1 Kasım 2020 Pazar

Genç Werther'in Acıları'na bütünsel bir yaklaşım

Ah, sizi akıl sahibi insanlar! …Tutku! Sarhoşluk! Delilik! Siz ahlak sahibi insanlar, öylesine kayıtsız görünüyorsunuz ki! Sarhoştan yakınıp akılsızı aşağılıyorsunuz; bir papaz gibi yanlarından geçiyor ve bir sofu Tanrı’ya nasıl şükrediyorsa, sizi de onlar gibi yaratmadığı için Tanrı’ya şükrediyorsunuz.

Goethe, Genç Werther’in Acıları’nda dile getirdiği bu söylemle, Aydınlanma Çağı’nın kuru akılcılığıyla Rasyonalizm’in duyuları ve deneyimi yok sayan bakış açısına baş kaldırır bir nevi. Bireysel dehaya, duyuların ve doğanın yüceliğine de sık sık atıf yapar. Böylelikle deliliğin yüceltildiği, kuru akılcılığın yadsındığı satırlarla eserin muhtelif yerlerinde karşılaşırız. Dahası karakterler de bu çıkarımı desteklemektedir. Werther’in karşılaştığı Heinrich adındaki gencin, en saadeti ve en hoş günlerinin tımarhanede geçen günler olduğunu söylemesi, yücelik algısının bir kez de delilikte tezahür edişidir. Böylece deliliğe övgü bir üst boyuta taşınır. Tüm bunlar, Alman Romantizm’i ile aklın yadsımasının bir ürünü olan Fırtına ve Coşku Akımı hakkında dikkate değer ipuçları verdiği gibi, Genç Werther’in Acıları’nı da bu akımın en önemli temsilcilerinden biri yapar.

Ancak Genç Werther’in Acıları, yalnızca Aydınlanma Çağı karşısında duran bir roman olmadığı gibi, doğa karşısında büyülenen bir insanın romanı da değildir. Dahası ona, klasik bir aşk anlatısı da diyemeyiz. Evet, aşkın karşısında duyulan arzu ve çaresizlik hissi vardır fakat bu, doğudaki aşk kavramıyla örtüşmez. Werther, zaten sevdiği kadınla birlikte olamayacağını bilmektedir ancak o, aşk karşısında duyduğu ızdıraptan ve aşkın içinde bıraktığı tortudan zevk alır. Izdırap Werther’i besler; doğaya bakışı keskinleşir, kendine yönelik algısı kıymetlenir, sanat ve sanatçı üzerindeki fikirleri olgunlaşır. Aşk onun içinde dünyalar açar, böylece tüm bunlara yönelik görü ve sezgisi kuvvetlenir.

Tüm bunlar, Goethe’nin bu nadide eserini tek tip bir bakış açısıyla değerlendirmenin önüne set çeker. Werther ne başlı başına aşk, ne salt doğa, ne sanat ne de yalnızca çağına bir başkaldırıdır. Bunların hepsi romanda peyderpey bulduğundan okur, tüm bu parçacıklara göre eseri değerlendirmek zorunda bırakılır. Nitekim; bir fundalık, rüzgârın aralarında dolaşmasıyla başını eğen çiçek öbekleri, çağıldayan dereler, uçuşan mayısböcekleri Werther’de şaşkınlıkla beraber bir saadet hissi yaratır. Bu his öyle bir kerteye varır ki doğanın karşısında büyülenen Werther, bu hayranlığın sebep olduğu heyecanla tek bir çizgi bile çizemez. Sanatı ve resmi bundan zararlı çıkar. Tek yapmak istediği şey, doğanın kucağında kalıp uzun uzun onu seyretme düşüncesidir. Doğa karşısında duyulan bu derin hayranlığı okurken onu bir doğa romanı olarak nitelendirmek isteriz. Ya da, “En çok beğendiğim yazarlar, yazdıklarında kendi dünyamı, benim çevremde olup bitenleri bulduğum yazarlardır. Anlattıkları öykü doğallıkla bir cennet olmamakla birlikte, yine de anlatılmaz bir mutluluğun kaynağı olan kendi evim kadar ilgi çekmeli,” minvalinden cümleler okuduğumuzda, edebiyata dair güçlü alt metinler barındıran bir sanat romanı okuduğumuz hissine kapılırız. Ancak Genç Werther’in Acıları, tüm diğer kurucu metniler gibi çok yönlü ve yenilikçidir. İsabet ettiği pek çok farklı yön, ortaya koyduğu yenilik ve tarz, dikkat çektiği toplumsal alt yapı vardır. Bu sebeple onu, belirli çerçevelere oturtmak yerine geniş bir perspektifle değerlendirmek daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. Goethe, geçmiş okuru kendisine bağladığı gibi, bugünün modern okurunun da kalbinde yer edinmeyi başarabilmiş bir ediptir. 200 küsur yıllık bir mazisi olan bu kült yapıtı da elbette ki bütüncül bir bakış açısıyla irdelenmeyi hak etmektedir. Nıetzsche buna, “Çağlar üstü çağdaşlık,” diyor ki bu, Goethe’nin başarısını ve özgünlüğünü izah eden en yerinde cümlelerden biridir.

Romanın geçtiği imbiklerden bir başkası da topluma yöneltilen eleştirel bakıştır. Bakan ama anlamayan, sorgulayan ama cevap bulamayan insanın ikircikli yaşamı gözler önüne serilir. Werther’in bir nakış iğnesi kadar ince ruhu; monoton iş hayatını, insanın insana duyduğu kayıtsızlığı, atalet hâlini, neşesizliği, içinde hiçbir anlayış ve duyarlılık belirtisi bulundurmayıp yalnızca kendiyle dolu olan insanlığı ve onun çıkmazını anlayamaz. Anlamamanın ve cinnetin hararetiyle de sorgular. Kent dedikodularının yapıldığı anların birinde, ağır bir hastadan özensizce söz edilmesini, üstelik bu kişinin yakın bir ahbap olmasındaki çelişkili durumu sorgular mesela… İnsanın varlığı ya da yokluğunun, başka bir insan için önemsizliği altında ezilir. Birinin cinnet geçirmesi karşısında, başka bir insanın eli bağrında durabilmesine şaşırır. Belki de onu intihara sürükleyen şey, bu değersizlik ve anlayamama hissidir. Belki de bu yüzden insanlığın en yalın hali olan çocuklara döner yüzünü. Her fırsatta onlarla vakit geçirir, uzun uzun izler, masallar okur, onlara temas eder. Çocukların ayak bağı gibi görüldüğü ve şımartılmaması gerektiği yönündeki görüşlere karşın Werther, dünyada yüreğine en yakın varlıkların çocuklar olduğunu düşünür ve “Nasıl da çocuktur insan…” der her fırsatta.

Werther, dünyayı yeni yeni keşfeden ve hemen her şeye hayretle bakan küçük bir çocuktur. Ayrıca bu hayret ve keşif hâli örtük değil; gri bulutların ardından beliren göz alıcı güneş ışığı gibidir. Doğa, aşk, çocuk, sanat, kendine yakın bulduğu kitaplar ve bakıp gördüğü her şey onda bir hayret ve hayranlık hissi uyandırır. Karşılaştığı kişilerde kendi içinin aynasını görür; böylece kurguya dahil olan karakterlerde Werther’in içinden bir parça görürüz ya da her karakterde bir parça Werther tortusu kalır.

Tüm bunlar ışığında Genç Werther’in Acıları’nın hem muhteva hem de biçim yönüyle pek çok yenilik barındırdığını söyleyebiliriz. Yayınlandığı dönemde Werther salgınına yola açarak herkesin mavi ceket, sarı pantolon giymesi gibi bir etkiye yol açmasa da duygu yönüyle kurduğu köprü bugün hâlâ sağlamdır, ışığından ve geçerliliğinden bir şey kaybetmemiştir. Asırlar öncesini aydınlatan bu ışık, bugün de aynı kuşatıcı etkiyle insanları aydınlatmaya ve ışığı altında toplama devam ediyor. Tam da bu noktada, Ahmet Haşim’in Goethe’nin evini ziyaretinden sonra kaleme aldığı “Faust’un Mürekkep Lekeleri” isimli yazısının son cümlelerini anımsamak ve bu ışığın tazeliğine kulak vermek yerinde olacaktır, “Yüz sene evvel içinde can verdiği oda, memleketin her tarafından yeni gönderilmiş çelenk yığınlarıyla dolu idi. Sanki şairin cesedi henüz kaldırılmamıştı ve havada esen şan ve şerefin ıtırı, o sabah açmış iri bir kırmızı gülün kokusu gibi taze ve kuvvetliydi.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder