Esasen muhtevasında fantastik ögeler barındıran kitapları okumayı sevmiyorum. Ancak Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın'ı, genel okuma tarzıma hitap etmese de iki gün içerisinde kurmacanın içinde sürüklenmeme sebep oldu.
Yazar, kitabına şu üç düşündürücü epigraf ile başlıyor:
“Babasını öldüren, annesiyle yatan, Sphinks’in kördüğümünü çözen Oidipus! Bu üçlü yazgının anlamı nedir? İranlılar arasında yaygın eski bir inanca göre, yüce bir bilge fücurla peydahlanmalıdır. (Nietzsche, Tragedya’nın Doğuşu)”
“Oidipus: Çok eskiden işlenmiş bir suçun izlerini nasıl bulabiliriz? (Sophokles, Kral Oidipus)”
“Tıpkı babasız bir oğul gibi, oğulsuz bir babayı da kimse basmaz bağrına. (Firdevsî, Şehname)”
Bu epigraflar kitabı elinize ilk aldığınızda muhayyilenizde dakikalar sonra ilerleyeceğiniz kurgu hakkında ipuçları doğmasına sebep oluyor. Normalde kitapların başlangıçlarında ve bölüm aralarında yer alan epigraflarla, kurgu arasında net bir bağlantı bulamam. Ancak Kırmızı Saçlı Kadın’da epigraflarda bahsi geçen efsaneler, kurguya çok net, açık ve anlaşılır şekilde yedirilmiş durumda. Daha sonuna gelmeden kitabın nasıl bir sonla biteceğini tahmin edebiliyorsunuz. Kitabın kapak resminin bile kurguyla iç içe geçmiş olması etkileyici. Kapakta bulunan resim, kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’ın evinin duvarına astığı Dante Gabriel Rossetti’nin elinden çıkmış bir portre olarak karşımıza çıkıyor.
Aslında romanı okurken zihninizden genel olarak geçen cümle şu oluyor: Acaba bundan sonra ne olacak?
Romanın arka kapağında şöyle bir soru cümlesinin varlığı dikkat çekiyor: “İlk aşk deneyimi bütün bir hayatı belirler mi? Yoksa kaderimizi çizen yalnızca tarihin ve efsanelerin gücü müdür?” bu cümleyi okuyunca kendime şu soruyu sordum: Neden Şehname’deki bir efsane benim kaderimi belirlesin ki? Aslında yaşamımızı belirleyen ölçütün tamamıyla kendi kişiliğimiz ve yaptıklarımız olduğu fikrindeyim. Bu sorunun yanıtını romanın son yarısını okuyana kadar veremedim. Ancak bitirdiğimde arka kapaktaki soruyla kişilik arasındaki bağlantıyı kurabildim. Romanda esas kahraman olarak karşımıza çıkan Cem, küçüklüğünden itibaren resimli romanlar, mitolojik öyküler, kitaplar, şarkî efsaneler okuyordu ve zihnini bunlara inanılmaz derecede saplıyordu. Özellikle Yunan mitolojisindeki bilmeden babasını öldüren Oidipus hikayesiyle ve Şehname’deki oğlu Sührab’ı öldüren Rüstem’in hikayesiyle çok fazla ilgileniyordu. Birçoğumuz için, okuduğumuz kurgusal metinler, okurken düşünüp canlandırdığımız, bir başka kurguyla tanıştığımıza fazla üzerinde durmadığımız, üzerinden vakit geçtikçe zihnimizde tozlanan metinlerdir. Ancak baş kahraman Cem için bu böyle olmuyor. Küçüklüğünde okuyup üzerinde çok düşündüğü bu efsaneleri hayatı boyunca tekrar tekrar okuyup araştırmaya devam ediyor ve bu kurgularla kendi hayatı arasında bağlar kurmak için uğraşıyor. Okudukları birer efsane olsa da onları kendi potasında eriterek kişilik kalıbına dahil ediyor ve kitabın yarısından itibaren tahmin ettiğimiz son gerçek oluyor. Kırmızı Saçlı Kadın'dan olan Cem’in oğlu Enver, hikayenin sonunda babasını öldürüyor.
Cem’e göre Oidipus, babasını öldüren katilin kim olduğunu merak etmeseydi, onu öldürenin kendisi olduğunu öğrenip, kendi gözlerini kör etmeyecekti. Şu halde bana göre de, Cem oğlundan korkup belindeki tabancayı aşikâr etmeseydi, kendi tabancasıyla öz oğlu tarafından vurulmayacaktı. Aslında fantastik denilebilecek bir kurguya sahip olsa da eser, gençlikteki heveslere aldanıp hatalar yapmanın sonucunun hiç beklemediğimiz gibi çıkabileceği, vicdanın rahat olması dediğimiz olgunun insan hayatı için ne kadar tesirli olduğu, ve esasen, düşünce ve duygularımızın gerçeğe dönüşmesi dedikleri şeyin de doğru olduğu mesajını veriyor. Netice itibariyle hayatta hepimiz, ne ekersek onu biçiyoruz. İçimizde ve hayatımızda neyi beslersek karşımıza da haliyle o çıkıyor.
Yoğun duygularla örülü dramatik eserleri okurken bir ara verip sürüklenmek isteyenler için Kırmızı Saçlı Kadın’ı okumanın ilginç bir deneyim olacağını düşünüyorum. İyi okumalar dilerim.
Nidâ Karakoç
karakocnida@gmail.com