Orhan Pamuk edebiyatımızda, kendini anlatmayı en çok seven yazarlardan biridir. Bu kendini anlatma kısmından kastım, salt kendini övme, kendi hayatını gözümüze sokma durumu değildir. Evet, kendi hayatıyla da ilgili birçok detayı kurgu olmayan eserlerinde kitaplarına yansıtır ancak Pamuk’un tam yaptığı, kendine değen herhangi bir şeyle (bir kitap, bir olay) kendi hayatında olan şeyi birleştirmektir. Onun klasikler hakkındaki yazılarında bile bu durumu görürüz. Onu dikkatle takip edenler yazarın hayatındaki birçok detaya hâkimdirler.
Ancak Pamuk yine toplumca en çok eleştirdiğimiz kişilerin başında gelir. Bu eleştiri zaman zaman haddi aşar. Elbette “ancak” kelimesini kullanmam, yazarın eleştirilmesinden doğan bir üzüntümü belirtmek için değil. Kimler eleştirilmiyor ki Pamuk eleştirilmesin? Benim derdim daha çok, onu hiç tanımadan, sadece kulaktan dolma dedikoduları kullanıp kantarın topuzunu kaçıranlarla. Aslında onun kurgu olmayan bir iki eserini okuyanlar, onunla belki yine anlaşamayacaklar ama yine de bir saygı duyacaklardır. En azından çalışkanlığına.
Bütün bunları niye bu kadar yazdım? Bu kitapla ne alakası var dediklerimin? Orhan Pamuk’u en çok eleştirenlerin başında onun kitaplarını okumayanlar geliyor demiştim. Bu kitap, yazarı tanımak için onun en iyi kitabı olmasa da, niteliği tartışılmayacak ipuçları veriyor. Aldığı ödüllerden sonra veya katıldığı konferanslarda yaptığı dört konuşmadan oluşan Babamın Bavulu, kendini anlatmayı seven bir yazardan okunacak ve onun tanınmasını sağlayacak bir kitap.
Dört ana bölümden oluşuyor Babamın Bavulu: Babamın Bavulu (Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması), İma Edilen Yazar (Puterbaugh Konferansı Konuşması), Kars’ta ve Frankfurt’ta (Alman Yayıncılar ve Kitapçılar Birliği Barış Ödülü Konuşması), Avrupa Fikri (Sonning Ödülü Konuşması).
İlk iki konuşmasını 2006 yılında, üçüncü konuşmasını 2005 yılında ve son konuşmasını 2012 yılında yapmış Orhan Pamuk. Nispeten günümüze daha yakın bir konuşma bu sonuncusu. Edebiyat, Hayat ve Siyaset Üzerine Dört Konuşma alt başlığını içeren kitabın ‘siyaset’ tarafını oluşturuyor (fakat kitabın en siyasi konuşması değil). Aslında Pamuk’un ülkemizde eleştirilmesinin en büyük ve belki de tek sebebi onun politik konumu. Bu konuşmada yazarın politik konumunu ve Avrupa’ya -ya da Batı’ya- ne anlamda baktığını görebiliyoruz. Bir kere şunu kabul etmemiz gerekir. Ömrünün neredeyse tamamını İstanbul’da Nişantaşı’nda geçirmiş bir yazar Orhan Pamuk. Üç yıl kadar bir süre de yanlış hatırlamıyorsam New York’ta yaşamış. Yani bir Kemal Tahir bir Mitat Enç gibi bakmasını bekleyemeyiz hem bu ülkeye hem de hayata. Fakat bizim istediğimiz bir şekilde bakmıyor diye de onu haddini aşan ithamlarla eleştiremeyiz. Önce yazarın konumunu kabul etmemiz sonra da bize yanlış gelen ve uymayan yönlerini akıl çerçevesi içinde eleştirmemiz gerekir. Bu yazıda yazarın Avrupa fikrine veya Avrupa Birliği’ne nasıl baktığını görebileceğimiz için onu eleştirecek yerler de bulabiliriz. Ancak tabii ki sağlam argümanlarla. Mesela Orhan Pamuk bizzat Avrupa’ya da eleştirilerini yöneltiyor üstelik bu eleştiriler gayet eli yüzü düzgün şeyler. Öyle suya sabuna dokunmayan laflar değil; fakat dediğim gibi, Nişantaşı’ndan hayata bakan bir yazar olarak yine de kopamıyor o kültürden. Kendi içinde bir haklı çıkma çabası içine giriyor yazar:
“Avrupa’nın kültürel sermayesi dünya çapında yaygınlaşırken Avrupa siyasetinin göçmen korkusuna kapılarak muhafazakârlaşması ve dünyaya sırtını çevirmesi, tarihin kendine has ironik cilvelerinden biri. Ama ben bu çelişkinin beni etkilemesine izin vermiyorum. Çünkü Avrupa kültürü –kitapları, sanatı, ürettiği filmleri- benim için Avrupa Birliği’nden çok daha önemli. Romanlarım ve denemelerimin bu büyük kültürün küçük de olsa parçası olabileceğini düşünmenin bana verdiği mutluluk, ancak bu büyük ödülü almanın onuruyla ölçülür.”
Bu alıntıdan, batıya yaranmaya çalışan bir yazarın çabasını okumak mümkün. Zaten diğer konuşmalarında da bu durumu görecektir bu kitabı okuyanlar. Ancak bu durum tam da Orhan Pamuk’luk bir durum. Ondan Kemal Tahir gibi bir duruş bekleyemeyiz. Bu demek değildir ki biri doğru biri yanlış yolda. Bu tamamen farklı koşullarda büyüyüp yazar olmuş iki yazarın hayata bakışıyla alakalı. Elbette bizim tarafımız belli.
Bir de Pamuk’un edebiyat ve yazı hakkında söylediği şeyler var ki benim en çok ilgimi çekenler onlar. Manzaradan Parçalar adlı uzun eserinde de edebiyat hakkında bolca kalem oynatmıştı yazar. Bu kitabının ilk konuşması olan Babamın Bavulu’nda da yani Nobel Ödülü aldığı zamanki yaptığı konuşmada bolca bu konulara giriyor. Yazının onun için ne demek olduğu, bir kitap oluşturma sürecini nasıl geçirdiği, yazarlığın ne olduğu, niye yazdığı gibi konular bu konuşmada yer alıyor. Pamuk’un ödüle ne kadar sevindiği de satır aralarından okunuyor doğal olarak. Coşkulu bir konuşma diyebiliriz kitabın ilk konuşması için. İkinci konuşması da yine edebiyat dışına pek çıkmadan gerçekleşiyor. Yazarın edebiyattan bahsettiği konuşmalarını okumanın tadı ayrı bir güzel.
Kars’ta ve Frankfurt’ta adlı konuşma kitabın en siyasi konuşması; hâlbuki yazar, benim de Pamuk’un en sevdiğim kitabı olan Kar’dan konuşuyordu. Fakat Kar kitabının içeriğinde bolca siyasi malzeme olduğu için konuşma politik yöne kayıyor biraz. Bu durum yazıyı çok kötü yapmamış fakat benim beklentim bu değildi. En keyif alarak okuduğum ve en çok benimsediğim Kar romanını nasıl yazdığını daha çok merak ediyordum ben. Kars’ın kahvelerinde yaşadıkları, Frankfurt günleri gibi biraz da magazinsel şeylerden bahsedebilirdi yazar ama konu bir şekilde siyasete bağlandı:
“Ben Avrupa hayali olmayan bir Türkiye’yi düşünemediğim gibi, Türkiye hayali olmayan bir Avrupa’ya da inanamayacağımı biliyorum.”
Babamın Bavulu, benim hep ilgimi çeken bir kitaptı. Bu günlere nasipmiş okumak. Yazarı ne kadar sevmiyor, Manzaradan Parçalar gibi hacimli bir kitapta Orhan Pamuk’a tahammül edemeyeceğinizi düşünüyorsanız, bu ince kitap yazarı tanımak için iyi bir kitap. Hiç olmazsa, edebiyat ve özelde roman sanatından bahsederken gözleri parlayan bir yazar görürsünüz.
Birkaç alıntı:
“Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamla değil, inat ve sabırdadır. Türkçedeki o güzel deyiş, ‘iğneyle kuyu kazmak’, bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir.”
“Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum.”
“Gerçekliğe onu ancak değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum.”
“İyi edebiyatın seslendiği şey yargılama gücümüz değil, kendimizi bir başkasının yerine koyabilme yeteneğimizdir.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder