"Tâ güm neşevî kemter ez güm neşevî
Ender sıfat-ı âşıkân mahrem neşevî."
(Âşıkların mesleğinde yok olmadıkça,
Onların yoluna yolcu olamazsın.)
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî
Tasavvufun gayelerinden en önemlisi, dervişe nefsiyle ruhu arasındaki dengeyi tutturup Hakk'ı bildirmektir. Bu dengenin esasını "ben" demekten vazgeçmek, yani insanın bütün imkânlarıyla kendisini bir başka insan kardeşine açabilmesidir. Dertleşmek, paylaşmak, selamlaşmak ve yardımlaşmak; hepsi birer 'ben'den vazgeçiştir.
İnsan her ne yaparsa yapsın eksiktir. Bu durumda sürekli 'ben' diyen bir insanın, eksikliğini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Benlik müptelalığı elbette bu çağa özel bir mesele değil. Bizim eski zamanlarda yaşamıyor oluşumuz, şimdiki sıkıntıların eski çağlarda yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Bir an evvel geçmiş-gelecek kıyaslamalarını bir kenara bırakıp, şimdiye odaklanmamız gerekiyor. Peki, geçmişte olduğu gibi şimdi de insanın en büyük sınavı nedir? Benlik problemidir. Savaşır gibi yaşamak, daima istemek, muhtacı görmemek, hep daha yukarıları hedeflemek ve aşağıdakilerle muhataplık kurmamak... Tüm bunlar, maneviyat açlığının demeyelim ama maneviyat eksikliğinin göstergesi elbette. Bu tip bir eksikliği gidermek için yola çıkma görevi kişinin kendisindedir. Kah mürşid-i kamillerin eserlerini okumak, kah tasavvuf sohbetlerine kulak vermek, gönül denen hâneyi mamur etmek için önemli eylemlerdir. Neticede her şey gönülde olup bitiyor. "İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girip orada yaşayabilmektir" demiş bir gönül eri. Yaşamı bu ölçüye kavuşturmak için gözlerimizi ve kalplerimizi genişletmemiz gerekiyor. Aynı gönül eri, şunları da söylüyor: "Her insan nasibi kadar uyanır ve uyandığı kadar bilgi sahibi olur. Bu durum, büyük pencereden daha fazla ışık girmesine benzer. Pencereyi büyütmeden daha fazla ışık almak mümkün değildir."
Nefsin oyunlarına akıl erdirmek güç. Onun şifrelerini çözmek daha da güç. Vaktiyle bir büyüğüm "kitap okumak aklın sırlarını çözer" demişti. Hele ki okunan kitap, kamil bir zatın elinden çıktıysa. Nefs gibi çetrefilli bir konu üzerine yazılmış bir çok tasavvuf kitabı olduğu gibi günümüzde kişisel gelişimciler ve psikologlar da kendi teçhizatlarıyla bu konuya farklı isimlerle, kavramlarla eğiliyorlar. Oysa nefsi en esaslı açıklayacak ilim, ledün ilmidir, yani tasavvuftur.
Ömer Fuâdî (ö. 1046/1636) Şâbân-ı Velî Dergâhı’nın üçüncü postnişini Abdülbâki Efendi’ye intisap etmiş, onun vefatının ardından seyrüsülûkünü dergâhın dördüncü postnişini Muhyiddin Efendi’nin yanından tamamlamış, Muhyiddin Efendi’nin vefatının ardından dergâhta postnişin olmuş bir mürşid. Kaynaklarda otuz üç yıla yakın irşad faaliyetlerini sürdürdüğü yazıyor. Ömer Fuâdî, son derece velut bir yazar olmasıyla Halvetî-Şâbânî ekolünü Anadolu coğrafyasına en çok tanıtmış zatlardan. Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı Velî, Türbenâme, Bülbüliyye, Risâle-i Hâbiyye gibi geniş eserlerinin yanı sıra çoğu risâle hacminde olan manzum ve mensur başka eserleri de bulunuyor. Bunlardan biri, yazımızın konusunu oluşturan Muslihu’n-nefs.
İsmail Hakkı Cambaz'ın hazırladığı, Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen kitabın giriş bölümünde Ömer Fuâdî'nin hayatı, eserleri ve Muslihu’n-nefs nüshaları incelenmiş. Sonrasında hazretin risalesine geçiliyor. Risale dört bölümden oluşuyor. Nefs-i Emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülhime ve Nefs-i Mutmainne mertebeleri, özellikle 'yola çıkmış' dervişlerin en iyi anlayacağı biçimde anlatılıyor. Mertebelerin en önemli sıfatlarını kitaptan olduğu gibi alalım ve yolculuğumuzu sürdürelim.
Nefs-i Emmâre'in sıfatları: kibir, hırs, haset, şehvet, buhul (cimrilik), hıkd (kin), gazap, hiddet.
Nefs-i Levvâme'nin sıfatları: İşret (içkili sohbet meclislerinde günaha dalmak), ucb (amelini beğenmek), heves, mekr (hile, aldatma), temenni (boş arzu), levm (çekiştirmek), kahır (derin acı ve üzüntü vermek).
Nefs-i Mülhime'nin sıfatları: İlim, tevâzu (alçak gönüllülük), tahammül (sıkıntılara katlanmak), sehâvet (cömertlik), istikâmet (doğruluk), kanaat (az ile yetinmek), sabır.
Nefs-i Mutmainne'nin sıfatları: Cûd (çokça cömert olmak), gam (hüzünlü olmak), zühd (takva), şükür, tevekkül (Allah'a hakkıyla güvenmek), Hüdâ'ya ibadet ve tezellül (kendini Allah'a karşı küçük görmek).
Nefs-i Râziye'nin sıfatları: Zikir (Allah'ı anmak), ihlas (samimiyet), vera (şüpheli şeylerden kaçınmak), rızâ (her haline rıza göstermek), riyazet (nefsin aşırı hazlarına set çekmek), keramet (olağanüstü durumlar göstermek), vefa (sözünde durmak).
Nefs-i Marziye'nin sıfatları: Zatullâhı (Allah'ın kendisini) görme, terk-i beşeriyyet (beşerin hayvani özelliklerini terk etmek), tahalluk bi ahlâkillâh (Allah'ın güzel ahlâkıyla ahlâklanmak), tefekkür fillah (Allah hakkında derinlemesine düşüncelere dalmak), safa fi nurillâh (Allah'ın nurunda saflaşmak, berraklaşmak), tekarrub ilallâh (Allah'a yakınlaşmak), telattufta ala halkillâh (Allah'ın yarattıklarına lütuf ve nezaket ile davranmak), lika zâtullâh (Allah'ın zâtına kavuşmak, O'nunla bir olmak).
Son nefs mertebesi olan Nefs-i Kâmile, adından da anlaşıldığı gibi son mertebe. Sâlik artık kâmil sıfatını kazanır ve güzel huyları kendinde toplar. Tabiri caizse 'Allah adamı' olur. Kendi içinde bir hayli sırrı olan bu mertebeye dair hazret özellikle bir bölüm ayırmamış. Zira ona göre bir sâlik 'kudsî ruh' mertebesine kavuştuğunda artık nefis ve ruhun, hâlleri ve muktezaları bir olduğu için ortada nefs diye bir şey de kalmaz. Bunun için kudsî ruh denir. Ortaya dökülecek ve açıklanacak bir şey yoktur, yaşayan bilir, arife bir işaret kafidir der hazret.
Ömer Fuâdî, nefsin ve ruhun insan vücudunda 'evlenmiş' olsa da tıpkı karı-koca ilişkisinde olduğu gibi her ikisinin de ihtiyaçlarının ve hasletlerinin farklı olduğunu belirtiyor. Burada okuyucunun dikkatini özellikle şuraya çekmeye çalışıyor: nefs, ednâya (aşağı) ve kesrete (çokluk) meylediyor. Ruh ise âlâya (yüksek) ve vahdete (birlik) meylediyor. Ancak insanın bunu fark edebilmesi için kesinlikle bir mürşide ihtiyacı var. Mürşid, sâlikin istikametini çizerken nefsine karşı vereceği mücadelenin ana hatlarını da belirliyor. Tek başına bir kimse, basiret kuvvetine sahip olmayıp gaflette kaldığı müddetçe nefsindeki yerilmeye layık sıfatların hiçbirini hakikatiyle bilemiyor. Dolayısıyla kötü sıfatlar zuhur ettiğinde, onların fesadı ve şerri kişiye görünmediğinden ne olduğu da anlaşılamıyor. Hem cehalet hem de gaflet birleşince, kişi derin bir hüzün içinde yaşıyor. İşin ürkütücü yanı, bu hüznün kaynağını da bilmiyor. Fuâdî meseleyi şöyle şerh ediyor: "Dünya işlerine meyletmekle Hakk'ın müşahedesinden mahrum olmak ve bu cehl ile cahil, bu gaflet ile gafil olup kalma korkusundan doğan sıfata hüzün ve gam derler. Tâlib-i sâdık ve mürid-i âşık, marifet mertebesinde ve hakikat makamında hâsıl olan dermansız derde vâsıl ve mübtela olmazsa kemal ehli kişilerden hisse alamaz."
Yola çıkmayı göze alan kişinin 'hakiki dert sahibi' olması gerekiyor. Bu dert ki dertlerin en güzeli, herkese nasip olmayanı. "Allah kısmetini halkın önüne koydu. Herkes kendi nasibini aldı, civanmertlerin nasibi hüzün oldu" diyor fütüvvet eri Ebu'l Hasan Harakânî. Civanmert kimdir? Gurur, öfke, kin, kibir, nefret, incitme ve incinme gibi sıfatlardan soyunup; tüm kuvvetini insanlığa hizmete harcayan kimsedir. Nitekim Ömer Fuâdî de bir sâlik için öncelikle mücadele edilmesi gereken sıfatlar arasında bunları zikrediyor: "Kibir ve gurur Hakk'ın huzurundan reddedilmenin kapısıdır. Kibir, gurur, ucûb ve inadı olan derviş, şeytana ait büyüklenme sıfatına sahip olacaktır. Tâlib bu konuda, sahip olduğu murâd ve hüsn-i hâl ile Hakk'ın râzı olduğu hâle gelmelidir."
Nefsle mücadele şüphesiz ki kulun insan olma yolculuğundaki en hassas mücadele. Bu çetin ve sert geçen mücadelede kişinin en büyük yoldaşı, gönül ehli kimselerle yakın olmak. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî'sinde şöyle buyuruyor: "İster taş ister mermer kadar sert ol, eğer gönül ehli ile beraber olursan seni mücevhere dönüştürürler."
Ömer Fuâdî bu risalesinde aynı zamanda tevekkülün üzerinde de hassasiyetle duruyor. Sâlikin her makamda, ömrünün sonuna dek tevekkül sahibi ve sabırla dost olması gerektiğini hatırlatıyor. Biz de tevekkül üzerine bir menkıbeyle bitirelim. Belh şehrinden genç bir derviş, hacca gitmeden evvel Bistam'da büyük velî Bâyezîd-i Bistâmî'ye misafir oluyor. Tevekkülün ne demek olduğunu soruyor. "Tevekkül; nimet bulunca yemek, bulamayınca sabretmek" diyor büyük velî. Derviş bu cevabın üzerine "Bizim Belh şehrinin köpekleri de öyle yapıyorlar. Bulunca yiyorlar, bulamayınca bekliyorlar." diyor. Bâyezîd bunun üzerine "Peki ya sizin için tevekkül nedir?" diye sual edince derviş şöyle söylüyor: "Nimet bulursak hemen muhtaçlara dağıtırız. Bulamazsak şükrederiz. Bizde tevekkül böyledir."
Muslihu’n-nefs, nefs mertebelerine ve sıfatlarına dair yazılmış çok kıymetli bir kaynak olarak dervişin baş ucunda durmalı. Başı sıkıştıkça okumalı, yola samimi ve kuvvetli bir mücadeleyle devam etmeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Okuma listesine ekledim. Yayınevi son zamanlarda en fazla kitap aldıklarım dan oldu. Emeğine sağlık...
YanıtlaSilmustafabayhan10.blogspot.com