7 Mayıs 2023 Pazar

İnsana insanlığını hatırlatan tabiat

Ya Hiç Karşılaşmasaydık kitabında, hem Sartre’a nazire yaparcasına hem de Anadolu bilgeliğine göz kırparcasına başkasının, ötekinin insan için önemini anlatmıştı Tuğçe Isıyel. Başka insanlar ve başka hayatlar vardı. Onlara tartışmak, onlarla anlaşmak, hayatın içinde olması gereken bir akıştı. Bu akışta yaralanmak da vardı, yara sarmak da. Bir başkası bize dert getirebilir, diğer başkası dermanı yanında taşıyabilirdi. “Karşılaşmalar hep sürer. Bir şeyle karşılaşmamızın bittiğini sandığımızda bile artık o şeyin yokluğuyla karşılaşırız. Hem iç, hem de dış dünyamızda... Bu karşılaşmalarla dönüşür, birleşir, ayrılır; hayatımızı da bu karşılaşmalardan inşa ederiz.” demişti Isıyel. Dolayısıyla ilk kitap, yazarın da okurun da hayatı insan odaklı anlama girişiminin bir parçası, belki yoldaşıydı. Parçalı Bulutlu ise tüm dünyayı etkileyen salgınla birlikte yaşanan ruh daralmasını da düşünerek; gökyüzüne, ağaçlara, dallara, meyvelere, hayvanlara, taşa, toprağa bakarak bir yön bulma, bir merkeze kavuşma umudu veriyor.

Bir ruh daralması yaşadığımız ortada. Bu daralma insanları farklı yerlere götürüyor. Herkes, göğsündeki eksik olan ‘puzzle’ parçasını bulabilme umuduyla oradan oraya savruluyor, zikzaklar çiziyor, belki de kendi kurduğu labirentin içinde bir ışık arıyor. Bu olumsuz gibi görünen tablonun içinden her geçen gün yeni olumlu işaretler, güzergahlar çıkıyor. İşte, birbirimizin hayatına bakıp görebiliyoruz: Bedenlerimiz pandemiyle birlikte birbirine daha çok yaklaştı ve mizaçlar, huylar, tabiatlar çarpışmaya başladı. İnandığımız değerleri yeniden sorgularken, bazı alışkanlıklarımızın nasıl da bizi kendilerine esir ettiği ortaya çıktı. İnsanlar bu durum karşısında bir mahremiyete, hatta mahrumiyete ihtiyaç duydu. Kendine bir kuytu köşe bulmanın, kendine ait bir oda inşa etmenin, kendiyle baş başa kalmanın paha biçilemez önemi yeniden gülümsedi herkese. Tabiat, buruk bir tebessümle insana “Ben her zaman buradaydım fakat siz görmek, yaşamak yerine beni örselemeyi tercih ettiniz” dedi. Bir kırgınlık oluştuğu, aramıza doğayla ciddi mesafelerin girdiği muhakkak. Bunu biz yaptık ve hiç utanmadık. Nihayet, bütün şehirli tarafımız yıldı, yoruldu. Ne zamandır köyüne, kenarına, kuytusuna dönmek isteyenler durumu yeniden gözden geçirdi. Temelli olmasa da ara ara, belki de sıklıkla sessizliğe, tabiata gömülmenin ihtiyacı iyice berraklaştı. Isıyel de hem kendinin farklı halleriyle tanışma tecrübesi, hem de tabiatın rehberliğinde hayatı başka bir gözle görebilme, anlama, idrak etme çabası yaşamak için Bozcaada’da yazdı kitabını. Bir başka yere yerleşme, tam olarak yerleşememe, kendini yeniden inşa etmeye çalışırken pek çok şeyi devirip yıkmak zorunda kalma, avaz avaz gözyaşı dökme, doya doya gülme gibi eylemler, şairin dediği gibi “mevsimlerin insanlara yaptığı fenalıklar” gün yüzüne çıkmış oldu böylece. Tüm bunlar düşünüldüğünde kitabın ismi fevkalade yerinde. Her şey yerli yerinde gibi görünse de insan, tıpkı gökyüzü gibi aslında; parçalı bulutlu. Üstelik yağmurdan kaçarken de pek farkında olmadan başka şeylere tutulma derdinde. Yazar da bunu gayet açık bir şekilde söylüyor: “Şehirli tarafımın iç sesi ‘Ben buraya sığındım mı?’ sorusunu çok soruyor adaya yerleşmeye çalışan tarafıma. Bir adaya ancak ve sadece sığınılırmış gibi… O ses aynı zamanda hiçbir şeyi oluruna bırakamayan telaşlı yanım. Mutlaka bir cevap arıyor. Sezginin değil, bilmenin gücüne inanan çömezliğim. Ardından şöyle bir cevap geliyor içime, bir şeyden kaçan insan bir yere sığınır, ben kaçmaktan ziyade bir şeye yakalanmak ister gibiyim. Belki de bunun cevabını bulmak için buradayım.

Bir okur, elindeki kitabın “kurda, kuşa, aşa” ithaf edildiğini görür görmez içi ısınır. Okuyacağı sayfaların kendisini hiç yormayacağını, derin sancıların ve dile gelmeyen travmaların değil; nicedir bakışlarını kaçırdığı tabiatın ona yeniden kucak açacağını tahmin edebilir. Bu tahmininde haklı çıkacak, orası kesin. Tabiat demek eski insanların, eski mekânların, eski zamanların yaşayışını yeniden çağırmak demek. O yaşayış, bir yerlerde duruyor ve daima duracak. Çünkü kök salmış, ünsiyet kurmuş, yaşama yakışmış bir hâl bu. Yazar da bundan besleniyor tabiatı seyrederken: “İzlediğim bir belgeselde Himba kadınlarının yeni doğan her bebeğin bir şarkısının olduğuna inandıkları ve annelerinin daha bebek doğmadan şarkıyı rüyasında duyduklarını anlatıyordu. Şarkı çocuğa hayatı boyunca eşlik ediyormuş. Bu yüzden Himbalar, birinin yaşını doğduğu güne göre değil, şarkının rüyada duyulduğu güne göre hesaplarmış. Ben de bir şarkı görmek istiyorum rüyamda, şarkımı görmek istiyorum, ben susayım o mırıldansın içimde…

Parçalı Bulutlu’yu okurken, yani tabiatın sunduğu ince şifrelere bir başkasının kaleminden, anlayışından bakmaya çalışırken ‘yol’ kavramı yeniden beliriyor zihinde. Yol’a yeni bir anlam aramıyorsunuz, o hakiki anlamını tekrar dile getiriyor. Diyor ki ben varım çünkü sen varsın, sen varsın çünkü ben varım. Birbirimizden ayrılmamız mümkün değil, birbirimize nefes aldırmamız mümkün. Buna sen mola dersin, ben yoldan çıktın derim. Oysa ne sen benden çıkabilirsin ne de ben sana uzak düşebilirim. Hayatın yumağı bizimle birlikte çözülebilir ancak, yolla ve insanla. Bir istikamet tutturmak, bir merkeze sahip olmak, bir anlam dairesi geliştirmek insanı yol boyunca, yani ömür boyunca berhudar etmeye yeter. Demek ki yol, hayatımız. Biz hayatı dikkate aldıkça, hayatımızı önemsedikçe yolun kendisiyiz. Felsefenin, psikolojinin, tasavvufun zaman zaman, hatta görmek isteyen için çoğu zaman ‘bir’lendiği o nokta, yazarı da ‘kendinden kendine’ götürüp getiriyor: “Tüm inançlar ‘bir’ oluşa götürmez mi insanı. Tevhid. İnsan kendisini parçalanmışlıklarıyla, aydınlığı ve karanlığıyla, iyiliği ve kötülüğüyle bir bütün olarak kabul ettiğinde özsaadeti yakalamaz mı? İlişkilerde, olduğumuz halimizle öteki tarafından kabul görme arzumuz, aslında bütün olarak kabullenilmeye eşdeğer değil mi? Bu gezegenin içinde birçok varlıkla birlikte soluk alıp vermek, doğanın yani bütünün bir parçası olduğumuzu hissetme halimiz, hep kendi içimizde ve dışımızda bir olmaya duyduğumuz özlemin tezahürü gibi gelir bana.

Bir yerden bir yere gitmek, o yerde kalmak, sonra o yerden geri dönmek, insanla eşyanın arasındaki ilişkinin derinleşmesi demek aynı zamanda. Kimileri kendinden geriye bir iz kalsın istemez, kimi her nereye gitse mutlaka bir şeylerini götürür ve orada bırakır. Kimi, kaldığı yerdeki eşyaları tamir ederek pek çok duygusal ihtiyacını gidermiş olur. Tam da burada; edebiyattan, felsefeden bol bol beslenen yazar, sinemanın hayatı ve insanı anlama çabasından da okura önemli işaretler fısıldıyor: “Aklıma Kim Ki Duk’un çok sevdiğim Boş Ev filmi geliyor. Ev sahiplerinin evde olmadığı zamanlarda gizlice çeşitli evlere giren ve orada bir veya birden fazla gece kalan bir adamın öyküsünü anlatıyor. Adamın kaldığı evlerde bozulmuş eşyaları tamir etmesi, hem başkasının evinde kalışının bir bedeli gibi, hem de ona ait olmayan eşyaları tamir ederek iç dünyasında ötekine dair bir şeyleri onardığını düşündürüyor bana.

Çok tadında, çok yerinde yazılmış bir kitap Parçalı Bulutlu. Hayatın bunca tatsızlığında, insanın bunca yersizliğinde bir durup dinlenme alanı açıyor. İnsana soluk aldırırken, hayata tabiatın izinde yeni bakışlar atmak gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü tabiat, insana insanlığını hatırlatmaya her an hazır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Allah, aşk ile neyi kast etmiş olabilir?

Selahattin Yusuf, gündeme siyasetin egemen olduğu bir dönemde yeni romanı Umudun Göğe Yükselişi ile çıkageldi ve gelişiyle hanemize ferahlık getirdi. Kapı Yayınları tarafından neşredilen yeni eseri, tam olarak iki yüz kırk sayfa.

Kafası sivil çalışan biri için “askerlik” ilginç bir gösterinin başladığı panayır sayılabilir pekâlâ. Erkeklerin, gerçek dünyadan çok uzak bu iklimden bolca hikâyeyle dönmesine sebep bu olsa gerek. Zira gerçekliğin kolayca eğilip büküldüğü bu hayattan hatırı sayılır sayıda anıyla dönebiliyoruz. Çünkü bu similasyon(!) yaşantının kolayca deneyime dönebildiği bir iklim. Bu yanıyla cazibeli bile sayılabilir. Bu mecrada iki erkeğin Ayten için yani aşk için verdiği mücadele ise okunmayı hak ediyor. Aşk, niye var? Allah, aşk ile neyi kast etmiş olabilir?

İktidar sahibi bir erkin (subayın) aşk ile imtihanı ne derece kallavi olur tahmin edersiniz. Kalbi katılaşmış (katılaşmak zorunda kalmış) bir subayı belki de sadece aşk, çaresiz bırakabilir. Ve macera başlar. Çünkü biliriz ki bir kalbe girmek, bir ülkeyi fetihten çok daha zordur genelde. Düğümü çözecek unsur bir mektup ise işi kelimelerin sihirli dünyasına kalmış bir subaya kim yardım edebilir ki? Üstelik kalbi tutuşmuşken. Allah’ın sevdiği kuluysanız ve erlerinizden biri sivil hayatında yazar ise düğüm çözülebilir. Ya da işler iyice karışır.

Selahattin Yusuf, dikkatimizi naif bir aşk hikâyesine çekerken iktidar olmayı, sınırları belli edilmemiş bir gücün kurumsallaştığında paydaşlarını nasıl ruhsuz bir robota çevirdiğini ustalıkla ayan ediyor. Böyle bir düzlemde ince meseleler nasıl çetrefilleşiyor, şahit oluyoruz.

Ruhum dümdüzdü artık, Beynimin edebiyat için ayrılmış kıvrımları emir-komuta zinciriyle ütülenip düzeltilmiş bulunuyordu. Lafı dolayıma sokamıyordum." Buzatti ’den de öğrendiğimiz üzere askerlik ruhu kemiren bir şeydi. Lakin daha evvel üniformanın bireyler üzerindeki etkisi Umudun Göğe Yükselişindeki kadar güzel anlatılmamıştı. Bu zor meseleler roman konusu olduğunda bir muamma da açığa çıkıyor gibi geliyor bana. İnsanın en çıplak haliyle resmedilmesi ne şahane bir şey. “Akşama kadar emir komuta zinciriyle biricikliği yıkılıp tabana inen asker, akşam seri numaralı battaniyesinin altına girdiğinde ruhunu geçmiş yardımıyla kendine yeniden ispat etmek zorundadır da ondan. Yoksa uyuyamayacaktır. Rakam uyuyamaz. Makine dişlisi uyanamaz ve uyuyamaz.

Erkek habitatının uyku çöplükleri geceleri hatıra aranmaya çıkmış canlılarla dolar taşar… Ta eskilerden kalmış bir mahalle arkadaşına dadanır zihni. Bacı kardeş gibi olduğu bir uzak akraba kızını bir de alfa dişisi olarak hayal etmeye kalkar filan. Hiç mi bir şey bulamadı, dolap kapağındaki yıldız fotoğrafıyla senli benli olur, ruhsal tefeciliğe başlar. Ruhsal iflasın dehşetini aşabilmek ve ruhla dünya arasında bağlantı kurabilmek için bir pürüz-yani temas noktası-bulur, buluşturur.

Roman ilerledikçe Teğmen ile Erin gerilimli ortaklığı merak unsurunu had safhaya taşırken Ayten’e dair malumatlarımız da çoğalıyor. Bu gerilim sadece bir rütbeli ile rütbesizin yan yana gelmesinden kaynaklanmıyor sadece. Teğmen’in aşk mektubu ile aşkın kendisini karıştırmasından da kaynaklanıyor. Naif duyguların dünyasına olan yabaniliği de işin cabası. Böylece bu seyirlik panayır, gerilim filmlerini aratmıyor. İşin içine bir de Teğmen’in yersiz kıskançlığı ve gururu girince demeyin keyfimize. Yine de bir süre sonra Seyit komutanı tanıdıkça onunla empati yapar hale geliyoruz ve zamanla bir bağ kurmayı başarabiliyoruz. Nam-ı diğer Seyko’nun sevgi acemisi olmasının tek nedeninin askerlik olmadığını öğreniyoruz çünkü. Sevgiyle arasında gittikçe açılan mesafenin çocukluktan geldiğini öğrenince yelkenleri suya indiriyoruz. Gerilimin son ana kadar eksik olmadığı eserde okuyucu daha net bir finalle tatmin edilse daha mı iyi olurdu emin değilim. Ancak insan ruhunun karanlık derinliklerinde bir gezintiye çıktığımız bu serüvende her haliyle mevcut son için bir sürpriz diyebiliriz.

Selahattin Yusuf roman boyunca elimizden tutup insan denen belirsize ışık tutuyor. Oldukça samimi ilerleyen bu yolda hoş sohbet bir tanıdığın sözleri kendimizi görmemizi sağlıyor. Bu yanıyla bir önceki romanı Eve Dönemezsin ile kıyaslanabilir diye düşünüyorum.

Nihayetinde dilde kendini bulmuş bir yazarın bize dair, insana dair bir hikâyesinden gelip soluklanıyoruz. Bu coğrafyanın insanı tanıyan, onun hikâyesini yazan bir kalemin söyledikleri kalıyor geriye.

Kenan Yusuf
twitter.com/knnysf

2 Mayıs 2023 Salı

Görülmeyi bekleyen karahindibalar

…Belki bir salyangoz da değildim. Etrafı böyle soğuk ve gri taşlarla çevrili, hayatta kalmaya çalışan bir karahindibaydım.

2017 Zürih Çocuk Kitabı Ödülü’nün sahibi Enno ya da Asfalttaki Karahindiba, Astrid Frank’in kaleminden, farklılıklarıyla ön plana çıkan iki karakterin yaşadığı zorlukları bizlere aktarıyor. Derinden hissettiriyor desem daha iyi olur çünkü yer yer kendinizi, Enno’nun gözyaşlarına eşlik ederken bulabilirsiniz. Yazarın, bu duyguyu okura geçirmesindeki ustalığı ise ayrı bir takdiri hak ediyor.

Kitabın başkahramanı Enno, pek çoğumuzun umursamadığı ayrıntıların farkına varan bir çocuk. Sınıfta arkadaşının çıkardığı hırıltılı şırıltılı sesler onu rahatsız ederken herkesin geçip gittiği yolda ağır ağır ilerleyen bir salyangoz ya da taşlar arasında hayata tutunmaya çalışan bir karahindiba dikkatini çekebiliyor ve dahası kendisini onunla özdeşleştirebiliyor. Bir kartalın -doğanın kanunu olarak- fareyi kendine yem etmek üzere peşine düşmesi bile Enno’nun hassas kalbinin harekete geçmesi için kâfi. Rekabetin, acının, öfkenin olduğu yerde -söz konusu bir film dahi olsa- Enno’yu görmek mümkün değil. Yaşadığımız dünyada; canlıların duygusunu derinden hissederek onun gözünden hayata bakıyor olmak ancak hassas kalplerin yapabileceği bir iş. Kulağa hoş geliyor olsa da anlaşılamadığınız bir dünyada bu yükü taşımak epey zor. Tıpkı Enno gibi… Tam da burada Goethe’nin sözünü hatırlatmak iyi olacak: “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.” Enno da bu cehennemde hayatta kalabilmek için kendine hayali bir dünya kurmuştur: Hayalistan. Burada ölen dedesine yazdığı mektuplar, onun için adeta bir oksijen maskesi görevi görür. Ancak ne yazık ki, Enno’nun Hayalistan’ı da annesi tarafından hoş karşılanmaz.

Öte yandan, okurken insanı yaralayan şu cümleleri aktarmayı da isterim: “…Böyle biri olduğum için annemi üzdüğümü görmek canımı yaktı. Kendimi değiştirmek için elimden gelen her şeyi yapardım, eğer bunu nasıl yapacağımı bilseydim.” Yaratılışı gereği narin bir kalbe sahip çocuğun; arkadaşları, öğretmeni ve çevresi tarafından olduğu gibi kabul edilmemesi bir yana, diğerleri gibi kendisine aynı pencereden bakan annesini hayal kırıklığına uğrattığını düşünerek acı çekmesi, bir -anne olarak- beni derinden üzdü. Halbuki değişmesi gereken kişiler, çocuklar değildi; en başta anne babalar ve neredeyse birçoğumuz, çocuklarımızı oldukları gibi kabul etmek yerine onları da kendi kalıplarımıza sığdırmaya çalışıyoruz. Belki de aynayı kendimize çevirmenin zamanı gelmiştir, ne dersiniz?

Kitaptaki, bir diğer karakter ise Olsen. Enno’nun en yakın arkadaşı, aslında tek arkadaşı. İkisinin tuhaflıkları(!) onları aynı noktada buluşturuyor. Olsen, yüksek zekaya sahip bir çocuk ve dolayısıyla arkadaşları tarafından pek sevilmiyor. Bunun bir sonucu olarak hem sözlü hem fiziksel zorbalığa maruz kalıyor. Ancak annesinin, Olsen’i her koşulda destekliyor olması onu Enno’dan daha şanslı kılıyor.

Sahi, hepimiz herkes gibi olacak olsaydık, insan olmamızın ne anlamı kalırdı? Farklılıklarımızı, iyi-kötü herhangi bir değerlendirmeye tâbi tutmadan kucaklıyor olmak ne iyi gelirdi dünyamıza. Ve çocuklar, hepsi aynı bahçenin farklı çiçekleri; bir karahindiba bir orkide veya bir gül gibi, hepsinin ihtiyacı ayrı olsa da hiç şüphesiz her biri koşulsuz sevgiyi hak ediyor.

Kırmızı Kedi Yayınevleri’nden çıkan Semra Pelek’in çevirisiyle bizlere ulaşan ENNO ya da Asfalttaki Karahindiba; dilerim, kendini karahindiba olarak hisseden ve bir yerlerde anlaşılmayı bekleyen tüm çocuklara umut olur.

Kitabı okuduktan sonra daha iyi anlayacağınız Dr. Bahar Eriş’in şu cümlesini de unutmadan eklemek istiyorum: “Her çocuk kendi hızında ilerler, lütfen arkadan ittirmeyiniz.

Merve Yazar
merveyazar93@gmail.com

Toprakta büyür insan

Yeni kitaplar keşfetmek her zaman bana heyecan vermiştir. Yeni yazarlar okumak, insanın edebi zevkinin çeşitliliğini artırır, derinleştirir. Çoğu zaman sahici okurları heyecana sevk eder, mutluluğuna mutluluk katar. Kitaplar, her şeyden önce insanı mutlu eden çok nadide bir uğraş, bir zevk, bir ilgi alanı olmalıdır diye düşünüyorum. Burada, bu ilgi alanında yeni hayatlar gizlenmiştir. Yeni ufuklar belirmiştir. Yeni insanlar, toplumlar, coğrafyalar, diller, sözler, sözcükler bu kitaplar ve bu yazarlar sayesinde gün yüzüne çıkmış, biz okurların duygudaşlık hislerini pekiştirmiştir. Pekiştirmeye de devam edecektir.

Ben de bu heyecanla oturdum yine bilgisayarın başına. Yeni bir yazarı keşfetmenin, yeni bir kitabı okumanın heyecanıyla günüme lezzet kattım adeta.

Genç bir yazar var karşımızda. Kerem Bakırcı. Kısa bir Özgeçmişi de buraya serptikten sonra kitap incelemesine geçebiliriz. Kerem Bakırcı; 1987 yılında Diyarbakır’ın Hazro ilçesinde doğdu. İnönü Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Öyküleri 2014 yılından bu yana kitap-lık, Varlık, Öykü Gazetesi, Sarnıç, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Karahindiba, Masa gibi çeşitli dergilerde ve Galapera Fanzin'de yayımlanmış. Şimdilik bu kadarını biliyoruz. Yazar şu an ne yapmaktadır, yeni kitabı gelecek midir, diye de sormadan edemedim. Umarım tez zamanda kendisini yeni kitabıyla sahada görürüz.

"Toprakta Büyür mü İnsan?" üç bölümden oluşuyor. Bu üç bölümün içinde toplam on beş öykü yer almaktadır. Bazı öyküler yarım sayfa bazı öyküler de sekiz sayfa. Ama kısalığının ya da uzunluğunun bir önemi olmaksızın; bu öykülerin ortak noktası: hayatın içinden bize seslenmeleridir. Aynı derinlikte aynı özenli dilde bize bir gerçeği anlatmaktadır. Doğu Anadolu’nun ya da Güneydoğu Anadolu’nun herhangi bir köyüne, mezrasına, ilçesine, şehrine gittiğinizde bu öykülerle aynı konuyu taşıyan binlerce gerçek öyküyle karşılaşırsınız. Bugün her Anadolu evladı “Oy havar” seslenişini derinden hisseder. Çünkü muhakkak o acılı cümleye bir kere maruz kalmıştır. O acıyı derinden hissetmiştir.

Ölüm Kokan Boşluk” belki de yüzyıllık bir rüyayı anlatır. Ataerkil zihniyetin olmadığı, kadınların erkeklerle eşit olduğu, hatta bir nebze anaerkil düşüncenin hakim olduğu bir atmosferde kulağımıza bir şeyler fısıldar. Pek de mümkün olmayan, ya da olsa bile uzun zaman alacak bir fikirdir burada işlenen. Bir isyanın çığlığı ve haklı davası bizi burada karşılar.

Birinci bölüm farklı konuların işlendiği, kısa hikayelerin anlatıldığı bölümdür. Ama dil ve derinlik bu hikayelerde bize sonraki bölümlerde olacakların habercisidir. Dilin egemenliğinden ve olayların sahiciliğinden bahsediyorum. İkinci bölümdeki bütün hikayeler birbiriyle bağlantılıdır. Burada merakı canlı tutar yazar. Sonraki hikayelerde ne olacağını tahmin etmeye çalışmadan ters köşe oluyor okur. Bu bölümde yine saf duyguların önde olduğu, anlatılmak istenenin alenen anlatıldığı, lafı eğip bükmeden konunun aktığı bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Mesela orada; “Pus çöktü”, “Dikkat et” diyen de hepimizin annesi değil mi, ayrıca teslimiyetin ve endişenin ilk belirtileri değil mi? Hikayenin başlangıcında bir gerilim hisseden sadece kahraman değildir. Bu gerilimle beraber sonrasında devam eden arkadaşlıklar, sürekli hikayeye eşlik eden puslu atmosfer , bundan on beş sene önce mahallelerde olan arkadaşlık duygusunu en belirgin halinin ifadesidir. Sonu korkunç olsa da hikaye kendi içindeki akışı bizi eskilere geri götürüyor. Gözlerinizin dolması eskilerin samimiyetinden, aralarındaki ilişkilerden geliyor. Gözlerinizin dolması da o ilişkilerdeki karanlık tarafın yüzünüze indirdiği tokadın acısını hissetmenizden geliyor.

Yazarın hayatından da izler taşıdığını ikinci bölümde Kerem karakterinden anlıyoruz. Piç Murat, Kerem, Macit, Pışo Meheme, Zozan, Reco karakterlerin dünyasına ikinci bölümde misafir oluyoruz. Bu bölümdeki hikayeler, bu arkadaşların hazin bir aşk hikayesinin etrafında yaşadıklarını anlatıyor. Ve belki de bu bölümdeki hikayelerin en can alıcı yeri şu cümlede beliriyor: “… hüzne boğulduğunu saklamak için güler insan.” Bu cümlede, kendi toprağımda olanları ve çocukluğumu şekillendiren benzer duyguları ve acıları görüyorum. Bu cümlede ne çok sır, hayat, öfke, hayal kırıklığı saklı. Bunun için aslında kitabın en can alıcı kısmı ikinci bölümdür. Benim için. Karanlık havaya rağmen benim en çok sevdiğim bölüm diyebilirim. Mesela: “Eskiler ‘ölü meyvesi’ der alıca. Çocuklar mezara dalıp da zarar vermesin diye. İçindeki sert çekirdeği ölünün kemiği, dışında yenilen yumuşak kısmı ise etinden olur derler (s.31)

Buna benzer hikayeler Anadolu’nun çoğu yerinde anlatılıyordu. Bu gibi hikayelerle bir nesil büyüdü. Bu gibi hikayeler bir neslin sohbet konusu oldu. Korkuları, merakları, inanışları böyle hikayelerle şekillendi. Zaten aşk hikayesinin sonunu da "Alıç Ağacının Bedduası" belirliyor. Bu hikaye gerçek oluyor.

Üçüncü bölümdeki hikayeler birbirinden bağımsız hikayelerden oluşuyor. Yine hayattın içinden bize sesleniyor. Karakterler bizden, olayları hayatımızın içinden. “Kel Tepe’den Uzayan Gölge” deki Haris ve Salih bizim köylerin ortak değerleridir. Göz önünde olan ve hep söz konusu olan iki karakter. “Düş Artıkları” fazla sitemli ama gönümüz dünyasının gerçekleri. “Buhran” da anlatılan belki kitabın en çok düşündürücü kısmı. Ve de fazla şehirli. Günümüzdeki bir nebze entelektüel buhranların anlatıldığı hikayedir.

Bu park hoşuma gitmiyor değil. Mevsimler ve insanların ve onlarla beraber düşüncelerin ve düşüncelerden arta kalan kırıntıların ve yüreklerdeki çarpıntıların tezahürlerini buradan izler oldum. Yaşamak, can sıkıntısından da öte bir sıkıntı denizinde boğulmak mı ? (s.61)

Bu hikayede anlatılanlar taşra insanın dünyasından biraz uzak diyebiliriz. Onlar henüz kendi dünyasında boğulacak kadar sıkışıp, kalmamışlar.

Susarak düşüncelere dalmak, kendi içimde yolculuğa çıkmama yardımcı oluyor. Kimsenin kimseyi anlamadığı bu dünyada gerekli bir şeymiş gibi geliyor bana (s.61)

Fazla şehirli ve düşün dünyası geniş olan şehirli insanın hali değil mi? Bu hikaye bir geçiş evresinin anlatıyor, ‘Toprakta büyütüyor’ insanı, kendi toprağında. Şehirde ya da taşrada. Çoğu kişiden bunu görebiliyoruz.

Bu kısa ama etkileyici kitaba dair çok şey yazılabilir ve yazılmalıdır da. Kısa ve etkileyici bir kitap ne kadar sarsıcı olabiliyorsa o kadar sarsıcı o kadar derinlikli. Belki de beni bana anlattığı içindir, bilmiyorum, ama bu kitabı okuyan her insan durup geçmişi sorgular ve başka hayatların, insanların dünyasında kendini kaptırmış bulur. Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen usta bir kalemin elinden yazılmış hikayelerden eksiği yok. Dile hakimiyeti mest ediyor. Anadili gibi bir ustalıkla işliyor kelimeleri. Bir gün hakkettiği ilgiyi görür umarım. Ve ilerde edebiyatı -iyi edebiyatı- belirleyen birkaç kişiden biri olmasını diliyorum. Bir sonraki kitabını da sabırsızlıkla bekliyorum. İyi edebiyatla kalın !

Doğan Yalçın
dgnylcn49@gmail.com

20 Nisan 2023 Perşembe

Zihnin işlevini kaybettiren okumalar

Başlığın rahatsız edici ve bir o kadar da dikkat çekici olduğunun bilincindeyim. Ne var ki gayem ne rahatsız etmek ne dikkat çekmek. Alman filozof Schopenhauer’ın Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine isimli kitabındaki “Okumak ve kitaplar üzerine” bahsinde geçen cümlelerin zihnimdeki yansıması yalnızca… Hoş, her cümlesiyle insanı silkeliyor olsa da biz buradan devam edelim.

O cümlelerden biri de işte şöyle: “Bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin, eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi.”. Cümleyi doğru anlamak için çok defa okudum ancak itiraf etmeliyim ki bu çabam; şahsımı, bahse konu olan kesimin dışında tutmaya yönelik beyhude bir uğraştı. Ben ki okumayı öğrendiğim günden bu yana kitaplarla haşır neşir biriydim; ne haddineydi çağlar öncesinden gelen birinin bunları söyleyerek gerçekleri yüzüme vurması! Üstelik eğitimli olmak da sonucu değiştirmiyordu. Kısacası, kendimi kurtarmaya çalışmanın pek bir faydası yoktu. 

Peki, okumak nasıl olur da Schopenhauer’ın dediği gibi zihnimizi körelten bir eyleme dönüşebilirdi? O’na göre; üzerine tefekkür ve muhakeme etmeyerek gerçekleştirdiğimiz her okuma eylemi, zihnimize yük olmaktan başka bir işe yaramıyor. Nasıl ki sırtımıza yüklediğimiz ağırlıklar, eklediğimiz her yük sonrası bizi aşağı çeker ve son tahlilde sırtımızdan düşüverirse, zihnimize doldurduğumuz her ezber düşünce de bir zaman sonra zihnimizden uçup gitmeye mahkûm. Bu, durum tekrarlandığında zihnimizin okuma eyleminden anladığı doldur-boşalt işinden başka bir şey değil. Metinde de geçtiği üzere sadece başkalarının zihin dünyasını takip etmekle kalmak -günümüz tabiriyle otomatik pilotta okuma yapmak- zihnimizi körelterek işlevsiz hale getiriyor. Yani sanılanın aksine, elden kitap düşürmemek veya ayda iki üç kitap bitirmek övülecek bir meziyet değil. Aslına bakarsanız günümüz eğitim koşullarında yetişen pek çok kişinin deneyimlediği gerçek bu. Yıllarca mektep sıralarında oturup dirsek çürütmek ve hatta kitap sayfalarını, noktası virgülüne ezberleyerek okumak bizi daha donanımlı birine dönüştürmüyor. Elbette bunun idraki, sınav ve başarı kaygısı nedeniyle sonraki zamanlara kalıyor. Öğrencilik yıllarımdan bir örnekle: Sınav haftalarında her dersin sınavından önce yaptığım çalışma sonrası zihnim patlayacak gibi olur ve bir an önce zihnimdeki yükü bırakmak isterdim. Sınavın ardından zihnim sanki boş bir levhaya dönüşürdü. Keza birçok arkadaşımın tecrübesi de bu yöndeydi. Peki, ya kendi irademle okuduğum onlarca kitap zihnimde neredeydi? Bu düzlemde kayıp giden yıllara bakıldığında hayıflanmamak elde değil ancak bununla yetinmek kime ne fayda sağlar?

Yaşamımda önemli bir yer tutan okuma eylemini kendi lehime çevirmeliydim ama, nasıl? Elbette, uyanışa geçmeme vesile olan bu kitaptan hareketle. “Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.”. Okumak için elimize aldığımız kitabı alelacele -bir kitap daha bitirmiş olmanın gururuyla- değil; olabildiğince ağırdan alarak takip etmek önemli bir adım. Ağırdan almaktan anladığım; cümlelerin üzerinde tefekkür etme, yazarla konuşma ve bazı noktalarda eleştiri yoluyla kendi fikrimizi savunmak. Belki de en önemlisi tüm bu çabanın zihinde bir demlenme süreci geçirmesi... 

Özetle; canlı bir okuma eyleminin ardından zihnimizde bizzat elde ettiğimiz yeni bir düşünce sentezi oluşur ve çabamız da netice vermeye başlar. Böylesine bir okuma alışkanlığının verdiği mutluluk, solmaya yüz tutmuş bir bitkinin canlanmasına şahit olmak gibi değil de nedir?

Merve Yazar
merveyazar93@gmail.com

18 Nisan 2023 Salı

Müslüman bir ailenin günlüğü

Zanib Mian, “Bu kitap, farklı olmanın olumsuz bir şey olduğunu hisseden bütün çocuklara ithaf edilmiştir.” diye selamlıyor Türk okuru. Timaş Yayınları’nın yeni markası Gülce Çocuk etiketiyle yayımlanan Planet Ömer/Vay Başıma Gelenler, akran zorbalığına mizahla bir reddiye aslında. BookTrust’un “Son Yüz Yılın En İyi 100 Kitabı” arasında gösterilen bu eser, Müslüman bir ailenin gündelik yaşamındaki incelikli vakitleri, detayları ve bazen de zorlukları anlatıyor. Bir kere şunu belirtelim: Yazarın kalemindeki nahiflik, hikâyeyi yumuşak bir zemine indiriyor. Planet Ömer, tam bir 8-9 yaş kitabı. Anlatının sadeliği, okuyucunun kurgunun sanki bir parçasıymış gibi dizayn edilmesi, afacan ve eğlenceli dili eserin alametifarikalarından.

Öykü; Ömer, Esa, Meryem, Annem ve Babam karakterlerinden oluşuyor. Ömer, biraz sıra dışı. Kendisini hayal gücü çok gelişmiş, marşmelov sevmeyen, bisikletiyle babasının arabasıyla yarışan ve onu geçen biri olarak tanımlıyor. Esa, bir ambulansın sireninden daha yüksek sesle çığlık atıp ağlayabilme kabiliyetine sahip. Ve onun saçlarında her zaman yemek kırıntısı bulabilirsiniz. Meryem, on üç yaşında olmasına rağmen, kendisini on altı yaşında sanan biri. Kur’an’daki 28 sureyi ezbere biliyor. Ayrıca yastığının altında, şeker gizlemekle meşhur. Ömer’in annesi hayır demeyi bilmeyen, elinde daima kahvesi bulunan bir bilim insanı. Ömer’in babasıysa yeryüzünde yaşamış en büyük insana benzemek için sakal bırakmış bir bilim insanı. Ağzına pancar sürmeyen, tepe taraflarında çok fazla saçı kalmamış, motosiklet kullanan bir adam.

Planet Ömer, gerek kurgu gerek üslup olarak; benzerlerinden farklı bir kitap. Bu nüansı sayfaları karıştırdıkça anlıyorsunuz. Çünkü hikâye kelimeler kadar çizgilerle de anlatılmış. Çizelgeler, bahsi geçen eşyalar, hayvanlar, nesneler, insanlar eşlik ediyor okura.

Yirmi üç bölümden oluşan kitabın; yazının başında bir Müslüman ailenin günlük hayatından kesitleri barındırdığını söylemiştik. Tam burada sözü Türkiye’ye geldiğinde verdiği mülakatta bunun nedenini açıklayan yazara verelim: “İngiltere’de büyüdüm ve çocuklarım da burada büyüyor. Küçüklüğümde okuduğum hikâye kitaplarında Müslüman bir karakter hiç olmamıştı. Büyümüştüm ve çocuklarım vardı ancak aradan geçen onca zamana ve İngiltere’de çok sayıda Müslüman yaşamasına rağmen bu durum değişmemişti. Çocuklarım, başörtülü bir annenin olduğu, günlük ibadetlerin yapıldığı, hâlleri ve yaşantıları kendilerininkine benzeyen, yani Müslüman bir ailenin bulunduğu hikâyeler duymak istediler. İşte yazmaya asıl başlayışımın nedeni buydu. Böylece Müslüman olan ve olmayan çocuklar aldıkları bir kitapta, benimki gibi Müslüman ve eğlenceli bir ailenin hikâyelerini görebilecekler, onda kendilerini bulabileceklerdi.

Esma Fethiye Güçlü’nün Türkçeye çevirdiği, Nasaya Mafarıdık’ın resimlediği Planet Ömer, yer yer ‘öteki’nin gözünden; fakat ‘içeriden’ bir anlatı. Dünyanın global bir kasabaya dönüştüğü günümüzde, özellikle çocukların farklı kültüre bakışlarının nasıl olması gerektiğini, kendinden olmayanlara bakışın hangi ölçülerde olmasını hatırlatan bir günlük, belki bir ders kitabı. Çünkü sevginin ve iyiliğin dili evrenseldir, tüm insanları kuşatan...

Sevim Şentürk

Hayal Otel veya kefaret

Hepimizin konfor alanı elimizden bir şekilde alınıyor. Bu bir saat içinde de olabilir, bir günde de bir yılda da… sonuçta hepimiz bir şekilde konfor alanımızdan alınıp, uzağa götürülüyoruz. Kimi zaman bir müzik parçası, bir manzara, bir olay , bir kitap olabilir, yapabilir bunu. Bu konfor alanımdan beni alıp uzağa götüren, düşüncelere sevk eden, hatta konfor alanımın dışından beni fiziken alıp, diğer kitaplarının peşine düşüren bir kitaptan bahsedeceğim dilim döndükçe.

Ne demişti Kafka hatırlayın: “Kitap içimizdeki buzları kıracak bir balta gibi olmalıdır”. Çok sevdiğim Cioran da şöyle demişti : “Kitaplar yaraları kanatmalı, hatta yeni yaralar açmalı, kitaplar tehlike arz etmeli.” Evet. Tamda bu minvalde bir kitabın etkisi altında yazıyorum bu satırları. B. Nihan Eren’in Hayal Otel kitabı. İçimizdeki buzları kıracak,ruhumuzda yeni yaralar açacak bir tür kitapla hemhal olmak, günün konfor bozan mefhume olarak elimde durdu tüm gün. Mefhume diyorum, çünkü ‘anlam’ ve ‘açılma ‘ olarak kendini güne bıraktı, ve elimden tuttup yol aldırdı. Psikolojik burhanlar, suçluluk duygusu, belirsizlik, korku, merak gibi envai çeşitli duyguların çemberinde buldum kendimi.

Zamanımızda pek de değeri bilinmeyen bir ruh göçme halidir ; ‘kefaret’ duygusu. Psikolojik bir çıkmaz, bir yalnızlık ve de duygudaşlık çemberi içerisinde devinip durma halleri tüm kitap boyunca beni yeni anlamlara düşürdü, kendimden öteye taşıdı, bana ‘kefaret’ ödetti. Detayına inmeyeceğim bu duygunun, o da bana ve yazarın kahramanları arasındaki özel bir iletişim hali olarak kalsın.

Kitaptaki kahramanların zaman zaman değil sürekli caddede, iş yerinde, kendi evimizde, iç dünyamızda bizimle olan ve bizimle yaşamayan insanlar olduğunu anlamamız uzun sürmeyecektir. Her kahramanın sakladığı bir sırının ortasında kalıyoruz. Ama bu sırların tamamını asla bilmiyoruz ve ne yazık ki bilmeyeceğiz de. Ahmet ve Meryem kim ve kimden kaçıyor, Nilüfer neden evlatlığıyla beraber kaçıyor, neden buraya sığınıyor, ressam aslında kim, Doruk sadece bir meraklı ya da kendini bulma çabasında olan, ilgi isteyen bir yazar mı… Evet! Bu soruların cevabını bulmak ister okur, ben isterim, ama yazar bekle diyor okurlarına, gerisini sen düşün ve tamamla diyor adeta. Ben kendi açımda tamamladım mı ? Bilemiyorum. Ben kitabı bitirene kadar tamamlamak istemedim. Çünkü hep ikinci planda kaldı bu merak duygusu, beni içine çeken kahramanların ruh halleri ve ortak duyguyu besleyen suçluluk duygusu oldu. Hepimiz bu duyguyla az cebelleşmiyoruz değil mi?

On iki çiçek ismi taşıyan otelde herkesin bir odası ve o odayla beraber büyüttüğü bir sırrı var. Tabelası asılmamış bir oteldir ‘Hayal Otel’. Bu otelde tüm kahramanlar kendi iç dünyasında, kendi büyüttükleri suçla boğuşuyor. İsmet ve Feryal hem otelin sahibi hem de dertlerin ve sırların kesişim noktası. İkisi de inatçı ve zıtlıklarla boğuşuyor. Bu inat ve zıtlıklar otele farklı karakterleri dolduruyor. Herkes farklı ve herkes ‘başka’ biri. “Oysa şu karanlığın ve bu ölümcül gürültünün içinde zaten herkes başka biriydi. Leyla başka biri. Nilüfer başka. Doruk başka. Feryal bile başka. Şurada oturmuş da başına geleni sakince karşılayan, birlikte akıbetini bekleyen ve susan herkes. Başka birisi.” (S.68)

Hepsi başka ama ortak yanları: içinde taşıdığı sırları ve ödedikleri farklı ‘kefaret’ biçimleri. “Onun, gülüp, sevip vazgeçtiğini anlayan, olduğunu, olmadığını görüp yola bir biçimde devam edecek gücü kendinde öyle ya da böyle bulan herkesin arasında, gizlediği bir şey vardı”. (S.91)

“Kefaret” belki de kitaba yakışacak en güzel ikinci isim diye not tutmuşum sayfanın kenarına. Her şeyden uzakta, bir dağ başına kurulan otelde bir akşam kasırgaya teslim olmaları, o korkuyla birbirine sarılmaları suçun kefareti olabilir mi? Bilmediğimiz suçların kefareti. Ah ! Bu tekinsiz duygunun getirdiği bu merak duygusu! Biz okurların da kefareti bu sanırım. “Her aşinalıktan kolayca geçilebileceğinin bir şekilde görüldüğü ve her yeni alışkanlığın kolayca kazanılabileceğinin anlaşıldığı bir hayatta zor olan ne olabilirdi ki ? İnsan sürer. İnsan yola devam eder.” Ve devam ediliyor ve umutla sabahı karşılıyor kahramanlarımız, çünkü ‘insan sürer’. Hepsi kendisiyle büyüttüğü suçları, pişmanlıkları ve sırlarıyla. Şimdilik bu otelde. Suçluluk duygusuyla beraber nedir bu insanları ayakta tutan başka duygu ? Gelin yazara kulak verelim. “Sevgi buydu. Bir soluğun varlığına minnet, şükran, sevinç… Dünya üzerinde şu koca tek başınalığı dağıtan o varlığa sonsuz sarılma, ölse bile toprağına kıvrılma isteği”(S.41) Evet burada aranmalı aykırılıklara rağmen bu insanları hayatta tutan duygu. Yani sevgi ve sevgide buluşma hali.

Yazarın karakterler üzerindeki derin psikolojik tahliller, aykırı karakterlerin kendini bulma ve olma çabası -mesela Leyla ve Deniz’in aşkı- aslında bu toplumun kendini anlama ve bulma çabasını dile getirdiğini düşünüyorum. Hala başka mahallede başka hayatların ve kendini bulma yolunda sürekli mücadele eden karakterlerin dünyasını anlatıyor. Kimine göre-çoğunluk sanırım- mesele bunları anlamakta ya da roman karakterleri gibi anlaşılmadığını düşündüğümüzde kendi dünyasında başka bir dünya yaratmakta.

Burada romanın kurgusunu ve gerçekliğini tartışma konusu yapmadan; yazarın dil üzerindeki hakimiyeti, pekiştirmek ya da başka maksat ile bilerek tekrarlanmış cümleler, kelimeler ; kelimelerin alışılmışlığın dışında kullanılması, derin psikolojik tahliller, iç içe geçmiş hikayeler romanın -evet roman demek bence daha uygun bir tanımlama- usta bir kalemden çıktığının en büyük kanıtıdır. Nihan Eren’in üsta bir romancı olduğunun belirtisidir. Kendi adıma bu ismi yirmi yıl sonra ülkenin iyi ve kaliteli (?) edebiyatını belirlemede en üst sıralarda göremeyeceksek bizim okuma kalitimizi ve hakiki okurluğumuzu ciddi anlamda sorgulamamız gerekir diye düşünüyorum. Rafları cicili bicili, kaliteden yoksun kitapların değil, Nihan Eren gibi yazarların doldurması gerekir diye düşünüyorum. Bu memleketin en büyük eksikliği; hafıza kaybı yaşamasıdır, ikinci eksikliği liyakati ve kaliteyi artık aramıyor olmasıdır. Her konuda. Nihan Eren gibiler çoğalmalı, bulma ve olma yolunda çoğalmalı. Dil ustalık gerektiriyorsa eğer ustalar en üst sıralarda kendini bulmalıdır. Halk ve okurlar onları her konuda üst sıralara taşımalıdır.

Son olarak diyorum ki; şimdi konfor alanınızı terk edin çünkü: “Hayat bir çabadır.

Vesselam.

Doğan Yalçın