Orhan Pamuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Pamuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2021 Cumartesi

Efsaneler, hevesler ve kader

Esasen muhtevasında fantastik ögeler barındıran kitapları okumayı sevmiyorum. Ancak Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın'ı, genel okuma tarzıma hitap etmese de iki gün içerisinde kurmacanın içinde sürüklenmeme sebep oldu. Yazar, kitabına şu üç düşündürücü epigraf ile başlıyor:

Babasını öldüren, annesiyle yatan, Sphinks’in kördüğümünü çözen Oidipus! Bu üçlü yazgının anlamı nedir? İranlılar arasında yaygın eski bir inanca göre, yüce bir bilge fücurla peydahlanmalıdır.  (Nietzsche, Tragedya’nın Doğuşu)” 

Oidipus: Çok eskiden işlenmiş bir suçun izlerini nasıl bulabiliriz?  (Sophokles, Kral Oidipus)

Tıpkı babasız bir oğul gibi, oğulsuz bir babayı da kimse basmaz bağrına. (Firdevsî, Şehname)

Bu epigraflar kitabı elinize ilk aldığınızda muhayyilenizde dakikalar sonra ilerleyeceğiniz kurgu hakkında ipuçları doğmasına sebep oluyor. Normalde kitapların başlangıçlarında ve bölüm aralarında yer alan epigraflarla, kurgu arasında net bir bağlantı bulamam. Ancak Kırmızı Saçlı Kadın’da epigraflarda bahsi geçen efsaneler, kurguya çok net, açık ve anlaşılır şekilde yedirilmiş durumda. Daha sonuna gelmeden kitabın nasıl bir sonla biteceğini tahmin edebiliyorsunuz. Kitabın kapak resminin bile kurguyla iç içe geçmiş olması etkileyici. Kapakta bulunan resim, kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’ın evinin duvarına astığı Dante Gabriel Rossetti’nin elinden çıkmış bir portre olarak karşımıza çıkıyor.

Aslında romanı okurken zihninizden genel olarak geçen cümle şu oluyor: Acaba bundan sonra ne olacak?

Romanın arka kapağında şöyle bir soru cümlesinin varlığı dikkat çekiyor: “İlk aşk deneyimi bütün bir hayatı belirler mi? Yoksa kaderimizi çizen yalnızca tarihin ve efsanelerin gücü müdür?” bu cümleyi okuyunca kendime şu soruyu sordum: Neden Şehname’deki bir efsane benim kaderimi belirlesin ki? Aslında yaşamımızı belirleyen ölçütün tamamıyla kendi kişiliğimiz ve yaptıklarımız olduğu fikrindeyim. Bu sorunun yanıtını romanın son yarısını okuyana kadar veremedim. Ancak bitirdiğimde arka kapaktaki soruyla kişilik arasındaki bağlantıyı kurabildim. Romanda esas kahraman olarak karşımıza çıkan Cem, küçüklüğünden itibaren resimli romanlar, mitolojik öyküler, kitaplar, şarkî efsaneler okuyordu ve zihnini bunlara inanılmaz derecede saplıyordu. Özellikle Yunan mitolojisindeki bilmeden babasını öldüren Oidipus hikayesiyle ve Şehname’deki oğlu Sührab’ı öldüren Rüstem’in hikayesiyle çok fazla ilgileniyordu. Birçoğumuz için, okuduğumuz kurgusal metinler, okurken düşünüp canlandırdığımız, bir başka kurguyla tanıştığımıza fazla üzerinde durmadığımız, üzerinden vakit geçtikçe zihnimizde tozlanan metinlerdir. Ancak baş kahraman Cem için bu böyle olmuyor. Küçüklüğünde okuyup üzerinde çok düşündüğü bu efsaneleri hayatı boyunca tekrar tekrar okuyup araştırmaya devam ediyor ve bu kurgularla kendi hayatı arasında bağlar kurmak için uğraşıyor. Okudukları birer efsane olsa da onları kendi potasında eriterek kişilik kalıbına dahil ediyor ve kitabın yarısından itibaren tahmin ettiğimiz son gerçek oluyor. Kırmızı Saçlı Kadın'dan olan Cem’in oğlu Enver, hikayenin sonunda babasını öldürüyor.

Cem’e göre Oidipus, babasını öldüren katilin kim olduğunu merak etmeseydi, onu öldürenin kendisi olduğunu öğrenip, kendi gözlerini kör etmeyecekti. Şu halde bana göre de, Cem oğlundan korkup belindeki tabancayı aşikâr etmeseydi, kendi tabancasıyla öz oğlu tarafından vurulmayacaktı. Aslında fantastik denilebilecek bir kurguya sahip olsa da eser, gençlikteki heveslere aldanıp hatalar yapmanın sonucunun hiç beklemediğimiz gibi çıkabileceği, vicdanın rahat olması dediğimiz olgunun insan hayatı için ne kadar tesirli olduğu, ve esasen, düşünce ve duygularımızın gerçeğe dönüşmesi dedikleri şeyin de doğru olduğu mesajını veriyor. Netice itibariyle hayatta hepimiz, ne ekersek onu biçiyoruz. İçimizde ve hayatımızda neyi beslersek karşımıza da haliyle o çıkıyor.

Yoğun duygularla örülü dramatik eserleri okurken bir ara verip sürüklenmek isteyenler için Kırmızı Saçlı Kadın’ı okumanın ilginç bir deneyim olacağını düşünüyorum. İyi okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç
karakocnida@gmail.com

15 Kasım 2020 Pazar

Kendini anlatmayı seven bir yazardan konuşmalar

Orhan Pamuk edebiyatımızda, kendini anlatmayı en çok seven yazarlardan biridir. Bu kendini anlatma kısmından kastım, salt kendini övme, kendi hayatını gözümüze sokma durumu değildir. Evet, kendi hayatıyla da ilgili birçok detayı kurgu olmayan eserlerinde kitaplarına yansıtır ancak Pamuk’un tam yaptığı, kendine değen herhangi bir şeyle (bir kitap, bir olay) kendi hayatında olan şeyi birleştirmektir. Onun klasikler hakkındaki yazılarında bile bu durumu görürüz. Onu dikkatle takip edenler yazarın hayatındaki birçok detaya hâkimdirler.

Ancak Pamuk yine toplumca en çok eleştirdiğimiz kişilerin başında gelir. Bu eleştiri zaman zaman haddi aşar. Elbette “ancak” kelimesini kullanmam, yazarın eleştirilmesinden doğan bir üzüntümü belirtmek için değil. Kimler eleştirilmiyor ki Pamuk eleştirilmesin? Benim derdim daha çok, onu hiç tanımadan, sadece kulaktan dolma dedikoduları kullanıp kantarın topuzunu kaçıranlarla. Aslında onun kurgu olmayan bir iki eserini okuyanlar, onunla belki yine anlaşamayacaklar ama yine de bir saygı duyacaklardır. En azından çalışkanlığına.

Bütün bunları niye bu kadar yazdım? Bu kitapla ne alakası var dediklerimin? Orhan Pamuk’u en çok eleştirenlerin başında onun kitaplarını okumayanlar geliyor demiştim. Bu kitap, yazarı tanımak için onun en iyi kitabı olmasa da, niteliği tartışılmayacak ipuçları veriyor. Aldığı ödüllerden sonra veya katıldığı konferanslarda yaptığı dört konuşmadan oluşan Babamın Bavulu, kendini anlatmayı seven bir yazardan okunacak ve onun tanınmasını sağlayacak bir kitap.

Dört ana bölümden oluşuyor Babamın Bavulu: Babamın Bavulu (Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması), İma Edilen Yazar (Puterbaugh Konferansı Konuşması), Kars’ta ve Frankfurt’ta (Alman Yayıncılar ve Kitapçılar Birliği Barış Ödülü Konuşması), Avrupa Fikri (Sonning Ödülü Konuşması).

İlk iki konuşmasını 2006 yılında, üçüncü konuşmasını 2005 yılında ve son konuşmasını 2012 yılında yapmış Orhan Pamuk. Nispeten günümüze daha yakın bir konuşma bu sonuncusu. Edebiyat, Hayat ve Siyaset Üzerine Dört Konuşma alt başlığını içeren kitabın ‘siyaset’ tarafını oluşturuyor (fakat kitabın en siyasi konuşması değil). Aslında Pamuk’un ülkemizde eleştirilmesinin en büyük ve belki de tek sebebi onun politik konumu. Bu konuşmada yazarın politik konumunu ve Avrupa’ya -ya da Batı’ya- ne anlamda baktığını görebiliyoruz. Bir kere şunu kabul etmemiz gerekir. Ömrünün neredeyse tamamını İstanbul’da Nişantaşı’nda geçirmiş bir yazar Orhan Pamuk. Üç yıl kadar bir süre de yanlış hatırlamıyorsam New York’ta yaşamış. Yani bir Kemal Tahir bir Mitat Enç gibi bakmasını bekleyemeyiz hem bu ülkeye hem de hayata. Fakat bizim istediğimiz bir şekilde bakmıyor diye de onu haddini aşan ithamlarla eleştiremeyiz. Önce yazarın konumunu kabul etmemiz sonra da bize yanlış gelen ve uymayan yönlerini akıl çerçevesi içinde eleştirmemiz gerekir. Bu yazıda yazarın Avrupa fikrine veya Avrupa Birliği’ne nasıl baktığını görebileceğimiz için onu eleştirecek yerler de bulabiliriz. Ancak tabii ki sağlam argümanlarla. Mesela Orhan Pamuk bizzat Avrupa’ya da eleştirilerini yöneltiyor üstelik bu eleştiriler gayet eli yüzü düzgün şeyler. Öyle suya sabuna dokunmayan laflar değil; fakat dediğim gibi, Nişantaşı’ndan hayata bakan bir yazar olarak yine de kopamıyor o kültürden. Kendi içinde bir haklı çıkma çabası içine giriyor yazar:

Avrupa’nın kültürel sermayesi dünya çapında yaygınlaşırken Avrupa siyasetinin göçmen korkusuna kapılarak muhafazakârlaşması ve dünyaya sırtını çevirmesi, tarihin kendine has ironik cilvelerinden biri. Ama ben bu çelişkinin beni etkilemesine izin vermiyorum. Çünkü Avrupa kültürü –kitapları, sanatı, ürettiği filmleri- benim için Avrupa Birliği’nden çok daha önemli. Romanlarım ve denemelerimin bu büyük kültürün küçük de olsa parçası olabileceğini düşünmenin bana verdiği mutluluk, ancak bu büyük ödülü almanın onuruyla ölçülür.

Bu alıntıdan, batıya yaranmaya çalışan bir yazarın çabasını okumak mümkün. Zaten diğer konuşmalarında da bu durumu görecektir bu kitabı okuyanlar. Ancak bu durum tam da Orhan Pamuk’luk bir durum. Ondan Kemal Tahir gibi bir duruş bekleyemeyiz. Bu demek değildir ki biri doğru biri yanlış yolda. Bu tamamen farklı koşullarda büyüyüp yazar olmuş iki yazarın hayata bakışıyla alakalı. Elbette bizim tarafımız belli.

Bir de Pamuk’un edebiyat ve yazı hakkında söylediği şeyler var ki benim en çok ilgimi çekenler onlar. Manzaradan Parçalar adlı uzun eserinde de edebiyat hakkında bolca kalem oynatmıştı yazar. Bu kitabının ilk konuşması olan Babamın Bavulu’nda da yani Nobel Ödülü aldığı zamanki yaptığı konuşmada bolca bu konulara giriyor. Yazının onun için ne demek olduğu, bir kitap oluşturma sürecini nasıl geçirdiği, yazarlığın ne olduğu, niye yazdığı gibi konular bu konuşmada yer alıyor. Pamuk’un ödüle ne kadar sevindiği de satır aralarından okunuyor doğal olarak. Coşkulu bir konuşma diyebiliriz kitabın ilk konuşması için. İkinci konuşması da yine edebiyat dışına pek çıkmadan gerçekleşiyor. Yazarın edebiyattan bahsettiği konuşmalarını okumanın tadı ayrı bir güzel.

Kars’ta ve Frankfurt’ta adlı konuşma kitabın en siyasi konuşması; hâlbuki yazar, benim de Pamuk’un en sevdiğim kitabı olan Kar’dan konuşuyordu. Fakat Kar kitabının içeriğinde bolca siyasi malzeme olduğu için konuşma politik yöne kayıyor biraz. Bu durum yazıyı çok kötü yapmamış fakat benim beklentim bu değildi. En keyif alarak okuduğum ve en çok benimsediğim Kar romanını nasıl yazdığını daha çok merak ediyordum ben. Kars’ın kahvelerinde yaşadıkları, Frankfurt günleri gibi biraz da magazinsel şeylerden bahsedebilirdi yazar ama konu bir şekilde siyasete bağlandı:

Ben Avrupa hayali olmayan bir Türkiye’yi düşünemediğim gibi, Türkiye hayali olmayan bir Avrupa’ya da inanamayacağımı biliyorum.

Babamın Bavulu, benim hep ilgimi çeken bir kitaptı. Bu günlere nasipmiş okumak. Yazarı ne kadar sevmiyor, Manzaradan Parçalar gibi hacimli bir kitapta Orhan Pamuk’a tahammül edemeyeceğinizi düşünüyorsanız, bu ince kitap yazarı tanımak için iyi bir kitap. Hiç olmazsa, edebiyat ve özelde roman sanatından bahsederken gözleri parlayan bir yazar görürsünüz.

Birkaç alıntı:

Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamla değil, inat ve sabırdadır. Türkçedeki o güzel deyiş, ‘iğneyle kuyu kazmak’, bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir.

Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum.

Gerçekliğe onu ancak değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum.

İyi edebiyatın seslendiği şey yargılama gücümüz değil, kendimizi bir başkasının yerine koyabilme yeteneğimizdir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

10 Haziran 2019 Pazartesi

Orhan Pamuk'un hayatı, sokağı ve edebiyatı

İyi bir okur olma çabası içindeyken, gerek sevdiğim kişilerin sözlerinden etkilendiğim, gerek hakkında yapılmış kötü yorumları fazla önemsediğim için olumsuz ön yargı geliştirerek uzun yıllar okumadığım yazarlar oldu. Bunların sayısı çok olmasa da beni rahatsız etmeye başlamıştı. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi Orhan Pamuk’tur. Yazarın yaşam tarzından ziyade yaptığı politik yorumların, yazarı bir yerlere getirdiği inancıyla uzun yıllar geçirdim. O kadar kitap okurken bir kez bile şans vermemiştim yazarın kitaplarına. Tabii medyanın da etkisi vardı bu durumda. Bence sevenlerinin, yazarın edebî tarafını beğenenlerin pek savunmadığı ama olumsuz yorum yapanların bunu daha şiddetli gerçekleştirdiği bir yazardır Pamuk. Böyle olunca dış faktörler beni uzun süre etkiledi. Ancak sonunda, kimleri okumuyorum da Pamuk’u okumayacağım, dedim ve yazarın da ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları’nı kısa sürede bitirdim. Yazarın ilk kitabıydı bu ve henüz 22 yaşında yazmaya başlayıp 26 yaşında tamamlamıştı. Buna rağmen gayet iyi bir kitaptı. Hele ki, bir ailenin birkaç kuşak izinin sürüldüğü romanları çok seven beni oldukça etkilemişti. İkinci olarak yazarın post-modern roman denemesi olan Yeni Hayat’ı okudum ve ilk kitabı ne kadar sevdiysem bunu o kadar sevmedim. Ancak yazardan kopmamaya kararlıydım ve önce ilginç bir fikir içeren Masumiyet Müzesi’ni, sonra da yazarın tek siyasi romanım dediği Kar’ı okudum. Özellikle Kar oldukça iyiydi. Başkalarınca beğenilmese bile yazıldığı dönemdeki Kars’ı öyle iyi tasvir etmişti ki sanki hiç bilmeden Kars’a gitsem yolumu bulacakmışım gibi hissediyordum.

Şimdi masamda bekleyen Kara Kitap’tan önce, yazarın hayatını anlattığı Manzaradan Parçalar’ı okuyorum. Bu yazının konusu da aslında bu kitap. Çünkü bir yazarı tanımanın iyi yollarından birkaçının, yazarın hayat hakkında yazdığı bir kitap, yazdığı bir anı kitabı veya otobiyografisi olduğuna inanıyorum. Orhan Pamuk bunlardan ilkini tercih etmiş ve akla gelebilecek birçok konuyu içeren, oldukça hacimli bir kitap ortaya çıkarmış. Hayattan, sokaklardan, edebiyattan, Amerika günlerinden, annesinin yaptığı, sıcak bir yaz gününü anımsatan sigara böreğinden, kütüphanesinden, Fenerbahçe’den, gezilerinden, boğazı gören apartman dairesinden vb. birçok irili ufaklı ve birbiriyle bağlantısız konudan bahis açtığı bu kitap, bize Pamuk’un kurgu eserlerinde anlattığı ortamdan ziyade ‘insan’ Orhan Pamuk’u anlatıyor.

Yazarın üslûbu gayet açık ve samimi. Zaten böyle olmadığında bu tür kitaplar okunmuyor. Üstten bakmayan bir bakış açısı var ve her ne kadar kimi kesimlerce Nişantaşlı olduğu gerekçesiyle ‘beyaz’ olarak adlandırılsa da Türk topraklarının bir yazarı. İstediği kadar Nişantaşlı burjuva bir aileye mensup olsun, toplumdan çok uzak olmadığını birçok yerde görebilir okurlar. Elbette Anadolu’da doğmuş büyümüş okurlara ters gelecek, bakış açısı ve fikri var yazarın ama bu durumu sadece Orhan Pamuk’a da yormamak gerekir. Hangimiz herkesle çok iyi geçiniyoruz ve çok iyi anlaşıyoruz?

Kitap, yazarın birçok konuyla ve alakasız görünen şeylerle ilgili anılarını ve düşüncelerini içeriyor. Yazarla bazı konularda yapılmış söyleşiler de kitabın içinde mevcut. Murat Belge’yle yapılan Nişantaşı üzerine sohbet, futbol üzerine kısa bir söyleşi, kitapları üzerine yapılan röportajlar, Nobel’i aldıktan sonra verdiği röportaj bunlardan bazıları. Fakat konular birbiriyle alakasız olsa da üst başlık olarak birbiriyle alakalı bölümlere ayrılmış. Bunlar Hayat, İstanbul, Kitaplar ve Edebiyat, Benim Kitaplarım, Sanat, Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dersleri ve Roman Sanatı başlıklarıyla kategorileştirilmiş. Her bölümün altında, bulunduğu başlıkla ilgili, çoğunlukla kısa denebilecek metinler yer alıyor. Yer yer de fotoğraflar ve çok az da olsa çizimler destekliyor yazıları. Özellikle İstanbul bölümünde fotoğraf sayısını artırmış yazar, Ara Güler’in arşivini kullanarak. Zaten kitapta Ara Güler üzerinden İstanbul’un yorumlandığı bir bölüm de mevcut.

Yazar İstanbul’a âşık desek yanlış bir şey demiş olmayız. Zaten hayatı boyunca, 3 yıl yaşadığı New York’u saymazsak İstanbul dışına çıkmamış uzun süreli yaşamak için. Yazarın hayatı Nişantaşı, Cihangir civarında geçiyor ve pek tabii buradan hayata bakıyor. Ancak tekrar belirtmekte fayda var, öyle üstten bakan bir hâli yok Pamuk’un. Sadece yazdığı konuları yorumlaması kendi ‘mahalle’sinden, doğal olarak. Yazdığı romanlar için İstanbul’un ne kadar önemli olduğunu, o yaşadığı odanın dahi ne ifade ettiğini en iyi İstanbul bölümünde anlıyoruz. Tabii duyguları için de. Bir İstanbul güzellemesi, olumsuz görülebilecek bazı şeylerin bile olumlu bakış açısıyla bakılmasıyla sürdürülen bir bölüm. Tabii ki refah düzeyi yüksek, zengin bir muhitten, boğaz manzaralı bir evden bunları yazmak kolay diyenlere de karşı çıkmıyorum. Ancak bu durumun Orhan Pamuk’un yazarlık başarısıyla bir bağlantısı olduğuna inanmıyorum.

Orhan Pamuk kendini ve birçok konudaki düşüncelerini anlatmayı çok seven bir yazar. Bunu çekinmeden yapması yazılara içtenlik katmış. Hayatı hakkında herhangi bir sansür politikası uyguladığını sanmıyorum bu kitabı oluştururken. Zaten yazıların konuları çok geniş bir skalaya ayrılmış. Bu yüzden hiçbir şeyi atlamak istememiş yazar. Kitapta sadece hayat ve anılar yer almıyor. Kitabın en ilgi çekici bölümlerini bana soracak olsalar, kesinlikle Kitaplar ve Edebiyat ve Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri bölümleri derim. Çünkü birinde Orhan Pamuk’un büyük roman ve romancılar hakkında, yer yer kitap özelinde de değerlendirmelerinin bulunduğu edebî görüşleri, birinde de zamanında devletle başının belaya girmesine sebep olan şeyler hakkındaki görüşleri yer alıyor. Siyaset kısmı biraz daha kısa tutulmuş olsa da yazarın siyasi bir kimliği olduğunu inkâr etmenin bir anlamı yok. Zaten kendisi de bu durumu kabul ediyor birçok yerde.

Orhan Pamuk çok okuyan bir yazar. Daha 18 yaşlarında, babasının sayesinde birçok dünya klasiğini yiyip yutması, onun bu romanlar hakkında da görüşlerinin sonraki zamanlara göre nasıl değiştiğini göstermesi ve bu kitaplar hakkındaki yorumları açısından önemli. Örneğin Dostoyevski’nin birçok kült romanı hakkında bazen uzunca bazen kısa denemeler yazmış. Bunları yazarken sadece salt edebî literatürden yararlanmamış, duygu hep ön planda. Böyle bir anlatım tarzını benimsediği için de okunması güzel ve bilgi açısından da değerli metinler ortaya çıkmış. Yazarın diğer önem verdiği yazarlar ise Nabokov, Camus ve elbette ki Flaubert. Bizden ise Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında yazdığı, kitabın uzun yazılarından olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi hem bilgi açısından doyurucu hem de Tanpınar üzerinden modernizmi incelemesi açısından değerli:

Edebiyattan modernizmden yalnızca gelenekse olana bir karşı çıkışı değil, genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anlıyorum. Modernist edebiyat, geleneksel edebiyatın en güçlü yanı olan ‘temsiliyet’ ilişkisini kopardı. Artık edebiyat gerçekliği temsil etmiyordu, yazı hayatın aynası değildi. Hayata karşı yapılmış bir faaliyet, kendi başına kendi örgüsüyle ayrı bir âlem, yeni bir dünya olmuştu yazı. Modernist yazarlarca üretilen metinler, mevcut dünyanın yansıdığı, kurallarının ve sırlarının açıklandığı yerler değildi. Modernist edebi faaliyet hayatı ve dünyayı temsil işi değil, yazarın bizzat kendi başına yaptığı ve anlamı kendi içe dönüklüğüyle ortaya çıkan bir iştir.

Hayat hakkındaki düşüncemi tek bir sesin müziğine ve de tek bir bakışın görüş açısına indirgeyemeyeceğimi biliyorum” diyen yazarı en iyi anlatan cümle sanırım budur. Çoğu metninde doğu ve batı kavramları hakkındaki görüşlerini anlatan yazar, ne kadar seküler bir hayat tarzına sahip olsa da, doğu ve batı arasında özellikle edebî anlamda bir bağ kurmaya çabalıyor. Bunun için Binbir Gece Masalları’na da gerektiği önemi veriyor, ‘Flaubertyen’ görüşlere de. Fakat bu durumun içinde din kavramı yok. Tamamen dünyevi ve edebî açıdan bir köprü görevi görmenin peşinde yazar. Bizim okurlarımızın tepki gösterme sebebi de bu sanırım. Hâlbuki Orhan Pamuk hiçbir zaman bu tür bir hayat görüşü içinde yer almadı zaten. Orhan Pamuk’u biraz da kendi görüşlerimize göre değil, onun yetiştiği, büyüdüğü, romanlarını yazdığı çevre açısından değerlendirmek gerekiyor:

Otuz üç yaşında, eski tasavvuf alegorilerini, İslam mistisizminin tüm klasik metinlerini, ki çoğu klasik Farsça metinlerdir, okumaya başladım. Bana edebi metinlere metafizik nitelikler taşıyan kendilerine özgü yapılar olarak bakmayı, klasik İslami metinlerin ağır dinî yaklaşımını silmeyi ve onları bir tür geometrik biçim olarak görmeye çalışmayı öğreten Borges ve Calvino’yu da aklımın bir köşesinde tutuyordum. Edebi oyunlarla dolu metafizik yapılar, alegoriler, meseller…

Her ne kadar bu bakış açısının ve görme biçiminin, sosyolojik ve dini açıdan çok sağlıklı olduğunu düşünmesem de (Borges ve Calvino etkisiyle İslami metinleri incelemek) edebi açıdan değer veriyorum Pamuk’un görüşlerine.

Kitapta o kadar çok konu var ki hangi biri hakkında bir şeyler yazsam diğeri eksik kalacak. Sadece keşke olsaydı dediğim bir şeye ve gereksiz gördüğüm bir kısma değineceğim. Öncelikle İstanbul bölümü çok iyi olmuş fakat bu bölümdeki Murat Belge ile yapılan röportajın içerik açısından gereksiz olduğunu düşünüyorum. Belli bir konu üzerinde gitmeden iki yazarın da sanki ‘İstanbul’u kim daha çok seviyor ve biliyor’ yarışına sahne olmuş gibi bir röportaj olmuş. Keşke olsaydı dediğim şey ise, kitaplarının yazılış süreçlerine daha detaylı girilmesi konusu. Evet, birçok iyi romanı hakkında özellikle röportajlar açısından oldukça fazla bilgi öğreniyoruz ama ben bunu röportajı yapanın sorularının bakış açısından değil yazarın kaleminden okumak isterdim. Ne şartlar altında yazıldı o romanlar, engelleyici faktörler nelerdi vs. Bilgi var ama yetersiz. Kendini anlatmayı bu kadar seven bir yazardan bunu da beklemek doğal sanırım.

Çok uzun oldu, bitireyim son olarak şunu diyerek: Fikrî olarak hiçbir zaman uyuşamayacağım bir insan olsa da, Orhan Pamuk’u Türk Edebiyatı için önemli bir değer olarak görüyorum. Kitaplarının birçok dile çevrilmesi, Nobel’i alması, dünyaca tanınması açısında değil, Türk Edebiyatı için bir değer olarak görüyorum. Biliyorum, yazara benim gibi mesafeli olan çok kişi var ama kitaplarının okunması gerektiğini düşünüyorum. Yazarın ilk kitabıyla başlayabilir hiç okumayanlar.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

29 Eylül 2017 Cuma

Bizim tuhaf modernleşmemizin romanı

Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk’un Nişantaşılı bir ailenin ‘üç kuşak hikâyesini’ anlattığı, Milliyet Yayınları Roman Armağanı ve 1983 Orhan Kemal Roman Armağanı ödüllerine sahip ilk romanıdır. Yirmi iki yaşında yazmaya başladığı bu romanı Orhan Pamuk, yirmi altı yaşında bitirmiştir. Bu sebeple o günün edebiyat çevresi, “Olur mu canım, babası yazmıştır.” gibi sözler söylemekten geri durmamıştır. Bu açıdan bakıldığında da cüretkâr bir ifadeyle Cevdet Bey ve Oğulları, kişiye roman yazma ilhamı ve isteği veren bir kitap olarak karşımıza çıkıyor.

Romandaki karakterlerin derinlikleri veya sığlıkları, zamanın akıp gidişi karşısında insanın umursamazlığı ve hayatın gelip geçiciliği karakterler üzerinden çok usta bir şekilde işlenmiştir. Okuyanı da düşündürmeye teşvik eden bir kitap. Ki en basit bir misalle bir karakterin acısı veya ölümü, okuyucuda kişinin kendi yakınını kaybetmişcesine üzüntü yaratabiliyor. Mekan tasvirlerinde, Orhan Pamuk, o zamanlar genç yaşına rağmen oldukça başarılı bir anlatım sergilemiş. Bu bağlamda Meşrutiyet döneminden, ta yetmişlere kadar İstanbul’un bilhassa Nişantaşı ve çevresinin nasıl değiştiği, devletin yönetildiği Ankara’nın bohem dolu sokakları ve aile hayatı ve Kemah’ın uçsuz bucaksız toprakları ve güzellikleri de okuru sıkmadan ama bir ayrıntı uzmanlığı ile sade ve akıcı bir biçimde anlatılıyor.

Bu romanda aslında her tip insana dair bir eleştiriye rastlamak mümkündür. Dönemin burjuva insanlarının yaşadığı modernleşme heyecanından tutun da batı özentiliği, cumhuriyetin hiç de düşünüldüğü gibi devletin işleyişinde net değişmeler getirmediği, kadın-erkek ilişkileri ve arayışları, “hayatta ne yapmalı?” gibi felsefi sorular, yeni gelen kuşakların geçmişe olan kayıtsızlığı ve karakterlerin yaşadığı kişisel bunalımlara kadar birçok duygu çok iyi anlatılmıştır. İkinci kez okunmayı hak eden bir romandır.

Karakterlerden ayrı ayrı bahsetmek istemiyorum. Çok fazla detaylı bilgi verip heyecanınızı söndürmek istemem. Orhan Pamuk hakkında ön yargısı olanlar için, Cevdet Bey ve Oğulları bir an önce alınıp okunması gereken bir kitap. Benim de her Türk okurunda olduğu gibi Pamuk ve kitapları hakkında çok fazla ön yargım vardı. Fakat bizler sanata ve edebiyata yönelik bakmalıyız diye düşünüyorum. İçeriğe isteyen katılır istemeyen katılmaz. Bu sebeple, çokça düşünerek, yeri geldiğinde yadırgayıp karşı çıkarak, bazen katılarak, bazen gülerek bu kitap okunmaya, Işıkçı ailesi ise tanınmaya müsaittir.

Kitaptan alıntılar:
- Türkiye'de resim yapmak insanın bağıra bağıra konuşması gereken bir ülkede dilsizliği seçmek gibi bir şey.
- Eğer denge denen şey hayatın akışına kendini bırakmaksa... Eğer kolay mutlu olmaksa denge, biraz dengesizleştim galiba...
- Niye aramızdaki ayrılıkları büyütüyorsun?
Büyütmüyorum! Bu sağlam bir beraberlik olsun istiyorum. İlkesiz, eleştirisiz bir birlik hemen çözülmeye mahkumdur!
- Eskileri bir bütün içinde sanmak, eskiler kadar eski bir yanılgıdır.
- ...Üstelik bizim memlekette dik başlı olmak, kendi kendine karar vermek hoş bir şey değildir ki! İnsan her zaman daha iyi bilen, daha iyi düşünen birine kendini emanet etmeli, birisine bağlanmalı, bir inancı benimsemeli.
- ...Cumartesi saat bire doğru Nişantaşı meydanı cıvıl cıvıldı. Trafik tıkanmıştı. Caddenin ortasında bir polis elini kolunu sallıyor, düdük çalıyordu. Bir troleybüsün boynuzu telden kurtulmuş asfalta doğru eğilmişti. Açılan kapıdan şoför çıkıyor, üniformalı iki lise öğrencisi ona bakıyordu. Karşı kaldırımda çingeneler sepetleriyle dizilmiş çiçek satıyorlardı. Dolmuş durağının ince sesli değnekçisi birisine sesleniyordu. Ayakkabı boyacılarının üçü de müşteri bulmuştu. Galiba fazladan, bir de bekleyen müşteri vardı. Şık bir kadın cumartesi alışverişinden dönüyordu. Mini etekli bir genç kız bir butik’in vitrinine bakıyordu. Nişantaşılılar için belediye tüzüğünde gösterilenden daha beyaz ekmekler satan bir kaçak ekmekçi sepetin üzerine örtüsünü sermiş troleybüsün boynuzuna bakıyordu. Yanında tombalacı vardı. Köpekli bir kadın önlerinden geçiyordu…
- Şunu bil ki, devlette yükselmek için çalışkanlık ve zeka kadar, hatta daha çok, çevre ve ilişkiler önemlidir.

Yusuf Karakurt
twitter.com/sanatkemkum

31 Aralık 2014 Çarşamba

Eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere

“Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatının ve hayallerinin hikâyesi...”

Orhan Pamuk’un son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık’ı herhangi bir beklentim olmadan, hakkında hiçbir yazı veya yorum okumadan, çok sevdiğim bir kitapçıdan hızlıca almıştım. Aldığım hızla da okumaya başladım ve hikâyenin içine daldım.

Okuduğum en iyi Orhan Pamuk kitabı olmamakla birlikte bitirdiğimde geride kalan hissi güzeldi; akıcı, zengin ve naif bir roman.

"Kafamda bir tuhaflık var," dedi Mevlut. "Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum kendimi."

“Ben yanındayken bir daha asla öyle hissetmeyeceksin,” dedi Rayiha anaç bir tavırla. Mevlut çayhanenin camlarında yansıyan Rayiha’nın hayalinin kendisine şefkatle sokulduğunu görüp bu ânı hiç unutamayacağını anladı.


Kahramanımız Mevlut, yoğurt satıcılığından otopark bekçiliğine, elektrik tahsilatçılığından büfe işletmeciliğine pek çok iş yapıyor. Fakat ne yaparsa yapsın, hep, geceleri İstanbul sokaklarında boza satmaya devam ediyor. Mevlut’un hayatı akıp giderken arka fonda sokaklar değişiyor, İstanbul değişiyor, Türkiye değişiyor…

“Ne yazık ki bir şehrin şekli şemali / bir insanın kalbinden çok daha hızlı değişir.” (Bauderlaire).

1969’dan 2012’e kadar Türkiye’de yaşanan her şey yer buluyor kitapta. Olaylar, insanlar, geride kalanlar… Gündelik hayattan ekonomik ve siyasi meselelere kadar neler yaşadığımızı tekrar anımsatıyor. Mevlut’un öyküsünde biraz da memleketin hikâyesini okuyoruz.

“Sokak satıcıları sokağın bülbülleri, İstanbul’un neşesi ve hayatıdır.”

Tabi, en çok da İstanbul sokakları var kitapta. Mevlut gecelerce yürüyor, sur içinde , sur dışında; cumbalı sokaklarda, gökdelenler arasında… Biz de onunla birlikte arşınlıyoruz yolları. O yanık sesiyle, “Boo-zaa” diye bağırdıkça, benim aklım hep Vefa’ya gitti; kim bilir sizi nereye götürecek…

“İnsan şehirde kalabalık içinde yalnız olabilirdi ve şehri şehir yapan şey de zaten bu kalabalık içinde insanın kafasındaki tuhaflığı saklayabilme imkânıydı.”
Hikâye, farklı karakterlerin ağzından anlatılıyor. Bir tek Mevlut’un sesini duymuyoruz; okurken, bunu yazarın özellikle tercih ettiğini düşündüm. Farklı sesleri duyuyor olmak, öyküyü zenginleştiriyor, metni daha katmanlı bir forma sokuyor. Hikaye küçük küçük parçalarla çoğalıyor; gerçeklik ve derinlik artıyor. Pamuk, hayatın da büyük resimden değil, küçük an’lardan ibaret olduğunun altını çiziyor. Orhan Pamuk, okuyucusuna küçük oyunlar armağan etmeyi seven bir yazar. Kafamda Bir Tuhaflık’ta da diğer kitaplarına ve başka yazarlara selam çakıyor ara ara. Ki bu da hoşluk katıyor kitaba.

“Bu dünya konuşsaydı acaba ne derdi?"

Kafamda Bir Tuhaflık, ince ince işlenmiş bir hikâye okumayı sevenlere ve eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere iyi gelecek bir kitap.

"Bozacı, iyi ki geldin yukarı." dedi. "Sokaktan sesini işitmek iyi geldi bana. İçime işledi. İyi ki boza satıyorsun, iyi ki kim alacak demiyorsun.”

Mevlut kapıdaydı. Çıkıyordu ama biraz yavaşlamıştı. "Hiç öyle denir mi?" dedi. "İçimden geldiği için boza satıyorum ben."

"Hiç vazgeçme bozacı. Bu kuleler, betonlar arasında kim alır deme. Sen hep geç sokaklardan."

"Ben kıyamete kadar boza satacağım." dedi Mevlut."


Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

16 Ekim 2012 Salı

İnsanın kendisi olmasının yolu nedir?

“Hiçbir zaman kendisi olamaz insan”

Bu cümle Orhan Pamuk’un tabiriyle romanın “gizli merkezi”. Şimdi bazı okuyucular bana kızabilirler romanın bütün sırrını anlattım diye. Hemen heyecanlanmayın çünkü yazar bu cümleye benzeyen cümleleri kitabın başından sonuna kadar birçok kez tekrar ediyor. Şimdi bana şunu sorabilirsiniz: Peki biz “Kara Kitap” ta ne okuyacağız? Hemen anlatayım sizlere:

Galip, İstanbul’da doğmuş ve büyümüştür. Kendisi avukatlık yaparak geçimini sağlamaktadır. Eşi Rüya ise amcasının kızıdır. Bir gün Rüya kısa bir not bırakarak evi terk eder. Galip, eşinin üvey abisi ve bir gazete de tanınmış bir köşe yazarı olan Celal’e ulaşmaya çalışır ancak kısa bir zaman sonra onun da ortadan kaybolduğunu anlar. Galip, Celal’in köşe yazılarından yola çıkarak Rüya’yı ve Celal’i aramaya başlar. Bu arayış sırasında galip, aklına o güne kadar gelemeyecek serüvenler yaşayacak, tarihin görünmeyen yüzünde gemisini İstanbul’a doğru sürecektir. İstanbul’un farklı noktalarına, caddelerine, sokaklarına, gecekondu mahallelerine gidecek, İstanbul’un gizemli yeraltına inecek ve tarihin farklı yüzüyle karşılaşacaktır. Maddi olan ile olmayan iç içe geçecek ve aslında Galip eşini ararken gerçekte neyi aradığını öğrenmeye başlayacaktır. Galip öğrenecek ve öğrendikçe arayışı son bulmayacak, tam tersine artarak eşi ve üvey abisinin nerede olduğunu merak edecektir. İşte, Galip’in eşini ve onun gazeteci abisi Celal’i arama sürecindeki Galip’in geçirdiği değişimi anlatıyor aslında kitap. İnsanın kendisi olma arayışını.
  
Ayrıca belirtmem gerekir ki kitap ağırlıklı olarak sonuçtan ziyade süreci anlatarak kendi merkezini meydana getirmekte. Kitabı ilk okumaya başladığınızda daha önce belki de bazılarımızın karşılaşmadığı bir gariplik dikkatimizi çekiyor. Bu gariplik Orhan Pamuk’un değişik denebilecek yazım tekniği. Bunun yanı sıra detaycı bir yazarla da karşı karşıya olduğunuzu da belirtmeliyim. Kitabın, tasavvuftan beslenerek hikâyesini anlatması ve bu anlatımı kitaba bir polisiye havası verecek şekilde yapması da kitabın üzerinde farklı bir hava bırakıyor. Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar okuyucunun ilgisini ve merakını canlı tutmayı bu kadar çok ayrıntıyı verirken başarabilmesi ve “tasavvuf-polisiye-aşk” kurgusundaki dengeyi çok iyi kullanması kitabı edebi açıdan da oldukça başarılı yapıyor.
        
“Ancak, anlatacak hiçbir şeyi kalmayan insan kendisi olmaya iyice yaklaşmış demektir.”
           
Herkese iyi okumalar.

Ozan Şen

25 Eylül 2012 Salı

Kar yıldızına bir şairin gözünden bakmak

Kendisine adının ve soyadının baş harflerinin kısaltması olan “Ka” diye hitap edilmesini isteyen bir şair. Küçük bir burjuva. Söylemeye gerek bile yok, yine de yazalım: Yalnız bir adam!

On iki yıldır Frankfurt’ta “siyasal sürgün” hayatı yaşıyor. Bir gün, intihar eden İslâmcı kızları araştırmak ve bulgularını Cumhuriyet gazetesine yazmak için kalkıp geliyor: Karın hiç dinmediği, çamurların hiç kurumadığı, insanların hiç gülmediği, havanın hiç ısınmadığı bir şehre. Söylemeye gerek bile yok, yine de yazalım: Yalnız bir şehre geliyor, Kars’a…

Kars’ta işler karışık. Radikal siyasal İslâmcılar, MİT, asker, polis, bürokratlar, Türk milliyetçileri, Kürt milliyetçileri, şeyhler, teröristler… Hepsi hakları olduğuna inandıkları özgürlüklerini istiyorlar.

Tüm bu kargaşanın ortasında, Ka’nın birkaç saat içinde aşık olduğuna karar verdiği İpek!

“Şimdi ikimiz de bir çeşit sürgün hayatı yaşadığımıza ve öyle çok başarılı, muzaffer ve mutlu olamadığımıza göre zor bir şeymiş hayat! Şair olmak da yetmiyormuş…”

Pamuk’un “ilk ve son siyasi romanım” dediği Kar’da, kar yıldızı daha yakından, hatta bir şairin gözünden bakıldığında daha da anlamlı gelmeye başlıyor. Yeniden şiir yazmaya başlayan şair Ka, gelen şiirlerini “yeşil” bir deftere anında ve hızlıca kaydediyor.

Ka, Kar ve Kars bir yerde buluşmakla kalmıyor, kimsenin konuşmak bile istemediği olaylar Pamuk’un kaleminde edebi bir şahesere dönüşüyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar