Paris’teki Café et Jardin Turc’ün Serüveni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Paris’teki Café et Jardin Turc’ün Serüveni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2025 Cuma

Paris’teki Türk Rüzgârı: Cafe et Jardin Turc

Türkçülüğün Esasları kitabında Ziya Gökalp, henüz milliyetçilik ülkemizde zuhur etmeden evvel Avrupa’da Türklüğe dair önemli hareketlerin vücut bulduğundan bahseder. Bu hareketlerden en ilgi çekici olanının adı Fransızca Turquerie. Dilimize çevirirsek: Türk hayranlığı, Türkperestlik, Türk etkisi. 18. yüzyıl boyunca başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın pek çok ülkesinde görünen Turquerie, özellikle halkların şu eşyalara gösterdiği ilgiyle kuvvetlenmiş: Halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, tezhipler, hatlar, mangallar, şamdanlar… Avrupalılar işte bu dönemde Gökalp’in anlatımıyla “Türklerin eseri olan bu güzel eşyaları binlerce liralar sarf ederek toplar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi.

Başta İstanbul olmak üzere Türk hayatından izleri resimlerine taşıyan Avrupalı ressamların yanı sıra bazı düşünürlerin ve şairlerin gözlemleri de Turquerie akımının içinde kendisine yer buldu. Türk etkisi bir dönem boyunca Avrupalıların edebiyatına, mekânlarına, müziklerine, resimlerine, yeme-içme kültürüne yön verdi. Elbette bu yön verişin bir mekânı da vardı: Cafe et Jardin Turc. Paris’in en popüler bulvarı Boulevard du Temple’da yer alan Jardin Turc, sevilen bir buluşma yeri olma özelliğini 19. yüzyıla dek sürdürmüş bir Türk Bahçesi. Nevzet Çelik, Paris’teki Café et Jardin Turc’ün Serüveni adlı çalışmasında işte bu bahçenin hikâyesini anlatıyor. Mekanların kültür taşıyıcısı vazifesine özel bir örnek olan bu Türk bahçesinin neden Paris’te açıldığını anlamak için şu satırlara dikkat kesilelim: “Fransa’daki toplumun 17. yüzyıldan beri Osmanlı’ya olan ilgisinin oldukça fazla olduğunu; bunun da zamanla bir ilgi, hayranlık ve merak teması ile geliştiğini görüyoruz. Kaynaklar bize 1672 ve 1739 yılları arasında Fransa’da Türkleri konu alan on üç trajedi yapıldığını gösteriyor. Yine Claude Godard d’Aucour, 1758’de yazdığı Türk Anıları: ya da İki Türk’ün Fransa’da Kaldıkları Sürede Gallant Tarihi tiyatro eseri Turqueries hakkında, Fransa toplumunun bu dönemde Türkler ve Osmanlılara olan ilginin ne kadar yoğun olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli bir eserdir.

Osmanlılarla Fransızlar arasındaki ticari anlaşmalar, seyyahların ve tacirlerin sürekli ziyaretleri, Osmanlı elitlerinin ve saray ahalisinin hayatına dair elde edilen veriler, Turquerie akımını hazırladı. Avrupalılar için yenilmez gibi görünen Osmanlı ordusunun kıyafetleri, müzikleri de ilgi çekiciydi. Jardin Turc’un fon müziğinde uzun bir süre Türk esintileri duyulurken Türk kahvesi kokusunun ortalığı kapladığını tahmin etmek de hiç zor değil. Alexander Bevilacqua ve Helen Pfefier, kahvenin hediyelik ya da kişisel kullanım için küçük miktarlarda Avrupa’ya gelmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun rolünü en tepeye yerleştiriyor. Onlara göre siyasi kültür ve diplomatik ilişkiler neticesinde kahve, hem alla turca tarzı hem de Turquerie etkisinin yegane sembolü: “Avrupalılar kuşkusuz kahve ve müziğe yerel anlamlar ve ritüeller yüklediler; ancak her ikisi de Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen fikirler, açıklamalar ve kurumlar yolu ile ithal edildi.

Türk kahvesi, ne oldu da Avrupalılar nezdinde bu kadar rağbet gördü? Nevzet Çelik, kahvenin Fransa’ya ilk kez seyyahlar aracılığıyla getirilen egzotik bir içecek olduğunun kabul gördüğünü, ancak işin arka planında Süleyman Ağa isminin mutlaka anılması gerektiğini dile getiriyor. 1670 yılında XIV. Louis, Versay Sarayı’na Sultan IV. Mehmed’in elçisi Süleyman Ağa’yı kabul ediyor. Ağa elbette yalnız değil, yanında bir dizi eşraf ve hizmetkâr da var. Paris’te merakla beklenen elçi, top atışlarıyla karşılanıyor. Bu alışılmadık ciddiyet, elçiye büyük bir şöhret de kazandırıyor. Krala gelen envaı çeşit hediye arasında daha önce hiç tanınmamış, görülmemiş, yani ne olduğu pek bilinmeyen kahve de var. Kavrulmuş kahve çekirdeklerinin kokusu, kralı ve yanındakileri büyülüyor. Koklama işleminden sonra Süleyman Ağa, yaverine kahve çekirdeklerini öğütüp pişirmesini söylüyor. Hazırlanan kahve krala sunuluyor ve Fransa’nın Türk kahvesiyle ilk teması gerçekleşmiş oluyor.

Süleyman Ağa’nın şovu bu kadarla sınırlı değil. Kahveler içilirken sohbeti koyulaştıran elçi, hitabetiyle de etrafı kendine doğru çekiyor. Kahvenin yanında getirdiği lokumla damakları çatlatıyor. “Türk, bir deha adamıydı” notunun düşülmesi boşuna değil. Sonrasında Süleyman Ağa ve heyeti Paris’te bir yıl kalıyorlar. Kaldıkları yerde Türk misafirperverliğini göstermekten imtina etmiyorlar. Her ziyaretçiye kahve ikramı devam ediyor. Fransız kadınlar bu elçiye hayran kalırken, kahvenin şöhreti de seri biçimde Fransa sokaklarına yayılıyor. Kabul etmemiz gerekir ki Türk kahvesi, sadece bir içecek değil. Usulü, erkanı, terbiyesi, âdeti, geleneği, göreneği olan, tabiri caizse bir ayin. Haliyle, bulunduğu ve pişirildiği mekâna da bir hava katıyor. Hatta mekân meydana getiriyor: kafeler. Julia Landweber, sadece kahvenin değil, kafelerin de menşeinin Osmanlı toprakları olduğuna şöyle işaret ediyor: “Kahve gibi kafeler de bilinenin aksine Fransızlar ve İngilizler tarafından yaratılmamış, aksine kahve coffee house ilk defa Mekke, Kahire ve Konstantinopolis’in kalbinde ortaya çıkmış ve oradan ithal edilmiştir.

Jardin Turc ziyaretçileri için de Türk kahvesinin bir başlangıç ritüeli olduğunu söylemeye gerek bile yok. Mekana girenler için etrafın mimari nitelikleri (hilal semboller, yarım ay iç mimari, duvar süslemeleri), oturma tabureleri, serviste kullanılan zarif fincanlar; Osmanlı topraklarındaki kahvehanelerdeki ambiyansı yakalamak için kullanılmış. Hâl böyle olunca mekanın ziyaretçileri arasına tıpkı İstanbul’da olduğu gibi edebiyatçılar, sanatçılar da katılmış. Robert Courtine şöyle bir tablo çiziyor: “Cafe Turc (Le Salon Turc) 1830’lu yıllarda giderek popüler hale gelmiştir. Victor Hugo’dan Alfred de Vigny’ye, Charles Augustin Veron’dan Sainte Beuve’ye, Musset’ten Lambert-Thiboust’a, M. d’Orsay’dan Roi Jerome’e ve Isabey’den Gavarni’ye kadar dönemin önemli edebiyatçıları, sanatçıları ve politik ünlüleri bu mekânı ziyaret ediyordu.

Nevzet Çelik, Jardin Turc’un içinde yer alan Cafe Turc’de bir köşkün (kiosque) olduğundan bahsederken, aynı zamanda bir minareye de yer verildiğini söylüyor. Bu minare kafenin hangi döneminde, ne amaçla kullanılmış belirsiz. Ama 1883’te yayımlanan Güzel Sanatlar Bülteni’nde minarenin resmi mevcut. Bazı yazılı kaynaklar, Cafe Turc içinde bir caminin de olduğundan bahsediyor. Journal de Paris’in 21 Kasım 1818 tarihli sayısına, Jardin Turc’ün sahibi Mademoiselle Clicquot’un daha fazla dikkat çekmek, yani müşteri kitlesini genişletmek için bahçeye bir camii inşa ettiğini, Türk kahvesinin yanına dondurma da eklediği not edilmiş. Meraklısı için bir not: Louis-Léopold Boilly imzalı Entrance to the Jardin Turc isimli resme internet aleminde ulaşmak kolay. Jardin Turc’ü yakından tanımak için oldukça keyifli bir tablo.

Fransız toplumu ekseninde hem Turquerie etkisini hem de Jardin Turc’ün serüvenini keşfetmek için Nevzet Çelik’in bu çalışması, Doğu’nun Batı’daki temsilini okumak açısından oldukça keyifli.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf