Abdullah Harmancı, Melek Kayıtları’ndan sonra yirmi dört öyküsünü yine İz Yayınları arasında Behçet Bey Neden Gülümsedi? başlığında iki kapak arasında topladı. Hayatın kendisinden ilham alan, elinizi uzatsanız hemen dokunabileceğiniz, oturup dertleşebileceğiniz kahramanların öyküsü Harmancı’nın en baştan beri sürdürdüğü. Bu kitaptaki öyküler de bu izin peşinde.
Harmancı, doğrusuyla yanlışıyla; hatasıyla sevabıyla yaşadığımız zamanın çocuğunu, çağ kardeşlerimizi anlatır bize bizzat bu kardeşliğe katılarak. Hikâyelerinde bildiğimiz insanı anlatırken, yargılamaz. Sosyal mühendisliğe girişmez, idealize etmeye hiçbir sebeple yeltenmez Abdullah Harmancı kahramanlarını. Olduğu gibidir herkes.
Behçet Bey Neden Gülümsedi? yazarının yaşadığı şehrin –Konya’nın- dokusu ve kokusuyla çevrelenmiş, her zaman derine her zaman iç muhasebeye doğru açılan Harmancı öyküsünün tam olarak demini bulduğu bir kitap. Okudukça içinize işleyen, işledikçe gafletle ıskaladıklarınızı size şefkatle hatırlatan öykülerle karşılaşıyorsunuz.
Harmancı öykülerinde size peşin hisseler verilmez. Sonuca varamazsınız. Sorular, soruları doğurur. Yaşadıkça biriken, çoğu zaman acıtan ama her zaman hayretle sorulan sorulardır bunlar. Öykü başı sonu belli olan bir tür değil mi oysa? Başlangıçta gördüğünüz tüfeğin patlaması, yazarın kahramanına çizdiği kaderi yaşaması değil mi? Harmancı öyküsünde böyle gitmiyor işler; yollar sarpa sarıyor, işin içinden başka işler çıkıveriyor.
Kitapta okuyucu ısrarla kahramanın iç dünyasına çekiliyor. Hayret, son durağınız oluyor, elinizi şakaklarınıza koymuşken buluyorsunuz kendinizi. Cebelleşiyorsunuz durmadan kahramanın mokasenlerini giyerek kendinizle. Her bir öyküde ayrı bir muhasebenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bu bezdiren, küstüren bir sorgu hali değil, korkmayın. Aslında kitap bazen sizi güzel gösteren bir aynaya dönüşüyor. Sizin baktığınız gibi bakıyor, sizi söylüyor. Bunun da tehlikeli bir tarafı var mı? Elbette ama gelgelelim işin sonu hep bedelli bir yüzleşmeye varıyor. Öyküler bu yönüyle birbirine özenle bağlanmış sanki. Kopmuyor, koparamıyorsunuz birbirinden.
Hiç yeri değilken, daha en başta kalbinize çakılan çivileri hatırlıyorsunuz. Abdullah Harmancı, hiç yeri değilken yapıyor bunu size. Çayınız soğuyor, ağzınızı tatlandıran oyalanmaların acı tadı geliyor dilinize. Tadınız kaçıyor doğrusu başlarken. Soğumuş çayınıza dahi başka gözle bakıyorsunuz.
Enkaz altında size kaybettiğiniz şeyleri aratıyor biraz da öyküler. Çocukluğunuzu, annenizin kısır sohbetlerini, avlulu evlerin ikindi ferahlığını özletiyor. “Şeker Mahallesi”nde yükselen binalar içinizi karartıyor, ürperiyor, korkuyorsunuz bu binalardan herhangi birinin herhangi bir dairesinde yaşlanmaktan. Top oynadığınız mahallenin çukurlu, çamurlu yollarını özlüyorsunuz. Nostaljik değil bu anımsatmalar, ne idik ne olduk sorgusu daha çok.
Abdullah Harmancı, alışmış giderken çalan bir telefon, her şeyi yoluna koymuşken çıkan bir engel, artık tamam demişken her şeyi başına döndüren o düşüş anına odaklıyor öyküsünü; oracıkta kör düğümünü atıveriyor. “Nası dünyaymış ülen arkadaş?” ise bu dünya, gözüne takılan gönlünde yer ediyor sanki yazarın. Dokunuyor bu soru zihninize. Anlıyorsunuz.
Görünmenin, bilinmenin, sevilmenin haddini hududunu tanımayanların gözlerinden taşan hırsın, dostluğu öldüren ihtirasın sonu pişmanlığa varan hikâyesini anlatıyor Harmancı. İğneyi ister istemez kendinize batırıyorsunuz. Sormadım demez kimse şöyle: Ne geçecek eline, şu yapıp ettiklerin neye yarayacak ve bunlardan kime ne? Elindeki kalemin kârı, söylediğin sözün muhatabı kaldı mı? Edebiyatın bencil tarafını yoklarken, “Yazıyoruz da ne oluyor?” diye soran kahramanının masaya vurduğu “elinin ayası”nda isyana kalkan bir feryada ortak ediyor sizi Harmancı. Anlıyorsunuz. Uzun emel, uzun ömür derdine düşen; dünyayı “ölümsüz kasabaya” çevirmenin beyhude çabasını, zamanı sermayeye tebdil eden tarafımızı irdeliyor ironiyle nazikleştirerek Harmancı. Anlıyorsunuz.
Bazen de hiç olmaz bu iş derken, iflah olmaz bu adam derken, çıkmaz sokak burası derken umuda, feraha kapı açıyor kitap. Anlıyorsunuz. Hayatımızda yeni sayfalar açma, nedametle kirlerden ve paslardan arınma; kendine çeki düzen verme, gerekiyorsa başka bir yerlere çekip gitme, küsme hakkınızı hatırlatıyor size. Anlıyorsunuz.
Rüya ile gerçek arasında çoğalıyor sanki Harmancı öyküleri. Dünyadan göçenler ile yeni gelenler arasındaki perdenin aralandığı, çocukluğun tekrar tekrar yaşandığı, herkesin yerine yaşandığı bir muhayyele sarıyor kitabın sonlarına doğru sizi. Dalgın dalgın niye bakıyor acaba hep yazar diye sorarken sürekli ardı ardına iki öyküde buluyorsunuz cevabı. Anlıyorsunuz.
Dünya karar yurdu değil, yarım kalmak sermayemiz. Yokluktan varlığa, bidayetten nihayete, hamlıktan kemale, beşikten mezara, dünyadan ahirete, A’dan Z’ye her birimizin dünyasında olmuş, olan ve olacak ne varsa Köksal Alver’in ifadeleriyle ince bir dikkat, acı bir dokunuş ve merhametli bir konuşmaya dönüşüyor Harmancı hikâyesinde. Bir de okurken yazarı merakla sizi izliyor sanki müşfik gülümseyişiyle. Anlıyorsunuz…
Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce
twitter.com/OGGokce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder