Genç Werther'in Acıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Genç Werther'in Acıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2023 Cuma

Hâfız’ın eserleriyle kendini tanıyan Goethe

Alman Edebiyatı’nın en önemli şairlerinden biri kabul edilen Johann Wolfgang Von Goethe; binden fazla şiirin yanı sıra, Avrupa’nın en önemli romanlarından sayılabilecek üç esere ve iz bırakan tiyatro oyunlarına imza atmıştır. Goethe’nin şiirleri halen Avrupa’da en çok şarkısı bestelenen dizeler olmakla birlikte, kendi çocukluğunu ve seyahatlerini anlattığı otobiyografik anlatıları ve hatta biyoloji, botanik gibi dallarda yazdığı bilimsel makaleleri de halen beğeniyle okunmaktadır. Kaydı alınmış onlarca söyleşisi, yirmi bine yakın mektubu vardır. Bu üretkenliğiyle birçok edebiyatçıya, filozofa ve bilim insanına taş çıkartan Goethe, 1749 ve 1832 yılları arasında yaşamış ve seksen üç yıllık yaşamının altmış yılını Avrupa’nın en ünlü yazarı olarak geçirmiştir. Goethe’nin biyografisini kaleme alan Nicholas Boyle’un kendisi için “Onun hakkında daha çok şey öğrenmeliyiz, onu herhangi bir insandan daha fazla tanımaya ihtiyacımız var” demesi boşa değildir. Yirmili yaşlarında konuşulmaya başlayan Goethe, o gün bugündür Alman tarihinin en dahi adamlarından biri olarak kabul edilir. Çağdaşları onu bir şifacı ve kurtarıcı gibi görürken; eleştirmenler de modernizmi benimsemiş yazarlarda olmayıp da Goethe’de olanı fark etmişti: bilgelik ve öngörü. Onun insana dair her türlü yarayı ve zafiyeti okuyabildiğini iddia ediyorlardı.

Avrupa’nın önemli kültür ve edebiyat akımlarından biri olan Weimar Klasisizmi; Goethe’nin eserleri üzerinde yükseliyordu. Romantizm, Klasisizm ve Aydınlanma Devri’nin düşüncelerini alıp sentezleyen bu akım insanlık kavramını, antik kültür anlayışını, iyiliği, hümanizmi ve etik değerleri ön planına alırken Goethe hem Almanya’da hem de Avrupa’da bu akımın temsilcisi olarak kabul edilmişti. Aynı zamanda “Sturm und Dang” olarak adlandırılan “Fırtına ve Coşku” akımının da temel yapıtlarını vermiştir.

Frankfurt’ta burjuva bir ailenin oğlu olan Goethe’nin erken dönem edebiyatına baktığımızda, 1765’te aşk şiirlerinden derlediği Arnette isimli şiir kitabını ve ardından da Leipzig Şarkıları isimli on şiirlik derlemesiyle karşılaşırız. Erken döneminde gelen şiir aşkı Goethe’yi önce melankoliye ve ardından da Genç Werther’in Acıları (1774) eserini yazmaya götürmüştür. Werther’in Charlotte’a duyduğu umutsuz aşk sonucu intihara karar vermesi, okurların da kendilerini Werther’le özdeşleştirip intiharına sebebiyet verirken, Goethe’nin bir sonraki eserine dair de bir ışık yakacaktır. Werther’in umutsuzluğa kapılmasını sağlayan aşk değil, bencilliği ve öznelliğidir. Spinoza’nın, Rousseau’nun fikirlerinden de etkilenen Goethe varoluşçu düşünceyi zihninde iyice geliştirecek ve bu yol onu Faust’a kadar götürecektir. 1786 yılında yaptığı İtalya seyahati onun içindeki şiir aşkını alevlendirecek ve Roma Ağıtları isimli şiir kitabını ve ardından da Herman ve Dorothea isimli epik destanı yazacaktır.

Goethe’nin, 1800’ler sonrasında, ilerleyen dönem şiirlerine geldiğimizde ise yoğun bir Doğu şiiri etkisiyle karşılarız. Doğu yolculuğu ve oryantalizm merakı gençliğinde aldığı İbranice dersleriyle başlamış, ardından merak sardığı Fars şiiriyle devam etmiştir. Rumi’nin ve Hâfız’ın şiirlerini hayranlıkla hatmeden Goethe, eserlerinde Doğu imgelerine ve tasavvufi düşüncelere yer vermeyi de ihmal etmez. “Hâfız” olarak tanınan İran şiirinin ünlü ismi Şemsü’d Din Muhammed Şirazi’nin “Divân” eserini keşfettikten sonra ona hayran olan ve uzun süre üzerine çalışan Goethe bu sayede Doğu felsefesine de yaklaşabilmişti. Hâfız’ın Divan’ın dan feyz alarak dev eseri Doğu-Batı Divanı'nı kaleme almıştı. Eserin ilk şiirinde Hâfız ve Goethe konuşması yer almaktadır. Bu vesileyle aralarında bir dostluk kurulmuştur. İkinci şiiri Şikayet’te ve üçüncü şiir Fetva’da, Hâfız’ın mistisizmi tüm dizelere yayılmış, onun sadece dünyanın güzelliklerine terennüm eden bir şair değil aynı zamanda öbür dünyaya hazırlanan ve iç özgürlüğünü kazanmış bir şair olduğunu göstermektedir. Ve şiirler akar gider. Yusuf ile Züleyha’dan, cennetten, Allah’ın isimlerinden, kadından, şaraptan ve daha bir çok konudan bahseder. Kitap toplam on iki bölüm ve iki yüz elli şiirden oluşur. Çoğu yerde kendisini Hâfız’a benzeten Goethe, “İsterse bütün dünya batsın! Hâfız, seninle ancak çıkmak isterim yarışa ben” ve “ikizin olmak isterim senin” diyerek kendini onunla ne kadar özdeşleştirdiğini anlatır. Hâfız-nâme’nin son şiiri ise direkt Hâfız'a ithaf edilmiştir, “An Hafıs” isimli şiir on dört dizeden oluşur. “Galiba sana benziyorum Hâfız” diyerek onunla konuştuğu dizelerde “inancın bu haliyle huzur buldum ben” diyerek kendi Hıristiyanlığını, Hâfız’ın Müslümanlığıyla özdeşleştirir. Yıllarca Batılı yazarların Doğu’yu anlamadığını ve Doğuluları sadece “egzotik” ve “mistik” olarak tanımladıklarını göz önünde bulundurursak Goethe’nin bu şiirleri sayesinde Doğu ve Batı arasında da bir köprü görevini gördüğü aşikârdır. Goethe, “İnsan, kendini yalnız insanda tanır” derken dört yüz yıl arayla dünyaya gelmiş olmalarına rağmen, Hâfız'ın eserleri üzerinden kendini tanımış olması da buna dahildir.

Kısacası Goethe, ona şaheserler yazdıracak kudreti Hâfız’da bulmuş ve onun ilmini, irfanını, hayat görüşünü ve Allah inancını benimsemiştir. Bu da onun yeni bir Divân daha yaratmasına yardımcı olmuştur.

Ölümünden kısa bir süre önce tamamlayabildiği Faust ise Goethe’nin hayatının ve düşüncelerinin bir özeti niteliğindedir. Faust, aslında Alman efsanesinin bir karakteridir. Şeytanla anlaşma yapmaya sürüklenen bu karakter Goethe’nin eserinde de benzer şekilde karşımıza çıkar. 

Ortaçağ döneminde Leipzig’de geçen hikâyede Heinrich Faust, ikilemde kalmış ve hayatı yeterince yaşayamadığına kanaat getirmiştir, kendini bu ruh durumundan kurtarmayı başarırsa ruhunu şeytana satacağına söz verir ve bir anlaşma yaparlar. Faust bu yolculuk süresince aklı ve bilgisiyle şeytana direnir. Hayatındaki tüm başarılarını bu eserinde toplayarak iyice devleşen ve okuruna son selamını veren Goethe, 1832 yılında hayata veda eder.

Goethe’nin ölümünden önce söylediği son sözleri ise “ışık, daha fazla ışık” tır. Aslında görme sıkıntısı yüzünden yardımcısından panjuru açmasını istemektedir fakat hayatı boyunca ışığı kovalamış olan bir ozana, alegorik olarak da epeyce anlam taşıyan böylesi bir veda pek yakışır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

1 Kasım 2020 Pazar

Genç Werther'in Acıları'na bütünsel bir yaklaşım

Ah, sizi akıl sahibi insanlar! …Tutku! Sarhoşluk! Delilik! Siz ahlak sahibi insanlar, öylesine kayıtsız görünüyorsunuz ki! Sarhoştan yakınıp akılsızı aşağılıyorsunuz; bir papaz gibi yanlarından geçiyor ve bir sofu Tanrı’ya nasıl şükrediyorsa, sizi de onlar gibi yaratmadığı için Tanrı’ya şükrediyorsunuz.

Goethe, Genç Werther’in Acıları’nda dile getirdiği bu söylemle, Aydınlanma Çağı’nın kuru akılcılığıyla Rasyonalizm’in duyuları ve deneyimi yok sayan bakış açısına baş kaldırır bir nevi. Bireysel dehaya, duyuların ve doğanın yüceliğine de sık sık atıf yapar. Böylelikle deliliğin yüceltildiği, kuru akılcılığın yadsındığı satırlarla eserin muhtelif yerlerinde karşılaşırız. Dahası karakterler de bu çıkarımı desteklemektedir. Werther’in karşılaştığı Heinrich adındaki gencin, en saadeti ve en hoş günlerinin tımarhanede geçen günler olduğunu söylemesi, yücelik algısının bir kez de delilikte tezahür edişidir. Böylece deliliğe övgü bir üst boyuta taşınır. Tüm bunlar, Alman Romantizm’i ile aklın yadsımasının bir ürünü olan Fırtına ve Coşku Akımı hakkında dikkate değer ipuçları verdiği gibi, Genç Werther’in Acıları’nı da bu akımın en önemli temsilcilerinden biri yapar.

Ancak Genç Werther’in Acıları, yalnızca Aydınlanma Çağı karşısında duran bir roman olmadığı gibi, doğa karşısında büyülenen bir insanın romanı da değildir. Dahası ona, klasik bir aşk anlatısı da diyemeyiz. Evet, aşkın karşısında duyulan arzu ve çaresizlik hissi vardır fakat bu, doğudaki aşk kavramıyla örtüşmez. Werther, zaten sevdiği kadınla birlikte olamayacağını bilmektedir ancak o, aşk karşısında duyduğu ızdıraptan ve aşkın içinde bıraktığı tortudan zevk alır. Izdırap Werther’i besler; doğaya bakışı keskinleşir, kendine yönelik algısı kıymetlenir, sanat ve sanatçı üzerindeki fikirleri olgunlaşır. Aşk onun içinde dünyalar açar, böylece tüm bunlara yönelik görü ve sezgisi kuvvetlenir.

Tüm bunlar, Goethe’nin bu nadide eserini tek tip bir bakış açısıyla değerlendirmenin önüne set çeker. Werther ne başlı başına aşk, ne salt doğa, ne sanat ne de yalnızca çağına bir başkaldırıdır. Bunların hepsi romanda peyderpey bulduğundan okur, tüm bu parçacıklara göre eseri değerlendirmek zorunda bırakılır. Nitekim; bir fundalık, rüzgârın aralarında dolaşmasıyla başını eğen çiçek öbekleri, çağıldayan dereler, uçuşan mayısböcekleri Werther’de şaşkınlıkla beraber bir saadet hissi yaratır. Bu his öyle bir kerteye varır ki doğanın karşısında büyülenen Werther, bu hayranlığın sebep olduğu heyecanla tek bir çizgi bile çizemez. Sanatı ve resmi bundan zararlı çıkar. Tek yapmak istediği şey, doğanın kucağında kalıp uzun uzun onu seyretme düşüncesidir. Doğa karşısında duyulan bu derin hayranlığı okurken onu bir doğa romanı olarak nitelendirmek isteriz. Ya da, “En çok beğendiğim yazarlar, yazdıklarında kendi dünyamı, benim çevremde olup bitenleri bulduğum yazarlardır. Anlattıkları öykü doğallıkla bir cennet olmamakla birlikte, yine de anlatılmaz bir mutluluğun kaynağı olan kendi evim kadar ilgi çekmeli,” minvalinden cümleler okuduğumuzda, edebiyata dair güçlü alt metinler barındıran bir sanat romanı okuduğumuz hissine kapılırız. Ancak Genç Werther’in Acıları, tüm diğer kurucu metniler gibi çok yönlü ve yenilikçidir. İsabet ettiği pek çok farklı yön, ortaya koyduğu yenilik ve tarz, dikkat çektiği toplumsal alt yapı vardır. Bu sebeple onu, belirli çerçevelere oturtmak yerine geniş bir perspektifle değerlendirmek daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. Goethe, geçmiş okuru kendisine bağladığı gibi, bugünün modern okurunun da kalbinde yer edinmeyi başarabilmiş bir ediptir. 200 küsur yıllık bir mazisi olan bu kült yapıtı da elbette ki bütüncül bir bakış açısıyla irdelenmeyi hak etmektedir. Nıetzsche buna, “Çağlar üstü çağdaşlık,” diyor ki bu, Goethe’nin başarısını ve özgünlüğünü izah eden en yerinde cümlelerden biridir.

Romanın geçtiği imbiklerden bir başkası da topluma yöneltilen eleştirel bakıştır. Bakan ama anlamayan, sorgulayan ama cevap bulamayan insanın ikircikli yaşamı gözler önüne serilir. Werther’in bir nakış iğnesi kadar ince ruhu; monoton iş hayatını, insanın insana duyduğu kayıtsızlığı, atalet hâlini, neşesizliği, içinde hiçbir anlayış ve duyarlılık belirtisi bulundurmayıp yalnızca kendiyle dolu olan insanlığı ve onun çıkmazını anlayamaz. Anlamamanın ve cinnetin hararetiyle de sorgular. Kent dedikodularının yapıldığı anların birinde, ağır bir hastadan özensizce söz edilmesini, üstelik bu kişinin yakın bir ahbap olmasındaki çelişkili durumu sorgular mesela… İnsanın varlığı ya da yokluğunun, başka bir insan için önemsizliği altında ezilir. Birinin cinnet geçirmesi karşısında, başka bir insanın eli bağrında durabilmesine şaşırır. Belki de onu intihara sürükleyen şey, bu değersizlik ve anlayamama hissidir. Belki de bu yüzden insanlığın en yalın hali olan çocuklara döner yüzünü. Her fırsatta onlarla vakit geçirir, uzun uzun izler, masallar okur, onlara temas eder. Çocukların ayak bağı gibi görüldüğü ve şımartılmaması gerektiği yönündeki görüşlere karşın Werther, dünyada yüreğine en yakın varlıkların çocuklar olduğunu düşünür ve “Nasıl da çocuktur insan…” der her fırsatta.

Werther, dünyayı yeni yeni keşfeden ve hemen her şeye hayretle bakan küçük bir çocuktur. Ayrıca bu hayret ve keşif hâli örtük değil; gri bulutların ardından beliren göz alıcı güneş ışığı gibidir. Doğa, aşk, çocuk, sanat, kendine yakın bulduğu kitaplar ve bakıp gördüğü her şey onda bir hayret ve hayranlık hissi uyandırır. Karşılaştığı kişilerde kendi içinin aynasını görür; böylece kurguya dahil olan karakterlerde Werther’in içinden bir parça görürüz ya da her karakterde bir parça Werther tortusu kalır.

Tüm bunlar ışığında Genç Werther’in Acıları’nın hem muhteva hem de biçim yönüyle pek çok yenilik barındırdığını söyleyebiliriz. Yayınlandığı dönemde Werther salgınına yola açarak herkesin mavi ceket, sarı pantolon giymesi gibi bir etkiye yol açmasa da duygu yönüyle kurduğu köprü bugün hâlâ sağlamdır, ışığından ve geçerliliğinden bir şey kaybetmemiştir. Asırlar öncesini aydınlatan bu ışık, bugün de aynı kuşatıcı etkiyle insanları aydınlatmaya ve ışığı altında toplama devam ediyor. Tam da bu noktada, Ahmet Haşim’in Goethe’nin evini ziyaretinden sonra kaleme aldığı “Faust’un Mürekkep Lekeleri” isimli yazısının son cümlelerini anımsamak ve bu ışığın tazeliğine kulak vermek yerinde olacaktır, “Yüz sene evvel içinde can verdiği oda, memleketin her tarafından yeni gönderilmiş çelenk yığınlarıyla dolu idi. Sanki şairin cesedi henüz kaldırılmamıştı ve havada esen şan ve şerefin ıtırı, o sabah açmış iri bir kırmızı gülün kokusu gibi taze ve kuvvetliydi.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu