Sözcüklerin katmanlı anlam dünyası, size sınırsız bir anlatım olanağı sağlar. Bilgisayar başına geçip parmaklarınızı klavyenin üzerinde hareket ettirmeye başladığınızda, ruhunuz en yalın ve en çıplak hâliyle oradadır. Size ise yalnıza bunları yazıya dökmek kalır. Ama tüm bunları bir kitabın kapağı arasında toplamak istediğinizde, edebiyatın sınırlı anlam dünyası sizi, yazdıklarınızı kategorize etmeye zorlar. Nitekim yazdıklarınız; bir denemeye, romana, öyküye ya da masala karşılık gelmelidir. Bu pencereden bakıldığında sözcükler ne denli cömertse, edebiyatın duvarları da o denli dardır.
Edebiyatın bu sınırlı anlam dünyasında mecbur bırakıldığınız ilk şey, kalıplar ve tekniklerdir: Bakış açıları, monologlar, flashbackler, bilinç akışları, arketipler, mekânlar, karakterler ve olay örgüleri gibi bir yığın teknikle başa çıkmak ve yazdıklarınızı bunların içine oturtmak zorundasınızdır. Ama bazen yazdığınız şey, hiçbir gömleğin ve kalıbın içine girmez. Kimi zaman sıkar ve bir düğmesi açık kalır, kimi zamansa birkaç beden birden büyük gelir. Çünkü elinizdeki şey, yeni ve farklıdır. Muadillerine benzemez. Ve bunun, edebiyatın sınırlı anlam dünyasında hiçbir karşılığı yoktur. Belki de bu yüzden yazdıklarınız sık sık eleştirilir, tartışılır ve kimi zamansa atıl bırakılır.
Zamanın Farkında, işte bu minvalde değerlendirilebilecek bir yapıt. Bir türün içine oturtulması gerektiği için öykü etiketiyle okuruyla buluşan, fakat belli bir olay örgüsüne, zamana, mekâna ve karakterlere sahip olmayan bir eser. Bu yönüyle edebiyatın duvarlarını aşan ve hiçbir türün içine rahatlıkla yerleştirilemeyen bir üst metin. Evet, Zamanın Farkında benim için felsefik yönü ağır basan bir metin ve bir anlatı.
Şule Gürbüz anlatmak istediği şeyi, edebî öğeler aracılığıyla aktaran bir yazar değil. O, dilin ve düşüncenin merdivenine tırmanabildiği kadar tırmanıp anlatısını bunlar üzerine inşa eden bir yazar ve bir mekanik saat ustası. Saraydaki yıllanmış saatlerin içindeki mekanizmaları merak edip elinde tornalarla ve taş motorlarıyla yaşlı insanlara benzeyen saatleri onardığı gibi, dilini de onarıyor ve derinleştiriyor. Nihayetinde ortaya, hayatın doğal akışında ruhunun içine girip rahat edeceği bir beden, bir kalıp ve bir çevre bulamayan; anlaşılamamış, anlayamamış, sorgulamış fakat sorularına bir yanıt bulamamış insanlar ve onların yaşanmamış hayatları çıkıyor. Bazense uzun soluklu monologları, “Ben dünyanın neresinden tutmuşum, neresinden bakmışım da korkmuşum? Bu kadar bana gözyaşı döktüren ve yirmi beş yaşımda gözlerimin çevresini kırıştıran o ışıklar, o bana uzak olan ışıklar nerede? Ben, dışarıyı görmeden içine bakan ben, bu kopkoyu dehlizimde elimi kendi duvarlarıma çarpa çarpa kendi içimde gittim, geldim.”
Batan ayın kenarına şiir yazan şairler gibi, Şule Gürbüz de yaşanmamış ömürlerin, suskunlukların, sevgisizliklerin, bir rüzgâr gibi gelip geçen zamanın, yüzlere yerleşmiş kırışıkların, ağarmış saçların ve sönük tebessümlerin kenarına şerh düşüyor.
Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder