktır!

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

8 Ocak 2025 Çarşamba

Enis Batur'un ada günlükleri

Büyük yazarların birçoğu hayatlarının kısa veya uzun bir döneminde günlük tutmuştur. Tolstoy, Dostoyevski, Plath, Gide, Pavese; bizden ise Tanpınar, Ece Ayhan, Ataç, Tomris Uyar, Falih Rıfkı, Salah Birsel vb. bunların iyi ve ünlü örneklerindendir. Bu günlükler zaman zaman tematik de olabilir ama genelde günlük hayatı ve yazarının düşüncelerini yansıtıcı şekilde düzenlenmiştir. Pek tabiî her edebî türde eser vermiş olan Türk Edebiyatı’nın en velut yazarı Enis Batur da bolca günlük yazmıştır. Ada Defterleri bence bu günlüklerin en güzellerinden ve verimlilerindendir.

Günlük okumak, yazarın hem aklına hem de kalbine sokulma yollarının en önemlilerinden biri bence. Hatırat okumak biraz daha farklı. Hatırat kalabalıktır, günlük ise yapısı gereği daha tenhadır, özeldir. (Burada Gide’in “Günlüğün hatıradan tek farkı günü gününe yazılmış olmasıdır sözüne çok katılamıyorum) Bu yüzden bir yazar daha iyi bir şekilde günlüklerinden tanınır. Fakat burada şöyle bir ikilem ortaya çıkıyor: Acaba yazar günlüklerini tamamen kendine mi yazdı yoksa yayımlanmak üzere mi kaleme aldı? Bu ayrım önemli ama ben her yazarın tüm yazdıklarının elbet bir gün yayımlanması gerektiğini düşündüğünü düşünüyorum. Kafka bile tüm yazdıklarının yakılmasını dostu Max Brod’a vasiyet etmiş, kendisi yakma yoluna gitmemiştir. Hâlbuki kendisi de yakabilirdi. Fakat şu da var: Yazar tamamen sansürsüz yazmıştır, ‘o anda’ yayımlanmasını istemiyordur, daha sonra biraz sansürleyerek yayımlamayı düşünüyordur, ömrü vefa etmemiştir, bu kabul edilebilir.

Tanpınar örneğin, günlüklerinde sık sık bu metinlerin günün birinde yayımlanabileceğini düşündüğünü söylemiştir. Ancak buna rağmen ruhunun dehlizlerindeki zaaflarına varıncaya kadar yazmıştı. Fakat her yazardan onun kadar dürüst, daha doğrusu açık olmayı beklemek doğru olmaz. Yazar bunları yayımlayacaksa veya böyle düşünüyorsa kendini sansürlemesi olağan. Enis Batur’da durum biraz farklı. E. Batur zaten kısa zaman dilimlerini direkt ne şekilde yayımlayabileceğini, hangi dosyasına eklemleyebileceğini düşünerek yazıyor zaten. Bu günlükler edebî birer metin olarak yazılmış. Günlüklerin bir kısmı normal yaşantıdan oluşuyor ama bir de hemen her günlük metninden sonra italik dizilmiş daha yoğun, belli temalara odaklanan metinler geliyor. Batur’un Ada Defterleri için bir ‘günlükdeneme’ formunda metinler dersek çok da yanılmış olmayız.

Günlükleri birbirinden ayıran şeylerden biri de mekândır. Batur’un Ada Defterleri, adı üstünde, Büyükada ve Heybeliada metinlerinden/günlüklerinden oluşuyor. Adalı olmak adada yaşamak farklıdır. Bir süre adada yaşamaya karar vermek de biraz “inziva burçlarına çekilmeye” yönelmek demek olabilir. Enis Batur’da da bunu görüyoruz: “Adalılar, anakarada yaşamaya kolay alışamazlar, sanırlar ki o büyük bütünlük kaybolmalarına yol açacaktır – orada yaşayanların, bütünün içinde adalar oluşturduklarını fark etmeleri zaman alır. Gene de adalı, anakaranın felâketlerinden araya giren suların, mesafenin kendisini koruyacağına inanır.” … “İstanbul artık kişinin kendisini sakınması gereken bir şehir halini aldı: Her şeyi deliyor, tıkıyor, yontuyor, usul usul kemiriyor.

İlk kısım Büyükada günlükleri çok kısadır (iki hafta kadar), orada niyetini ve ruhunu çok aksettiremez ama diğer iki bölüm üçer dörder aylık Heybeliada zamanlarını kapsar ve burada günlükler asıl formuna kavuşur. Çünkü kitabın italik yazılmış denemevari kısımları da asıl günlük bölümünü öne çıkarır.

Kitap, asıl üç kısımdan oluşsa da -İnce Uzun Ahşap Bir Balkondan, Temas ve Mesafe, Basso Continuo ve bunlara ek olarak Köprü, Ara Not, Samih Rifat İçin gibi kısa bölümler-. Büyükada kısmını ayırıyorum çünkü orası hem kısaydı hem de klasik günlük metinlerinin dışında italik dizilmiş metinler daha az sayıdaydı. 2006 yılının Heybeliada’sında ise rutin günlüklerinin dışında ‘temas’ izleği peşinden ilerlemiş Batur. 2007’nin Heybeliada’sının italik teması ise ‘yalnızlık’. Günlüklerde ne kadar sıradan olayları yalın bir üslûpla görüyorsak, italik metinlerde zaman zaman kopkoyu konuları çetrefilli Enis Batur üslûbundan okuyoruz. İtalik kısımlar her ne kadar ‘zor’ olsa da metni uçuran kısımlar bence. Çünkü rutin günleri okumak bir yere kadar magazinsel tat verse bile daha sonra (zamanlar uzadıkça) biraz yavanlaşıyor. Fakat bu kısımlar da o çetrefilli metinlere yumuşak bir geçiş yapabilme işlevi görüyor. Bu yüzden kitabın bu şekilde, çift metinli kurgulanması metne yaramış ve bu iki kısım birbirini beslemiş.

Peki, bir günlükte zamansal olarak nasıl bir yol izlenmeli? Geniş zamanları esas alarak uzun yıllardan oluşan bir günlük mü, yoksa kısa bir zaman dilimini kapsayan ama her gün yazılan bir günlük mü? Ben bir okur olarak ikinciyi tercih ediyorum ki Ada Defterleri’ni sevmemin en önemli sebeplerinden biri de bu. Batur, işleri veya başka sebeplerden dolayı (eşi Fatma Tülin’in babasının vefatı, Samih Rifat’ın hastalığı ve vefatı) zaman zaman anakaraya kısa süreli dönüşleri dışında, adada olduğu her sabah defterlerinin başına oturmuş ve bir önceki günü bazen uzun bazen kısa özetlemiş. Bu günlüklerde (italik yazılmayan kısımlarda) yemek yedikleri yerler, sohbet ettikleri kişiler, ada yürüyüşleri, tekrar adaya dönme planları, adaya temelli yerleşme planları gibi günlük ve hayatsal konular, yazınsal işleriyle ilgili konular ve bazı kişiler hakkındaki görüşler de yer alıyor. Ülke gündemi de günlüklerde zaman zaman yer tutuyor tabiî ki. Hatta Enis Batur’un iyi okuyucuları anlayacaktır, bu kısımlar zaman zaman, onun içbükeylerini de andırıyor.

Batur’un sıkı bir okuru olarak benim en çok dikkatimi çeken durumlardan biri de yazarın çalışma şekline kısmen şahit olabilmek oldu. Çünkü Enis Batur durmadan yazan ve bunu nasıl başarabildiği kolay kolay anlaşılamayan bir yazar. Günlüklerde o dönemde hazırladığı kitaplara değinmesi, neyi ne şekilde oluşturduğunu belirtmesi, hangi kitaplara nasıl yoğunlaştığını açıkça söylemesi onun bu kitapları nasıl yazabildiğini anlamamı kolaylaştırdı. Tabiî kolay yazabilme yeteneğini göz ardı etmiyorum. (Ona sorsak kolay olduğunu elbette kabul etmeyecektir, ama kitap sayıları da ortada).

Enis Batur’un şimdiye kadar altmış yetmiş kitabını didikleyerek okumuşumdur. Ada Defterleri en sevdiğim beş on kitabından biri oldu. Bunda aslan payı elbette iyi metinler okumuş olmam. Ancak en az onun kadar önemli olan, defterlerin bize, yazarın insanî, beşerî ve hatta süflî yönlerini de göstermesi; yazar Enis Batur ve insan Enis Batur -baba, eş, oğul, taraftar, dost, arkadaş, sarhoş, ayık- için en azından bir eskizi bize çok görmemesi. Çünkü böyle olunca yazarları daha somut birer varlık olarak anlamamız kolaylaşıyor.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13