Ömer Fuâdî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ömer Fuâdî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2020 Salı

Asırlardır dertlere derman olan mânâ eri: Şâbân-ı Velî

"Her marîz-i cehl olana şerbet-i irfân verir
Çaresizler derdine dermân imiş Şâbân Dede."

- Kastamonulu Mahvî Efendi

Ömer el-Halvetî’ye nisbet edilen Halvetiyye, İslâm dünyasının en geniş tasavvuf mekteplerinden biridir. Rûşeniyye (kurucusu Dede Ömer Rûşenî, ö. 892/1487), Cemâliyye (kurucusu Cemâl-i Halvetî, ö. 899/1494), Ahmediyye (kurucusu Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin, ö. 910/1504) ve Şemsiyye (kurucusu Şemseddin Sivâsî, ö. 1006/1597) isminde dört ana kola ayrıldığı gibi bu kollardan farklı kollara ve dolayısıyla da çeşitli şubelere doğru genişlemiştir. Bir misal vermek gerekirse, Nûreddin Cerrâhî'ye nisbet edilen Cerrâhiyye yolu, Halvetiyye'nin Ramazâniyye kolunun bir şubesidir. Halvetiyye'nin yaygın kollarından biri de Şâbâniyye'dir ve kurucusu da adından anlaşılacağı gibi Şâbân-ı Velî'dir.


Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde dünyaya gelen hazret, Anadolu'yu mayalayan beş büyük velîden biridir. Bu velîleri muhakkak zikredelim: Ebu'l Hasan Harakânî, Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı VelîŞâbân-ı Velî. Bu yazıda ele alacağımız kitabın müellifi, bir önceki yazımızdaki zât-ı muhteremdir ki kendisi Şâbân-ı Velî Dergâhı’nın beşinci postnişini olan Ömer Fuâdî'dir. Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı Velî adına sahip olan bu kitap beş bölüme sahiptir. İlk bölümde gerçek velînin kim olduğunun bilinmesi, gerçek velîlerin tamamının olağanüstü kerâmet göstermelerinin gerekip gerekmediği konusu ele alınıyor. İkinci bölümde Şâbân-ı Velî'nin silsileri yer alıyor. Üçüncü bölümde Kastamonu Şâbân Efendi Camii yakınlarında kabri bulunan Seyyid Sünnetî Efendi'nin menkıbeleri bulunuyor. Kitabın adını oluşturan dördüncü bölüm "Kutbu'l-Aktâb, Yüce Şeyh, İnsanların ve Cinlerin Mürşidi, Cenâb-ı Şeyh Şâbân Efendi Hazretlerinin Kıymetli Menkubeleri ve Yüksek Kerâmetlerine Dairdir" başlığına sahip. Son bölüm ise menkıbe okumayı seven herkes için bir hayli zengin. Bu bölümde Şâbân Efendi'den sonra irşâd için posta geçen dört halifesinin menkıbeleri yer alıyor. Bu halifelerin isimleri şöyle: Osman Efendi, Hayreddin Efendi, Abdülbâkî Efendi, Muhyiddin Efendi. Müellif Ömer Fuâdî malumunuz olduğu gibi Muhyiddin Efendi'den sonra posta geçen muhterem. Dolayısıyla elimizdeki metnin, o dönemin tasavvufî iklimini harikulade biçimde anlattığını söyleyebiliriz.

Annesini ve babasını küçük yaşta kaybeden Şâbân-ı Velî, memleketi Kastamonu'da tefsir ve hadis dersleri okuyup, okutma icazeti aldıktan sonra İstanbul'a gider. Burada on yıla yakın bir süre boyunca yine ilimle meşgul olur; Kur’ân-ı Kerîm, tefsir ve hadis üzerine çalışmaya devam eder. Gönlüne "hakikat mertebelerini tekmil etmenin ilahi cezbesi" düşer ve "bunca öğrendiği ilmin aslı ve maksadı olan ledünnî ilim ve tasavvufa da tâlib" olur. Durumunu İstanbul'da bulunan bazı şeyh efendilere açar fakat bir netice alamaz. Ömer Fuâdî bu durumu "Allah indinde kendisini irşâd etmeye tayin edilmiş sultana iletilmesi için Allah bu şeyhleri onun irşâdından men etti ve hiçbirinde feyz ve teselli bulamadı" şeklinde açıklıyor. Hayret makamında gezinirken kendisine manen "asıl vatanınıza, sılanıza dönün" tembihi gelir. Henüz İstanbul'dayken, "memleketime dönerken Hayreddin Efendi'ye uğrayıp hâlimi arz edeyim" diye düşünür. Hikmet-i Hûda, arkadaşlarıyla birlikteyken yol onları Hayreddin Efendi'ye çıkarır. Şâbân Efendi o an mürşidini bulduğuna inanır. Ariflere, ehillere ve sâliklere malumdur ki bu iş böyledir. Mekan ve zaman önemsizleşir, onca yıl kalbin üzerine çöküveren kirler, paslar, tozlar kalkıverir, aşk çıkar meydana ve teslimiyet gerçekleşir. Nitekim Şâbân Efendi de bu vakitten sonra on iki yıl boyunca Hayreddin Tokâdî Efendi'ye hizmet eder. Sülûkunun sonunda Kastamonu'ya hilâfetle gönderilir. Sonrasındaki bir menkıbe için Fuâdî'den okuyalım:

"Ana baba bir kardeşimiz olam Yaycı Hacı Mehmed Dede rivâyet eder ki Şâbân Efendi Bolu'dan Kastamonu'ya gelirlerken Çağa isimli kasabaya uğrayıp burada bir müddet mücâhede yapmak niyeti ile Bey Mescidi'nde erbaîne niyet ettiler. Orada birkaç gün geçirdiler. Bu sırada kasaba halkı kendisini sevdi ve her konuşma kabiliyeti olana konuşmayı verip hikmetle söyleyen Kâdir Hâkim'in ilhamıyla bir kişi gelip kendisine "Sofu Dede, sen bir fakirsin. Sana geçinmek için bir sebep lazım. Yalnızlığı da seviyorsan gel sana çobanlık verelim. Hayvanlarımızı güt" dedi. Hz. Aziz onlara "Kardeşler, ben hayvanları Allah'ın emri ile güdüyorum. Öyle ki kurda aldırmayayım" diye işaret yollu cevap verdi."

Ömer Fuâdî, menkıbeleri aktarırken sülûkunu tamamlamış bir derviş ve nihayet postnişin olarak menkıbeleri okuyan herkese çeşitli uyarılarda bulunur. Bu uyarılar tasavvufî yolculuğun nasıl bereketli olacağına ve kulların kemâle nasıl erişebileceğine dairdir. Edeb ve nefsle mücadele, onun en çok üzerinde durduğu konulardır. Bazıları şöyledir:

"Ululardan ve kâmillerden utanmak ve korkmak gerekir. Çünkü âlemin kutbu olan kâmiller Allah'ın fiil ve sıfatlarını gerçekten bilirler. Onlar zâtın tecellîsine erme kuvvetleri nedeniyle feyzlerini bizzat Allah'tan alırlar ve kuvvetleri rabbânî kuvvettir."

"Azizlerin nefes ve duâları zâyi olmaz, etkisi yeri gelince ortaya çıkar, bu nedenle azizlerin nutkuna ve nefesine lâyık ve yakın olmak gerektir."

"Bir tâlib, sâdık ve istikamet sahibi, âlim ve gayret ehli olur da kendisi bir kâmil mürşid, âlim ve ârif-i billah bir aziz bulup ona tam bir teslimiyetle irşâd olursa, zâhir ve bâtını mâmur olur. Böyle kimseler balı yağa katarlar. Bunlar nur üzerine nur olurlar ve kâmiller zümresine girerler. Hem zâhir hem de bâtın ilimlerini bildiklerinden dolayı bunlar iki kanatlıdırlar. Bu kuvvetle yüce makamlara uçarlar ve güneş gibi her şeye faydaları ve ışıkları dokunur."

"Dervişte istek, himmet, yolda olmaya kasıt ve azim olmadan sırf şeyhin çokça dikkat ve himmet etmesi asla hiçbir fayda vermez.  Eğer sırf himmet ve cezbe ile irşâd olsaydı peygamberler dünya üzerinde bir tane kâfir ve münâfık bırakmazlar hepsini Müslüman ederlerdi. Kerem ehli ârifler ve yüce şeyhler olan aziz mürşid-i kâmiller ise dünya üzerinde bir tane inkârcı ve câhil koymayıp hepsini derviş ve irfân sahibi kimseler yaparlardı. Teveccühsüz, teslimsiz, sıdk ve mücâhedesiz hâl ve kemâl ele girmez."

Kastamonu'ya geldikten sonra Cemal Ağa Camii'nde inzivaya çekilen, bir süre sonra sırlı kimselerin teklifiyle Seyyid Sünnetî Mescidi'nde dönüp orada birçok defa erbain çıkaran Şâbân Efendi, mescidin şehrin dışında olması sebebiyle bazı dervişlerin onu Honsalar Camii’ne davet ricasını kabul eder. Buraya geldikten kısa bir süre sonra da Şâbân-ı Velî adıyla Kastamonu ve civarından bütün Anadolu'ya gönlündeki ilhamı, irfanı akıtır. Kerametleri dilden dile dolaşır. Gerek karada gerekse denizde başı sıkışan, Allah'a onun adıyla birlikte yakarır.

Şâbân-ı Veli ömrünün son yedi senesini halvet ve riyazet ile geçirir, dergâhından dışarı çıkmaz. Menkıbelerde yazılanlara göre onun çoğu zaman namazlarını tayy-i mekan ve tayy-i zaman tasarruflarıyla Kâbe'de kıldıkları söylenir. Hediye kabul etmeyi sevmemesi, bir takım sırlarının ifşa edilmesinden asla hoşnut olmaması, şeriat ve hakikat âdâbından taviz vermemesi bazı diğer özellikleridir. Vefat ettiği güne dair insanı son derece duygulandıran anılar, hatıralar, menkıbeler var. Kitapta ayrıca büyük velî Bâyezîd-i Bistâmî ve Hacı Bayram-ı Velî sultanın vefat ettikleri günlere dair de menkıbeler var. Hepsini buraya da alalım ki aşk ile üçünü de anmış olalım.

"Hz. Aziz'in âsitânesi yakınında kazılan nûr içindeki kabirlerine defnedilmesine başlanıldığında Allah'ı zikreden zâkirlerin yüksek sesle ve güzel bir biçimde yaptıkları zikirleri ve aşk hâli kendilerini kaplamış âşık dervişlerin hây hû sesleri, ayrılık ateşinden yanan kalplerin âhlarından oluşan siyah duman, Hz. Aziz'in Allah katında makbûl olan cenâze namazı ve namazı kılan insanların duâ ve niyâzı gibi Arş'â çıktı. Hz. Aziz'in mübârek nâşı nurlu kabirlerine varmadan ve tabutu sal ağacından indirilmeden "Gerçek evliyâdır" diyerek bereketlenmek kastıyla halk sal ağacını parçaladılar ve can pâresi ile yağmaladılar. Daha mübârek bedenleri tabutun üstünde olduğu için tabutları bi parça yere doğru meyletti. Bunun hakkında "Zahm-ı sînemden okun pârelerin hep alma / dursun ilâhî sürsün hele bir pâre meded" diyerek sevgilinin okunun parçası gibi mübârek tabutlarının parçasını sînelerindeki yaraya çâre olması için bağırlarına bastılar. Daha önce anlattığımız gasil suyu ve hasırlarının parçasında olduğu gibi bu parçaları da canları gibi sakladılar. Bunların Hudâ'nın hikmeti ve evliyânın kerâmeti ile nice hastalıklara şifâ ve dertlere derman olduğu gerçekleşmiştir ve meşhurdur."

"Bâyezîd-i Bistâmî vefat ettiği gece Ebû Mûsa manasında Arş'ı taşıdığını gördü. Uyandığında bu rüyanın tabiri konusunda şaşkınlığa düştü. Hikmet-i İlahi ile aklına bu rüyanın tabirini Bâyezîd-i Bistâmî'ye sormak geldi. Bistâm'a geldiğinde Bâyezîd'in vefat etmiş olduğunu gördü. Cenazeye katılan Ebû Mûsa, halkın cenazeyi taşıma rağbeti ve izdihamdan dolayı Bâyezîd'in tabutunu tutamadı. Sonunda tabutun altına girip başı ile tabutu taşıdı. Ebû Mûsa dedi ki: Bâyezîd-i Bistâmî bana tabutun içinden seslendi ve "Rüyanda gördüğün Arş benim ki şu an başının üstünde taşıyorsun" dedi. Ebû Mûsa'nın anlattıkları ile bilindi ki Şâbân-ı Velî gibi büyüklerin cenâzesini taşımak Allah'ın arşını taşımak gibi faziletlidir."

"Hacı Bayram-ı Velî vefat ettiği gün çiftçinin biri Ankara'ya, saban demiri yaptırmaya geldi. Çarşıya varınca gördü ki dükkânlarda kimse yok. Meğer herkes Hacı Bayram-ı Velî'nin cenaze namazını kılmaya gitmiş. Çiftçi de saban demirini kuşağına koydu ve Hacı Bayram'ın cenaze namazına katıldı. Namazdan sonra saban demirini yaptırmak için demirciye gitti. Demirci demiri ocağa koydu ve bir müddet ısınmasını bekledi. Çok vakit geçmesine rağmen demirin ısınmadığını gördüler. Bunun üzerine şaşırdılar ve kadı ile müftüye durumu bildirdiler. Bu hâlin hikmetini açıklama konusunda kadı ve müftü de aciz kaldı. En sonunda Hacı Bayram Sultan'ın halifelerinden leddünî ilim sahibi ve "...Tarafımızdan ona bir ilim öğrettik" ayetine mazhar olan Hızır Peygamber'in sıfatında olan bir kıymetli şahsa durumu bildirdiler. O aziz de çiftçiye "Saban demirini nereye götürdün?" diye sordu. Çiftçi de demir yanındayken Hacı Bayram-ı Velî'nin cenâze namazına katıldığını söyledi. Bunun üzerine o hâl ehli kıymetli şahıs da bu karışık işi çözdü ve "Bu durum tertemiz bir inançla Hacı Bayram-ı Velî'nin cenaze namazını kılan kimsenin, onun hürmetine cehennem ateşinde yanmayacağına işarettir" dedi."

Zaman; bunalımın, huzursuzluğun, paniğin, sıkıntının baş rol oynadığı bir zaman. Huzursuzluğun ve diğer tüm olumsuz duyguların kaynağı dünyanın bitmeyen işleridir esasında. Çünkü dünyanın işleri 'akleden kalb'i gölgeler. Erenler öyle buyurmuş: Huzursuzsan, huzurda değilsindir... Menkıbe okumak bu anlamda çok kıymetlidir, kişiyi huzursuzluktan çekip çıkarır, dünyanın işlerini hiç değilse bir süreliğine durdurur. Esas derdin ne olması gerektiğine dair hatırlatmalar yapar, kişiyi silkeler. Kişi de zaten o dertle hoşluk bulur: "Senün ‘ışkun beni bende alupdur / ne şîrîn derd bu dermândan içerü."

Mevlâmız, Şâbân-ı Velî'nin ve diğer tüm büyük velîlerin hürmetine bizlerin manevi derecelerini yükseltsin. Lütfuyla bizleri kemâl ile rızıklandırsın. Daha nice gerçek eri tanımayı ve onların hayatlarındaki ahlâk, edeb, inanç çizgisini yaşamayı nasip eylesin. Amin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

29 Kasım 2020 Pazar

Dervişin yol azığı: aşk, samimiyet, tevekkül

"Tâ güm neşevî kemter ez güm neşevî
Ender sıfat-ı âşıkân mahrem neşevî."
(Âşıkların mesleğinde yok olmadıkça,
Onların yoluna yolcu olamazsın.)
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî

Tasavvufun gayelerinden en önemlisi, dervişe nefsiyle ruhu arasındaki dengeyi tutturup Hakk'ı bildirmektir. Bu dengenin esasını "ben" demekten vazgeçmek, yani insanın bütün imkânlarıyla kendisini bir başka insan kardeşine açabilmesidir. Dertleşmek, paylaşmak, selamlaşmak ve yardımlaşmak; hepsi birer 'ben'den vazgeçiştir.

İnsan her ne yaparsa yapsın eksiktir. Bu durumda sürekli 'ben' diyen bir insanın, eksikliğini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Benlik müptelalığı elbette bu çağa özel bir mesele değil. Bizim eski zamanlarda yaşamıyor oluşumuz, şimdiki sıkıntıların eski çağlarda yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Bir an evvel geçmiş-gelecek kıyaslamalarını bir kenara bırakıp, şimdiye odaklanmamız gerekiyor. Peki, geçmişte olduğu gibi şimdi de insanın en büyük sınavı nedir? Benlik problemidir. Savaşır gibi yaşamak, daima istemek, muhtacı görmemek, hep daha yukarıları hedeflemek ve aşağıdakilerle muhataplık kurmamak... Tüm bunlar, maneviyat açlığının demeyelim ama maneviyat eksikliğinin göstergesi elbette. Bu tip bir eksikliği gidermek için yola çıkma görevi kişinin kendisindedir. Kah mürşid-i kamillerin eserlerini okumak, kah tasavvuf sohbetlerine kulak vermek, gönül denen hâneyi mamur etmek için önemli eylemlerdir. Neticede her şey gönülde olup bitiyor. "İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girip orada yaşayabilmektir" demiş bir gönül eri. Yaşamı bu ölçüye kavuşturmak için gözlerimizi ve kalplerimizi genişletmemiz gerekiyor. Aynı gönül eri, şunları da söylüyor: "Her insan nasibi kadar uyanır ve uyandığı kadar bilgi sahibi olur. Bu durum, büyük pencereden daha fazla ışık girmesine benzer. Pencereyi büyütmeden daha fazla ışık almak mümkün değildir."

Nefsin oyunlarına akıl erdirmek güç. Onun şifrelerini çözmek daha da güç. Vaktiyle bir büyüğüm "kitap okumak aklın sırlarını çözer" demişti. Hele ki okunan kitap, kamil bir zatın elinden çıktıysa. Nefs gibi çetrefilli bir konu üzerine yazılmış bir çok tasavvuf kitabı olduğu gibi günümüzde kişisel gelişimciler ve psikologlar da kendi teçhizatlarıyla bu konuya farklı isimlerle, kavramlarla eğiliyorlar. Oysa nefsi en esaslı açıklayacak ilim, ledün ilmidir, yani tasavvuftur. 

Ömer Fuâdî (ö. 1046/1636) Şâbân-ı Velî Dergâhı’nın üçüncü postnişini Abdülbâki Efendi’ye intisap etmiş, onun vefatının ardından seyrüsülûkünü dergâhın dördüncü postnişini Muhyiddin Efendi’nin yanından tamamlamış, Muhyiddin Efendi’nin vefatının ardından dergâhta postnişin olmuş bir mürşid. Kaynaklarda otuz üç yıla yakın irşad faaliyetlerini sürdürdüğü yazıyor. Ömer Fuâdî, son derece velut bir yazar olmasıyla Halvetî-Şâbânî ekolünü Anadolu coğrafyasına en çok tanıtmış zatlardan. Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı VelîTürbenâme, BülbüliyyeRisâle-i Hâbiyye gibi geniş eserlerinin yanı sıra çoğu risâle hacminde olan manzum ve mensur başka eserleri de bulunuyor. Bunlardan biri, yazımızın konusunu oluşturan Muslihu’n-nefs.

İsmail Hakkı Cambaz'ın hazırladığı, Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen kitabın giriş bölümünde Ömer Fuâdî'nin hayatı, eserleri ve Muslihu’n-nefs nüshaları incelenmiş. Sonrasında hazretin risalesine geçiliyor. Risale dört bölümden oluşuyor. Nefs-i Emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülhime ve Nefs-i Mutmainne mertebeleri, özellikle 'yola çıkmış' dervişlerin en iyi anlayacağı biçimde anlatılıyor. Mertebelerin en önemli sıfatlarını kitaptan olduğu gibi alalım ve yolculuğumuzu sürdürelim.

Nefs-i Emmâre'in sıfatları: kibir, hırs, haset, şehvet, buhul (cimrilik), hıkd (kin), gazap, hiddet.
Nefs-i Levvâme'nin sıfatları: İşret (içkili sohbet meclislerinde günaha dalmak), ucb (amelini beğenmek), heves, mekr (hile, aldatma), temenni (boş arzu), levm (çekiştirmek), kahır (derin acı ve üzüntü vermek).
Nefs-i Mülhime'nin sıfatları: İlim, tevâzu (alçak gönüllülük), tahammül (sıkıntılara katlanmak), sehâvet (cömertlik), istikâmet (doğruluk), kanaat (az ile yetinmek), sabır.
Nefs-i Mutmainne'nin sıfatları: Cûd (çokça cömert olmak), gam (hüzünlü olmak), zühd (takva), şükür, tevekkül (Allah'a hakkıyla güvenmek), Hüdâ'ya ibadet ve tezellül (kendini Allah'a karşı küçük görmek).
Nefs-i Râziye'nin sıfatları: Zikir (Allah'ı anmak), ihlas (samimiyet), vera (şüpheli şeylerden kaçınmak), rızâ (her haline rıza göstermek), riyazet (nefsin aşırı hazlarına set çekmek), keramet (olağanüstü durumlar göstermek), vefa (sözünde durmak).
Nefs-i Marziye'nin sıfatları: Zatullâhı (Allah'ın kendisini) görme, terk-i beşeriyyet (beşerin hayvani özelliklerini terk etmek), tahalluk bi ahlâkillâh (Allah'ın güzel ahlâkıyla ahlâklanmak), tefekkür fillah (Allah hakkında derinlemesine düşüncelere dalmak), safa fi nurillâh (Allah'ın nurunda saflaşmak, berraklaşmak), tekarrub ilallâh (Allah'a yakınlaşmak), telattufta ala halkillâh (Allah'ın yarattıklarına lütuf ve nezaket ile davranmak), lika zâtullâh (Allah'ın zâtına kavuşmak, O'nunla bir olmak).

Son nefs mertebesi olan Nefs-i Kâmile, adından da anlaşıldığı gibi son mertebe. Sâlik artık kâmil sıfatını kazanır ve güzel huyları kendinde toplar. Tabiri caizse 'Allah adamı' olur. Kendi içinde bir hayli sırrı olan bu mertebeye dair hazret özellikle bir bölüm ayırmamış. Zira ona göre bir sâlik 'kudsî ruh' mertebesine kavuştuğunda artık nefis ve ruhun, hâlleri ve muktezaları bir olduğu için ortada nefs diye bir şey de kalmaz. Bunun için kudsî ruh denir. Ortaya dökülecek ve açıklanacak bir şey yoktur, yaşayan bilir, arife bir işaret kafidir der hazret.

Ömer Fuâdî, nefsin ve ruhun insan vücudunda 'evlenmiş' olsa da tıpkı karı-koca ilişkisinde olduğu gibi her ikisinin de ihtiyaçlarının ve hasletlerinin farklı olduğunu belirtiyor. Burada okuyucunun dikkatini özellikle şuraya çekmeye çalışıyor: nefs, ednâya (aşağı) ve kesrete (çokluk) meylediyor. Ruh ise âlâya (yüksek) ve vahdete (birlik) meylediyor. Ancak insanın bunu fark edebilmesi için kesinlikle bir mürşide ihtiyacı var. Mürşid, sâlikin istikametini çizerken nefsine karşı vereceği mücadelenin ana hatlarını da belirliyor. Tek başına bir kimse, basiret kuvvetine sahip olmayıp gaflette kaldığı müddetçe nefsindeki yerilmeye layık sıfatların hiçbirini hakikatiyle bilemiyor. Dolayısıyla kötü sıfatlar zuhur ettiğinde, onların fesadı ve şerri kişiye görünmediğinden ne olduğu da anlaşılamıyor. Hem cehalet hem de gaflet birleşince, kişi derin bir hüzün içinde yaşıyor. İşin ürkütücü yanı, bu hüznün kaynağını da bilmiyor. Fuâdî meseleyi şöyle şerh ediyor: "Dünya işlerine meyletmekle Hakk'ın müşahedesinden mahrum olmak ve bu cehl ile cahil, bu gaflet ile gafil olup kalma korkusundan doğan sıfata hüzün ve gam derler. Tâlib-i sâdık ve mürid-i âşık, marifet mertebesinde ve hakikat makamında hâsıl olan dermansız derde vâsıl ve mübtela olmazsa kemal ehli kişilerden hisse alamaz."

Yola çıkmayı göze alan kişinin 'hakiki dert sahibi' olması gerekiyor. Bu dert ki dertlerin en güzeli, herkese nasip olmayanı. "Allah kısmetini halkın önüne koydu. Herkes kendi nasibini aldı, civanmertlerin nasibi hüzün oldu" diyor fütüvvet eri Ebu'l Hasan Harakânî. Civanmert kimdir? Gurur, öfke, kin, kibir, nefret, incitme ve incinme gibi sıfatlardan soyunup; tüm kuvvetini insanlığa hizmete harcayan kimsedir. Nitekim Ömer Fuâdî de bir sâlik için öncelikle mücadele edilmesi gereken sıfatlar arasında bunları zikrediyor: "Kibir ve gurur Hakk'ın huzurundan reddedilmenin kapısıdır. Kibir, gurur, ucûb ve inadı olan derviş, şeytana ait büyüklenme sıfatına sahip olacaktır. Tâlib bu konuda, sahip olduğu murâd ve hüsn-i hâl ile Hakk'ın râzı olduğu hâle gelmelidir."

Nefsle mücadele şüphesiz ki kulun insan olma yolculuğundaki en hassas mücadele. Bu çetin ve sert geçen mücadelede kişinin en büyük yoldaşı, gönül ehli kimselerle yakın olmak. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî'sinde şöyle buyuruyor: "İster taş ister mermer kadar sert ol, eğer gönül ehli ile beraber olursan seni mücevhere dönüştürürler."

Ömer Fuâdî bu risalesinde aynı zamanda tevekkülün üzerinde de hassasiyetle duruyor. Sâlikin her makamda, ömrünün sonuna dek tevekkül sahibi ve sabırla dost olması gerektiğini hatırlatıyor. Biz de tevekkül üzerine bir menkıbeyle bitirelim. Belh şehrinden genç bir derviş, hacca gitmeden evvel Bistam'da büyük velî Bâyezîd-i Bistâmî'ye misafir oluyor. Tevekkülün ne demek olduğunu soruyor. "Tevekkül; nimet bulunca yemek, bulamayınca sabretmek" diyor büyük velî. Derviş bu cevabın üzerine "Bizim Belh şehrinin köpekleri de öyle yapıyorlar. Bulunca yiyorlar, bulamayınca bekliyorlar." diyor. Bâyezîd bunun üzerine "Peki ya sizin için tevekkül nedir?" diye sual edince derviş şöyle söylüyor: "Nimet bulursak hemen muhtaçlara dağıtırız. Bulamazsak şükrederiz. Bizde tevekkül böyledir."

Muslihu’n-nefs, nefs mertebelerine ve sıfatlarına dair yazılmış çok kıymetli bir kaynak olarak dervişin baş ucunda durmalı. Başı sıkıştıkça okumalı, yola samimi ve kuvvetli bir mücadeleyle devam etmeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf