16 Mayıs 2023 Salı

Spinoza’nın tesellisi

Son yazımda, içinden geçtiğimiz ağır ve insanı yürekten yakan günlerde tesadüfen karşılaştığım ince bir kitabın teselli edici olduğunu yazmıştım. Frédéric Lenoir’in kaleme aldığı, bir tür Spinoza biyografisi olan Spinoza Mucizesi (İş Bankası Yayınları) kitabıydı bu. Kitabı okuyacak olanlar, depremin yarattığı derin sarsıntıya nasıl olup da iyi geldiğini ve teselli edici olduğunu ilk bakışta anlayamayabilirler ama benim için öyle olmadı. Neden mi?

Her şeyden önce Spinoza, hem dinde hem de politikada büyük bir devrimcidir ve bana öyle geliyor ki bizim ihtiyacımız olan şey tam olarak bu ikisinin büyük bir arınmayla kendini yenilemesidir. Politikayı, artık söylediklerinin yalan mı gerçek mi olduğu ayrımını kaybetmiş, hurafelerle ve boş inançlarla bezeli siyaset esnafının sultasından; dini ise ilahi kaynakla “imtiyazlı” bir ilişki kurduğunu zanneden, “tekelci” din adamlarının taassupkâr baskısından kurtarmak, yakıcı bir ihtiyaç olarak gözükmektedir.

Spinoza’da, gerçek anlamda düşünceye en fazla gem vurulan iki alandır politika ve din. Bu ikisi, aşırı hırs ve aşırı arzunun en meşru dışavurum alanları olduğundan, eleştirel düşünceye kendini kapatabilme imkânlarına fazlasıyla sahiptir. Dolayısıyla, hurafelerin en çok kendine yer bulduğu alanlardır da: “Her türden hurafeyi benimsemeye en meyyal olanlar, dünya nimetlerini en ölçüsüzce arzu edenlerdir” (s.26). Lenoir, Spinoza’nın bu cümlesinin ardından şöyle ekler: “Azla yetinmeyi bilenler, çok basit bir sebeple hurafelere daha az meyyaldirler: Kaybetmekten daha az korkarlar ve ellerindekiyle yetinmelerinden ötürü, daha fazlasını elde etme umudu beslemezler. Ancak [Spinoza] hurafelerin kitleleri yönetmenin en iyi yolu olduğunu ve çok sık din kisvesine büründüğünü özellikle vurgular.” (s.27)

Spinoza bir başka yerde, “Düşünceye din adına en çok gem vurulan yerin Türk memleketi” olduğunu söyler ve şöyle ekler: “Basit bir tartışma bile küfür addedilir ve öyle çok önyargı muhakemeyi tıkar ki, zihinde herhangi bir şüphe yeşertecek kadar bile aklıselime yer kalmaz.” (s.27)

Şüpheye en az yer olan iki alandır aynı zamanda, politika ve din. Buradaki insanların en bariz özellikleri söyledikleri, düşündükleri ya da inandıkları hiçbir şeyden -ve de başta kendilerinden tabii!- şüphe etmemeleridir. Bildikleri ve düşündükleri, kesindir! Aksine olan ne varsa, küfür değilse bile küfre yakın bir başkaldırı gibidir. Önyargılarla dolu muhakeme, hem siyaseti hem de dini, menfaat icabı girilen bir umut kavgasına dönüştürmektedir.

Bu alanları tutanlar, neredeyse değişmez bir nitelik olarak tekelcidirler ve tek yetkili olmak isterler. Sonrasında kendi yarattıkları bir teklik ve tek olma üzerinden üstünlük devşirirler. Bu insanlara bakınca görülen şey, kendini üstün hissetmekten kaynaklanan bir gurur ve otorite halidir. Oysa Spinoza’ya göre, “Kendini üstün hissetmenin verdiği sevinç, tamamen çocukça değilse eğer, ancak hasetten ve kötü bir yürekten doğmuş olabilir.” (s.30) Nihayetinde bu bir sevgisizlik halidir. Kendinden başkasını sevemeyen insanlar dinle ve politikayla uğraştıklarında bu durum, kendi kendini üreten bir yanılmazlık getirir. Yanılmazlık ve yanlış yapamamazlık hali, batıl bir tanrı ihtiyacı doğurur, bir tür kendi kendine tapınma biçimi olarak sahip olunan iktidarı bütünüyle içselleştiricidir. Bu bir sevgisizlik iktidarıdır; kendisi gibi olmayana duyulan öfke ve hınçtan beslenir, ötekini düşmanlaştırmak zorunluluğu duyar ve ancak bu sayede farklı düşünceleri “ehlileştirebilir”.

O nedenle, din adamlarına karşı çok serttir Spinoza: “Dini, Kutsal Ruh’un öğretilerine riayet etmekten ziyade insan icadı şeylerin savunulması haline getiren ve hatta insanlar arasında sevgiyi değil, ateşli bir Tanrı coşkusu kisvesi altında kavgayı ve nefretin en zalimini yaymakta kullanan; ancak küstah bir hırs olabilir.” (s.34)

Din -ve politika- ona göre, hırsın en küstahlaştığı alanlardır. Bunun çözümü ise zannedilenden çok daha basittir. “Kutsal metinlerin yorumlanması kesinlikle, kendinde bu konuda tekel olma hakkını gören bir zümreye bırakılmamalıdır.” (s.34) Herkes bu alana girmelidir! Tıpkı herkesin siyasete girmek zorunda oluşu gibi! Her türlü yorumlama söz konusu olduğunda en yüce otorite, herkesin kendisidir çünkü. Yorum, başkasına bırakılamayan, delege edilemeyen demektir! Ve din ve siyaset, yorumun en fazla yer bulduğu, en belirleyici, en etkileyici ve en şekillendirici olduğu iki alandır. Bu, gerçek bir devrimdir!

Spinoza, düşünce ile inancı, felsefe ile ilahiyatı ayırdığı için çok değerlidir. “Felsefe hakikati ve ebedi saadeti ararken, inanç itaati ve davranışlarda coşkuyu hedefler… İlahiyat akla hizmet etmez -inanca eder- ve akıl da ilahiyata hizmet etmez. Her birinin kendi saltanatı vardır: Aklınki hakikat ve bilgelik, ilahiyatınki iman coşkusu ve teslimiyettir.” (s.37)

Din ve politika itaati sever. Coşkulu bir itaat, hemen her zaman gerçeğin önüne geçer. İtaati doğuran şey kolektif bir inançtır. Ve bir şeyin kolektif bir inanç olabilmesi için dışarıdan öğretilmesi ve bireysel yorumun silinmesi elzemdir. Herkesin herkes gibi düşünmesi istenir. İktidar, herkesten güç edindiği için, inanç ve itaatin en ayrışmaz olduğu yer siyaset ve dindir.

O nedenle, tıpkı düşünceyi inançtan ayırmakta olduğu gibi, iktidarı ve dini kolektif olmaktan çıkarıp düşüncenin emrine vermek, yani onu bireyselleştirmek son derece önemlidir. Bu nedenle Spinoza için en iyi yönetim, “Bireylerin düşünme özgürlüğüne tamamıyla saygı gösteren” yönetimdir (s.53). Din ve politika bireyselliğe, herkesin ayrı ayrı, kendi başına düşünmesine -ve de yorumlamasına!- en çok ihtiyaç duyulan yer olmasına rağmen, en kolektif ve “herkesleşmenin” en yoğun yaşandığı yerlerdir.

Bu nokta oldukça ilginçtir. Herkesleşme, bireysel düşünme ve yorumlama gücünün yitirilmesi, sadece dışsal iktidarın güçlü bir tahakkümüne ve her türlü insan-üstü kaynağın yeryüzü temsilcileri gibi hareket eden kerameti kendinden menkul temsilcilerine otorite bahşetmekle kalmaz; aynı zamanda inanç alanının topyekûn hurafeleşmesine de neden olur. Başka bir deyişle, bireysel düşünceden ve yorumdan geçirilmeyen her dışsal hakikat, ne kadar gerçeği barındırırsa barındırsın, kolaylıkla içi boş birer inanca yani hurafeye dönüşür.

Spinoza, çileci değildir; ruhen derinleşmek için insanın kendinden -ve de hayattan- vazgeçmesi gerekmez. Aslına bakılırsa, dini ve siyasi otoritelere sorgusuz itaat, insanın kendinden ve hayattan vazgeçmesiyle aynı şeydir. Esas olan vazgeçmek değil, tam aksine kendini tanımak, kendinin farkında olmak, her türlü duygu ve düşüncelerini bilinç düzeyine taşıyarak yaşamaktır. Hiçbir koşulda kendinden vazgeçmemektir. Bu ise, düşünmeden ve yorumlama yetisi olmadan mümkün değildir (‘herkesin dini kendine’ sözünü belki de böylesi bir bireysel yorumla birlikte düşünmek gerekir). Gerçekte din, böylesi bir bilincin inanç hali, siyaset ise politika şeklidir. Oysa bugünkü hayata baktığımızda, her ikisinin de iktidarını, insanın kendinden vazgeçmesi üzerine bina ettiğini görürüz.

O nedenle, sadece akıl ve irade yeterli değildir, arzular ve duygular da gerekir: “Arzu varlığımızın tamamını harekete geçirir, akıl ve irade ise sadece zihnimizi: Aklın, bizi bilgelik yoluna sokmak için duygulara ihtiyaç duyması bundandır…Yani, bir nefreti, ıstırabı ya da korkuyu, sırf muhakeme ederek değil, bir sevgi, sevinç, umut yeşerterek ortadan kaldırabilirsiniz.” (s.99)

Her güçlü düşünce kendi içinde yoğun duygular ve arzular taşır. Duygusuz ve arzusuz düşünce, kalpsiz bir insanlık yaratır. Ve her dönüştürücü eylem, böylesi bir birlikteliğe ihtiyaç duyar. Sadece akılla ve sadece iradeyle tutulan yol, en fazla tutkulu bir sonda nihayet bulur. Oysa tutku -ne kadar idealist, ateşli ve davacı olursa olsun- edilgendir. “Edilgenlik…dış sebeplerle ve uygun olmayan fikirlerle hareket etmektir…Bundandır ki tutku edilgen sevinçler üretirken, eylem etkin sevinçler üretir.” (s.102)

Bugünkü şekliyle din ve politika, tutkulu ve edilgen kitleler yaratıcıdır. Oysa gerçek bir özgürlük ve hakiki bir huzur tutkuların üzerindeki eyleme dayalı sevinçten doğar. Bu yüzden, “Ne kadar tümüyle uygun fikirler oluşturur, eylemlerimizin nedenlerinin bilincine ne kadar varır, kendi doğamıza göre hareket etme kabiliyetine ne kadar kavuşursak o kadar özerk oluruz. Hareketlerimiz, ne oranda dış nedenlerden değil varlığımızın eşsiz özünden kaynaklanırsa o denli özgür olacaktır.” (s.113)

Son olarak, Spinoza’nın şu harika ve dertlerimizin tam da çözümünü barındıran sihirli sözleriyle bitirelim: “Ebedi saadet erdemin ödülü değil, erdemin ta kendisidir; bunun hazzına varmak da ihtiraslarımızı dizginlemekten ötürü değildir; aksine, ihtiraslarımızı dizginleyebilmemiz bu hazzı almaktan ötürüdür.” (s.120).

Size de çok teselli edici gelmedi mi!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

11 Mayıs 2023 Perşembe

Geçmiş günlüklerden yakın risaleler

İçimden Geçen Günler, İsmail Kara’dan okuduğum ilk kitap oldu. Dergâh Dergisi’nden yazılarına aşina olduğum ve tanıdığım bir yazardı Kara; ancak kitabını okumak kendisi hakkındaki fikrimi netleştirdi. Çok rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkiye’nin en entelektüel ve en iyi deneme yazarlarından biri bana göre. Buna aynı zamanda sınırsız açık görüşlülüğünü, eleştirel düşünme becerisini ve bunu deklare etme cesaretini de ekleyebilirim. Şunu söylemek istiyorum: Edebî ve fikrî çevrelerde kendi mahallesinden dışlanmamak, aforoz edilmemek için mahallesindeki olumsuz durumlara susan çok kişi var. En azından, yanlışı yanlış gibi görse bile “biz kendi içimizde hallederiz” düşüncesinde olan çok yazar/şair takımı var. Buna örnek olarak yakın zamanda Hatıralar’ı yayımlanan rahmetli Sezai Karakoç beyefendiyi gösterebiliriz. Sezai Bey mesela, Necip Fazıl beyin bazı olumsuz davranışları olabileceği ama ona, solculara karşı destek çıkılması gerektiği düşüncesinde(ymiş). Yani “kol kırılır yen içinde kalır” diyordu. İsmail Kara ise “herkes eleştirilebilir/eleştirilmelidir” tavrındadır ki bence bu tavır daha kıymetlidir. Çünkü öbüründe maalesef işin kişiler bazında “tanrısallığa vardırma” şekline girdiğini yıllardır hem edebiyat hem de siyaset sahnesinde görüyoruz. Bu açıdan İsmail Kara beyin kitabında en önem verdiğim tavrı, bu duruşu oldu. Ve bir de kaybetmemeye çalıştığı adalet duygusu.

Kitap, İsmail Kara’nın zamanında (eski tarihli de var daha yakın tarihli de) tuttuğu günlüklerinden yola çıkıp bu günlüklerin günümüze de uzanabilen şekliyle bir fikir veya anılara dönüşmesi şeklinde ilerliyor. Fakat bu anılar hoş birer konu(şma) olsun diye değil bir yere bir fikre varabilmek veya bunun yolunu açmak için anlatılmış: “Günlük hacmini çoktan aşıp mesele metni haline gelen bu kitaptaki yazıları günlük tutmanın hakkını vermek, bazı günlük notların hukukunu daha bir gözetmek ve onları aynı zamanda bir probleme yaklaşmak, belki bir müzakere alanı haline getirerek bugüne doğru uzatmak, bugüne dahil etmek, menfi mânasıyla ‘tarih’ olmaktan kurtarmak için kaleme aldım. … Her yazının ilk cümleleri, ilk paragrafları, ilk meseleleri, ilk hissiyatı ve hükümleri, vurguları yıllar öncesine dayanıyor. Onun için hepsinin baş kısmında bir tarih var, o zamanlardan haberler getiriyor.” En güzeli de hep aşina olduğumuz kişilerle beraber olduğu için sadece yazarın kendisinin değil bir bakıma çevresinin de anılarını okumuş oluyoruz. (İsmet Özel, Mustafa Kutlu, Ezel Erverdi vs.)

Dört ana bölümden oluşuyor kitap: Görmek Bilmek Anlamak, Tarih Bizim Neyimiz Olur, Mekanlar ve İnsanlar Arasında, Kitaplarla Hemhal Olmak. Elbette bu dört başlığın kendi içinde birçok alt başlığı da var. Bu başlıklar altında Müslüman gençlere de eleştiriler var İslamcılığa da, Türkçe ibadet isteyenlere de var İbrahim Arvasi'ye de, Necip Fazıl’a da var bürokrasinin (üstelik yakın görüşlerde bir iktidar olmasına rağmen) nasıl farklı(?) işlediğine de. Bürokrasi konusuna en iyi örnek, İsmail Hoca’nın şair Mehmed Akif’in mezarıyla ilgili bir konuda (kendi deyimiyle, bunu zaten bakanlığın yapması gerekiyor) çırpınışına aldığı cevapları gösterebiliriz: “Pusulam tam cevapsız kalmadı ama muhatap olma biçimleri ve seviyesi -bence âdaba mugayir olarak- birden değişti; mesele iş yapmak değil idare-i kelâmda bulunmaya intikal etti. Bürokrasinin en iyi yaptığı şey… (Mesele Akif olmasa bu yazışmalara muhatap olmayı kabul etmez, merciine iade ederdim). Bürokrasi hem hiçbir şey yapmayacak hem de her şeyi yapıyor ve de haklı gözükecekti. Yapılması gerekeni yapmak değil benim olmazlara ikna edilmem için lüzumsuz ve hiç de inandırıcı olmayan çabalar öne çıkmaya başlamıştı. Bildiğimiz hikâyelerdi bunlar…” Tabii yazının başından beri İsmail Hoca’nın eleştirel tavrından bahsediyorum ama bu tavrı yakın zamanlarda çok görmediğim ve değer verdiğimi için bunu yapıyorum. Yoksa bu kitap salt kişi veya kurum eleştirisi değil kesinlikle. Yazarın kendisinin de dediği gibi bir meseleye ulaşmaya çalışan bir kitap. Yani çok dikkat çekici fikir yazıları da geniş yer kaplıyor kitabın içinde.

Fakat bu kitabın asıl dikkat çekici yönlerinden biri dipnotlar yönünden çok zengin oluşu bence. Öyle ki sadece dipnotlar üzerinden bile birden fazla kitap yazabilirmiş İsmail Hoca.

Kitabı ben 2022’nin son günlerinde okudum ve geçtiğimiz yıl okuduğum en iyi bir iki kitaptan biri olarak listeme kaydettim. Sadece hatırat veya günlükten ziyade ucu farklı meselelere uzanan kitaplar daha ilgi çekici oluyor ki İsmail Hoca bu örneğin zirvelerinden birini ortaya çıkarmış bence. İçinde eleştirilere değer vererek, benim mahalleme laf söyledi gibi alınganlıklara girmeden, yazarın meselelerini sahiplenerek okumak, okuyucu için büyük kazanç olacaktır.

(Kitapta bir de İsmail Kara’nın kişisel arşivinin Sabahattin Zaim Üniversitesi aracılığıyla dijital ortamda erişime açılacağı bilgisi vardı. Bu durumu İsmail beyin kendisine sorduğumda, yakın zamanda, hazırlanan bir kısmının erişime açılacağı bilgisini aldım. Bunu da merakla bekliyoruz, çünkü kitabı okuyanlar fark edecektir ki yazar çok geniş ve ilgi çekici bir arşive sahip. Notlar, fotoğraflar, gazete kupürleri vs.)

Mehmet Akif Öztürk

7 Mayıs 2023 Pazar

Kalbimizde saklı kalmış bahçeleri keşfetmek

“Oysa kendini bilmek en kıymetli erdemdir. Kendi özünü bilmek, kendi kırılganlık ve fâniliğinle yüzleşebilmek.”

Bir kitabı okumak aynı zamanda insanın kendisini okuması gibidir. Tıpkı bir aynanın ya da suyun yansımasında kendimizi görüp baktığımız gibi. Nitekim çoğu zaman yazarın cümlelerinden okuruz; yaralarımızı, hüzünlerimizi ya da sevgilerimizi, mutluluklarımızı. Öyle ki her bir alıntı bizden bir parça gibidir. Evet, deriz işte bu tam benim kalbimden geçen fakat bir türlü kelimelere dökemediğim hislerim ya da zihnimdeki sorulara cevap deriz. Sonra kelimelerin ruha verdiği şifa ile cümlelerin arasında masalsı bir yolculuğa çıkarız. Kendimizi yeniden bulmak için, kalbimizde saklı kalmış bahçeleri yeniden keşfetmek için...

Sevgili Kemal Sayar’ın ve Rabia Yavuz’un büyük bir emekle hazırladığı Kendi Özünü Bil kitabı ise bize hayat yolculuğumuzda önemli bir rehber olurken daha önce bahsedilmemiş konuların ilk kez bu kitabın içinde yer aldığı bilgisini veriyor. Beni ise en çok etkileyen bölümlerden biri “Hiçbir Şey Yapmama Sanatı” oldu. Özellikle beyin ile ilgili yazılanlar hayretimi artırdı.

Ayrıca dikkatimi çeken bir diğer bölüm de “Ailemiz ve Geçmişi.” Öyle ki aile dizimi çağımızın popüler konularından biri ve çoğu insanın bu konu hakkında olumlu ya da olumsuz yönde fikirleri, yönlendirmeleri var. Zira konuya dair objektif görüşleri okuyunca aklımdaki birçok karmaşıklık yerini net bir düşünceye bıraktı. Ve şu alıntıyı çok sevdim: “Harry Potter serisinin yazarı J. K. Rowling, Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmasında “Yaşama bakış açılarından dolayı ebeveynlerimi töhmet altında bırakmıyorum. Yanlış istikamete bakmak söz konusu olduğunda, ailenizi suçlamanın da bir son kullanma tarihi vardır; direksiyona geçecek kadar büyüdüğünüz anda, sorumluluk da size geçer,” demişti.” Bu sözler gerçekten konuyu özetler nitelikteydi.

İlerleyen sayfalarda ise güncel konular devam etmekte. Örneğin; “Mutluluk Arayışı”, “İş ve Eş Seçimi”, “Konfor Alanı”, “Minimalizm”, “Hayatta Anlam Üretmek”, “Çocukluk ve Büyümek Üzerine” gibi...

Bilhassa “Mutluluk Arayışı” bölümünde toplumun sahte mutluluk anlayışı ve tüketim sorunu ele alınmış. Nitekim tükettikçe, para harcadıkça mutlu olunur düşüncesi yaşadığımız çağda egemen olurken adeta bir kara delik gibi insanları tüketerek içine doğru çekiyor. Bu bağlamda da konuya dair sizlerle birkaç alıntı paylaşmak isterim: “Mutluluk konusundaki algılarımızı yeniden şekillendirmek için yapabileceğimiz şeyler de var. Mesela gün içinde belli zaman aralıklarında sahip olduğumuz nimetlerin farkına varmak ve onlar için şükretmek günümüzün daha mutlu geçmesini sağlar.

Mutluluğun özü parayla değiş tokuş yapamadığımız şeylerde; bir dostluğu, vefa duygusunu, çocuğunuzun sevgisini, bir tebessümü parayla satın alamazsınız.

Mutluluğu kovalamayın zira o mutluluk kelebeği siz onu beklemediğinizde bir anda gelip omzunuza konuverir.

Kitabın sonlarına doğru geldikçe de bu kıymetli yazıların giderek ruhumu ve gönlümü şefkat ile sardığını daha çok hissettim ve okumamı biraz yavaşlatarak devam ettim. Zira yaşadığımız bu zamanın en büyük yoksulluklarından birinin bir büyüğün dizlerinin dibinde oturamamak ve değerli nasihatlerini alamamak derim. Oysa geçmiş zamanlarda hayatının belki çok başlarında olan insanların büyüklerinin kapısına giderek dertlerini anlatması ve bir yol bulmaya çalışmaları, o büyüklerin ise el uzatmaları ne kadar kıymetliydi. Ancak yaşadığımız çağ bazı şeyleri eksik bıraktığı gibi bu anlamlı birlikteliği de maalesef insanları kendi köşelerine yiterek, yalnızlaştırarak eksik bıraktı. Fakat Kendi Özünü Bil kitabı bu yönden bana tıpkı o eski günleri anımsattı. Öyle ki Kemal Sayar’ın düşüncelerini okumak bir büyüğümden nasihat almak gibi oldu. Ve her bir cümleyi nakış gibi gönlüme işledim...

Bazı kitaplar biter mi benim fikrimce ne kadar okunsa da bitmez. İnsan yine kitaplığına, kalbine döner ve o sayfaları tekrar açarak okumaya başlar. Kendi Özünü Bil kitabı da benim için hep böyle kalacak ve ne zaman ihtiyaç hissetsem ellerim bu güzel, kıymetli esere gidecek...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Şu dünyada aldıklarımızın verdiklerimizden çok olduğunu, başarılarımızın sadece bize ait olmadığını, bizi kuşatan lütuf ve yardımlarla mümkün olabildiğini görebilmek ne güzel olurdu. Bir insana baktığımızda ne gördüğümüz, ondan belki daha çok bizim kim olduğumuz hakkında bir şey söyler. İnsanların kusurlarından önce ıstıraplarını görebilmek ne güzel olurdu."

"Şimdi sus ve içini dinle. Kendi özünün kozmik uğultusuna kulak kesil. Sen zübde-i âlemsin, âlemin çekirdeğisin, özüsün. Sen sana ne söylüyorsun?"

"Güzel olan güzeli görür. Güzeli görebilmek bizi de güzelleştirir. Güzellik bize dünya da evimizde hissettirir. Aslında hiç terk etmediğin eve geri dönüş. Buradayız ve burada olmamızın bir amacı var. Güzelle hemhal olmak ebediyet arzumuza da cevap verir beri yandan, bu dünyanın ötesine işaret eder."

"Vakit sınırlı, saat işliyor ve ölüme doğru geri sayıyor. Yanı başımızdan yaşanmadan geçip giden hayatı yakalamak için şimdi değilse ne zaman harekete geçeceğiz?"

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

İnsana insanlığını hatırlatan tabiat

Ya Hiç Karşılaşmasaydık kitabında, hem Sartre’a nazire yaparcasına hem de Anadolu bilgeliğine göz kırparcasına başkasının, ötekinin insan için önemini anlatmıştı Tuğçe Isıyel. Başka insanlar ve başka hayatlar vardı. Onlara tartışmak, onlarla anlaşmak, hayatın içinde olması gereken bir akıştı. Bu akışta yaralanmak da vardı, yara sarmak da. Bir başkası bize dert getirebilir, diğer başkası dermanı yanında taşıyabilirdi. “Karşılaşmalar hep sürer. Bir şeyle karşılaşmamızın bittiğini sandığımızda bile artık o şeyin yokluğuyla karşılaşırız. Hem iç, hem de dış dünyamızda... Bu karşılaşmalarla dönüşür, birleşir, ayrılır; hayatımızı da bu karşılaşmalardan inşa ederiz.” demişti Isıyel. Dolayısıyla ilk kitap, yazarın da okurun da hayatı insan odaklı anlama girişiminin bir parçası, belki yoldaşıydı. Parçalı Bulutlu ise tüm dünyayı etkileyen salgınla birlikte yaşanan ruh daralmasını da düşünerek; gökyüzüne, ağaçlara, dallara, meyvelere, hayvanlara, taşa, toprağa bakarak bir yön bulma, bir merkeze kavuşma umudu veriyor.

Bir ruh daralması yaşadığımız ortada. Bu daralma insanları farklı yerlere götürüyor. Herkes, göğsündeki eksik olan ‘puzzle’ parçasını bulabilme umuduyla oradan oraya savruluyor, zikzaklar çiziyor, belki de kendi kurduğu labirentin içinde bir ışık arıyor. Bu olumsuz gibi görünen tablonun içinden her geçen gün yeni olumlu işaretler, güzergahlar çıkıyor. İşte, birbirimizin hayatına bakıp görebiliyoruz: Bedenlerimiz pandemiyle birlikte birbirine daha çok yaklaştı ve mizaçlar, huylar, tabiatlar çarpışmaya başladı. İnandığımız değerleri yeniden sorgularken, bazı alışkanlıklarımızın nasıl da bizi kendilerine esir ettiği ortaya çıktı. İnsanlar bu durum karşısında bir mahremiyete, hatta mahrumiyete ihtiyaç duydu. Kendine bir kuytu köşe bulmanın, kendine ait bir oda inşa etmenin, kendiyle baş başa kalmanın paha biçilemez önemi yeniden gülümsedi herkese. Tabiat, buruk bir tebessümle insana “Ben her zaman buradaydım fakat siz görmek, yaşamak yerine beni örselemeyi tercih ettiniz” dedi. Bir kırgınlık oluştuğu, aramıza doğayla ciddi mesafelerin girdiği muhakkak. Bunu biz yaptık ve hiç utanmadık. Nihayet, bütün şehirli tarafımız yıldı, yoruldu. Ne zamandır köyüne, kenarına, kuytusuna dönmek isteyenler durumu yeniden gözden geçirdi. Temelli olmasa da ara ara, belki de sıklıkla sessizliğe, tabiata gömülmenin ihtiyacı iyice berraklaştı. Isıyel de hem kendinin farklı halleriyle tanışma tecrübesi, hem de tabiatın rehberliğinde hayatı başka bir gözle görebilme, anlama, idrak etme çabası yaşamak için Bozcaada’da yazdı kitabını. Bir başka yere yerleşme, tam olarak yerleşememe, kendini yeniden inşa etmeye çalışırken pek çok şeyi devirip yıkmak zorunda kalma, avaz avaz gözyaşı dökme, doya doya gülme gibi eylemler, şairin dediği gibi “mevsimlerin insanlara yaptığı fenalıklar” gün yüzüne çıkmış oldu böylece. Tüm bunlar düşünüldüğünde kitabın ismi fevkalade yerinde. Her şey yerli yerinde gibi görünse de insan, tıpkı gökyüzü gibi aslında; parçalı bulutlu. Üstelik yağmurdan kaçarken de pek farkında olmadan başka şeylere tutulma derdinde. Yazar da bunu gayet açık bir şekilde söylüyor: “Şehirli tarafımın iç sesi ‘Ben buraya sığındım mı?’ sorusunu çok soruyor adaya yerleşmeye çalışan tarafıma. Bir adaya ancak ve sadece sığınılırmış gibi… O ses aynı zamanda hiçbir şeyi oluruna bırakamayan telaşlı yanım. Mutlaka bir cevap arıyor. Sezginin değil, bilmenin gücüne inanan çömezliğim. Ardından şöyle bir cevap geliyor içime, bir şeyden kaçan insan bir yere sığınır, ben kaçmaktan ziyade bir şeye yakalanmak ister gibiyim. Belki de bunun cevabını bulmak için buradayım.

Bir okur, elindeki kitabın “kurda, kuşa, aşa” ithaf edildiğini görür görmez içi ısınır. Okuyacağı sayfaların kendisini hiç yormayacağını, derin sancıların ve dile gelmeyen travmaların değil; nicedir bakışlarını kaçırdığı tabiatın ona yeniden kucak açacağını tahmin edebilir. Bu tahmininde haklı çıkacak, orası kesin. Tabiat demek eski insanların, eski mekânların, eski zamanların yaşayışını yeniden çağırmak demek. O yaşayış, bir yerlerde duruyor ve daima duracak. Çünkü kök salmış, ünsiyet kurmuş, yaşama yakışmış bir hâl bu. Yazar da bundan besleniyor tabiatı seyrederken: “İzlediğim bir belgeselde Himba kadınlarının yeni doğan her bebeğin bir şarkısının olduğuna inandıkları ve annelerinin daha bebek doğmadan şarkıyı rüyasında duyduklarını anlatıyordu. Şarkı çocuğa hayatı boyunca eşlik ediyormuş. Bu yüzden Himbalar, birinin yaşını doğduğu güne göre değil, şarkının rüyada duyulduğu güne göre hesaplarmış. Ben de bir şarkı görmek istiyorum rüyamda, şarkımı görmek istiyorum, ben susayım o mırıldansın içimde…

Parçalı Bulutlu’yu okurken, yani tabiatın sunduğu ince şifrelere bir başkasının kaleminden, anlayışından bakmaya çalışırken ‘yol’ kavramı yeniden beliriyor zihinde. Yol’a yeni bir anlam aramıyorsunuz, o hakiki anlamını tekrar dile getiriyor. Diyor ki ben varım çünkü sen varsın, sen varsın çünkü ben varım. Birbirimizden ayrılmamız mümkün değil, birbirimize nefes aldırmamız mümkün. Buna sen mola dersin, ben yoldan çıktın derim. Oysa ne sen benden çıkabilirsin ne de ben sana uzak düşebilirim. Hayatın yumağı bizimle birlikte çözülebilir ancak, yolla ve insanla. Bir istikamet tutturmak, bir merkeze sahip olmak, bir anlam dairesi geliştirmek insanı yol boyunca, yani ömür boyunca berhudar etmeye yeter. Demek ki yol, hayatımız. Biz hayatı dikkate aldıkça, hayatımızı önemsedikçe yolun kendisiyiz. Felsefenin, psikolojinin, tasavvufun zaman zaman, hatta görmek isteyen için çoğu zaman ‘bir’lendiği o nokta, yazarı da ‘kendinden kendine’ götürüp getiriyor: “Tüm inançlar ‘bir’ oluşa götürmez mi insanı. Tevhid. İnsan kendisini parçalanmışlıklarıyla, aydınlığı ve karanlığıyla, iyiliği ve kötülüğüyle bir bütün olarak kabul ettiğinde özsaadeti yakalamaz mı? İlişkilerde, olduğumuz halimizle öteki tarafından kabul görme arzumuz, aslında bütün olarak kabullenilmeye eşdeğer değil mi? Bu gezegenin içinde birçok varlıkla birlikte soluk alıp vermek, doğanın yani bütünün bir parçası olduğumuzu hissetme halimiz, hep kendi içimizde ve dışımızda bir olmaya duyduğumuz özlemin tezahürü gibi gelir bana.

Bir yerden bir yere gitmek, o yerde kalmak, sonra o yerden geri dönmek, insanla eşyanın arasındaki ilişkinin derinleşmesi demek aynı zamanda. Kimileri kendinden geriye bir iz kalsın istemez, kimi her nereye gitse mutlaka bir şeylerini götürür ve orada bırakır. Kimi, kaldığı yerdeki eşyaları tamir ederek pek çok duygusal ihtiyacını gidermiş olur. Tam da burada; edebiyattan, felsefeden bol bol beslenen yazar, sinemanın hayatı ve insanı anlama çabasından da okura önemli işaretler fısıldıyor: “Aklıma Kim Ki Duk’un çok sevdiğim Boş Ev filmi geliyor. Ev sahiplerinin evde olmadığı zamanlarda gizlice çeşitli evlere giren ve orada bir veya birden fazla gece kalan bir adamın öyküsünü anlatıyor. Adamın kaldığı evlerde bozulmuş eşyaları tamir etmesi, hem başkasının evinde kalışının bir bedeli gibi, hem de ona ait olmayan eşyaları tamir ederek iç dünyasında ötekine dair bir şeyleri onardığını düşündürüyor bana.

Çok tadında, çok yerinde yazılmış bir kitap Parçalı Bulutlu. Hayatın bunca tatsızlığında, insanın bunca yersizliğinde bir durup dinlenme alanı açıyor. İnsana soluk aldırırken, hayata tabiatın izinde yeni bakışlar atmak gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü tabiat, insana insanlığını hatırlatmaya her an hazır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Allah, aşk ile neyi kast etmiş olabilir?

Selahattin Yusuf, gündeme siyasetin egemen olduğu bir dönemde yeni romanı Umudun Göğe Yükselişi ile çıkageldi ve gelişiyle hanemize ferahlık getirdi. Kapı Yayınları tarafından neşredilen yeni eseri, tam olarak iki yüz kırk sayfa.

Kafası sivil çalışan biri için “askerlik” ilginç bir gösterinin başladığı panayır sayılabilir pekâlâ. Erkeklerin, gerçek dünyadan çok uzak bu iklimden bolca hikâyeyle dönmesine sebep bu olsa gerek. Zira gerçekliğin kolayca eğilip büküldüğü bu hayattan hatırı sayılır sayıda anıyla dönebiliyoruz. Çünkü bu similasyon(!) yaşantının kolayca deneyime dönebildiği bir iklim. Bu yanıyla cazibeli bile sayılabilir. Bu mecrada iki erkeğin Ayten için yani aşk için verdiği mücadele ise okunmayı hak ediyor. Aşk, niye var? Allah, aşk ile neyi kast etmiş olabilir?

İktidar sahibi bir erkin (subayın) aşk ile imtihanı ne derece kallavi olur tahmin edersiniz. Kalbi katılaşmış (katılaşmak zorunda kalmış) bir subayı belki de sadece aşk, çaresiz bırakabilir. Ve macera başlar. Çünkü biliriz ki bir kalbe girmek, bir ülkeyi fetihten çok daha zordur genelde. Düğümü çözecek unsur bir mektup ise işi kelimelerin sihirli dünyasına kalmış bir subaya kim yardım edebilir ki? Üstelik kalbi tutuşmuşken. Allah’ın sevdiği kuluysanız ve erlerinizden biri sivil hayatında yazar ise düğüm çözülebilir. Ya da işler iyice karışır.

Selahattin Yusuf, dikkatimizi naif bir aşk hikâyesine çekerken iktidar olmayı, sınırları belli edilmemiş bir gücün kurumsallaştığında paydaşlarını nasıl ruhsuz bir robota çevirdiğini ustalıkla ayan ediyor. Böyle bir düzlemde ince meseleler nasıl çetrefilleşiyor, şahit oluyoruz.

Ruhum dümdüzdü artık, Beynimin edebiyat için ayrılmış kıvrımları emir-komuta zinciriyle ütülenip düzeltilmiş bulunuyordu. Lafı dolayıma sokamıyordum." Buzatti ’den de öğrendiğimiz üzere askerlik ruhu kemiren bir şeydi. Lakin daha evvel üniformanın bireyler üzerindeki etkisi Umudun Göğe Yükselişindeki kadar güzel anlatılmamıştı. Bu zor meseleler roman konusu olduğunda bir muamma da açığa çıkıyor gibi geliyor bana. İnsanın en çıplak haliyle resmedilmesi ne şahane bir şey. “Akşama kadar emir komuta zinciriyle biricikliği yıkılıp tabana inen asker, akşam seri numaralı battaniyesinin altına girdiğinde ruhunu geçmiş yardımıyla kendine yeniden ispat etmek zorundadır da ondan. Yoksa uyuyamayacaktır. Rakam uyuyamaz. Makine dişlisi uyanamaz ve uyuyamaz.

Erkek habitatının uyku çöplükleri geceleri hatıra aranmaya çıkmış canlılarla dolar taşar… Ta eskilerden kalmış bir mahalle arkadaşına dadanır zihni. Bacı kardeş gibi olduğu bir uzak akraba kızını bir de alfa dişisi olarak hayal etmeye kalkar filan. Hiç mi bir şey bulamadı, dolap kapağındaki yıldız fotoğrafıyla senli benli olur, ruhsal tefeciliğe başlar. Ruhsal iflasın dehşetini aşabilmek ve ruhla dünya arasında bağlantı kurabilmek için bir pürüz-yani temas noktası-bulur, buluşturur.

Roman ilerledikçe Teğmen ile Erin gerilimli ortaklığı merak unsurunu had safhaya taşırken Ayten’e dair malumatlarımız da çoğalıyor. Bu gerilim sadece bir rütbeli ile rütbesizin yan yana gelmesinden kaynaklanmıyor sadece. Teğmen’in aşk mektubu ile aşkın kendisini karıştırmasından da kaynaklanıyor. Naif duyguların dünyasına olan yabaniliği de işin cabası. Böylece bu seyirlik panayır, gerilim filmlerini aratmıyor. İşin içine bir de Teğmen’in yersiz kıskançlığı ve gururu girince demeyin keyfimize. Yine de bir süre sonra Seyit komutanı tanıdıkça onunla empati yapar hale geliyoruz ve zamanla bir bağ kurmayı başarabiliyoruz. Nam-ı diğer Seyko’nun sevgi acemisi olmasının tek nedeninin askerlik olmadığını öğreniyoruz çünkü. Sevgiyle arasında gittikçe açılan mesafenin çocukluktan geldiğini öğrenince yelkenleri suya indiriyoruz. Gerilimin son ana kadar eksik olmadığı eserde okuyucu daha net bir finalle tatmin edilse daha mı iyi olurdu emin değilim. Ancak insan ruhunun karanlık derinliklerinde bir gezintiye çıktığımız bu serüvende her haliyle mevcut son için bir sürpriz diyebiliriz.

Selahattin Yusuf roman boyunca elimizden tutup insan denen belirsize ışık tutuyor. Oldukça samimi ilerleyen bu yolda hoş sohbet bir tanıdığın sözleri kendimizi görmemizi sağlıyor. Bu yanıyla bir önceki romanı Eve Dönemezsin ile kıyaslanabilir diye düşünüyorum.

Nihayetinde dilde kendini bulmuş bir yazarın bize dair, insana dair bir hikâyesinden gelip soluklanıyoruz. Bu coğrafyanın insanı tanıyan, onun hikâyesini yazan bir kalemin söyledikleri kalıyor geriye.

Kenan Yusuf
twitter.com/knnysf

2 Mayıs 2023 Salı

Görülmeyi bekleyen karahindibalar

…Belki bir salyangoz da değildim. Etrafı böyle soğuk ve gri taşlarla çevrili, hayatta kalmaya çalışan bir karahindibaydım.

2017 Zürih Çocuk Kitabı Ödülü’nün sahibi Enno ya da Asfalttaki Karahindiba, Astrid Frank’in kaleminden, farklılıklarıyla ön plana çıkan iki karakterin yaşadığı zorlukları bizlere aktarıyor. Derinden hissettiriyor desem daha iyi olur çünkü yer yer kendinizi, Enno’nun gözyaşlarına eşlik ederken bulabilirsiniz. Yazarın, bu duyguyu okura geçirmesindeki ustalığı ise ayrı bir takdiri hak ediyor.

Kitabın başkahramanı Enno, pek çoğumuzun umursamadığı ayrıntıların farkına varan bir çocuk. Sınıfta arkadaşının çıkardığı hırıltılı şırıltılı sesler onu rahatsız ederken herkesin geçip gittiği yolda ağır ağır ilerleyen bir salyangoz ya da taşlar arasında hayata tutunmaya çalışan bir karahindiba dikkatini çekebiliyor ve dahası kendisini onunla özdeşleştirebiliyor. Bir kartalın -doğanın kanunu olarak- fareyi kendine yem etmek üzere peşine düşmesi bile Enno’nun hassas kalbinin harekete geçmesi için kâfi. Rekabetin, acının, öfkenin olduğu yerde -söz konusu bir film dahi olsa- Enno’yu görmek mümkün değil. Yaşadığımız dünyada; canlıların duygusunu derinden hissederek onun gözünden hayata bakıyor olmak ancak hassas kalplerin yapabileceği bir iş. Kulağa hoş geliyor olsa da anlaşılamadığınız bir dünyada bu yükü taşımak epey zor. Tıpkı Enno gibi… Tam da burada Goethe’nin sözünü hatırlatmak iyi olacak: “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.” Enno da bu cehennemde hayatta kalabilmek için kendine hayali bir dünya kurmuştur: Hayalistan. Burada ölen dedesine yazdığı mektuplar, onun için adeta bir oksijen maskesi görevi görür. Ancak ne yazık ki, Enno’nun Hayalistan’ı da annesi tarafından hoş karşılanmaz.

Öte yandan, okurken insanı yaralayan şu cümleleri aktarmayı da isterim: “…Böyle biri olduğum için annemi üzdüğümü görmek canımı yaktı. Kendimi değiştirmek için elimden gelen her şeyi yapardım, eğer bunu nasıl yapacağımı bilseydim.” Yaratılışı gereği narin bir kalbe sahip çocuğun; arkadaşları, öğretmeni ve çevresi tarafından olduğu gibi kabul edilmemesi bir yana, diğerleri gibi kendisine aynı pencereden bakan annesini hayal kırıklığına uğrattığını düşünerek acı çekmesi, bir -anne olarak- beni derinden üzdü. Halbuki değişmesi gereken kişiler, çocuklar değildi; en başta anne babalar ve neredeyse birçoğumuz, çocuklarımızı oldukları gibi kabul etmek yerine onları da kendi kalıplarımıza sığdırmaya çalışıyoruz. Belki de aynayı kendimize çevirmenin zamanı gelmiştir, ne dersiniz?

Kitaptaki, bir diğer karakter ise Olsen. Enno’nun en yakın arkadaşı, aslında tek arkadaşı. İkisinin tuhaflıkları(!) onları aynı noktada buluşturuyor. Olsen, yüksek zekaya sahip bir çocuk ve dolayısıyla arkadaşları tarafından pek sevilmiyor. Bunun bir sonucu olarak hem sözlü hem fiziksel zorbalığa maruz kalıyor. Ancak annesinin, Olsen’i her koşulda destekliyor olması onu Enno’dan daha şanslı kılıyor.

Sahi, hepimiz herkes gibi olacak olsaydık, insan olmamızın ne anlamı kalırdı? Farklılıklarımızı, iyi-kötü herhangi bir değerlendirmeye tâbi tutmadan kucaklıyor olmak ne iyi gelirdi dünyamıza. Ve çocuklar, hepsi aynı bahçenin farklı çiçekleri; bir karahindiba bir orkide veya bir gül gibi, hepsinin ihtiyacı ayrı olsa da hiç şüphesiz her biri koşulsuz sevgiyi hak ediyor.

Kırmızı Kedi Yayınevleri’nden çıkan Semra Pelek’in çevirisiyle bizlere ulaşan ENNO ya da Asfalttaki Karahindiba; dilerim, kendini karahindiba olarak hisseden ve bir yerlerde anlaşılmayı bekleyen tüm çocuklara umut olur.

Kitabı okuduktan sonra daha iyi anlayacağınız Dr. Bahar Eriş’in şu cümlesini de unutmadan eklemek istiyorum: “Her çocuk kendi hızında ilerler, lütfen arkadan ittirmeyiniz.

Merve Yazar
merveyazar93@gmail.com

Toprakta büyür insan

Yeni kitaplar keşfetmek her zaman bana heyecan vermiştir. Yeni yazarlar okumak, insanın edebi zevkinin çeşitliliğini artırır, derinleştirir. Çoğu zaman sahici okurları heyecana sevk eder, mutluluğuna mutluluk katar. Kitaplar, her şeyden önce insanı mutlu eden çok nadide bir uğraş, bir zevk, bir ilgi alanı olmalıdır diye düşünüyorum. Burada, bu ilgi alanında yeni hayatlar gizlenmiştir. Yeni ufuklar belirmiştir. Yeni insanlar, toplumlar, coğrafyalar, diller, sözler, sözcükler bu kitaplar ve bu yazarlar sayesinde gün yüzüne çıkmış, biz okurların duygudaşlık hislerini pekiştirmiştir. Pekiştirmeye de devam edecektir.

Ben de bu heyecanla oturdum yine bilgisayarın başına. Yeni bir yazarı keşfetmenin, yeni bir kitabı okumanın heyecanıyla günüme lezzet kattım adeta.

Genç bir yazar var karşımızda. Kerem Bakırcı. Kısa bir Özgeçmişi de buraya serptikten sonra kitap incelemesine geçebiliriz. Kerem Bakırcı; 1987 yılında Diyarbakır’ın Hazro ilçesinde doğdu. İnönü Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Öyküleri 2014 yılından bu yana kitap-lık, Varlık, Öykü Gazetesi, Sarnıç, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Karahindiba, Masa gibi çeşitli dergilerde ve Galapera Fanzin'de yayımlanmış. Şimdilik bu kadarını biliyoruz. Yazar şu an ne yapmaktadır, yeni kitabı gelecek midir, diye de sormadan edemedim. Umarım tez zamanda kendisini yeni kitabıyla sahada görürüz.

"Toprakta Büyür mü İnsan?" üç bölümden oluşuyor. Bu üç bölümün içinde toplam on beş öykü yer almaktadır. Bazı öyküler yarım sayfa bazı öyküler de sekiz sayfa. Ama kısalığının ya da uzunluğunun bir önemi olmaksızın; bu öykülerin ortak noktası: hayatın içinden bize seslenmeleridir. Aynı derinlikte aynı özenli dilde bize bir gerçeği anlatmaktadır. Doğu Anadolu’nun ya da Güneydoğu Anadolu’nun herhangi bir köyüne, mezrasına, ilçesine, şehrine gittiğinizde bu öykülerle aynı konuyu taşıyan binlerce gerçek öyküyle karşılaşırsınız. Bugün her Anadolu evladı “Oy havar” seslenişini derinden hisseder. Çünkü muhakkak o acılı cümleye bir kere maruz kalmıştır. O acıyı derinden hissetmiştir.

Ölüm Kokan Boşluk” belki de yüzyıllık bir rüyayı anlatır. Ataerkil zihniyetin olmadığı, kadınların erkeklerle eşit olduğu, hatta bir nebze anaerkil düşüncenin hakim olduğu bir atmosferde kulağımıza bir şeyler fısıldar. Pek de mümkün olmayan, ya da olsa bile uzun zaman alacak bir fikirdir burada işlenen. Bir isyanın çığlığı ve haklı davası bizi burada karşılar.

Birinci bölüm farklı konuların işlendiği, kısa hikayelerin anlatıldığı bölümdür. Ama dil ve derinlik bu hikayelerde bize sonraki bölümlerde olacakların habercisidir. Dilin egemenliğinden ve olayların sahiciliğinden bahsediyorum. İkinci bölümdeki bütün hikayeler birbiriyle bağlantılıdır. Burada merakı canlı tutar yazar. Sonraki hikayelerde ne olacağını tahmin etmeye çalışmadan ters köşe oluyor okur. Bu bölümde yine saf duyguların önde olduğu, anlatılmak istenenin alenen anlatıldığı, lafı eğip bükmeden konunun aktığı bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Mesela orada; “Pus çöktü”, “Dikkat et” diyen de hepimizin annesi değil mi, ayrıca teslimiyetin ve endişenin ilk belirtileri değil mi? Hikayenin başlangıcında bir gerilim hisseden sadece kahraman değildir. Bu gerilimle beraber sonrasında devam eden arkadaşlıklar, sürekli hikayeye eşlik eden puslu atmosfer , bundan on beş sene önce mahallelerde olan arkadaşlık duygusunu en belirgin halinin ifadesidir. Sonu korkunç olsa da hikaye kendi içindeki akışı bizi eskilere geri götürüyor. Gözlerinizin dolması eskilerin samimiyetinden, aralarındaki ilişkilerden geliyor. Gözlerinizin dolması da o ilişkilerdeki karanlık tarafın yüzünüze indirdiği tokadın acısını hissetmenizden geliyor.

Yazarın hayatından da izler taşıdığını ikinci bölümde Kerem karakterinden anlıyoruz. Piç Murat, Kerem, Macit, Pışo Meheme, Zozan, Reco karakterlerin dünyasına ikinci bölümde misafir oluyoruz. Bu bölümdeki hikayeler, bu arkadaşların hazin bir aşk hikayesinin etrafında yaşadıklarını anlatıyor. Ve belki de bu bölümdeki hikayelerin en can alıcı yeri şu cümlede beliriyor: “… hüzne boğulduğunu saklamak için güler insan.” Bu cümlede, kendi toprağımda olanları ve çocukluğumu şekillendiren benzer duyguları ve acıları görüyorum. Bu cümlede ne çok sır, hayat, öfke, hayal kırıklığı saklı. Bunun için aslında kitabın en can alıcı kısmı ikinci bölümdür. Benim için. Karanlık havaya rağmen benim en çok sevdiğim bölüm diyebilirim. Mesela: “Eskiler ‘ölü meyvesi’ der alıca. Çocuklar mezara dalıp da zarar vermesin diye. İçindeki sert çekirdeği ölünün kemiği, dışında yenilen yumuşak kısmı ise etinden olur derler (s.31)

Buna benzer hikayeler Anadolu’nun çoğu yerinde anlatılıyordu. Bu gibi hikayelerle bir nesil büyüdü. Bu gibi hikayeler bir neslin sohbet konusu oldu. Korkuları, merakları, inanışları böyle hikayelerle şekillendi. Zaten aşk hikayesinin sonunu da "Alıç Ağacının Bedduası" belirliyor. Bu hikaye gerçek oluyor.

Üçüncü bölümdeki hikayeler birbirinden bağımsız hikayelerden oluşuyor. Yine hayattın içinden bize sesleniyor. Karakterler bizden, olayları hayatımızın içinden. “Kel Tepe’den Uzayan Gölge” deki Haris ve Salih bizim köylerin ortak değerleridir. Göz önünde olan ve hep söz konusu olan iki karakter. “Düş Artıkları” fazla sitemli ama gönümüz dünyasının gerçekleri. “Buhran” da anlatılan belki kitabın en çok düşündürücü kısmı. Ve de fazla şehirli. Günümüzdeki bir nebze entelektüel buhranların anlatıldığı hikayedir.

Bu park hoşuma gitmiyor değil. Mevsimler ve insanların ve onlarla beraber düşüncelerin ve düşüncelerden arta kalan kırıntıların ve yüreklerdeki çarpıntıların tezahürlerini buradan izler oldum. Yaşamak, can sıkıntısından da öte bir sıkıntı denizinde boğulmak mı ? (s.61)

Bu hikayede anlatılanlar taşra insanın dünyasından biraz uzak diyebiliriz. Onlar henüz kendi dünyasında boğulacak kadar sıkışıp, kalmamışlar.

Susarak düşüncelere dalmak, kendi içimde yolculuğa çıkmama yardımcı oluyor. Kimsenin kimseyi anlamadığı bu dünyada gerekli bir şeymiş gibi geliyor bana (s.61)

Fazla şehirli ve düşün dünyası geniş olan şehirli insanın hali değil mi? Bu hikaye bir geçiş evresinin anlatıyor, ‘Toprakta büyütüyor’ insanı, kendi toprağında. Şehirde ya da taşrada. Çoğu kişiden bunu görebiliyoruz.

Bu kısa ama etkileyici kitaba dair çok şey yazılabilir ve yazılmalıdır da. Kısa ve etkileyici bir kitap ne kadar sarsıcı olabiliyorsa o kadar sarsıcı o kadar derinlikli. Belki de beni bana anlattığı içindir, bilmiyorum, ama bu kitabı okuyan her insan durup geçmişi sorgular ve başka hayatların, insanların dünyasında kendini kaptırmış bulur. Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen usta bir kalemin elinden yazılmış hikayelerden eksiği yok. Dile hakimiyeti mest ediyor. Anadili gibi bir ustalıkla işliyor kelimeleri. Bir gün hakkettiği ilgiyi görür umarım. Ve ilerde edebiyatı -iyi edebiyatı- belirleyen birkaç kişiden biri olmasını diliyorum. Bir sonraki kitabını da sabırsızlıkla bekliyorum. İyi edebiyatla kalın !

Doğan Yalçın
dgnylcn49@gmail.com