2 Ocak 2024 Salı

Bir tarikat silsilesine giren tek sultan: III. Murad

Tarihin kimi zaman aydınlık kimi zaman karanlık mevzilerinde gezinirken karşımıza en az çıkan saha maneviyattır. Modern tarihçilik anlayışında askeri, siyasi ve iktisadi kapılar esastır. Bu kapılardan girilir, genel bir fotoğraf çekilir ve sunulur. Oysa tarih boyunca tüm askeri, siyasi ve iktisadi faaliyetlerinde arkasında din ve maneviyat gibi önemli çıkış noktaları bulunur. Bunu görebilmek için de birçok farklı kapıdan bakabilme cesaretiyle birlikte araştırmacısından meraklı okuruna kadar herkesin ufkunu genişletecek bir üslup, tavır lazımdır.

Saz ve Söz Meclisi, Benim Adım Dertli Dolap, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi ve diğer pek çok çalışmasında; farklı disiplinleri cem eden bir tarih anlayışının yanı sıra Türk tarihinin her yanına kök salmış tasavvuf damarlarını da bizlere gösteren Türkan Alvan, bu kez yıllara serpilmiş gayretlerinin bir sonucu olarak III. Murad’ı hiç bilmediğimiz, görmediğimiz özellikleriyle anlatıyor. İz Yayıncılık etiketiyle 2021 yılında neşredilen Sultan Murad-ı Sâlis’in Dünyası: Mektupları ve Rüyaları Işığında Bir Derviş Padişah, yalnızca entelektüel bir biyografi örneği değil. Kendi varlık nedenini merak etmiş, bunun peşinden gitmiş ve marifet deryasından süzdükleri neticesinde tacından tahtından vazgeçebilecek hâllerin içinde derinleşmiş bir sufi-padişahın ömür defteri. Elbette bunun dışında Sultan III. Murad devrinin panoraması ile Osmanlı siyaset düşüncesine tasavvufun etkisi gibi son derece lezzetli konular da eserin önemli bir alanını oluşturuyor.

Kanunî Sultan Süleyman’ın torunu ve II. Selim’in mahdumu olarak 1574 ile 1595 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı, İslâm ümmetinin halifesi olan III. Murad’ın hayatında belirli aralıklarla mizaç çalkantıları görebiliyoruz. Bu çalkantıların içinde padişahın kendi varoluş nedenini keşfetme ve manevi cevherini açığa çıkarma gibi nedenlerin olduğu ise apaçık. Zira yaşadığı özel durumların neticesinde ilhamdan, müşahededen ve rüyalardan bolca nasipleniyor. Nasiplendiği bu alanlardan zaman zaman şüpheye düşebiliyor: “Asıl şüphem ilhâmdadur. Bugün -Azametim hakkı için kendi hazretim hazretime nasıl sevgiliyse sen de bana böyle sevgilisin, belki daha fazla, diye ilham geldi. Benim saadetim, böyle ilham gelen kişinin dünya ve ahireti parmağındaki yüzük gibi oynatır. Oysa ben kendi ricamı kendime bile geçiremiyorum, nerde kaldı başkaları sözümü dinlesin.

III. Murad tüm bu çalkantılarına ve düşe-kalka süren hâllerine tasavvufla çare aramış ve devrin meşayıhıyla önemli ilişkiler kurmuş. Türkan Alvan’ın çalışmasında sunduğu mektuplardan görüyoruz ki çevresindeki insanlar onun yaşadığı ve samimiyetle ifade ettiği hâlleri suistimal etmiş. Klasik bir mürşit-mürit ilişkisinden daha farklı bir ilişkiyle yol yürüyen III. Murad’ın ilk mürşidi Şeyh Şücâ, padişahın devrindeki pek çok olaya doğrudan müdahil olmuş. Dolayısıyla III. Murad için ‘yol yürümek’ pek de kolay olmamış. Onun manevi yönünü geliştiren ve psikolojisini tamir eden şahsiyetlerin başında Aziz Mahmud Hüdâyî geliyor. Sultanlara sultanlık etmiş bu büyük celvetî şeyhi, tatlı dille ve gerçekçi nasihatlerle padişahın ayaklarını yere daha sağlam basmasını sağlamış.

Kitabın sayfaları arasında gezinirken, geçmişten bu yana mutasavvıfların dikkat çektiği en hassas konulardan biri karşımıza çıkıyor: saltanat-ı dünyeviyye ile saltanat-ı maneviyyenin bir şahısta toplanması meselesi. III. Murad’ın hem padişahlık makamıyla hem de tasavvufla olan ilişkisine baktığımızda bu dünya işleriyle maneviyat işlerinin cem olmasının imkansızlığını görüyoruz. Prof. Abdülkadir Özcan’ın yorumuyla “yanlış zamanda ve konumda bulunmuş bir sultan” olan III. Murad, bilhassa Sokullu Mehmed Paşa’nın öldürülmesinden sonra kaht-ı ricâlin yaşandığı bir dönemle baş başa kalır. Burada Abdülkadir Özcan önemli bir soruyu da gündeme taşıyor: “[O dönemde] acaba dedesi Sultan Süleyman bulunsaydı ne yapabilirdi? Biraz da onun ve oğlu Selim’in bazı yanlış politikalarının kurbanı olan bir padişah tipi olan Sultan III. Murad’ın tasavvufa sarılışı, dünya meşgalelerinden kaçış gibi de algılanamaz mı?

Makul bir zemine yanaşabilmek için şimdi bu sorunun yanına hemen Türkan Alvan’ın mektuplar arasından çıkardığı padişaha ait şu cümleleri yaklaştırmak zorundayız: “Saadetim, bana dünya zevki gerekmez. Hemân Rabbim beni hoş tutsun, benden ayrı olmasın. Duadan unutmayasınız… Allahu tealaya sığındım. Ümmet-i Muhammed’i Allahu teala hazretine ısmarladım… Âh, bir yol bulsam başım alıp çıkıp gitsem kimse beni aramasa! Âlemin kahrı ve şerîrlikden halâs olup huzurumda olsam!

Hem tarihle hem de tasavvufla ilgilenen okurlar için şu zamanın büyük nimeti olan kitapta Türkan Alvan bazı önemli soruların izini sürüyor. Bunlardan biri: Padişahtan mürid olur mu? Alvan, seyr ü sülük gören müridin dünyaya dair her şeyi terk etmesinin gerekliliğini hatırlatarak, dünyevî iktidarın zirvesi olan saltanatın manevî mertebe katetmeye engel olduğunu anlatıyor: “Büyük mutasavvıflardan Belh Sultanının şehzâdesi İbrahim bin Edhem ve Kaygusuz Abdal saltanatın dervişliğe engel olduğunu gösteren örneklerdir. İbrahim bin Edhem ancak tâcını, tahtını terk ettikten sonra Üveysîlik silsilesinde Veysel Karanî’den sonraki pîr mertebesine erişmiştir. Alaiye sancak beyinin oğlu Alaaddin-i Gaybî de saltanat yolunu terk edip Abdal Musa’ya intisap ettikten sonra Kaygusuz Abdal olmuştur.

Fatih Sultan Mehmed ile Akşemseddin, Sultan I. Ahmed ile Aziz Mahmud Hüdâyî, Sultan II. Bayezid ile Muhyiddin Yavsî ve Şeyh Cemal-i Halvetî, Kanunî Sultan Süleyman ile Halvetî şeyhi Nûreddinzâde, Şeyh Üftâde ve Pîr İbrahim-i Gülşenî, Sultan IV. Mehmed ile Vanî Mehmed Efendi ve Karabaş-ı Velî, Sultan V. Mehmed Reşad ile Şeyh Ahmed Hüsameddin-i Dağıstanî arasındaki yakın ilişkiler pek çok kaynağa göre bir intisaba varmamıştır. Zira padişahların hilafet makamında adaletle bulunması, avam halkın zikrinden daha hayırlıdır. Geçmişte şeyh efendiler padişahlara teberrüken tac ve hırka giydirdilerse de bu ancak onların gönüllerini yapmak içindir. Öte yandan şeyh efendiler padişahlara manevî koruma için zikirler de tavsiye etmişlerdir. Türkan Alvan’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, “her padişahın bir tarikata intisabına delilsiz itimat edilemez”. Peki bu durumda III. Murad ile Şeyh Şücâ arasındaki ilişki nasıl görülmeli, yorumlanmalı? Alvan şöyle izah ediyor: “Çalışmamıza başlarken Şeyh Şücâ’nın kaynaklarda hünkâr şeyhi olarak tanınasından hareketle Sultan III. Murad ile Şeyh Şücâ arasında gerçek bir mürid-mürşid ilişkisi olduğunu düşünmemiştik. Ancak diğer padişahlardan farklı olarak Sultan III. Murad, hünkâr şeyhinin manevî himayesiyle yetinmemiştir. Sultan III. Murad kendisine biat etmek istediğinde Şeyh Şücâ sultanların irâdesini bir mürşide teslim etmelerinin neredeyse imkânsız olduğu kanaatiyle ‘Sultanların irşâdı gayet müşkildir’ diye reddetmiştir. Ancak Şeyh Şücâ’nın rüyasına giren Pîr’i Şâbân-ı Velî ‘Oğlum, Sultan III. Murad diğer sultanlara benzemez, git onu irşâd et!’ emrini vermiştir. Bu bilgi yukarıda anlattığımız padişahların sıradan insanlar gibi derviş olamayacağı bilgisini doğruluyor. Sultan III. Murad istisnadır, diğer sultanlara benzemez, onun dervişliği müstesnadır. Sultan III. Murad mektuplarında ‘padişahlar, beyler gibi değil, sıradan dervişler gibi’ gerçekten irşâd olmak istediğini sık sık söylemiştir. Ayrıca bir tarikat silsilesine giren tek sultan olan III. Murad, Şeyh Şücâ’nın vefatından sonra da başka şeyhlere intisâb etmiştir.

III. Murad’ın Şeyh Şücâ dışında intisâb ettiği ikinci mürşidi Tatar Şeyh İbrahim Kırımî’dir. Gelibolulu Âli’ye göre ise Şeyh Mehmed Dâğî, sultanın intisâb ettiği ikinci şeyhtir. III. Murad’ın uzaktan veya yakından irtibat kurduğu diğer veliler ise şöyledir: Aziz Mahmud Hüdâyî, Seyyid Nizamoğlu, Şemseddin-i Sivâsî, Hüsâmeddin-i Uşşâkî, Şeyh Memi Can, Nalıncı Hüseyin Dede. Sultan III. Murad’ın dervişlikle ve tasavvufla olan ilgisini daha pürüzsüz biçimde anlayabilmek için kitabın üçüncü bölümü ve sonrası imdadımıza yetişiyor. Türkan Alvan burada, Sultan III. Murad’ın rüya mektuplarını ihtiva eden Kitâbü’l-Menâmât üzerinde ciddi bir kazı çalışması yapıyor. Kitâbü’l-Menâmât’ta bahsedilen mutasavvıflar, dönemin siyasi ve sosyal gelişmeleri, Kitâbü’l-Menâmât’ta övülen kitaplar (Mesnevî, Füsûsü’l-Hikem, Mantıku’t-Tayr gibi) III. Murad’ın mürid-mürşid ilişkisi, seyr ü sülûku, padişahın tasavvufa dair soruları okuması son derece zevkli konu başlıkları. Yine bu bölümde Mustafa Merter hocanın önemli bir yazısı bulunuyor: Sultan III. Murad’ın pato-biyografisine göre nefs psikolojisi. Yazıdan şu fevkalade önemli cümleleri nakletmek isterim: “İlginçtir ki modern psikoloji ve psikiyatri maneviyât ve din ile sorunlu olduğu için bu cihanşümul insanî hâllerin, hususiyetlerin inceliklerini bilmez ve umumiyetle yanlış bir teşhis koyabilir. Bu modern ‘ruh-bilim’ nasıl bir ‘ruh’ bilimse ne üst şuur-dışını, ne kalbi, ne rahmânî hâlleri, ne de her insanda mevcut olan ‘can’ potansiyelini bilir. Umumiyetle cinsellik takıntılıdır, hatta belden üstünü yok sayar. Bu algıyla yetişen bir psikiyatr, bir insanda bu tarz belirtileri görse hastalık olarak kabul ettiğinden o insana ağır ilaçlar verir ve hatta elektro-şok tatbik ederek tedavi etmeye çalışır. Bu ‘tedaviler’ altında o lâtîf hâl ve hislerin ne olabileceğini tahmin edin. Hâlleri muhteşem bir senfoninin, mesela Ravel’in Bolero’su olabilir, lâtîf melodileri gibi hayal edersek icraat esnasında, bir grup sokak çalgıcısının âhenksiz davul zurna çalarak oraya girdiklerini düşünün…

Fakir, rüya ilmine ucundan kıyısından meraklı biri olarak Türkan Alvan hocamın bu çalışmasından fevkalade yararlandım. Özellikle sâlikin eğitiminde mürşide bilgi vermesi ve sâlikin eriştiği manevî derecelerin vaziyetini göstermesi açısından rüyalar son derece önemlidir. Herkesin gördüğü rüyanın aynı biçimde yorumlanmayacağına dair oldukça fazla delil ortaya koyan ve anekdot aktaran Alvan’ın Robert Frager’dan bir dipnotunu paylaşmak isterim: “Halvetî Şeyh Abdurrahman’ın aynı rüyayı gören iki kişiye farklı yorum yapması buna örnektir: Bunlardan ilki rüyasında minarede ezan okuduğunu görmüş. Şeyh Abdurrahman ona ‘Bu yıl hacca gidiyorsun, hazırlan’ demiş. Bir başkası aynı rüyayı anlatmış. Şeyh Abdurrahman bu kez celallenip ‘Çaldığını sahibine iade et, yoksa yakalanacaksın ve sonun çok kötü olacak’ demiş. Tabirin doğruluğuna şaşıran adam da hırsızlığa tevbe etmiş.

Seyr ü sülük içindeki derviş, rüyalarını sadece mürşidine anlatmalıdır. Onun rüyalarını sadece mürşidi yorumlamalıdır. Zira: “Rüyanın sonucu, çoğunlukla rüya sahibinin itikadına göre zuhur eder. Örneğin avam koyun ve deve görmeyi bereket ve hayr-ı harekete hamleder. Sâlikler ise, koyun görmeyi şehvet-i bâtınîyeye, deve görmeyi, kendisinde devenin sıfat-ı gâlibesi olan kin duygusu olmasına yorar. Sonuçta avama koyun; bereket salike ise şehvet makamında zuhur eder. Bu kıyasla her rüya, salike enfüsîdir ve sıfat-ı gâlibe ile tabir edilir. Avamın rüyaları ise âfâkîdir. Âfakta nasıl şöhret bulmuş ve hangi anlama yorulmuşsa ona göre tabir edilir.

Sultan Murad-ı Sâlis’in Dünyası, tarihi, tasavvufu ve psikolojiyi harmanlayan, disiplinler arası bakışın nasıl olması gerektiğini ortaya koyan bir kaynak kitap. Türkan Alvan hocamıza emekleri için can u gönülden teşekkür ediyor; afiyet, bereket, sıhhat içinde bir ömür diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder