11 Ocak 2024 Perşembe

Çözümlenmemiş bir Oedipus kompleksi

Bitimsiz varlık aleminde üç tür hayat olduğuna inanıyoruz; ahiret hayatı, kabir hayatı ve dünya hayatı. Ahiret hayatı sonsuzluktur gözümüzde, kabir hayatı bir hassas bir denge, dünya hayatı ise en kısa olanı, bilimsel araştırmalara göre ortalama 65-80 yıl arası. İnanıyoruz ki dünya hayatında yaptığımız iyi kötü ne varsa ahiret hayatımızın belirleyicisi olacaktır ve yine inanıyoruz ki dünya ahiretin tarlasıdır. Bu tarla üzerinde doğup ölüyoruz, sevdiklerimizi bu toprağa gömüp yeni acılar yeşertiyoruz içimizde, ama sonra unutuyoruz bir an, öleceğimizi ve ölmüş olanlarımızı. “Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitti ömrüm” hayıflanmalarını hep taze tutuyoruz rafta, zamanı geldiğinde çıkarıp gururla tüketiyoruz.

Ahiret tarlasında yaşadığımızı bilip mutfak fayanslarını komple değiştirmek için kredi çekiyoruz, borç ödüyoruz, o fayansları 35 sene sonra göremeyeceğimizi unutuyoruz.

Tüm bu unutulanlar hafızanın mavi sularında yüzeye çıkınca bir pişmanlık yaşıyoruz, şu an olduğu gibi ve bu dünyadan sessizce geçip gitmeye çabalıyoruz. İyi bir dolma kalemimiz, hafif bir çadırımız, ilk baskı Ergin Günçe kitaplarımız ve muhannete muhtaç olmayışımız bizi bu dünya yolculuğunda mutlu ediyor, fazlasına talip değiliz. Bu koca tarlada çabalıyoruz, kendi yöntemlerimizle, kendi hapishanelerimizde fakat görüyoruz ki bu yöntemle kapılardan geçemiyoruz, boynumuzu eğmemizi istiyorlar. Reddediyoruz. Kapılardan geçmek için boynumuzu eğmeyi reddedeceğiz.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabı da bu hapishanelerden birine çeviriyor başımızı. İlk baskısı 2011 yılında İletişim Yayınları tarafından yapılan kitabın ana karakteri Cemil ve onun pek sevgili eşi Nazlı. Arka kapak yazısında ‘’Aşk üzerine küçük bir roman’’ diye bir tanıtım cümlesi kurulmuş. Tam anlamıyla facia, bu cümlenin yazarın bilgisi dahilinde kullanılmış olma ihtimali bile okuyucuyu huzursuz etmeye yetiyor. Birincisi kitap bir aşk romanı değil (bu niyetle okuyacak olanlara duyurulur), ikinci olarak da roman bahsedildiği gibi küçük değil (umut ediyoruz ki bu metne imza atan kişi, romanın sayfalarını sayıp böyle bir çıkarımda bulunmamıştır) zira 166 sayfalık bu kitabın manası hacminden çok daha büyük, umarız yayınevi bu garipliği fark eder ya da popüler kültürün gerekliliğine uyarak böyle anlamı çürük ama sırtı parlak reklam cümleleri kurmaya devam eder.

Romanın ana karakteri Cemil kolay kolay akıllardan çıkmayacak bir tip, bunu sahip olduğu çok farklı kişilik özellikleri veya enteresan yaşam tarzına değil sade ve takıntılı bir adam olmasına borçlu. Kitabın başlarında Cemil’in Türk Edebiyatı’nda hangi karakterle akraba olduğu sorulsa ilk olarak Bay C. ikinci olarak da Hayri İrdal derdim, nitekim ilerleyen sayfalarda Barış Bıçakçı şöyle diyor: ‘’… en azından o an için ne istediğini biliyordu: Bir Yusuf Atılgan kahramanı olmak istiyordu’’.

Cemil sıradan bir adam, on iki yıl boyunca inşaat mühendisliği yaptıktan sonra bir kitap çalışması için işten ayrılıyor ve üniversitede tanışıp evlendiği Nazlı ile Ankara toplu konutlarda 1+1 evlerinde sakin bir hayat sürmeye başlıyor. Bitirdiği kitap projesini İstanbul’da bir yayınevine teslim eden kahramanımız için artık o cehennemin kapısı açılıyor: Beklemek.

Doktor Nazlı her sabah işe giderken Cemil de o gün yapacağı işleri kuruyor zihninde; kahvaltı sofrasının toparlanması, temizlik, günlük okumalar, bozulan saatin saatçiye götürülmesi ve yüzlerce kez dinlenilen albümlerin tekrar başa sarılması.

Kitap, insanın köşeye sıkışmış ruh halini, çıkmazlarını, hastalıklarını, ölümlerini ve gündelik dertlerini temiz bir dille okuyucuya aktarıyor. Temiz bir dil kısmı oldukça önemli, süslü cümlelerden, uzun betimlemelerden, can sıkıcı kelime kalabalıklarından oldukça uzak. Derdini en kısa yoldan etkileyici bir şekilde söyleyip okuyucuya bu basitlik üzerinden düşünme fırsatı sunuyor. Barış Bıçakçı’nın kullandığı bu temiz dilin kendisinin şairlik geçmişinden kaynaklandığını düşünüyorum, zira Bıçakçı’nın, Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile 1994 ve 1997 yıllarında iki şiir kitabı yayınladıklarını biliyoruz. Şairliğin az kelime ile çok şey söyleme becerisi yazarın romanına da sirayet etmiş gibi duruyor.

Parmağıyla işaret etmeden bize birçok yaşamsal krizi gösterebiliyor Bıçakçı bu romanında ve bunu büyük bir sakinlikle beceriyor. Toplu konutlarda yaşayan insan topluluklarının birbirleriyle olan ilişkileri mesela, site sakinleri sadece ortaya çıkan problemler neticesinde birbirlerinin kapılarını çalıyorlar. Kitap boyunca akıtan bir banyo konusu var (Zeki Demirkubuz’un kapanmayan kapılarını akla getiriyor) ve komşuluk ilişkileri, komşu ziyaretleri bu bağlamda gerçekleşiyor. Toplu konuttaki dairelerin banyoları alt kata sürekli su sızdırıyor ve bu durum tüm dairelerde böyle, problemin kaynağını bulmak güç, en iyisi yazar bu akıtan banyo konusuyla bizlere ne söylemiş olabilir deyip kenara çekilelim.

Psikanalitik pencereden Cemil’e bakacak olursak karşımızda psikolojik rahatsızlıkları olan birini göreceğiz. 6 yaşında annesini kaybeden Cemil, yirmili yaşlarda gergin, mutsuz, otuzlarında dünyadan kaçıp eşine sığınan, kırklarında ise takıntılar üzerine kurulu bir hayat yaşayan biri. Cemil’in annesini 6 yaşında kaybetmesi ve babasının bu kayıp sonrası hayata karşı verdiği tepki kahramanımızın karakterini oluşturuyor. Freud’un psikoseksüel dönemlerinde 6 yaş latent döneme denk gelmektedir. Bu dönemde çocuklarda Oedipus karmaşasını çözmesi ve cinsel kimlik rollerinin tam manasıyla oturması beklenir, yaşanabilecek sıkıntılar ise gelişim dönemini sekteye uğratıp ileride sıkıntılar doğuracaktır. Karşı cinsle kurulan simbiyotik ilişkiler, sahip olunan yaşam enerjisini yeterli kullanamama, içsel kontrolde aşırılık, kişilik gelişiminin tam manasıyla oluşmaması ve obsesif bir karakter oluşumu gibi problemler görülür.

Kitabın 13. bölümünde kahramanımız Cemil ölen babasının eşyalarına sarılmış ağlamaklı bir haldeyken içeri Nazlı girer ve Cemil o an kendini Nazlı’yla beraber yatakta hayal eder. Vaktiyle çözümlenemeyen bir ödipal karmaşa bu fikir uçuşmalarına neden olan yegane şeydir. Cemil’in kendini o an Nazlı’yla yatakta düşünmesi içgüdüsel olarak babadan kaçıp (katarsis korkusu sebebiyle) anneye (yani anne yerine koyduğu Nazlı’ya) yönelme çabasıdır. Belki de Cemil bu davranışıyla hiç yaşamamış olmayı ve ait olduğu yere dönmeyi istemektedir.

Latent dönemde almış olduğu yara Cemil’i içedönük ve obsesif bir kişi haline getirmiştir. Maddi ve manevi anlamda sığındığı eşi Nazlı ve iki-üç arkadaşı dışında sosyal bir hayatı olmayan kahramanımız kapalı ve sınırlı bir adam. Kendi çizgileri ve yaşama alanı dışına çıkmak onu tedirgin ediyor, kitaptan şöyle bir örnek verelim bu durum için: ‘’Kitabı açıp ayaküstü bir şiir okudu. Şiir çok güzeldi. İçinde hemen eve dönme isteği uyandı. Cemil için güzelliğin şaşmaz ölçütü bu olmuştu: Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldi’’.

Aynı zamanda obsesyonları da olan bir kişi Cemil. Ankara’da yaşanan su probleminden sonra barajlardaki doluluk oranını yetkili bir ağızdan duymak için haftalarca sular idaresini arayacak bir şekilde hem de. Ya da duvara sabitlenmiş mutfak dolabının fazla yük neticesiyle üzerlerine düşecek olma ihtimaliyle kendisini fazlasıyla tedirgin edebiliyor. Cemil’in bu derece yüksek kaygıya sahip olması babasıyla geçirdiği annesiz günlerin bir eseri gibi duruyor, çocuklukta açılan yaralar ne yazık ki ilerleyen yıllarda kabuk bağlamıyor.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi, merakı insan olanlar için keyifli ve derin olmasına rağmen dikkatli bakılırsa dibi görünen bir deniz gibi, edinip okumakta fayda var.

Kitapta yüzümüzü gülümseten güzelliklerden biri de Barış Bıçakçı’nın vaktiyle yayınlanan Sultan Makamı dizisine gönderdiği selam oldu. Yazımızı kitabın bu bölümünden bir alıntıyla bitirelim: ‘’Cemil saat iki gibi öğle yemeğini yerken televizyonu açtı. Eski dizileri gündüz kuşağında tekrar gösteriyorlardı. Yıllar önce yayımlanan Sultan Makamı dizisinin ilk bölümlerinden birine rastlayınca sevinçle seyretti. Dizi o kadar hoşuna gitti ki, birden kitabının yayımlanmasını çok istedi. Hayat, Cemil’in davet edildiği bir şölendi evet ama Cemil eli boş geldiği için huzursuzdu, şölenin tadını çıkaramıyordu. Yayınevini aramayı düşündü, vazgeçti.’’

Vazgeçtik.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur

"İlim kendin bilmektir"

“Kendini bil, aynaya bakıp kim olduğumu keşfetmem talebi değil, kendi üzerime çalışmak suretiyle kim olacaksam olmam talebidir.”

İnsan iki kere doğar. İlki takvim günüyle kayda alınan doğumdur. İkincisiyse kendini bilmeye başladığı ilk andan itibaren ölüme kadar süren bir süreçtir. Varoluşun farkına varmak, uzun, sancılı ve çetrefilli bir doğumun başlangıcıdır. Ve aslında bu ilk fark edişten itibaren insan kendiyle de her an yeniden tanışır. Varoluşun temel sorusuna cevap aramakla başlar süreç; “Hayatın anlamı ne?” Kendine bir anlam inşa ederken insan kaybolur. Çünkü her buluş, kaybedişten sonra gelir. Kayboluşların çizdiği rota insanı kendilik sürecinde büyütür, olgunlaştırır. Takıldığı her çelme insanın bakışını kendine çevirmesine sebep olur. Zira “Bütün yolculuklar içimizedir.

Kendi Özünü Bil, modern çağda insanın kendisiyle yeniden tanışmak için bir yoldaş niteliğinde. Oldum demek şüphesiz hamlıktır. Kitap o hamlığın nasıl pişmesi gerektiğine dair naif yollar seriyor okuyucuya. Herkesin anlatan taraf olmak istediği, kimsenin bir diğerini duymaya isteği ve niyeti olmayan bir zamanda, insanı dinleyen bir kitap diye nitelendirmekle ancak hakkını verebilirim diye düşünüyorum. Soru cevap şeklinde hazırlanan kitap, insanın karanlıkta kalan, yüzleşmekten korktuğu ve dolayısıyla kendi olmaktan da uzaklaştığı her konuda bir terapi odası yargısızlığıyla yapıyor bu yoldaşlığı. “Olmak cesareti” hangi yollardan geçer, insan kendisini nasıl tanır, kendini bilmek ne demek gibi soruların yanı sıra, “Ben hayatın/hayatımın neresindeyim?” sorusuyla da yüzleştiriyor.

İnsan bildiğini tanır, tanıdığını sever. Kendini bilme serüveni, kendini tanımakla başlar. Ve “Kendimizi tanıdıkça aslında kendimizi ne kadar az tanıdığımızın farkına varırız.” Başta söylemiştik; bu ölüme uzanan bir yolculuk. Kendiyle tanışan insan, kendini olduğu gibi, doğrusuyla yanlışıyla kabul edip, eksikleriyle, zaaflarıyla, hisleriyle, fikirleriyle kendini sevmeye adım atmış olur. Kendini sevebilen insan, dinginleşir ve olgunlaşır. “Kendini bilecek insanın evvel emirde kendisine dürüst olması lazımdır.” İnsan kendi karanlığına bakmak istemez. Fakat asıl giz, o karanlıkta saklıdır. Kişinin görmezden geldiği kendisidir aslında. Ve aslında hiç kaçamayacağı, eninde sonunda yakalanacağı kişi de aynadaki aksinden başkası değildir. “Yanmayı göze almayan bilemez.” Yüzleşmekten kaçan kişi, kendi hayatının figüranı olmaya da mahkûm kalacaktır şüphesiz.

Kendimizin farkında olmakla başkaları üzerindeki etkimizin de farkına varır ve katı düşüncelerimizi askıya alabiliriz. Bir şeyleri başka açıdan görmeye niyet ettiğimizde, o kesinlik arzusu söner ve dünya büyük bir genişlik halinde önümüze açılır.” Kişi dünyaya iç aleminden bakar. Gördüğü, kendi içini bildiği kadardır. Kendisinin farkında olan kişi, yargılamaktan çok anlamaya çalışır. Suçlamaktan ziyade empati kurar. Muhatabını görmek istediği şekilde değil, olduğu gibi görür. Risk alır ve bağ kurar. Evet risklidir bağ kurmak. Çünkü “Sevmek, incinmeyi göze almaktır.” Büyümek de aslında bu incinmelerle kendini tanımak ve yeniden inşa edebilmekte gizli. Düştüğü, incindiği, kırıldığı yerden yara alan insanın çok daha güçlü bir kendilik algısı oluşur. “Işık yaradan sızar.” Netice olarak; “Büyümek her zaman ve her yerde, çok kesin cevaplara sahip olmamakla kaim.” Kendini bilen insanın sanıyorum ki en büyük özelliği iddiasız oluşudur. “Hayatta her şey mümkün” esnekliğini yakalamış kişi, olan biteni sineye çeken kişi değildir. Hayatın getirdiklerine hazır kişidir.

Bazen öyle bir şey olur ki, hayata olan bağlılığımız, inancımız, umudumuz derin bir yara alır. O güne kadar bildiğimizi sandıklarımız yerle bir olmuştur. Ve ortada ne yapacağını bilemeyen bir “ben” kalmıştır. “Yeni şeyler öğrenmek için bazen bildik ezberleri unutmak icap eder.” Bir anda cahil kalışın yarası kalbimizi zorlasa da o eski beni öldürüp yeni bir ben inşa etmenin yolu bildiğini unutmaktan geçer. Süreci kendine acımaya bırakmadan, tekamülün eşiklerinden olan yası geçirip taze bir gerçeklik inşa etmek gereklidir. Kitapta da alıntı yapılan yazar Marianne Williamson’ın da dediği gibi; “En derin korkumuz yetersiz olmamız değildir, en derin korkumuz, ölçülemeyecek kadar güçlü olmamızdır. Bizi en çok korkutan karanlığımız değil, ışığımızdır. Kendimize soruyoruz, ben kimim ki parlak, muhteşem, yetenekli olacağım? Sen kim değilsin ki öyle olmayasın?

Kendi içinde sağlam bir benlik oluşturamamış, iç huzurunu yakalayamamış kişi nereye giderse gitsin mutmain olamayacaktır. Huzur, olmuş olana razı olmaktan geçer. Geçmişin ve geleceğin eksilerini ve artılarını olduğu gibi kabul etmek, geçmiş ve gelecekle kavga etmeden ana odaklanmak, etki alanında elinden geleni yaptıktan sonra geri çekilmeyi bilmek, bahsettiğimiz iç huzurunu yakalamanın en önemli adımıdır. Olanı takmamak yahut hissizleşmek değil kastedilen elbette. “Yaşamda bizi sarsan, dünyamızı altüst eden olaylara onların faillerinden bağımsız bakabilmeyi başardığımızda, bizi şahsi yolumuzdan değil, yolumuza çevirdiklerini görebileceğiz.” Olana razı olmak, tepkisiz kalmak değil, hisleri yok saymadan devam edebilmektir. Farkındalığı artan kişinin huzursuzlukları da huzura dönüşür. “İnsan kendi uçurumlarına bakarken zorlanabilir, başı dönebilir ancak kendi derinliklerini de ancak böyle fark eder.

İnsan kendini bulmak için önce kaybetmelidir.” Yokluğu bilinmeyen şeyin varlığının da bir kıymeti harbiyesi olmaz. İnsan ancak kendi değerini fark ettiğinde bir başkasına da değer verebilir. Bütün yollar içimizden ve kendimizle olan ilişkimizin dinamiklerinden geçer. Kendini tanımak için de başkasıyla iletişim kurmak şarttır. İnsan muhatabı tarafından bilinmek ister. “Ben” olmanın yolu muhataplarımızla kurduğumuz ilişkilerde gizlidir. Zira; “İnsan sonsuz bir yankıdır. Ötekinin varlığı benim varlığımın teminatıdır.

Fikren ve hissen insanı menfi manada yoran ve doyuran bir eser. Her iyileşme yüzleşmeyledir. İnsanı kendiyle yüzleştiren bu kitap okudum bitti denilecek gibi değil de zaman zaman bir büyüğe danışır gibi ele alıp istifade edilebilecek bir anlatıma sahip. Son sayfadan kendiliğimizi deneyimleyebileceğimiz bir soruyla bitirelim; “Eğer hayatınız yakından tanıdığınız birinin hayatı olsaydı onunla yoldaşlık etmekten memnun olur muydunuz?"

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

10 Ocak 2024 Çarşamba

Cümlenin cereyanı, kelimenin buğusu

1560 yılında Montaigne Les Essais”i yayımladığında sadece yeni bir edebî türe şahsiyet kazandırmamış aynı zamanda onun ismini de koymuştu: “Deneme”. Çok kısa bir zamanda edebiyatın sonsuzluğunda kendine ait bir krallık inşa etmeyi başaran deneme, sınırsız ilgi alanının, hükümferma kalem sahiplerinin, eşsiz üslupların, dimağı zenginleştiren estetiğin merkezi oluverdi. Akademik kaygılardan azade yazmanın rahatlığı, okuyucuyu kendine çeken samimi yaklaşımı ve yazarının mahareti bir araya geldiğinde tarifsiz güzelliklerin kapısını okuyanın zihin dünyasında açan deneme, bu özellikleri ile en sevilen yazı türlerinden birine dönüştü.

Montaigne’in açtığı yolu izleyen Francis Bacon, Thomas Eliot, Aldous Huxley, Albert Camus, Jean-Paul Sartre gibi kudretli yazarların güzel örneklerini verdiği deneme Tanzimat Dönemi ile hayatımıza girmiş ve ülkemizde de çok sevilmiştir. Cenab Şehabettin’den Ahmet Haşim’e, Refik Halid’den Ahmet Rasim’e, Salah Birsel’den Tanpınar’a, Falih Rıfkı’dan Nurullah Ataç’a, Sabahattin Eyüboğlu’dan Vedat Günyol’a, Cemil Meriç’ten Doğan Hızlan’a… Liste uzayıp gider. Her birinin kendine özgü tavırları, konuları ele alma biçimleri, inşa ettikleri dil sarayları, bu yazı türünün ihtişamının doruklarını ifade eder. Onlar matbuatın içinde, yazının göbeğinde, güzelliklerin temaşasını edebiyatın sınırsızlığıyla kelimeden heykeller yontarak ortaya koyanlardır.

Yazının göbeğinde olmak önemlidir. Her devletin siyasi başkentinin yanında bir de kültür başkenti vardır ki edebiyata dair her şey o merkezin etrafında şekillenir. Merkezden uzaklaştıkça da kalem ehli kendi taşrasına düşer. Taşrada söylenen türkü, okunan şiir, yazılan kitap her zaman makes bulmaz o mahfillerde. Tanınmamak, var olmadığınız anlamına gelir çoklukla. O nedenle taşrada söylenen söz büyük söz kabilinden söylenmeli, sedası defalarca edebiyat muhitlerinde yankılanacak kadar güçlü olmalı, mesajı zihinleri aşarak gönüllere tesir etmeli. Etmeli ki bilinsin, hatırlansın, iz bıraksın; var olduğunu göstersin.

Tekin Şener, Anadolu’nun ortasında, Sivas’ta kaleme aldığı ilk deneme kitabı Ötekiler Günü'nü 2018’de yayımladığında ne taşraya özgü kalem kaygılarını taşıyordu ne de var olduğunu ispat çabasını. Ama onun kalem tarihinin daha öncesi de vardı. Tekin Şener, Mülkiyeyi bitirdikten sonra kelimelerden resimler çizmek, prizmadan rengarenk ışık tayfları yansıtmak, hayatların hayaller ile iç içe geçtiği şehirleri tasvir etmek için devletin sağladığı imkanlara sırt çevirerek toprağına dönmeyi seçmişti. Pek çok kişi tarafından yadırganan bu seçim sadece Sivas’ın kültür tarihini değiştirmedi, tüm ülkede gıpta edilen önemli bir şehir-kültür dergisinin doğumuna da vesile oldu: “Hayat Ağacı”. Hayat Ağacı dergisinin ilk 37 sayısına can veren Tekin Şener, 2005 yılında yayın hayatına başlayan Türkiye’nin yüz akı bu dergi ile birçok şehirde benzerleri yayımlanacak şehir-kültür dergilerine de öncülük etti. Dergi ile haşir neşir olduğu bu zamanda birçok projede de yer aldı; şehir kitapları hazırladı, yayımladı, yayımlanmasını sağladı. Ötekiler Günü bütün bu birikimin kendi kabından taşmasıyla görünür kılınan ilk deneme kitabıydı. Ehli haberdar oldu, okudu, söyledi, biriktirdi ve bekledi. Ta ki Kayıp Mevsim Düşleri kitap raflarında yerini alıncaya kadar...

Kayıp Mevsim Düşleri, duymak istemeyenlerin kulaklarını tıkamalarına rağmen yazının göbeğinde yankılanan bir kitap oldu. Tekin Şener kitabın her bir bölümünde, kitabın güzel isminin taşıdığı örtük hüzünlerin, geleceğe dair hayallerin insanı yoğuran etkisini iliklerimize kadar hissettiriyor. Her bölüm bir başka mevsimin cilvelerini gönül dünyamıza taşıyor. Her yazı kendisine çok yakışan, büyüleyici başlığı ile daha okumaya başlamadan dimağımıza bırakacağı edebi lezzeti muştuluyor. Şener’in ilk mevsim için seçtiği “Seyir Var Seyir İçinde” başlığı aynı zamanda bölümün ilk yazısından ilhamını alıyor. Onun davetine daha icabet etmeden Seyyid Nesimi’nin sözleriyle,

“Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi
Gah inerim yeryüzüne seyreder âlem beni”

diyerek âlemi ve kendimizi temaşaya başlamış oluyoruz. Kalemin ve Kaderin Yazdığı başlığında “okumak” fiilini bütün anlamları ile kitabı, kitap okumayı veya hayatı okumayı yeniden keşfediyoruz. Beraber ve Yalnız Türküler, yazarın içine işleyen güzelliklerin sadeliği ile türkülere başka bir zaviyeden bakmanın ve türkülerin “biz”i inşa etmede ne kadar etkili olduğunu hatırlatıyor. İnsan Bu başlığı kendimizi gönül aynasında seyretmenin ve görünenin ötesine bakmanın, daha da önemlisi görmenin imtihandaki karşılığına vurgu yapıyor. “Kişi dünyaya insan gelir. İnsan kalmak ve insan ölmek ise bir idealdir.

Kayıp Mevsim Düşleri başlıklı yazıdan hangi güzellikleri devşirebileceğimizi anlamak için giriş cümlesini okumak bile yeterli olur. “Erguvan renginde, kiraz dolgunluğunda, ıslak yaprak buğusunda, baygın iğde kokusunda, taze yaprak yeşilinde gelsin bahar. Irmak coşsun, gök dolsun, şevk artsın, çiçek açsın…” Nihayetinde bozkırın ortasında bir anlığına kendini gösteren baharın ümidi temsil etmesi çokça başvurulan bir imgedir. Lakin Covid-19 pandemisinin hepimizi evlerimizde mahpuslukta eşitlemesinin yarattığı hastalıklı tutumlarda, mevsimin anlamını kaybettiği hüzün dolu günlerde, ümide dair hayaller kurulduğunu Şener bizlere tekrar tekrar hatırlatıyor. Nitekim sonraki yazı tam da bunu işaret ediyor: Gam Kasavet Gelmiş Boydan Aşıyor. Hepimizin tecrübe ettiği ve ölümün bir başka şekilde geldiği zamanların tanıklığı satırlara düşüyor. Denemesi Bedava’nın At Sırtında Anadolu’yu! yazısının sebeb-i telifi olduğunu yazıyı bir solukta okuduğumuzda anlıyoruz ancak. Ve Anadolu bambaşka bir çehre ile kucaklayacak bizi. Veysel’in insanlığı kucakladığı gibi kucaklayacak. Yazar, Veysel Oldum başlığını yazıya yakıştırırken Anadolu’yu Veysel’e, Veysel’i kendine katacak ve birbirini besleyen insan damarını bizlere sevginin diliyle söyleyecek. Bölümün son yazısının ülkemizi yasa boğan 6 Şubat depremine hasredilmiş olması elbette şaşırtıcı olmamalı. Hele de başlığına baktıktan sonra. Ümidin iyimserlik ile harmanlaması, toplumun deprem sonrasında gösterdiği fedakârlık ve dayanışma duygusunun tarihe bir not düşümü gibi duruyor adeta. Bu nedenle Yeraltı Canavarlarını Dehlemek fazlasıyla can yakıcı, fazlasıyla kişisel bir tutumun topluma yansıyan hâlini ifade ediyor.

Kitabın ikinci bölümü “Kötü Düşünceler” ismini taşıyor. Aynı zamanda bölümün ilk yazısı da… Bölüm sadece üç yazıdan oluşuyor ve üçü de birbiri ardınca bize kendi kıvamımızı bulma konusunda kendimize dönmeyi öğütlüyor aslında. Esrikli Uğultular ve Kasvetim Benim Büyüsüz Gerçeğim karamsarlığın bütün hâlleri ile yüzleşmenin, umudu güçlendiren, bakış açısını olumlayan, iyimserlik iradesine vurgu yapıyor.

Duyduk Duymadık Demeyin” başlığı üçüncü bölüm hakkında çok fikir vermese de ilk yazı ile yazarın ne kastettiğini hemen anlıyoruz. Dinle Dinleyebildiğin Kadar başlığı, kâinatı okumanın ötesinde onu dinlemenin, insanı dinlemenin, hayatı dinlemenin renklerini hatırlatıyor. Zannettiğiniz Kişi Değilim Ben yazısı ise “ben”i dinlemenin edebini. Nitekim bölümün üçüncü yazısı olan Delilik Eşiğimizde iç sesimize kulak vermemizi, Sesimi Sesine Kattığımın Dünyası ise dünyaya dair seslerin ayırdına varmamızı sağlıyor. Ve yazarın diliyle biz de söylüyoruz: “Dünya sesin vatanıdır.

Tekin Şener’in dünyasında ışık, fotoğraf ve şehir her zaman müstesna bir yere sahip olmuştur. Kendisini tanıyanlar bu nedenle “Işıkçiz Hayalhanesi” başlığını görünce hangi dünyayı tarif ettiğini hemen anlayıverirler. Onun fotoğrafa yaklaşımı da ışığın eşya ve zaman üzerine düşürdüğü anlam dünyasını, gönül aynasından yansıyanlar eşliğinde okumak ve kelimelerle yeniden inşa etmek oluyor. Hem Işıkçiz Hayalhanesi hem de Kelimeler ve Görüntüler yazıları görüntülerin kelimelerle bilince vurmasının ötesinde şüphe götürmez varlıklarının da anlatıcısı haline geliyor. Beni de Alın Ne Olur Koynunuza Hatıralar ve Aile Albümlerinin Sakladığı başlıklı yazılar akan zamanın zihinde veya fotoğrafta donduğu anları yeniden yaratma imkânını anlatıyor. İki Fotoğrafın Yazgısı ise bu durumun iki fotoğraf teki üzerine düşen hissesini. Meçhul Şehir fotoğrafın şehirde bıraktığı hatıranın bir şahsın hikayesindeki izdüşümünü siyah-beyaz melodiler eşliğinde terennüm ediyor.

Son iki yazı fazlasıyla şahsi görünse de Tekin Şener bir kez daha “ben”in varlığında “biz”i tarif ediyor. Ömrüm Bitmeyen Bekleyiş ve Halbuki Ben… yazıları bu bölümde yer alan fotoğrafların eşliğinde okunduğunda daha bir anlam kazanıyor. Hatta yazar fotoğrafları tamamlayıcı unsur olarak değil de yazının bir paragrafı gibi kurguluyor. Ancak fotoğrafların kötü baskısı ve hatların belirsizliği, her iki yazıyı da sadece kelimelere mahkûm kılıyor. Fotoğraflar daha kaliteli basılsaydı yazıların mahiyeti daha doğru kavranabilirdi.

Tekin Şener kelimeleri birer birer gönül süzgecinden geçirip sayısız düğümlerle birbirine ekleyerek size bir halının bütün renklerini, motiflerini, yaşanmışlıklarını, hayallerini, hikâyelerini, masallarını kâğıda dokuyarak anlatıyor bu eserinde. Ya da bir halının bütün motiflerinin tek bir düğüme yüklediği gibi bir hayatın bütün inceliğini, ahengini, lezzetini tek bir paragrafa, cümleye hatta kelimeye yüklüyor. İnsan dediğimiz muamma biraz da böyle bir çocuk değil midir?

Sen hayalleri dünyaya değince dökülen çocuksun.

Tahir Günay

3 Ocak 2024 Çarşamba

Aşkın uzun hikâyesi

Fuzûli'den Şeyh Galib'e Aşkın Uzun Hikâyesi, Necmettin Turinay’ın hazırladığı inceleme. Turinay, eserlere şiir yönünden yaklaşmıyor, Fuzûli’nin ve Şeyh Galib’in hikâyeci yönünü ele alıyor, eserleri hikâye penceresinden okuyor ve yorumluyor.

Turinay meseleye en baştan giriş yapıyor. Şifahi anlatı geleneğini inceleyerek girizgah yaparak, geçmişten bugüne hikayeci kişiliği adım adım tarif ediyor. Meddahlardan, o söz ustalarından nasıl bir hikayeci vasfına sahip olduklarının ayrıntılı anlatımıyla açıyor perdeyi.

Meddahlar insanlara var olan bir hikayeyi anlatırdı. Ama onları böylesine önemli kılan husus, hikayeyi kendilerine özgü bir tarzda sunmayı başarmalarıydı. Onlar hikayeyi sadece onlara has bir bakış açısıyla dile getirirlerdi. Böylece her meddah aynı zamanda sözü bir şekilde özgün bir yazar olurdu. Yazar kavramını bilerek kullanıyorum. Onların basılı bir kitabı yoktu ama anlattıklarının sahibi onlardı.

Dolayısıyla gelenek form değiştirirken birebir değişim meydana gelmedi. Yazılı eserler verilirken dahi yazar sahneyi/kitabı bir anlatıcıya devretti. Öyle ki yazar aynı zamanda dinleyici oldu. Mesnevilerde anlatıcı ile müellif arasındaki fark her zaman göze çarpmıştır. İnşa edilme aşamasında olduğu için anlatıcı, bugünkü eserlere nazaran daha ön planda kalmıştı. Anlatıcının, yazarı veya okuyucuyu dinleyici olmak pozisyonundan çıkarması biraz daha zaman alacaktı.

Turinay, Tanpınar’ın romanın bizde olmadığı, Batı’dan alındığı görüşüne değiniyor sonrasında. Tanpınar’a göre Batı’da günah çıkarma vardı, Cemil Meriç’e göre roman itiraftı, bizde bu kültürler olmadığı için bizde romanın ortaya çıkışı epey zaman sonra olmuştu. Turinay’a göre bu yorum isabetsiz çünkü romanın kurmaca eser olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca Turinay’a göre klasik müelliflerimizin tahkiyeci özelliği göz ardı edildiği için roman konusunda böyle isabetsiz görüşler çıkmaktadır. Örneğin Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun eseri bizde doğrudan ve sadece şiir olarak ele alınmış veyahut da tasavvufi eser mahiyetinde incelenmiş, onun hikâye kısmı görülmemiştir. Zaten Necmettin Turinay’ın eserinde asıl ele aldığı yön de burası işte. O Leyla vü Mecnun’a da Hüsn ü Aşk’a da tahkiye açısından yaklaşarak bizlere yeni bir pencere sunuyor.

Dönemin tasavvufi ortamının, eserlerin tasavvufi mahiyetinin olması, içinde tasavvufa götürebilecek cümlelerin olduğu her esere tasavvufi eser gözüyle bakmayı gerektirmez. Örneğin, Fuzuli’nin tasavvuf ile doğrudan bir bağı yoktur. O hiçbir tarikata intisap etmemiştir ancak onun eserine tasavvufi eser denilerek geçilebilmektedir. Aynı şekilde şiir formunda yazıldığı için salt şiir gözüyle bakılmaktadır. Oysa Leyla vü Mecnun dikkatle okunduğunda onun dönemine göre bir roman mahiyeti taşıdığını, en azından bizde roman yoktu iddiasını çürütebilecek bir metin olduğunu, romanın gelişmesinde başlangıç noktasında yer alabilecek bir eser olduğunu görmemek mümkün değildir.

Turinay’a göre edebi türlerin standartı sabit değildir ve her eseri devrine göre değerlendirmek gerekir. Bir eser için kendi devrinin romanı demenin yanlış bir tarafı yoktur. Esasında esere roman veya mesnevi demek önemli değildir ancak eser doğru bir şekilde ele alınabilirse.

Kısaca değinmek gerekirse Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun’una kadar yazılan mesneviler bir maksadı anlatmak için yazılır ve bütünlük içermez. Klasik formdadır, hepsi aynı kalıptadır. Fuzuli ise kendine has bir muhteva kurmuştur, hikayeye yeni şekil vermiştir. Mesnevi yazarları, mesnevi yazarken mesnevinin formuna sadık kalmıştır. Örneğin, mesnevi arasında gazel serpiştirmek gereklidir ve her mesnevi yazarı da gazel serpiştirmiştir. Veya bütünlük yoktur, farklı meclislerde edilen sohbetlerin toplanması gibidir eser. Fuzuli ise bir bütünlük içinde yazmıştır. O başından sonuna kendine has diliyle bir hikaye anlatmıştır. Öyle ki şiir formunda yazılması önemli değildir çünkü eser sanki hem bir şairin hem de bir romancının elinden çıkmış gibidir. Şiirin içinde bir anlatıcı saklıdır. O bize bir roman sunmaktadır. Hem de dilin en yetkin haliyle!

Bizim çok kısaca ve hakkını veremeyerek dile getirdiğimiz husus, Turinay’ın eserinde ustalıkla ele alınıyor. Yazar tek bir boşluk dahi bırakmıyor. Bizi klasik iki metin üzerinden geçmişe götürürken, bugünkü edebiyatımıza zihnimizi daha dolu ve yeni bakış açılarıyla bezenmiş halde ulaştırıyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Sen hiç ben oldun mu?

“Baktığın benim, gördüğün sensin."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Her insan bilmecedir. Aile, kimsenin çözemediği ama bir kenara da bırakıp gidemediği bulmacaların tek sayfada toplanmış hali gibidir. Herkes herkese çok yakındır. Ama kimse kimseyi çok da tanımaz aslında. Yakınlık körlüğü getirir çünkü. İnsan en çok aşina olduğunu ihmal eder.

Şermin Yaşar'ın ilk romanı Söyleme Bilmesinler'de aslında bir ailenin yirmi dört saatine tanıklık ediyoruz. Alelade bir yirmi dört saat yahut tanıklık değil ama… Yazarın da dediği gibi “Bazen yirmi dört saate gereğinden fazla şey sığıyor.” İnsan içine doğduğu ailenin izlerini taşır yüzünde, gözünde, sesinde. O izler her bir kardeşte farklı tezahür eder. Ama değil mi ki ana baba aynıdır; kopamaz o izlerin getirdiği bağdan. Kaderin cilvesi mi, insanın kendi kendisini tutsak etmesi mi bilinmez, dönüp dolaşıp aynı kuyuya düşmekle, anne babanın yazgısını yeni sürümüyle yaşamakla sınanır. Baş karakterlerimiz Emin, Ethem ve Ekrem paylarına düşen kaderi ve kederi anlatır bize kitapta. Yalnız onlar mı? Aileye gelin gelen eşleri de girer söze. Aile büyüdükçe yumak karışır. Hatta ölüler bile söz alır sırları açığa kavuşturmak için. Zorunlu birlikteliklerin daima karanlık tarafları da vardır. Sırlar, yalanlar, bilmezden gelişler... Her aile ayrı dinamiklere sahiptir muhakkak. Ve her aile, matruşka bebekler gibi içi açıldıkça yeni tanışılan oldukça eski yaralarla yüzleşecektir zamanı geldiğinde.

Öyledir. İnsan anne babasından yalnız huyunu, suyunu, kaşını gözünü almaz miras olarak. İçinde kapanmayan yaralarını, korkularını, söylenmeyen sırları, vicdan azaplarını, boş bakışları da alır. Her aile sıradan görünür dışardan. Her ev dışardan huzurludur. Hayat bir şekilde akıp gitmektedir ve sükûnet her şeyin yolunda olduğuna inandırır ötekileri. Ama öyle kesin yargılarla yürümez hayat. Evin duvarlarına siner içinde olup biten. Önceleri isyana başvurulsa da bir noktadan sonra herkes birbirinin dilini çözer. Her ailenin kendi arasında kullandığı ayrı bir dili de oluşur zamanla. Yahut ortak bir sessizliği… Hoş görmek ayrıdır tahammül ayrı. Aynı çatıyı paylaşmak aile olmaya yeter mi?

Sıradan bir ailenin sıradan fertlerinin hikayesini okuyoruz romanda. Yazarın ilk romanı, ancak karakterler sıradan oldukları kadar iyi de kurgulanmış. Karakterlerin kurgu olduğunu bildiğimiz halde kanlı canlı. Sokakta, otobüste, hastanede her an karşımıza çıkıp bize hikâyenin doğruluğunu teyit edebilecek kadar canlı. Sıradan insanların sıradan dertleri, kırgınlıkları, sevinçleri, kayıpları, boşlukları, sevilmeyişleri, kayboluşları, sözleri ve sükunetlerini anlatırken yanımızdan geçip giden herhangi biri olabilir hissiyatıyla okutuyor kendini roman. Yalın ve bir o kadar da gerçek. Hakikatin insanı inciten, yüzleştiren yönünü de görüyoruz romanda. Her karakterle empati yapmak mümkün. İnsan hakikati satırlardan öğrenemez elbet. Ama okudukları sadra işleyen şeyler olduğunda kendi hakikatine bir adım daha yaklaşmış sayabiliriz. Bilhassa Ethem karakterinin başlarda “ortanca çocuk görünmezliği” zannedilen hikayesi sona doğru evrildiği noktayla, yıkılmadan inşa edilmenin, tamamlanmanın, yüzleşmeden yaraların geçmeyeceğinin kanıtı gibi. Öyle ki yazar dahi kitabı kendisine ithaf etmiş; “Ethem hayali bir karakter. Ancak onu yazarken sıkıntısını, yalnızlığını, el yordamını o kadar derinden hissettim ki, bu kitabı Ethem’e ithaf ediyorum.” Ethem’in şahsında, hissettiği yalnızlığa geçerli bir sebep bulamayan, sıkıntısını ve içsel boşluğunu anlamlandıramamış, aidiyet kuramamış herkesin, Ethem’in hikayesiyle kendi hakikatini sorgulayacağı ve belki de bir anlama kavuşacağını düşünürsek, okur kimliğinden sıyrılıp, eserin ithaf edildiği karakter siz de olabilirsiniz.

Tüm ailenin tek tek içini döktüğü bu roman, çapraz bir sorgu olmadan “Aslında nasıl oldu?” sorusuna cevap arıyor her bir konuşmada. Karakterler konuştukça, aslında herkesin kendi açısından ne kadar haklı ve fedakâr olduğunu da görüyoruz. İletişimin olmadığı tüm ilişkiler yanlış anlaşılmalara ve akabinde hazin sonlara gebedir şüphesiz. Aile gibi bir kurumdaki iletişimsizliğin, kopukluğun nelere haiz olabileceğini gayet “bizden” ve “içimizden” bir üslupla anlatan yazar, o iç döküşleri bir cesaret anına çevirmeyi, her şeyin düzelmesi için olan düzenin yıkılması gerektiğini, yüzleşmenin başta acı verse de yaradaki cerahati akıtıp nasıl rahatlattığını içtenlikle aktarıyor okuyucuya. Ve sorguluyor;

Evlenip aynı çatı altında yaşıyorlar diye karı koca olur mu insanlar? Aynı ana babadan oldular diye birbirlerine sahiden kardeş olur mu çocuklar? Yıllar kalbini dağlasa da içlerinde o kor söner mi aşıkların? Her şeyi aşikâr olanların sakladıkları sırlar daha mı çoktur?

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

2 Ocak 2024 Salı

Bir tarikat silsilesine giren tek sultan: III. Murad

Tarihin kimi zaman aydınlık kimi zaman karanlık mevzilerinde gezinirken karşımıza en az çıkan saha maneviyattır. Modern tarihçilik anlayışında askeri, siyasi ve iktisadi kapılar esastır. Bu kapılardan girilir, genel bir fotoğraf çekilir ve sunulur. Oysa tarih boyunca tüm askeri, siyasi ve iktisadi faaliyetlerinde arkasında din ve maneviyat gibi önemli çıkış noktaları bulunur. Bunu görebilmek için de birçok farklı kapıdan bakabilme cesaretiyle birlikte araştırmacısından meraklı okuruna kadar herkesin ufkunu genişletecek bir üslup, tavır lazımdır.

Saz ve Söz Meclisi, Benim Adım Dertli Dolap, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi ve diğer pek çok çalışmasında; farklı disiplinleri cem eden bir tarih anlayışının yanı sıra Türk tarihinin her yanına kök salmış tasavvuf damarlarını da bizlere gösteren Türkan Alvan, bu kez yıllara serpilmiş gayretlerinin bir sonucu olarak III. Murad’ı hiç bilmediğimiz, görmediğimiz özellikleriyle anlatıyor. İz Yayıncılık etiketiyle 2021 yılında neşredilen Sultan Murad-ı Sâlis’in Dünyası: Mektupları ve Rüyaları Işığında Bir Derviş Padişah, yalnızca entelektüel bir biyografi örneği değil. Kendi varlık nedenini merak etmiş, bunun peşinden gitmiş ve marifet deryasından süzdükleri neticesinde tacından tahtından vazgeçebilecek hâllerin içinde derinleşmiş bir sufi-padişahın ömür defteri. Elbette bunun dışında Sultan III. Murad devrinin panoraması ile Osmanlı siyaset düşüncesine tasavvufun etkisi gibi son derece lezzetli konular da eserin önemli bir alanını oluşturuyor.

Kanunî Sultan Süleyman’ın torunu ve II. Selim’in mahdumu olarak 1574 ile 1595 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı, İslâm ümmetinin halifesi olan III. Murad’ın hayatında belirli aralıklarla mizaç çalkantıları görebiliyoruz. Bu çalkantıların içinde padişahın kendi varoluş nedenini keşfetme ve manevi cevherini açığa çıkarma gibi nedenlerin olduğu ise apaçık. Zira yaşadığı özel durumların neticesinde ilhamdan, müşahededen ve rüyalardan bolca nasipleniyor. Nasiplendiği bu alanlardan zaman zaman şüpheye düşebiliyor: “Asıl şüphem ilhâmdadur. Bugün -Azametim hakkı için kendi hazretim hazretime nasıl sevgiliyse sen de bana böyle sevgilisin, belki daha fazla, diye ilham geldi. Benim saadetim, böyle ilham gelen kişinin dünya ve ahireti parmağındaki yüzük gibi oynatır. Oysa ben kendi ricamı kendime bile geçiremiyorum, nerde kaldı başkaları sözümü dinlesin.

III. Murad tüm bu çalkantılarına ve düşe-kalka süren hâllerine tasavvufla çare aramış ve devrin meşayıhıyla önemli ilişkiler kurmuş. Türkan Alvan’ın çalışmasında sunduğu mektuplardan görüyoruz ki çevresindeki insanlar onun yaşadığı ve samimiyetle ifade ettiği hâlleri suistimal etmiş. Klasik bir mürşit-mürit ilişkisinden daha farklı bir ilişkiyle yol yürüyen III. Murad’ın ilk mürşidi Şeyh Şücâ, padişahın devrindeki pek çok olaya doğrudan müdahil olmuş. Dolayısıyla III. Murad için ‘yol yürümek’ pek de kolay olmamış. Onun manevi yönünü geliştiren ve psikolojisini tamir eden şahsiyetlerin başında Aziz Mahmud Hüdâyî geliyor. Sultanlara sultanlık etmiş bu büyük celvetî şeyhi, tatlı dille ve gerçekçi nasihatlerle padişahın ayaklarını yere daha sağlam basmasını sağlamış.

Kitabın sayfaları arasında gezinirken, geçmişten bu yana mutasavvıfların dikkat çektiği en hassas konulardan biri karşımıza çıkıyor: saltanat-ı dünyeviyye ile saltanat-ı maneviyyenin bir şahısta toplanması meselesi. III. Murad’ın hem padişahlık makamıyla hem de tasavvufla olan ilişkisine baktığımızda bu dünya işleriyle maneviyat işlerinin cem olmasının imkansızlığını görüyoruz. Prof. Abdülkadir Özcan’ın yorumuyla “yanlış zamanda ve konumda bulunmuş bir sultan” olan III. Murad, bilhassa Sokullu Mehmed Paşa’nın öldürülmesinden sonra kaht-ı ricâlin yaşandığı bir dönemle baş başa kalır. Burada Abdülkadir Özcan önemli bir soruyu da gündeme taşıyor: “[O dönemde] acaba dedesi Sultan Süleyman bulunsaydı ne yapabilirdi? Biraz da onun ve oğlu Selim’in bazı yanlış politikalarının kurbanı olan bir padişah tipi olan Sultan III. Murad’ın tasavvufa sarılışı, dünya meşgalelerinden kaçış gibi de algılanamaz mı?

Makul bir zemine yanaşabilmek için şimdi bu sorunun yanına hemen Türkan Alvan’ın mektuplar arasından çıkardığı padişaha ait şu cümleleri yaklaştırmak zorundayız: “Saadetim, bana dünya zevki gerekmez. Hemân Rabbim beni hoş tutsun, benden ayrı olmasın. Duadan unutmayasınız… Allahu tealaya sığındım. Ümmet-i Muhammed’i Allahu teala hazretine ısmarladım… Âh, bir yol bulsam başım alıp çıkıp gitsem kimse beni aramasa! Âlemin kahrı ve şerîrlikden halâs olup huzurumda olsam!

Hem tarihle hem de tasavvufla ilgilenen okurlar için şu zamanın büyük nimeti olan kitapta Türkan Alvan bazı önemli soruların izini sürüyor. Bunlardan biri: Padişahtan mürid olur mu? Alvan, seyr ü sülük gören müridin dünyaya dair her şeyi terk etmesinin gerekliliğini hatırlatarak, dünyevî iktidarın zirvesi olan saltanatın manevî mertebe katetmeye engel olduğunu anlatıyor: “Büyük mutasavvıflardan Belh Sultanının şehzâdesi İbrahim bin Edhem ve Kaygusuz Abdal saltanatın dervişliğe engel olduğunu gösteren örneklerdir. İbrahim bin Edhem ancak tâcını, tahtını terk ettikten sonra Üveysîlik silsilesinde Veysel Karanî’den sonraki pîr mertebesine erişmiştir. Alaiye sancak beyinin oğlu Alaaddin-i Gaybî de saltanat yolunu terk edip Abdal Musa’ya intisap ettikten sonra Kaygusuz Abdal olmuştur.

Fatih Sultan Mehmed ile Akşemseddin, Sultan I. Ahmed ile Aziz Mahmud Hüdâyî, Sultan II. Bayezid ile Muhyiddin Yavsî ve Şeyh Cemal-i Halvetî, Kanunî Sultan Süleyman ile Halvetî şeyhi Nûreddinzâde, Şeyh Üftâde ve Pîr İbrahim-i Gülşenî, Sultan IV. Mehmed ile Vanî Mehmed Efendi ve Karabaş-ı Velî, Sultan V. Mehmed Reşad ile Şeyh Ahmed Hüsameddin-i Dağıstanî arasındaki yakın ilişkiler pek çok kaynağa göre bir intisaba varmamıştır. Zira padişahların hilafet makamında adaletle bulunması, avam halkın zikrinden daha hayırlıdır. Geçmişte şeyh efendiler padişahlara teberrüken tac ve hırka giydirdilerse de bu ancak onların gönüllerini yapmak içindir. Öte yandan şeyh efendiler padişahlara manevî koruma için zikirler de tavsiye etmişlerdir. Türkan Alvan’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, “her padişahın bir tarikata intisabına delilsiz itimat edilemez”. Peki bu durumda III. Murad ile Şeyh Şücâ arasındaki ilişki nasıl görülmeli, yorumlanmalı? Alvan şöyle izah ediyor: “Çalışmamıza başlarken Şeyh Şücâ’nın kaynaklarda hünkâr şeyhi olarak tanınasından hareketle Sultan III. Murad ile Şeyh Şücâ arasında gerçek bir mürid-mürşid ilişkisi olduğunu düşünmemiştik. Ancak diğer padişahlardan farklı olarak Sultan III. Murad, hünkâr şeyhinin manevî himayesiyle yetinmemiştir. Sultan III. Murad kendisine biat etmek istediğinde Şeyh Şücâ sultanların irâdesini bir mürşide teslim etmelerinin neredeyse imkânsız olduğu kanaatiyle ‘Sultanların irşâdı gayet müşkildir’ diye reddetmiştir. Ancak Şeyh Şücâ’nın rüyasına giren Pîr’i Şâbân-ı Velî ‘Oğlum, Sultan III. Murad diğer sultanlara benzemez, git onu irşâd et!’ emrini vermiştir. Bu bilgi yukarıda anlattığımız padişahların sıradan insanlar gibi derviş olamayacağı bilgisini doğruluyor. Sultan III. Murad istisnadır, diğer sultanlara benzemez, onun dervişliği müstesnadır. Sultan III. Murad mektuplarında ‘padişahlar, beyler gibi değil, sıradan dervişler gibi’ gerçekten irşâd olmak istediğini sık sık söylemiştir. Ayrıca bir tarikat silsilesine giren tek sultan olan III. Murad, Şeyh Şücâ’nın vefatından sonra da başka şeyhlere intisâb etmiştir.

III. Murad’ın Şeyh Şücâ dışında intisâb ettiği ikinci mürşidi Tatar Şeyh İbrahim Kırımî’dir. Gelibolulu Âli’ye göre ise Şeyh Mehmed Dâğî, sultanın intisâb ettiği ikinci şeyhtir. III. Murad’ın uzaktan veya yakından irtibat kurduğu diğer veliler ise şöyledir: Aziz Mahmud Hüdâyî, Seyyid Nizamoğlu, Şemseddin-i Sivâsî, Hüsâmeddin-i Uşşâkî, Şeyh Memi Can, Nalıncı Hüseyin Dede. Sultan III. Murad’ın dervişlikle ve tasavvufla olan ilgisini daha pürüzsüz biçimde anlayabilmek için kitabın üçüncü bölümü ve sonrası imdadımıza yetişiyor. Türkan Alvan burada, Sultan III. Murad’ın rüya mektuplarını ihtiva eden Kitâbü’l-Menâmât üzerinde ciddi bir kazı çalışması yapıyor. Kitâbü’l-Menâmât’ta bahsedilen mutasavvıflar, dönemin siyasi ve sosyal gelişmeleri, Kitâbü’l-Menâmât’ta övülen kitaplar (Mesnevî, Füsûsü’l-Hikem, Mantıku’t-Tayr gibi) III. Murad’ın mürid-mürşid ilişkisi, seyr ü sülûku, padişahın tasavvufa dair soruları okuması son derece zevkli konu başlıkları. Yine bu bölümde Mustafa Merter hocanın önemli bir yazısı bulunuyor: Sultan III. Murad’ın pato-biyografisine göre nefs psikolojisi. Yazıdan şu fevkalade önemli cümleleri nakletmek isterim: “İlginçtir ki modern psikoloji ve psikiyatri maneviyât ve din ile sorunlu olduğu için bu cihanşümul insanî hâllerin, hususiyetlerin inceliklerini bilmez ve umumiyetle yanlış bir teşhis koyabilir. Bu modern ‘ruh-bilim’ nasıl bir ‘ruh’ bilimse ne üst şuur-dışını, ne kalbi, ne rahmânî hâlleri, ne de her insanda mevcut olan ‘can’ potansiyelini bilir. Umumiyetle cinsellik takıntılıdır, hatta belden üstünü yok sayar. Bu algıyla yetişen bir psikiyatr, bir insanda bu tarz belirtileri görse hastalık olarak kabul ettiğinden o insana ağır ilaçlar verir ve hatta elektro-şok tatbik ederek tedavi etmeye çalışır. Bu ‘tedaviler’ altında o lâtîf hâl ve hislerin ne olabileceğini tahmin edin. Hâlleri muhteşem bir senfoninin, mesela Ravel’in Bolero’su olabilir, lâtîf melodileri gibi hayal edersek icraat esnasında, bir grup sokak çalgıcısının âhenksiz davul zurna çalarak oraya girdiklerini düşünün…

Fakir, rüya ilmine ucundan kıyısından meraklı biri olarak Türkan Alvan hocamın bu çalışmasından fevkalade yararlandım. Özellikle sâlikin eğitiminde mürşide bilgi vermesi ve sâlikin eriştiği manevî derecelerin vaziyetini göstermesi açısından rüyalar son derece önemlidir. Herkesin gördüğü rüyanın aynı biçimde yorumlanmayacağına dair oldukça fazla delil ortaya koyan ve anekdot aktaran Alvan’ın Robert Frager’dan bir dipnotunu paylaşmak isterim: “Halvetî Şeyh Abdurrahman’ın aynı rüyayı gören iki kişiye farklı yorum yapması buna örnektir: Bunlardan ilki rüyasında minarede ezan okuduğunu görmüş. Şeyh Abdurrahman ona ‘Bu yıl hacca gidiyorsun, hazırlan’ demiş. Bir başkası aynı rüyayı anlatmış. Şeyh Abdurrahman bu kez celallenip ‘Çaldığını sahibine iade et, yoksa yakalanacaksın ve sonun çok kötü olacak’ demiş. Tabirin doğruluğuna şaşıran adam da hırsızlığa tevbe etmiş.

Seyr ü sülük içindeki derviş, rüyalarını sadece mürşidine anlatmalıdır. Onun rüyalarını sadece mürşidi yorumlamalıdır. Zira: “Rüyanın sonucu, çoğunlukla rüya sahibinin itikadına göre zuhur eder. Örneğin avam koyun ve deve görmeyi bereket ve hayr-ı harekete hamleder. Sâlikler ise, koyun görmeyi şehvet-i bâtınîyeye, deve görmeyi, kendisinde devenin sıfat-ı gâlibesi olan kin duygusu olmasına yorar. Sonuçta avama koyun; bereket salike ise şehvet makamında zuhur eder. Bu kıyasla her rüya, salike enfüsîdir ve sıfat-ı gâlibe ile tabir edilir. Avamın rüyaları ise âfâkîdir. Âfakta nasıl şöhret bulmuş ve hangi anlama yorulmuşsa ona göre tabir edilir.

Sultan Murad-ı Sâlis’in Dünyası, tarihi, tasavvufu ve psikolojiyi harmanlayan, disiplinler arası bakışın nasıl olması gerektiğini ortaya koyan bir kaynak kitap. Türkan Alvan hocamıza emekleri için can u gönülden teşekkür ediyor; afiyet, bereket, sıhhat içinde bir ömür diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İstanbullu sahafların söylediğidir

Kitabı hayatın önemli bir noktasına yerleştiren insanlar için sahaflar önemli mekânlardır. İster normal bir okur olun ister profesör olun bu mekânlar bizler için, yani Tekin Şener’in deyimiyle “yazıyı ve yazgıyı takip edenler” için farklı yeri olan yerlerdir. Tabiî ki büyük şehirlerden bahsediyorum, derin bir âh çekerek. Okuma oranlarımızın yerlerde süründüğü ülkemizde buna paralel kitapçı/sahaf sayımız da yerlerde sürünüyor. Ve ben her sene “şu kadar milyon kitap basıldı, şu kadar satıldı, aslında dünyada ilk bilmem kaçtayız” diyen yayıncı/yazarlarımızı da kale alamıyorum. Çünkü, başka bir yazımda da belirttiğim gibi kültür alanında varoşluğun tam ortasında yaşıyoruz. Çok kitap okunan bir ülkede kitap alıp okuyanlara tırnak içinde aptal gözüyle bakılmaz. Çok okunan bir ülkede kitap elden çıkarılacak ilk nesne gibi görülmez. Bu ancak varoşluğun kültür kabul edildiği ortamlarda olur. (Bir soruya Nedret İşli’nin verdiği cevap bu durumu güzel özetliyor aslında: Ülkemizde mali müzayakalarda, bahar temizliklerinde, evlerde yer açma çabalarında, hane değiştirmelerde, ölüm sonrası tasfiyelerde satılacak emtia olarak akla evvela kitaplar gelir.) Bu ortamlar da kitabın hatta “muhabbetin” eksik olduğu yerlerdir. Şunu düşünüyorum: Nüfusumuza göre oranlarsak, az sayıda ama çok okuyan insanımız var. Zaten yayın dünyası da bu okurların hatırına dönüyor.

Sahaflardan konu nereye geldi. Evet, İstanbul dışında biraz Ankara, Bursa, Konya’yı belki, sahaf/kitapçı konusunda sayabiliriz ama diğer şehirlerimiz maalesef çok yetersiz. Saf sahaftan bahsediyorum. Yoksa dükkân dönsün diye kitabın yanında kırtasiye ürünü de satanlardan bahsetmiyorum. Eski, değerli kitap alan/satan, bu işten anlayan insanlardan yani. Ki bu insanlar İstanbul’da bile azalıyor artık. Babadan hatta dededen gelip oğula devredilen bir iki sahaf biliyorum. Bunun dışındakiler maalesef Sahaflar Kitabı’ndaki sahaflardan sonra ömrünü tamamlayacak. Anladığım kadarıyla ve emin olmamakla birlikte Nedret İşli’nin oğlu devam edecek Turkuaz Sahaf olarak.

Biz, Selçuk Altun’un deyimiyle kitapçokseverler bir kitabı fiziksel olarak sevmenin dışında kitabın akıbetini/geçmişini, manevi değerini de sever ve kitabın izini sürmek isteriz. (Halil Solak’ın Kitap Sevenler Cemiyeti bu minvalde mutlaka okunması gereken eserlerdendir.) Ayrıca kitaplar/sahaflar hakkında yazılan kitapları ve sahafların konuşmasını da isteriz. (Bu açıdan da Turan Türkmenoğlu’nun Sahaflar Çarşısında Görüp İşittiklerim kitabı mutlaka okunmalıdır.) Bu istek ve merak beni İsmail Kara, Fulya İbanoğlu ve Filiz Dığıroğlu’nun hazırladığı ve 2022’de yayımlanan Sahaflar Kitabı: Son İstanbullu Sahaflarla Konuşmalar kitabına götürdü. 2022’de yayımlandı bu kitap ancak bu söyleşilere 2009’da başlanmış ve geniş bir süreye yayılmış. Bu sebeple maalesef söyleşi yapılan iki sahaf kitabı göremeden dünyasını değiştirmiş.

Kitaptaki konuşmalar genelde Kadıköy sahafları veya Kadıköy’le bir şekilde irtibatlı olan sahafların konuşmalarını içeriyor. (Enderun ve Turkuaz Sahaf konuşmaları hariç.) Çünkü Fulya İbanoğlu ve Filiz Dığıroğlu’nun mesaisi daha çok buralarda geçmiş ve sadece buradaki veya Kadıköy irtibatlı sahaflarla olan konuşmalar bile -sadece 8 sahafla konuşulmuş olunmasına rağmen- Dergâh Yayınları’nın büyük boy baskısıyla ortalama 450 sayfayı içeriyor. Kitaptaki isimler ise şöyle: Enderun Sahaf’tan İsmail Özsoy ve İsmail Erünsal, Sahaf Hilmi’den Hilmi Merttürkmen, Müteferrika Sahaf’tan Lütfü Seymen, nam-ı diğer Sakallı Lütfü, Turkuaz Sahaf’tan Emin Nedret İşli, Nigar Sahaf’tan Asuman Bektaş, Babil Sahaf’tan Lütfi Bayer, nam-ı diğer Babil Lütfi ve Bahtiyar Sahaf’tan Bahtiyar İstekli. Bir de her sahafla ilgili, söyleşilerin sonunda bir yazı mevcut. Bunu da o sahafla daha çok mesai harcamış, ünsiyeti olan insanlar yazmış. (Mustafa Kutlu da yazmış mesela.) Bu yazılar da söyleşilerden sonra güzel bir tat veriyor kitaba. Çünkü yormayacak derecede ve uzunlukta bu yazılar.

Kitaplar veya sahaflar hakkında kitap okumak aslında çok güzel bir okuma biçimi olmakla birlikte okurken insanı üzüntülü bir duruma da sokabiliyor. Çünkü o maddi ve manevi değeri yüksek yazma eserlerin, imzalı kitapların, ünlü şahsiyetlerin kütüphanelerinden çıkmış kitapların akıbetini öğrenmek insanda bir burkulma hissi oluşturuyor. Kitaba çok da değer veren bir millet olmadığımız için bizden kaçırılan veya devlet eliyle gönderilen arşivlerin arkasından kitapseverler olarak ancak üzüntüyle bakabiliyoruz. Mesela Muallim Cevdet’in Bulgaristan’a hurda kâğıt olarak sattığımız arşivi, Türkiye’de ilk duyuran kişi olduğunu öğrenip olayın iç yüzünü okuyunca bir sızı oturuyor insanın içine. Ki Cevdet de bunu, arşiv kamyonla götürülürken düşen birkaç parçayı bulmasıyla öğreniyor ve güzel ülkemizin öyle haberi oluyor. Fakat burada bir ikilem doğuyor okur için. Acaba bizde kalıp -zamanında- SEKA’ya gitmesi mi daha iyi olurdu yoksa dış ülkelere gidip en azından dünya üzerinde kalması mı? Elbette insan bir süre sonra “gitsin de kurtulsun” noktasına gelebiliyor. Kitaptaki birçok sahafın düşündüğü gibi.

Kitapta gerçek bir kitapseveri en çok üzen şeylerden biri İsmail Özdoğan’ın kendi söyleşisinde belirttiği ve üniversitelerin hâlini gösteren bir olayla kendini gösteriyor. Önce olayı Özdoğan’dan dinleyelim: “…işte Özege çıktı Eski harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu yaptı. İddiayı görüyor musunuz? Tarih-i Raşid de o katalogda, maydanoz hakkında yazılmış bir eser de orada. Bunların hepsini toparladı kendi kendine, kataloğunu yaptı ve Erzurum Atatürk Üniversitesine hediye etti. Üniversitenin yüz karası olacak bir şey de söyleyeyim size. Özege merhum, kitaplarını hediye ettikten sonra dahi devamlı her hafta kitap alıyor, kitapları paketleyip gönderiyordu. Bir seferinde Seyfettin Bey’e mektup yazdılar, -bu mektubu çok isterdim koleksiyonuma koymayı- Erzurum’dan. ‘Artık kitap koyacak yerimiz yok lütfen bundan sonra kitap gönderme’. Buyurun bakalım.

Celal Şengör Türkiye’de üniversite yok derken haklı mı acaba? Çünkü Şengör bu tespiti yaparken sadece eğitim kalitesini değil kütüphanedeki kitap sayılarını baz alarak da yapıyor. Türkiye’de kütüphanesinde (ona kütüphane denirse) 500 tane kitap olan üniversiteler olduğunu söylüyor Şengör. O kadar kitapla ne bilim yapılır ne de bir verim alınır. İsmail Özdoğan’ın bahsettiği olay da zaten bize utanç olarak yeter.

Bu tür kanayan yaramızla ilgili çok olay var söyleşilerde. Zaten Beyazıt Sahaflar Çarşısı bile son haliyle kanayan yaramız olmaya yeter de artar. Ancak ümitli şeyler de yok değil. Mesela Nedret İşli sahaflığın bitmeyecek bir meslek olduğunu savunuyor ve gelişen teknolojiyle kitapları aslında birbirine karıştırmamamız gerektiğini belirtiyor. Ona göre sahaflık geleceği parlak olan bir meslek: “Sahaflık ölümsüz bir meslektir. Teknolojinin hızla ilerleyişi bu mesleğe bir sekte vurmaz. Kitap her zaman gerekli olan, her zaman var olacak olan bir eğitim/kültür aracıdır. Bunun için sahaflar bilgisayar sistemlerinin, alıp satacakları kitapları gelecekte yok edeceğine inanmamaktadırlar. Belki de ileride elektronik yayınları, bilgileri, CD’leri temin eden elektronik sahaflar oluşacak. Ama dünyada evvelce basılan milyonlarca kitap yok olmadığı sürece sahaflık yaşayacaktır.

Nedret İşli’nin bu söyledikleri bazılarına romantik gelecektir, bazılarına da ümit verecektir. İnşallah diyelim, Nedret İşli haklı çıksın. Kitaptaki söyleşiler amacına uygun olarak gerçekleştirilmiş. Soruyu soran da cevap veren de çok kaçamak davranmamış ve bu durum ortaya hem net hem de hacimli söyleşiler çıkmasına neden olmuş. Sahafların nadir de olsa bazı sorulara cevap vermeme isteği göze çarpıyor ama bu konuda soruyu soranları tebrik etmek gerekir çünkü yeterince zorladıkları görülüyor sahafları. Ancak son tahlilde kimseye zorla bir şey söyletilemez. Bir de soruyu soranın ismi baş harflerle belirtilse ve konuşmaların sonunda konuşmanın yapıldığı tarih belirtilse daha iyi olabilirdi okur açısından.

Biz okurlar için kitap çok değerli bir meta olabilir ama sahaf için son tahlilde ekmeğini kazandığı bir ticaret aracı. Sahafların zaman zaman bazı söylemleri bizim gibi normal okurlara garip gelebilir ama gerçek şu ki kitabı ticari bir araç gibi görmedikleri takdirde bu mesleği yapamazlar. Zaten sahaflık için önemli olan bir kitabı elinde bulundurmak değil, o kitabı görüp daha sonra da satmış olmak. Sonrası koleksiyoner veya okurlara kalıyor.

Kitapta elbette her okurun daha yakın hissettiği veya konuşmanın içeriğine göre daha çok hoşuna gidecek söyleşiler olacaktır. Ben en çok İsmail Özdoğan, Emin Nedret İşli, Lütfi Bayer ve kitaptaki tek kadın sahaf olan Asuman Bektaş’ın konuşmalarını çok sevdim. Özellikle Lütfi Bayer’in konuşmasında diğer konuşmalardan ayrı olarak fikrî bir yön de bulunuyor. Kültür ve eğitim hakkında düşünen biri Bayer ve bunu hemen fark ediyorsunuz.

Son İstanbullu Sahaflarla Konuşmalar gerçek okurları bazen üzecek ama yine de kitaplar hakkında konuşulan bir halkanın içine dâhil edecek okuyucuyu. Bu da her şeye rağmen kitapseverlere büyük bir keyif verecek.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13